Reading the History of Islam from a Political Point of View

Yaşadığımız çağ, bir ihya çağıdır. Yeniden İslam’a yönelme ve
dönme çağıdır. Aynı zamanda bu ihya çağı, fetret çağıyla da iç içedir. Bir
taraftan yüzeyde fetret, derinlerde ise yenilenme var. Bazen bu devrelerle
alakalı isabetsiz tespitler ve hükümler verilmektedir. Elbette yaşadığımız
dönem, topyekün bir çöküşün ardından geldiği için yenilenme de topyekün
olmalıdır. Bunun içinde siyasi yenilenme de var. İslam tarihi içinde en az
yenilenmenin olduğu alan siyasi alandır. Bu alanda tek tük yenilenmeyi Ömer Bin
Abdulaziz, Nureddin Zengi gibi zevat gerçekleştirmiştir. Külli yenilenmeye
muvaffak olanlardan birisi Ömer Bin Abdulaziz’dir. Bir de külli yenilenmenin bir
kez daha yaşanacağı asır, asrımızdır. Bu asırda siyasi yenilenme de olacaktır.
Bu itibarla, cüz’i yenilenme dönemlerinden ayrılacaktır. Bununla birlikte, 14
asırlık İslam tarihi ve asırlarına helaket ve felaket asrı mı diyeceğiz?
Kesinlikle öyle değil. Bunu söylemek haksızlık olur ve yakışık almaz. Lakin
İslam tarihini böyle okuyan bir okuma biçimi ve algılama çeşidi de de var.
Halbuki Hüseyin Munis gibi kimi realist tarihçiler ufki olmasa; yatay biçimde
dahi olsa Emeviler devri de dahil inhitat devirlerinde İslam’ın inkişaftan hali
olmadığına kail olurlar. Gerçekten de sahabiler Emevilerin idaresi altında bile
cihad ve tebliğ faaliyetlerine katılmışlardır. Elbette Hasan Basri gibi kimi
Emevi idarecilerinden kaçan salih insanlar da vardı.

Bu anlamda söz konusu asrın mesavisi/kötülükleri de vardır.
Bunda şüphe yok. Ama külliyen bu asrı yok farz etmek herhalde hakkaniyet
mesleğiyle bağdaşmaz ; ancak sahibini sıkıntıya sokar. Tarihi tahazzup içinde,
tek yanlıcı ve maniheist okuyanlara ise bir diyeceğimiz olamaz. Çünkü onları
iknaya güç yetmez ve tabi olmayacakları için delile de ihtiyaçları yoktur. İslam
tarihini siyasi perspektife hasrederek okuyanların başında Şii tarih anlayışı
gelmektedir. Sözgelimi Muhammed Umara’nın da temas ettiği gibi Şii tarih okuması
hem siyasi hem de ütopiktir. Bu bağlamda, Hazreti Ali’nin yanında sadece beş
sahabi kaldığını, geri kalanının bir şekilde İslam’dan şu veya bu şekilde
saptığı görüşündedir. Muhammed Umara bu görüşün problemli olduğunu ve adalet
nokta-i nazarından sahabilerin iflasından yola çıkılarak pekala İslam’ın
iflasına da hükmedilebilineceğini söyler. Pek haksız da sayılmasa gerek. Eğer
sahabe nesli ve peygamberin terbiye ettiği kadrolar bu şekilde çürük ve defolu
çıkarsa, İslam’a bu kadar lakayt kalırsa; sonradan gelen, nevzuhur ve aynı
tezgahtan geçmemiş tipler ve geriden gelenlerden ne beklenir? Dolayısıyla mantık
kaidesince de fesada ve butlana götüren mukaddimenin kendisi de butlan
üzerinedir. Öyleyse aklen sahabe neslinin İslam’a külliyen ihanet ettikleri
varsayımı yanlıştır. Ama Şiiler denildiği gibi sayyad-ı asarat/ kusur
avcısıdırlar ve Halid ibni Velid gibi sahabilerin bir takım başlarına gelenleri
serrişte ve afişe ederek bunları tarih algılarına zemin yaparlar. Halbuki
Abdurrahman Şarkavi gibilerin de ifade ettiği gibi kimi sahabilerin bazı şahsi
zaafiyetleri İslam’dan sonra da peşlerini bırakmamıştır. En azından bir
rehabilitasyon devresine ihtiyaç duymuşlardır. Bu bağlamda, Allah’ın arslanı
Hazreti Hamza’nın bir müddet daha içki iptilasından kurtulamadığı rivayet
edilmektedir. Veya Ebu Zer ile Bilal-i Habeşi arasındaki meşhur vakada Hazreti
Peygamberimizin hem de Şiilerin beş sahabi arasında saymalarına rağmen Ebu Zer
için ‘Sende bir parça cahiliyet kalıntısı var’ demesi nasıl akıllardan çıkar?
Zira Bilal-ı Habeşi’yi siyah Habeşli annesiyle ayıplamıştır.

Bir başka vakada ise Medine’de Muhacirin ile Ensar arasında
böyle bir dava yaşanmıştır. Dolayısıyla asr-ı saadette bile insanlık belki de
tam olarak cahiliyet kalıntılarından tam olarak kurtulamamıştır. Ama bu umumi
bir hüküm değildir. Belki de muakkat bir halet ve durumdur. Makam değildir. En
azından zamani bir fetret değildir. Zamani fetret İslam tarihçilerine göre
sadece iki devreden ibarettir. Bu devrelerden birisi Haçlı ve Moğol
istilalarının yaşandığı devredir. Toptan bir izmihlal ve çöküntü asrıdır.
İkincisi de Fransız Devriminin akabinde vukuu bulan ve sıkıntısı hala
kıyılarımıza vuran iki yüz yıllık devredir. Bunun dışında İslam tarihinde bir
fetret ve inkita devri yoktur. Bunun dışındaki devirlerde meydana gelen kısmi
sapmalar veya cahiliyet örnekleri kesinlikle bir halet ve geçici durumdur. Yoksa
umumi bir devre değildir. Bu itibarla, Muhammed Umara’nın da dikkat çektiği
gibi, 14 yüzyıllık İslam dünyası en azından 10 yüzyılı itibarıyla dünyanın
önderi ve lideridir.

Ama ne yazık ki yarışı ileride bitirdiğimiz bu on asra saldıran,
ta’n edenler de vardır. Bunlar çeşitli kesimleri temsil etmektedirler.
Mevdudi’nin tarih okuma biçimi Ebu’l Hasan en Nedevi’nin de isabetle teşhis
ettiği gibi böyle bir okumaya imkan vermektedir. Bundan dolayı onun İslam’da
Hilafet ve Saltanat kitabı yabancı dillere en az oranda çevrilen eserleri
arasındadır. Neredeyse gizli kitaptır. Türkçe’ye ise çevrilmiştir. Çünkü Hazreti
Osman’la birlikte İslam tarihinin büyük bir sapma içine girdiğini ve ideallerine
yabancı düştüğünü ve onları kaybettiğini ve sürekli izmihlal ve inhitat
yaşadığını öngörmüştür. Bunun isabetsizliği ortadadır. Muhammed Umara da aynı
şekilde Mevdudi’nin bazı kitaplarında indirgemeci bir okuyuşla İslam tarihine
haksızlık ettiği görüşündedir. Tarihe bu idealizm hatta ütopya zaviyesinden
bakan sadece Mevdudi olmamıştır. Seyyid Kutup da tarihe kısmen bu zaviyeden
bakmıştır. Esasen Ali Şeriati de Safevi Şia’sını aşma çabalarında Ali Şia’sı
idealizmine takılarak yine aynı sapakta patinaj yapmıştır. Sadece kalıpları ve
kavramları modernleştirebilmiştir, yenilemiştir. Ama bu yetmemiş ve zaviyede bir
değişiklik olmamıştır. Seyyid Kutup belki de Mevdudi’nin eleştirilerinden
etkilenmiş bir vaziyette Hazreti Osman’la alakalı olarak bazı tenkitler
serdeder. Bu idealizminden etkilenen sonraki kuşak ve bilhassa Hattı Kutup
denilebilecek olan Kutupçular (Kütbiyyun) tarihte iki büyük zatın geldiği
inancındadırlar. Bunlardan birisi İbni Teymiyye diğeri de talebesi allame İbni’l
kayyım’dır. Çağdaş olarak da iki alimi beğenir ve benimserler. Bunlardan birisi
nizam-ı Mustafa çağrılarından ve Kadiyanilere olan husumetinden dolayı idamın
kıyısından dönen Ebu’l A’la el Mevdudi ve ikincisi de Seyyid Kutup’tur. Seyyid
Kutup ve Mevdudi sünni dünyada Ali Şeriati de Şii dünyada çağımızın İbni
Teymiyye ve İbnü’l Kayyım’ları olarak anılabilirler.

Fikri Mücazefe

Ebu’l Hasan en Nedevi erken dönemde bu yaklaşımın içerdiği
tehlikeleri görür ve bu hususta İhvan’ı dostça uyarır. Hadisun ile’l İhvan gibi
müstakil eserlerinde ve muhtelif makalelerinde konuya değinir ve meselenin
tehlikeli boyutlarına dikkat çeker. Aynı doğrultuda Hasan Hudeybi de ‘Duatun la
kudat’ isimli eseriyle İhvan’a içeriden bir eleştiri yöneltir. Ve İhvan çizgisi
içinde Hasan Hudeybi ve Ömer Telmisani gibiler itidal çizgisini seslendirirler.
Ve aynı zamanda kahramandırlar. Nasır’ın tutuklama furyasının zirvesinde Hudeybi
İhvan’ını yalnız bırakmayarak Suriye’den Mısır’a döner ve derhal tutuklanır.
Ömer Telmisani de salihlerden birisi olarak tartıştığı Enver Sedat’ı, huzurunda,
Allah’a şikayet eder. Bu şikayeti üzerine meşhur piposu sallanır. Ne var ki
onlar, bazıları tarafından ehli tefrit olarak adlandırılırlar. Suriye’de de
İhvan içinde itidal ile şatat çizgisinin ayrışması sonucu Hama musibeti patlak
verir. Buradaki savrulma usul ve yöntemdeki tedriciliğin yeterince anlaşılamamış
ve uygulama imkanı bulamamış olmasındandır. Genellikle hareket değil de ulema
kökenli olan Abdulfettah Eu Gudde gibiler itidal cenahını temsil etmişlerdir.

Şiilerin haricinde Mevdudi, Seyyid Kutup ve Kutupçular gibi kimi
zümreler İslam tarihindeki verimliliği bir kaç kişiyle sınırlandırmak isterler.
Bu aslında Allah’ın rahmetini sınırlandırmaktır. Çocuksu bir yaklaşımdır. Bu
yaklaşımı kısmen benimseyenlerden ve serdedenlerden birisi de merhum ve mağfur
Malik Binnebi’dir. Aslında büyük bir sosyolog olmasına rağmen böyle bir vartaya
düşebilmiştir. İdeolojik Savaş Ajanları kitabı ve benzeri kitaplarında
Muvahhidler sonrasında İslam dünyasının genel bir gerileme içine girdiğini ve
bir daha belini doğrultamadığını ve ayağa kalkamadığını ve sürekli olarak
gerilediğini söylemiştir.1 Bu neresinden bakılırsa bakılsın yerinde bir tespit
değildir. İslam tarihinde iki devre halinde fetret vardır ve bu, iki şer
yüzyıldan dört yüzyılı geçmez. Bu fetret devirleri de ikisi ortasında olmak
üzere, ikisi de sonundadır. Muhammed Umara da birçokları gibi İslam’ın itila ve
yükseliş dönemlerini on asır olarak verirken2 konunun uzmanlarından olan Fuad
Sezgin ise Müslümanların 800 yüzyıl boyunca ilmi sahada tarihi önde
kapattıklarını söylemiştir. Onun ifadesine göre şayet Müslümanlar geri kalmamış
olsaydı atom iki asır önce parçalanabilirdi.3 Dolayısıyla İslam tarihini baştan
sona silip atanların kriterleri hissidir daha doğrusu ilmi bir kritere göre
konuşmamaktadırlar. Bu anlayış sadece İslam tarihini değil bütün insanlık
tarihini iflasa mahkum etmektir. Bunun da izan ve insafla bağdaşır tarafı
yoktur. Bu anlamda, Muhammed Umara sadece siyasi kriterle baktığından dolayı
Mevdudi’nin meseleyi mücazefe ile yani ölçüsüzce değerlendirdiğini ifade
etmektedir. Ve bu mücazefe sonucu Mevdudi boydan boya İslam tarihini bir
cahiliyet tarihi olarak yad etmiştir. Haksızlığı aşikardır. Hazreti Osman’ın son
yıllarından itibaren İslam’ın içtimai düzeninin cahiliye temelleri üzerine
oturduğunu ileri sürmüştür. İktidar ve otorite İslam kuralları üzerine
oturmaktan çıkmış cahiliyet kuralları üzerinde deveran eder hale gelmiştir.
Hilafet, nübüvvet metodundan sapmak ve ısırıcı krallıklar devrine geçmekle
birlikte amacından sapmış ve Emevilerle birlikte cahiliyet sürecine girmiştir.
Ömer Bin Abdulaziz’in vefatıyla birlikte bu cahiliyet dönemi ebedileşmiştir.
İktidarın Ömer Bin Abdulaziz’den sonra cahiliyet damgası taşıyan liderlerin
eline geçmesi sonucu cahiliyet bütün alanları istila etmiş ve etkisi altına
almıştır. Kurtuba, Bağdat, Kahire ve İstanbul’da şekillenen ve yükselen İslam
medeniyeti ışıklarının ona göre uzaktan yakından İslam’la hiçbir alakası yoktur
Tarihin karanlık sayfalarından ibarettir.

Bununla birlikte yine de Mevdudi’nin hakkını teslim etmek
gerekir. Muhammed Umara’nın da dediği gibi her ne kadar bazı kitaplarında
Mevdudi de mücazefe ve ölçüsüzlük yapmış ise de, başka kitap, makale ve
mektuplarında istikametten sapmayarak yanlışlarını bir nevi telafi etmiştir.
Bununla birlikte, Kutbiyyun gibi belki kendilerine Mevdudiyyun denilebilecek
bazı aşırılar onun fikriyatı arasında adeta hafriyat ve kazı yaparak ve bazı
ölçüsüzlükleri cımbızla çekerek bunları kendilerine rehber etmişlerdir. Ve bula
bula kendilerine uygun bazı ölçüsüz/mücazefe mahsülü fikirler bulmuşlar ve
bunlara dört elle sarılmışlardır. Asırlardan beri İslam ümmetinin var olduğu
gerçeğini inkar etmişler ve onu ademe mahkum etmişlerdir. Hicret ve Tekfir
bunlardan olup asırlardan beri yaşayan Müslümanların küfrüne kail olmuşlardır.
Müslümanların Müslüman olmadıklarını ve cahiliyet hayatını yaşadıklarını ileri
sürmüşlerdir. Onlara göre, bugünün vazifesi küfre sapmış olan Müslümanların
yeniden İslam’a kazandırılmasıdır. Dolayısıyla Müslümanların eserlerini de
cahiliyet ürünü olarak vasfetmektedirler. Buradan yola çıkarak kılıcın hükmünü
de suistimal etmişlerdir.

Muhammed Umara bu ölçüsüzlüğün ve ölçüsüzlerin diyalog yoluyla
itidale sevk edilmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Mevdudi gibiler cahiliyet
bulaşıklığını veya şaibesini toptan ve bilkülliyye cahiliyet olarak
algılamışlardır. Bu kesinlikle tashih edilmesi gereken bir bakış açısıdır. Bu
hususta Vahidüddin Han da peygamberlerin genel misyonunu siyaset üzerine
oturtması açısından Mevdudi’yi isim vermeden de olsa kıyasıya paylar.
Cahiliyetin umumi ve mutlak olması İslam’ın ademi ve yokluğu anlamına gelir.
Halbuki İslam kıyamete dek bakidir.

Muhammed Umara bu değerlendirmeyi veya mücazefeyi büyük bir
cinayet olarak değerlendirmektedir. Zira bu fikir bazında kalmamakta ve
davranışlara da yansımaktadır. Bu münharif fikrin sahipleri yapıcı olarak İslam
toplumlarını ıslahına yönelecekleri yerde aksine istikrarını hedef almakta ve
baltalamaktadırlar. Bu tür tarihi değerlendirmeler gelişigüzel şiddet
teorilerine beslemektedir. Unutulmaması gereken nokta İslam’ın bu gezegende on
kusür yüzyıldan fazla liderlik ve alemdarlık yapmış olduğu hakikatıdır.
İslam’dan sonra muvakkat perdelenmeler olsa da mutlak cahiliyet yoktur,
mezardadır. Zira, İslam ne kadar zayıflarsa zayıflasın kıyamete kadar sönmeyecek
ve hükmünü icra edecektir. Bu itibarla, fetret mustatil ve ebedi bir çizgi
olmayıp muvakkat, kırılgan ve dairevidir. İslam tarihindeki zamani ve mekani
fetret devreleri muvakkat ve geçicidir.Zail olmaya mahkumdur. Dolayısıyla kimse
onun cahiliyet üzerine olduğunu ve mutlak fetret devresine haiz olduğunu
söyleyemez. Söylese de bir şey ifade etmez.

Sonuç olarak Bediüzzaman’ın görüşlerine de yer vermek gerekir.
Bediüzzaman’ın ahirzaman fetretiyle ilgili öngörüleri de dikkat çekicidir.
Bediüzzaman’ın çeşitli eserlerinde ahirzaman diliminde yaşanacak fetretle
alakalı tahliller yaptığını görüyoruz. Bu bir derece meseleyi ledünni boyutta
anlamadır. Elbetteki kaynağı asar-ı nebevi ve selefi salihindir. Ama onları
güzel bir terkiple bir araya getirmiş ve zamanın ilcaatına göre yorumlamıştır.
İşte bir kısım yorumları şunlardır: “Ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve
din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda
Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyet’le omuz omuza
gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.)
mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi
şehadet denilebilir.”4

“Bir tek cümle olan kısacık bu hadisin beş lem’a-i i’caziyesine
dair bir nüktedir. Buraya bir münasebetle girmiş.
hadis-i şerifin ihbar-ı gaybî nev’inden tarihçe musaddak beş
lem’a-i i’caziyesi vardır.

Birincisi: Hulefâ-yı Râşidînin hilâfetleri ile Hazret-i Hasan
Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır.
Aynen çıkmış.

İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir
Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh
ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh’ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üç yüz yirmi
altı eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. Hilâfet-i
âliye-i Osmaniye bitti.

Üçüncüsü:
kelimesi, cifir hesabı bin seksen yedi eder ki, tarihçe-i
hilâfet-i Abbasiyenin inkıraziyle hilâfet-i Osmaniyenin takarrürüne kadar olan
zaman-ı fetret tayyedilse bin seksen küsur kalır. Eğer nâkıs hilâfetler sayılsa
’deki "sene" lâfzı ilâve olur. O halde bin iki yüz iki eder ki, Rumuzat-ı
Semâniye-i Kur’âniye Risalelerinde hem
hem Fâtiha, hem Sûre-i Nasr, hem Sûre-i
Alâk gibi çok yerlerde aynen hilâfetle beraber Devlet-i İslâmiyenin hem terakki,
hem galibiyet devresi olan bin iki yüz iki tarihini gösterir. Hem nâkıs
hilâfetle beraber bütün müddet-i hilâfet-i İslâmiye bin iki yüz ikidir ki, tam
tamına tevafukla haber verir.

  hadisinin mucizane ihbar-ı gaybîsini izah eder.
Yâni, bu hadis, kıyametten değil, belki galibane hâkimiyet-i İslâmiyeden haber
veren On Sekizinci Lem’ada ve başka yerde bu hadisin üç lem’a-i i’caziyesini
beyan ettiğimden burada kısa kesiyoruz.

Sual: "Demek istibdat hayvaniyetten
gelmedir?"

Cevap: Evet. Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek,
daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanîn-i
esasiyesindendir.

Sual: "Sonra?"

Cevap: Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki,
zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini
izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i za-manî ve mekanînin
tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta
Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin
Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne
çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde zeynab gibi
Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.5

On Sekizinci Mesele

Rivayette var ki,
"Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var." Yani,


âyetinin sırrıyla, bin sene
hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var.
Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.

Allahu
a’lem, bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne
hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir
mucize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde,
onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış.
Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i
Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra
Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak
(hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mucizâne ihbarını, hilâfet-i
Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadisi başka risalelerde dahi
bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz ”6

Öz

Yaşadığımız çağ, bir ihya çağıdır.
Yeniden İslam’a yönelme ve dönme çağıdır. Aynı zamanda bu ihya çağı, fetret
çağıyla da iç içedir. Bir taraftan yüzeyde fetret, derinlerde ise yenilenme var.
Bazen bu devrelerle alakalı isabetsiz tespitler ve hükümler verilmektedir.
Elbette yaşadığımız dönem, topyekün bir çöküşün ardından geldiği için yenilenme
de topyekün olmalıdır. Bunun içinde siyasi yenilenme de var. İslam tarihi içinde
en az yenilenmenin olduğu alan siyasi alandır. Bu alanda “fetret” kavramından
yola çıkılarak İslam tarihinin siyasi bir değerlendirmesi yapılmakta, bu
kavramla ilgili olarak İslam tarihini etkilemiş çeşitli şahsiyetlerin
fikirlerine yer verilmektedir.

Anahtar Kemleler: Siyaset, fetret, yenilenme,
İslam Tarihi Benden sonra hilafet otuz senedir. Biz sana fetih yolu açtık.
(Fetih Suresi: 1.) Eğer ümmetim istikametini muhafaza etse, ona birgün etmezse
yarım gün vardır.7

Abstract

Our age is a revival age. It is an age to return
to Islam. Nevertheless, the turmoil is also intrinsic to this age, which is to
be seen on the surface whereas the depth embraces the renewals. Sometimes, many
irrelevant judgments are stated on this era. The renewal should take place in
all since our age follows a total collapse. This renewal comprises also the
political one, a sphere, which survived the least renewal within the history of
Islam. This article tries to evaluate the political history of Islam starting
from the concept of “turmoil” and refers to the ideas of many intellectuals who
expressed themselves in the history of Islam.

Keywords: Politics, turmoil,
renewal, Islamic History

Dipnotlar:

1. İdeolojik Savaş Ajanları, Timaş Yayınları, s: 102, 1997, İstanbul.

2.
Mecelletü’l Ezher, Kasım 2007, s: 1440,1941, 1942…

3. Ümran dergisi, Eylül 2007, s: 63.

4. Kastamonu Lahikası, Sayfa 79

5. Beyanat ve Tenvirler, Sayfa 65

6. Şualar, Sayfa 509

7. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 123.