Do Europe Pregnant With Islam?
Avrupa’dan başka hiçbir referansları olmayan ya da hala 19.
yüzyıl pozitivizminden bir adım ileri atamayanlar ne düşünürse düşünsün, Avrupa
kendi içine kapanıyor; iç enerjisini, entelektüel kaynaklarını tüketiyor.
Avrupa’nın ilkesel ve kurumsal kültüründe ısrar edip, bize dolaylı sömürgesi
gözüyle bakanlar var ve bunlar maalesef çoğunluktadır. Durumun hiç de iyi
gitmediğini görenler de var.
AB, mevcut refahın korunmasını, sürdürülebilir kılınmasını
amaçlayan tutucu bir proje. Model esas itibariyle bir sosyal model. Yoksulluk en
çok korkulan unsur. Çünkü yoksulluk beraberinde faşizmi getirebilir. Avrupa ne
zaman ekonomik bakımdan sıkışsa aşırı milliyetçiliğe eğilim gösterir. Kişinin
bireyselleşerek özgürleşmesi, başka bir ifadeyle aileden ve cemaatten
bağımsızlaşması bu projenin ikinci ayağı. Ve nihayet özgürlüğün sürmesi için
eğitimin aksamadan verilmesi gerekir.
Fakat mevcut durumda söz konusu modeli ayakta tutmak çok güç.
Modelin parçalandığını açıkça gözleyenler, dile getirenler ve bir çıkış yolu
arayanlar seslerini duyurmaya çalışıyor. Bunlardan biri de Olivier Abel’dir.
Görev yaptığı dört yılda Türkiye’yi yakından tanıma fırsatını bulan ve
şimdilerde Paris Protestan Fakültesinde Etik Felsefe dersleri veren Abel, bu kez
karşımıza sanki tarihe konuşan bir filozof edasıyla çıktı. Şunları söylüyor:
“Demokrasi yeniden tanımlanmaya muhtaç bir siyasi rejimdir. Her şeyiyle
kullanışlı değil. Yeniden icad edilmelidir. Mevcut kurumlarımız sorunlarımızı
çözmüyor, yeni kurumlara ihtiyacımız var. Avrupa birçok yönden köhnemiştir.”
Bunları söyleyen bir Avrupalı, önemli bir Fransız entelektüeli
ve hatta bir filozof. Abel, Avrupa’nın köklü bir rejim değişikliğinden
geçtiğinin farkında, bunun altını çiziyor. Bir yanda kapıları zorlayan göçmenler
ve göçler, öte yandan küreselleşme ve dayattığı piyasa fetişizmi Avrupa’nın ulus
devlet modelini sarsıntıya uğratıyor. Abel’e göre, “İsviçre modeli bir
konfederasyon” bile düşünülebilir. Ama öncelikle Avrupa demokrasi konusunda
karar vermeli. İçeride demokratik davranan Avrupa dışarıda hiç de bu rejimin
standartlarına riayet etmiyor.
Abel, AB’nin “Hıristiyan kültürüne dayandığı”nı kabul ediyor,
ama onu bir “Hıristiyan kulubü” olarak görmek istemiyor. Avrupa’nın içine
kapandığı ve kapatıldığı yerden kurtulması için kendini İslami geleneklere
açması, kaynaklarını çeşitlendirmesi lazım. Boş bir mekan hiçbir şeydir.
Avrupa’nın kendini sertifikalandırılmış düşüncelerin dışına çıkarmasında zaruret
var.”
Olivier Abel, ilginç bir fikri dile getiriyor: “Roma büyük zaaf
geçirdiği bir zamanda Kostantin imparatorluğun merkezini Batı’dan Doğu’ya, en
uçtaki bir yere, yani İstanbul’a taşıdı. Belki bugün de Avrupa merkezini en uzak
gördüğü yere, İstanbul’a taşımalı.”
Peki, bütün bunlar neyi ifade eder? Batı’nın ve Doğu’nun, başka
bir ifadeyle dünyanın içinden geçmekte olduğu süreci anlamlandırmamız daha üst
ve kuşatıcı bir perspektife ihtiyacımız var:
Meşrutiyet yıllarında Ezher şeyhlerinden Şeyh Bahid, Bediüzzaman
Said Nursi’ye sorar:
“-Avrupa ve Osmanlı konusundaki görüşün nedir?” Bediüzzaman şu
cevabı verir:
-Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa
devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.".”
Aradan 10 -15 sene geçmeden Osmanlı doğurur. Avrupa henüz
doğumunu yapabilmiş değil. Ancak doğum sancıları başlamış bulunuyor, bunu
söylemek mümkün.
Bediüzzaman’ın, “Osmanlı-Avrupa” ya da “İslam-Hıristiyanlık”
ikilemi yerine “İslam -Avrupa” ikilemine işaret etmiş olması önemlidir.
Avrupa’yı Osmanlı doğurdu, İslam değil. Doğumla birlikte de anneyi kaybettik.
Avrupa İslamiyet’i doğuracaktır. Bu doğumdan sonra anne ölür mü, yoksa
biyolojik-psişik varlığını temizleyerek mi yeniden var olur, bunu bilmiyoruz. Şu
var ki öğrenmek için çok da beklememiz gerekmeyecek.
Bu metaforda dikkat çekici husus şudur: 1910’larda Osmanlı’nın
Avrupa tipi sosyo-politik rejimler doğuracağını kestirmek zor değildi. Sadece
Osmanlı değil, 1923’te İran, ardından Afganistan ve sonraları 1960’lara kadar
Mağrip’ten Endonezya’ya kadar bütün İslam dünyası Avrupalı çocuklar doğurdu.
Çocukların durumu ortada!… Hepsi hasta, çelimsiz, derinlerde işleyen illetleri
var.
1990’larda Bosna bağımsız bir devlet olarak kurulmaya karar
verdiğinde Avrupa’daki doğumun gerçekleştiği söylendi. Bu değildi. Şimdi
nüfusları 20 milyona varan Müslüman göçmenlerin bu doğumu yapacakları
düşünülüyor. Bu da tek başına değil. Giderek İslamiyet’i benimseyen Avrupalılara
-mesela sadece Fransa’da her sene 50 bin kişi Müslüman oluyor- işaret edenler
var. Bu da doğumu gerçekleştirecek faktörlerden bir tanesi sadece. Belki
bunların toplamı ile asıl Avrupa’nın, daha doğrusu Batı’nın kalbinde baş
gösteren paradigma arayışının kendisi bu doğumun habercisidir. Bazıları,
Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasının doğum anlamına geleceğini düşünüyor. Kendisi
Avrupa’nın döl yatağında hayat bulmuş ve Osmanlı’nın karnından doğmuş
Türkiye’nin kendine hayrı yok. Şimdilerde Türkiye’nin kendine yakıştırabildiği
misyon “İslam ile Batı arasında köprü” görevidir ki, köprü üzerinden sadece
geçildiğini biliyoruz. İstanbul’da yaşıyorsanız eviniz ya Asya yakasında veya
Avrupa yakasındadır. Boğaz veya Sultan Mehmet Fatih köprüsü üzerinde kulübe bile
kuramazsınız.
Bu çerçeveden Olivier Abel’in Roma imparatorluğunun ömrünü
uzatmak üzere Konstantin’in İstanbul’u başkent seçmesine işaret etmesini
ciddiye almak lazım. Avrupa, geçmişte olduğu gibi Doğu’dan bir şeyler mi alıp
doğum yapacak? Bu çok önemli bir sorudur.
Önce bir hususun altını çizmekte yarar var: Avrupa bunu hep
yapar ve fakat bugüne kadar her defasında Doğu’dan ithal ettiği hikmet
paradigmasını kendisine benzeterek sadece çöküşün önünü alır. Sokrat öncesi Grek
felsefesi, 10. yüzyıldan itibaren Sicilya ve İspanya üzerinden yaptığı
transferler ve Batı Hıristiyanlığı’nın Roma’nın yıkılışından sonra kabulü,
Avrupa’nın üç defa bilgi ve paradigma intikalinin bu yöndeki en çarpıcı
örnekleridir.
Benim öngörmem, bu sefer büyük bir felaketten sonra dördüncü
büyük bilgi ve paradigma intikalinin diğer üçünde yaşanan hataların tekrar
edilmeden tahakkuk edeceği yönündedir ki, bundan 100 sene önce rahmetli Said
Nursi de tastamam buna işaret ediyordu.
Avrupa yeni bir “entelektüel tipi”nin ilk emarelerini vermeye
başladı. Avrupa’ya hamile kalıp “bu aydınları ve iktidar seçkinlerini, pazar
artığı malzeme ile yemek pişirmeye çalışan muhafazakar siyasetçi” yi doğuran son
Osmanlı’nın bahtsız nesilleri, bu olağanüstü intikal ve dönüşümü hiçbir zaman
anlayamayacaklar.
Onlar hala, kendine yeni hayat iksiri arayan -ki Şah Veliyüllah
Dehlevi, ruhu bedene canı veren hayat iksiri olarak tanımlar- Avrupa’ya
İstanbul’u pazarlamak için, bu şehrin kültürel kodlarını Yunan filozofu
Aristo’nun evrenin dört temel unsuru olarak gösterdiği toprak, su, hava ve ateş
hurafesine dayandırarak bir iş yaptığını zannediyorlar, AB’nin niçin bu şehri
2010 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçtiğini bilmiyorlar. Aristo, belli
belirsiz bir deistti, kıdem fikrine inanıyordu ve varlığı salt maddi-cevherlerin
şu veya bu bileşiminden ibaret gören rafine bir materyalistti. O hiçbir zaman
evrenin bir Emr-i İlahi olan Nefesü’r-Rahman olduğunu; kainatın, tekvinin,
mekanın ve imkanın “Kün!” emriyle varlık bulduğunu düşünmemişti, böyle bir şeye
inanmamıştı. Osmanlı ile İstanbul’u kainat içinde yaşanabilir, çoğulcu, huzurlu
ve estetik bir mekan ve beşeri bir imkan alanı kılan İslamiyet’ti. Avrupa,
Aristo’yu çoktan tüketti, başka bir ruhun arayışında. Bence biz bu konuyu biraz
daha derinlemesine ele almaya çalışalım.
Son 150 yıllık akıl tutulmasına rağmen, şunu diyebiliriz:
Doğu’nun elinde işe yarar tek değer var. O da İslamiyet’tir. İslamiyet,
beşeriyet tarihinin son büyük inanç ve tefekkür mecrasında akan bereketli
nehirdir. Petrol, doğal gaz, jeo-stratejik konum, enerji nakil hatları, altın ve
değerli maden yatakları ikincil değerlerdir. Avrupa ne zaman dara düşmüşse
Doğu’ya dönmüş, kendini bilgi ve enerjiyle yenilemiştir. Bu bilgi ve enerji
intikali tarihte üç kere tekrarlandı. Modern Avrupa’nın kimliğini hangi
kaynakların oluşturduğunu anlamak için, tarihte hikmetin takip ettiği güzergaha,
yol haritasına yakından bakmak lazım.
Bazı anlatımlara göre sonraları tanrılaştırılan Zeus bile Hz.
İdris (a.s)’in –ki Grek ve Mısır kaynaklarına göre Hz. İdris Hermeslerin Hermesi
olarak da anılır- Atina’ya Tevhid inancını tebliğ etmesi ve halkı çok
tanrıcılığın parçaladığı ahlaki yozlaşmadan kurtarması için gönderdiği valiydi.
Ne Avrupa’nın ne Yunan’ın kendine özgü herhangi bir felsefe veya hikmet kaynağı
yoktur. Alfred Weber’e göre Yunan felsefesinin mutlak ve tam anlamıyla
özgünlüğünden söz etmek güçtür. Doğu’nun bu felsefe üzerinde mutlak etkisi
vardır. Çünkü Mısır’la temasa geçmeden önce Yunanlılarda kelimenin gerçek
anlamında felsefeden söz edilemez. Bundan başka Yunan felsefesinin babaları hep
İyonyalıdırlar; felsefe Küçük Asya (bugünkü Anadolu)dan önce İtalya’ya ve
oldukça geç bir devirde Atina’ya, yani hakiki Yunanistan’a getirilmiştir. Mısır
ve Keldani ilminin etkisine Herodot açıklıkla şehadet etmektedir; bu, İslâm
mekteplerinin Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin gelişmesi üzerindeki etkisine
benzetilebilir. Bunun yanında Weber, Doğu’nun Batı üzerindeki ilim ve düşünce
alanlarında iki defa kesin etkide bulunduğuna dikkat çeker. Biri Doğu hikmetinin
Mısır üzerinden Yunan’a geçmesi, diğeri Müslümanların 9. yüzyıldan itibaren
Sicilya ve İspanya üzerinden Avrupa’ya sağladıkları bilgi intikali ile husûle
gelen etki.1 Farabi, “Hikmetin (tefekkür ve hakiki bilginin) ana
yurdu Keldanidir, buradan Mısır’a, oradan İtalya’ya ve sonra Yunanlılara geçti.
Allah, bana hikmeti ana yurduna geri getirme görevini vermiştir”2
der. Farabi ve Müslüman hakimlerin ortak çabasıyla teşekkül eden muazzam miras
Avrupa’ya intikal ettikten sonra Aydınlanma’nın önü açıldı. Bu yüzden açıkça
Nietszche “İslam olmasaydı Aydınlanma olmazdı” diyordu. Kısaca Sokrat öncesi
filozoflar, bilgi ve hikmeti Doğu’da okuyup tahsil ettiler; Sokrat sonrası
filozofları Batı’ya Müslümanlar tanıttılar. Müslümanlar Batı’ya felsefe ve akli
bilgiler yanında tecrübi bilgileri (mesela sıfırı ve deneyi) de öğrettiler.
Avrupa kimliğinin ikinci büyük kaynağı Hıristiyanlıktır. Hz.
İsa’nın tebliğ ettiği bu dinin çıkış yeri Kudüs’tür, başka bir ifadeyle menşe’
itibariyle Hıristiyanlık Doğu’ya aittir. Batıya intikal edince ritüeller ve
kültürel kodlar çerçevesinde yerli pagan unsurlarla karıştı, Roma’nın idari
örgütlenme modelini örnek alıp Katolik Kilisesi’ni doğurdu, hikmeti felsefenin
filtresinden geçiren ve aslına yabancılaştıran Yunan felsefesinin etkisine
girerek varlığı iki alana, maddi ve manevi cevhere, fizik ve metafiziğe ayırdı;
böylelikle iman ve akıl, ruh ve beden, din ile devlet arasında mutlak bir ikilem
ve çatışma vuku buldu ki, bu merkezi tasarımlar hikmete ve hakikate yabancıdır.
Hiyerarşik kurumsallaşma, nizami din adamları sınıfı ve siyasi alanda devletle
çatışma geleneği yine Batı Hıristiyanlığına ait olup, laikler Kilise’nin suçuna
karşılık olarak bütün dinlere ceza kestiler. Müslümanlık hiç kusuru ve suçu
olmadığı halde en ağır cezaya çarptırıldı.
Batı Hıristiyanlığının ikinci büyük versiyonu olan
Protestanlığın da ilham kaynağı İslami inançlar, mü’min -Tanrı, mü’minler
topluluğu- Kitap ilişkisidir ki, buna ek olarak söz konusu mezhebin varlık ve
güç kazanmasında zamanın Osmanlı idaresinin lojistik ve hatta mali desteği
önemli rol oynamıştır.
Sıklıkla Batı’nın düşünce mirası ve bunun doruktaki formülasyonu
olan Aydınlanma’nın Grek-Roma ve Yahudi-Hıristiyan kanallarından beslendiği öne
sürülür. Bu kısmen doğrudur, ancak hem eksiktir hem de söz konusu mirası
besleyen Yahudilik ve Roma’nın sağladıkları katkıların bugün baş gösteren derin
krizin teşekkülünde ne kadar rol oynadıkları konusu üzerinde yeterince
durulmamaktadır.
Grek hikmeti ve tefekkürünün kaynağının Doğudur. Tefekkür
yanında, maddi araştırmada kullanılan bilgi malzemesi ve gözlem yöntemleri de
Doğu’dan alınmıştır. Mesela Thales -ki “ilk filozof” kabul edilir ki bu tamamen
yanlıştır; çünkü Thales filozof değil hakimdi ve elbette ondan önce binlerce
hakim ve mütefekkir gelip geçmişti- bundan 2591 sene önceki (İ.Ö. 585) güneş
tutulmasını Babillilerin hesap tekniklerini kullanarak önceden tespit etmişti.
Mısır’da tahsil gören Thales, Mısırlıların geometrisini de maharetle
kullanıyordu.
Yahudiliğin Grek felsefesi ve Aydınlanma olmak üzere iki büyük
etkisinden söz edebiliriz. Yahudi inancı ve bakışının kadim Grekler üzerindeki
ilk etkileri, varlığa ilişkin algının maddileşmesine ve insan ile tanrılar
arasında derin bir çatışmanın vuku bulmasına sebep oldu. Yunan’a özgü kültürün
paganlaşmasında bunun dolaylı etkisi görmezlikten gelinemez.
Thales öncesi ve sonrası hakimleri Doğu’ya gidip orada yıllarca
-20/30 yıl- tahsil görmeye sevk eden sebep, manevi ve ahlaki derinlikten kopup
maddileşmiş dünya telakkisini aşmak; parçalanmış ve kıblesini şaşırmış insan
kişiliğini ve kültürünü bütünleştirmek ve elbette çok tanrıcılığın baskıcı ve
çatışmacı dünyasından çıkıp insana tekrar onurunu kazandırmaktı. Grek tanrıları
insanı sevmezdi, onları kıskanır ve her fırsatta onlara tuzak kurmaya çalışırdı.
Bu, Tevrat’taki tasvirde 6 günde dünyayı yaratıp 7. günde istirahata çekilen
Tanrı’nın İsrail’le güreşmeye zorlanmasının ve ardından hep bir avcı gibi insanı
yeryüzünde takip etmesinin Yunanca versiyonu idi. Sokrat’ı ölüme götüren üç suç,
çok tanrıcılığa; ahiret inancından kopmuş ve materyalistleşmiş dünya telakkisine
ve ahlaki derinliğini ve anlamını kaybetmiş site hayatına getirdiği
eleştirilerdir ki, her üç fikir ve değer peygamberlerin tebliğlerinde temel
alınmaktadır. Hz. Musa’nın sahih tebliğ ve talimlerinden ne kadarını saf
halleriyle devam ettirdiği tartışmalı olsa da, Eflatun’a “Grekçe konuşan Musa”
denmesi boşuna değildir. Bazılarına göre Batı felsefesi de Eflatun’a düşülmüş
bir dipnottur.
Modern zamanlarda Yahudi düşüncesinin Avrupa tefekkürü üzerinde
domine edici bir etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sebebi, Yahudi
felsefesinin, ancak laikliğin resmi ve emredici bir tutum halini almasından
sonra kendini bilim ve düşünce muhitlerinde ifade eder hale gelmesidir.
Yahudilik, gerek inanç gerek felsefe olarak ya kendi hakimiyeti zamanlarında
veya İslam devletlerinin koruması altında iken gelişme gösterir. Nitekim İslam
içinde bir Yahudi felsefesinin teşekkülü, İbn Meymun, İbn Yusuf el Feyyumi,
Jehuda hal-Levi, Tuleytalı İbn Cabriol, David bin Mervan el Makammaç, Yafes bin
Ali Ebu Yakup el Bekir vd. büyük filozof ve kelamcılar İslam hakimiyetinde
yetişmiş, fikirlerini özgürce ifade etmişlerdir. Hıristiyanlık prensip olarak
başka inanç ve düşüncelere açık olmadığından, Kilise, 1234’te Maimoni’de büyük
Yahudi filozofu ve kelamcısı İbn Meymun’un bütün kitaplarını yaktı. İbn Meymun’u
ancak 17. yüzyılda Spinoza canlandırabilecekti. Spinoza’dan Marx’a ve Freud’a
kadar resmi ve emredici laiklik olmasaydı, hiçbir Yahudi bilim adamı ve filozof
Avrupa fikir ve akademi piyasasında var olamazdı.
Laikliğin -sadece Yahudi düşünürlere ve Avrupa’ya özgü olmak
üzere- bu ve diğer yararları olmuşsa da, sekülerliğe dönüşerek varlığı iki
karşıt gerçeklik veya paralel alana ayırması, fizik dünyayı kutsaldan boşaltması
ve dini “dışarı çıkarması” yönüyle, kadim Grekler gibi modernitenin de derin bir
krizin içine düşmesinde başat rol oynamaktadır.
Roma aşkın olanla bağını kopardığı, büsbütün sekülerleştiği
(Roma sekülerliğinin ikincil belirtisi aşırı yemek ve amacından sapmış
cinsellikti) ve idaresi altındakileri ancak zorbalıkla bir arada tutmaya
çalıştığı andan itibaren zaaf geçirmeye başladı. Artık tek istediği mutlak
itaatti. Hıristiyanlık, Roma topraklarında neşvü nema bulmaya başladığında,
“Tanrı’ya ibadet Sezar’a itaat” istiyordu. Roma, “ibadet de itaat de Sezar’ın”
diyor, Sezar’a ibadeti reddeden müminlere ağır işkenceler uyguluyordu.
Güç haksız biçimde temerküz edip değerler aşınınca ve inanç
üzerindeki baskılar artınca, merkezde yer almayan bütün mağdurlar, dışlanmışlar
ve ezilmişler baskı görenlerin safında toplanır. Roma’da da böyle oldu. Her
geçen gün Hıristiyanlık çığ gibi büyüdü. Sadece büyümüyor, aynı zamanda muazzam
bir enerji biriktiriyordu.
Dördüncü yüzyılın ilk çeyreğinde Kostantin’in iç enerjisini
tüketmekte olan imparatorluğun merkezini İstanbul’a taşıması ve İznik’te Konsül
toplaması tesadüfi değildi. Konstantin, pagandı, Hıristiyanlığa inanmıyordu, ama
bu dinin gücünü, birleştirici misyonunu ve muazzam bir enerjiyi biriktirme
yeteneğini fark etmişti. 19 Haziran’da başlayıp 25 Ağustos’ta biten Konsül’e her
taraftan gelmiş seçkin 300 küsur papaz katılmıştı. İmparator, tartışmaların
tümünü izledi. Özellikle Ariusçuların yol açtığı tartışmanın en ufak ayrıntısını
kaçırmadı. Ariusçular, “Tanrı birdir, İsa’nın tanrısal tabiatı yoktur, o bir
insan ve bir peygamberdir” diyorlardı. Diğerleri ise, “üç tanrı” doktrinini
savunuyorlardı. Athanasias Yemini’nde formüle edildiği üzere, “Birlik içinde üç.
Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Her üçü de tanrıdır” diyorlardı. Sonunda Konstantin,
bilinçli ve ne yaptığının farkında olarak üçleme inancını savunanların tarafını
tuttu ve papazların bu yönde oy kullanmasını sağlayarak üçlemeyi resmi devlet
doktrini hale getirdi.
Bazen geriye dönüp kendime sorarım: Mesela ateş Hz. İbrahim’i
yaksaydı, Kızıldeniz’deki azgın sular Hz. Musa’yı boğsaydı tarih nasıl cereyan
ederdi? Burada hep aklıma şu soru gelir: Konstantin, üçleme inancını değil de
Ariusçuların doktrinini benimseseydi ne olurdu? Allahu a’lem!..
Bizans, sonraları üçleme doktrinini temel alan Hıristiyanlığı
“devlet dini” yapmakla imparatorluğun ömrünü uzattı. Hıristiyanlığın sağladığı
sinerjiyle 1453’e kadar yaşadı. Ancak Batı Roma bu kadar zeki ve hoşgörülü
değildi. Orada Hıristiyanlar ağır baskılar altında yaşamaya çalışıyorlardı.
Manevi ilkeyle bağını koparan ve Hıristiyanlığa hayat hakkı tanımayan Batı Roma
476’da yıkıldı. Yıkılışın arifesinde Romalı generaller, Hıristiyan papazlarından
yardım talep ettiler. Papazlar kıllarını kıpırdatmadı, Roma’nın yıkılışını
keyifle izlediler.
Hıristiyanların niçin Roma’nın yıkılışını önlemek için harekete
geçmediklerini anlamak güç değil. Onlar hem çok zulüm görmüşlerdi, hem Roma’nın
yerini alacaklardı. Nitekim öyle oldu. “Kardinal” Roma subay rütbesi iken,
Kilise hiyerarşisinde yüksek düzeyde rahiplerin mertebesi oldu.
Batı Kilisesi, Roma’yı olduğu gibi taklit etti, Roma hukukunu
iki ilave ile –boşanma ve faiz yasağı- aynen iktibas etti. Yunanlılar düşünmüş,
Romalılar uygulamıştı. Roma’da tefekkür ve felsefe zayıftı. Roma salt idare ve
hukuktu. Ancak hukuk, son dönemlerde hikmetsiz kurallardan, ruhsuz şekilden
ibaretti ki, en büyük zaafı bir usule sahip olmamasıydı. Hukuk metodolojisi
(Fıkıh Usulü) tarihte sadece İslam hukukuna özgüdür.
Katolik Kilisesi, müntesiplerini vahşi aslanlara parçalatan Roma
devletinin örgütlenme biçimini örnek aldı, hiyerarşik düzenini bu çerçevede
düzenledi. Fransız ihtilaliyle laikliği resmi ve emredici tutum haline getiren
modern ulus devlet de, kendi karşıtı olan Roma Katolik Kilisesini örnek aldı,
kendini Kilise’ye göre tanımladı. Roma, Hıristiyanları; Kilise, laikleri;
laiklerin modern ulus devleti de “yurttaş formatı”nda türdeşleştirdiği herkesi
ve özellikle dindarları ezdi.
Jean Baudrillard, şöyle der: “Modern dünyada hakimiyet
hegemonyaya dönüştü ve tüm değerler tuzla buz oldu. Bugün sistemin yanında yer
alıyoruz, oysa onun rehiniyiz. Ebu Garib Cezaevi’ndeki şiddet ve pornografi
görüntüleri, sistemin maskesini düşürmüştür. Modern dünyada, aşkınlığın
kalkmasından sonra, kaybolanlar yapay olarak ortaya çıkıyor. Sistem tersine
döndü; kendi yıkımını beraberinde getiriyor. Kaderinden kaçamıyor. Şunu
düşünmemiz lazım: Neden zeka iktidarda değil? Acaba sanal bir felakete mi
gidiyoruz? Herkesin birbirine kablolarla bağlandığı bir dünya mı bekliyor bizi?”
Ne olup bittiğini çok az kimse anlayabiliyor. İktidar dolaşımını
kontrol eden elitlerin ezici çoğunluğu mevcut sorunların karşılıklı çıkara
dayalı işbirliği, uluslar arası kuruluşların daha aktif kılınması veya daha
akılcı politikalarla aşılabileceğini düşünüyor, kitleleri bu şekilde teskin
ediyorlar. Ancak Aydınlanma’nın en merkezi iddiası, büyük tasarımı çökmüş
bulunuyor: Artık dünyada hiçbir insan kendini güvende hissetmiyor. Her olay bizi
daha çok şaşırtıyor ve elbette bu oranda korkularımız büyüyor. Modern devlet,
her yurttaşın sorumluluğunu üstlenmişti, onu korkulardan uzak tutacaktı ve
haysiyetini koruyacaktı. Başına bir iş geldiğinde, çalışıp da yaşlandığında,
başkalarının merhametine veya yardım/bağış çabasına gerek kalmadan doğrudan
yollarla, yani sosyal güvenlikle onu destekleyecek, besleyecekti.
Küresel büyük dalga bu merkezi tasarıma büyük darbe indirdi. Bu
dalganın en belirgin vasfı fizikte ve biyolojide baş gösteren belirsizliğin
sosyal ve beşeri hayatta da kendini göstermesi oldu. Modern toplum rasyoneldir,
her ayrıntıyı düzenleyen bir ‘akıl’ vardır, sürprizlere yer yoktur. Ama sadece
mal, hizmet ve basit malumat (enformasyon) küreselleşmiyor; suçlar, terör,
hastalıklar ve düş kırıklıkları da sınır tanımıyor. Her gün yeni sürprizlerle
yüz yüzeyiz. Ulus devlet birlikte varoluş fikrini koruyamıyor. Piyasa denen bir
gizli güç var. İlk tasarımcısı da buna “gizli el” demişti. Serbest dolaşım
halinde olan yüzde 97 sermayedir sadece. Sermaye piyasa güçlerinin desteğinde
kazançlı yerler arıyor, beğenmediği yerleri arkasında milyonlarca işsiz ve
umutsuz insanı bırakıp hemen başka yere kaçıyor.
Modern devlet, üstlendiği yükümlülüklerini yerine getirme
çabasında zaafa düşünce otoritesinin sarsıntı geçirdiğini hissediyor. Güç
kaybettikçe meşruiyetini pekiştirecek enstrümanlar arıyor ve tam bu süreçte
“terör” ve “terör örgütleri” imdadına yetişiyor. Teröristlerin nizami ordulara,
milyarlarca dolarlarla ifade edilecek silah yatırımlarına ihtiyacı yok. Bir sırt
çantasında milyonlarca insanın hayatını tehdit edebilecek bir silah taşınabilir.
Terör ortaya çıkan boşluğu doldurmak isterken, devlet de bunu büyük bir sevinçle
karşılayıp gücünü tahkim ediyor, yurttaşlarına “korkmayın, ben buradayım,
terörle mücadele edeceğim; sadece beni hukuk veya daha çok sosyal güvenlikle
sıkıştırmayın, güvenlik yönünden daha çok takviye edin, yeter” diyor. 11
Eylül’de devlet(ler) kendilerine işte böylesine ‘yeni’ ve aslında ‘sahte bir
meşruiyet’ bulmuşlar, güçlerini tahkim etmekle meşguller. ABD bunu yer küresi
ölçeğinde yapmaya çalışıyor. Özgürlüğe veda ediyoruz, çünkü güvenliğe daha çok
ihtiyacımız var.
Hakiki istikrarını kaybetmiş bir dünyada hiçbir ülke veya insan
topluluğu kendini güvende hissedemez. İstikrarın ve kesinliğin olmadığı, aşkın
ve kutsal olanla bağın koparıldığı bir dünyada çöken sistemin merkezi tasarımı,
kurucu bilgisi, temel iddiasıdır.
Modern devletin üç vaadi, güvenlik, zenginlik ve özgürlük idi.
Her bir ülkenin kendine özgü bir hikayesi varsa da, sonuç itibariyle her ülkede
hükümran olan devletler, ulusal düzeyde bu vaatlerini gerçekleştirmede
zorlanıyorlar. Farklı hikayeler veya mazeretler bizi yanıltmamalı. Sonuç bütün
ulus devletlerin içine düştüğü derin krize işaret etmektedir.
Küreselleşmenin şoku Fransız aydınlanmasını derin bir sarsıntıya
uğratıyor. Modernizasyon politikalarının devletlerce emredilmesi sonucunda
ortaya çıkan büyük kentler/devasa metropoller, iş ve istihdam kapasitesi ile
artan nüfus arasındaki dengesizlik, modern hayat tarzı ve tüketim
alışkanlıklarının küresel boyutlarda yaygınlık kazanması ile Çin ve Hindistan
yüksek rekabet gücüne sahip ülkeler olarak sahnedeki yerlerini almaya
başladılar. Modernizasyon olmasaydı, bu ülkeler geleneksel halleriyle yaşamaya
devam edeceklerdi. Batı’da ise ücretler ve sosyal haklar alanında kabul edilmiş
standartlar hayli yüksek. Bu standartları koruyarak Asya’nın devlerine karşı
rekabet gücünü ayakta tutmak mümkün görünmüyor.
İşin aslına bakacak olursak, Çin ve Hindistan, ilk sermaye
birikimini gerçekleştirmek ve maddi büyümeyi sağlamak üzere tıpkı Batılılar gibi
köle emeğini sömürüyorlar. Batılı beyaz adam 100 milyon Afrikalının emeğiyle
sermaye biriktirdi. İki Asya ülkesi de, kendi yurttaşlarının emeğini sömürüyor.
Her ne olursa olsun, sonuçta sosyal güvenlik temelindeki bütün haklar refah
toplumlarının refahını tehdit etmeye başladı.
İki yol olduğu açık: Refah toplumları ya ücretleri ve
standartları korumaya devam edecekler ki, bu durumda rekabet şanslarını
kaybedecekler; ya da ücretleri ve standartları düşürme yolunu seçecekler, o
zaman da sosyal çatışmalar baş gösterecek. Göçmenler ve kıyıda köşede olanlar
daha düşük ücretlerle çalışmaya razıdırlar. Bunu, kendilerine özgü kültürel
kimliklerini öne çıkararak ifade etmeye çalışıyorlar. Ama burada mesela
Fransa’nın onlara dediği, Alain Touraine’ın “Kabul edilmiş bir yasa ile kültürel
çeşitlilik arasında seçim yapma durumunda kalınmamalı.” Avrupa artık kültürel
çeşitliliği kabullenecek durumda değil. Mağripli gençlerin geçmiş yıllarda
ayaklanması, hükümeti birtakım kararlar almaya mecbur ettiyse de, bu sefer iş
piyasasının öngördüğü zorunluluklar ile Çin ve Hindistan’dan esen kuvvetli
rüzgar beyaz Fransızların ayaklanmasına sebep oldu. Paris’te geçen seneden bu
yana izlediğimiz durum bundan ibaret. Pek de uzak olmayan bir gelecekte güvenlik
yanında, özgürlük ve zenginlik de tehdit altına girecektir. Çünkü her üçü
arasında bir tür ontolojik ilişki var.
Fransa’ya özgü olarak başka bir faktör de var. O da, Saddam
Hüseyin’den alacaklı olduğu 50 milyar doların Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte
defterden silinmiş olması. Bu, bile müreffeh Batılı ülke ekonomilerinin dolaylı
yollardan beslendiğinin ilginç bir göstergesi. Ama, artık dünya sömürgeci
geçmişin çok daha bilincinde ve bunun tümüyle sona ermesi gerektiğini düşünüyor.
Ekonomik sıkıntılar milliyetçilikleri tetikler. Bu, Avrupalı
toplumların elindeki mazeret. Ulus devletler güvenlik, sosyal ve ekonomik
korumacı politikalar ve alttan gelen tazyikle milliyetçiliklere yöneldikçe,
verili beşeri/toplumsal çerçeve daha çabuk çatlama emareleri gösterecektir.
Çünkü iletişim ve ulaşım teknolojisi, küresel enstrümanlar ve toplumlar arası
seyyaliyet kaçınılmaz bir biçimde çoğulculaşma, farklılıkları, çeşitliliği öne
çıkarıyor. Almanya köklü kararlar alıyor, acıtıcı oluyor. İktidar seçkinleri
yeni bir umut vaadinde bulunup söz konusu acıyı teskin etmeye çalışıyorlar.
Hakikatte sadece İngiltere’nin görece durumu iyi, o da Afganistan ve Irak
işgaliyle elde ettiği ilave rantın sağladığı rahatlıktır.
Sonuç itibariyle neredeyse Avrupa’nın tümü “aktif durgunluk”
diyebileceğimiz paradoksal bir sürece girmiş. AB projesi ve genişleme süreci bir
şeyler oluyor görüntüsü verdiği için iyidir. Tek umut, ulus devletin içine
düştüğü zaafları AB projesiyle aşma fikrinin sağlayacağı sinerjidir. Ama aslında
ortada ne enerji var ne sinerji. Enerji dediğimiz şey petrol, doğal gaz veya
başkası değildir; yüksek düzeyde tefekkür ve hikmete dayanan entelektüel kaynak
zenginliğidir.
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra şöyle bir noktaya geliyoruz:
Tarihte Avrupa Doğu’dan ne almışsa aldıklarını kendine özgü filtresinden
geçirmek suretiyle almış, değişikliğe uğratmış, anlam haritasını adeta tersine
çevirip araçsallaştırmıştır. Yunan, Doğu’dan “hikmet”i aldı, “felsefe”ye
çevirdi. Hıristiyanlığı aldı, bundan dogma, çifte gerçeklik, aforoz ve
engizisyonla desteklenen büyük bir iktidar aygıtı olan Katolik Kilisesi’ni
türetti. Sicilya ve İspanya’dan aldığı “hikmet ve ilimler”den “Aydınlanma”yı
doğurdu.
İşin aslına bakılırsa bunda garipsenecek bir şey yok. Büyük
beşeri havzalar arasındaki bilgi ve fikir intikali genellikle bu şekilde cereyan
eder. Bir havza dışarıdan ne almışsa, ancak kendi filtresinden geçirdikten sonra
aldıklarını kendine mal eder, hangi alanda ve seviyede kullanıp yararlanmak
istiyorsa –ne eksik ne fazla, kendine gerekeni gerektiği kadar- alıp kullanır.
Hiçbir topluma veya beşeri havzaya taklid, iktibas veya mağlup psikolojisinin
ürünü hayranlık ve ölçüsüz takdir hayır getirmemiştir. Taklid bilinçten yoksun
takdirdir.
Bir kök fikrin bir havzadaki fonksiyonu bir başka havzaya
intikal ettiğinde fonksiyonel hale gelebilir, başka bir amacı gerçekleştirmek
üzere araçsallaştırılabilir. Mesela İslam bilginleri Allah’ın varlık âlemiyle
ilgili isim, sıfat ve fiillerinin tecelli biçimlerini anlamak ve bilginin en
yüksek mertebesi olan Ma’rifetullah’a ulaşmak üzere araştırmalar yaparken, yani
varlık âleminin bilgisi demek olan Ma’rifetul-halk’ın amacı Allah’ı ve insanın
kendini bilmesi (Ma’rifetünnefs) iken, Avrupa’ya intikalinden sonra bu merkezi
amaç ortadan kalkmış, araç amacın yerini almıştır. Müzikten amaç, Allah’ı tesbih
eden feleklerin seslerini tespit etmek, ruhun tabiatta donmuş melodilerin
harekete geçmesiyle kozmik ve müteal temasını sağlamak; geometrinin amacı
Allah’a ibadet eden feleklerin her biri bir tesbih ve tekbir olan ritüellerini
anlamak iken, Avrupa’ya intikalinden sonra, tesbih ve ibadet bir kenara
bırakılarak salt seslerin ve hareketlerin kantitatif ölçümlerine indirgenmiştir.
Descartes, “tabiatı ölçün, ölçülemiyorsa ölçülebilir hale getirin” diyerek, onu
müteal/aşkın, batın/kutsal ve öte boyutlarından tecrit ederek salt fiziksel
gerçekliğe indirgemiştir. Descartes’in “Metod Üzerine Konuşmalar” adlı kitabı
İmam Gazali’nin “El Munkizu mine’d-Dalal” kitabının çifte gerçekliğe uyarlanmış
bir versiyonu, onun Aydınlanma’yı hazırlayan en önemli zemin taşıdır. Başka
sayısız örnek gösterilebilir: İbn Haldun’dan İbn Arabi’ye, Biruni’den İbn
Sina’ya yüzlerce insanı saymak mümkündür. Fakat Batılılar İslam’dan aldıkları
için kaynak göstermezler.
Bir kere daha belirtilecek husus şudur ki, Batı’nın bizim bilgi
ve düşünce mirasımızdan çok şeyler aldığı doğrudur. Başka kültür havzalarından
mesela Hind, Çin, Afrika ve Latin Amerika’daki kadim mirastan da çok şeyler
aldı. Batı kendisi dışındaki dünyanın üç hazinesini yağmaladı:
1) Başta altın ve gümüş olmak üzere değerli
madenler/zenginlikler,
2) Bilgi ve düşünce kaynakları,
3) Tarihi eserler. Son örneği Irak’ın işgalinde yaşandı.
Rönesans, Reform ve Aydınlanma’nın kaynakları İslam’dan
alınanlarla beslenmiş ve desteklenmiştir. Bilgi intikali, tercümeler ve
uyarlamalar İslam mirasının mallarıdır. Ama yukarıda çizdiğimiz genel çerçeveden
bakıldığında, Avrupa’nın Müslümanlardan aldığı bilgi hasılası artık Müslümanlara
ait değildir. Bize ait olmaktan çıkmıştır. Bu serüvende İslam’ın ana paradigması
Batı Aydınlanması nezdinde bir parametre hükmünde bile yer işgal etmemektedir.
Bundan ilk çıkan sonuç şudur: “Bugün Batı’yı taklid edelim veya
modernleşelim, çünkü zaten bunun gerisinde bizim mirasımız var” demenin
inandırıcılığı yoktur. İkincisi, bu taklid ve iktibas bizi hiçbir zaman “adam”
etmez, “kişilik” sahibi kılmaz; aksine nesneleştirir, sömürüye açık hale
getirir. 150 senedir tarihin öznesi değiliz; determine edilen nesne hükmündeyiz.
Nitekim Avrupa da, İslam dünyasından bilgi intikal ettirince
Müslüman dünyayı taklid etmedi; işine yarayanları aldı, yaramayanları “kültürün
gümrük kapısı”ndan içeri sokmadı. Bu açıdan Batı’ya intikal ettiklerinde artık
ne Yunananlıların Eflatun ve Aristo’su, Müslümanların keşfettiği Eflatun ve
Aristo idi, ne kitapları çevrilen Müslüman bilginler orijinal hususiyetlerini
muhafaza ediyordu. Mesela kitapları 17. yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde
okutulan İbn Sina, adeta “Avrupalılaştırılmış/Hıristiyanlaştırılmış bir İbn
Sina” idi. Meşşai filozofların ve sufilerin ilk yaratılan varlık olarak
gördükleri El Aklu’l-Fa’al, Hegel’de Gays olmuştur. Tıpkı Descartes’in İmam
Gazali’yi kendine göre okuması gibi, Hegel de İbn Arabi’yi kendine göre okumuş,
felsefesine uyarlamıştı.
Müslümanların da tarihte kadim beşeri havzaların bilgi ve hikmet
kaynaklarını kendi dünyalarına aktarırlarken takip ettiği yol bundan farklı
değildi. Mesela Yunan ilimlerini ve felsefesini açlıkla tercüme ettiler,
yorumladılar; ama hiçbir zaman Yunan mitolojisine, sanatına, edebiyatına,
tragedyasına, şiirine, heykeline ilgi duymadılar. Nadir hallerde şiir çevirmek
zorunda kaldıklarında şiirin işaret ettiği anlam çerçevesini İslam inançlarına
göre tercüme ettiler. Mesela Yunanlılar “Evrensel Baba Zeus” demişlerse,
Müslümanlar bunu “Âlemlerin Rabbi Allah” diye tercüme ettiler. Mesela “Şayet bu
prensiplere riayet edersen, ölümlü ve ölümsüz tanrıların esasını, bütün şeylerin
farkını ve bunları birbirine bağlayan bağları anlarsın” parçasını “Eğer sen bu
esaslara bağlı kalırsan Allah’ın ve velilerinin tedbiri ile, teker teker kimisi
yok olan, kimisi sabit olan biz insan toplulukları hakkında cereyan eden işin
derinliğine/özüne vakıf olursun” diye uyarladılar. Yine mesela “Şu halde iyiliğe
yönelmen için tanrılardan yardım diledikten sonra işe koyul” parçasını “Ne zaman
herhangi bir işe tevessül edersen, onda başarılı olman için Rabbine yalvarmaya
başla” diye uyarladılar.
Bu bize gösteriyor ki, Abbasiler, kendilerinden önceki kültür,
bilgi ve medeniyet kaynaklarından olabildiğince istifade ettiklerinde son derece
doğru bir yöntem izlemişlerdir. Kendi inançları, âlem tasavvurları vardı; İslam
dini onların filtresiydi. Abbasiler bilgiye susamış insanlardı. Bizans’ı
yendiklerinde savaş tazminatı olarak kitap alırlardı. Ancak onlar ne
istediklerini, gerçek ihtiyaçlarını “bilen insanlar” olarak taklit ve iktibas
yoluna sapmıyordu. Çünkü diğer kültür ve bilgi kaynaklarıyla ilişkileri
kavramsal düzeyde kurulmuştu. Yani tefekkür eden insanlardı. Bilinçten yoksun
hayranlıkları yoktu. Bu yüzden başka kültür ve medeniyetlerin yaşama tarzını,
kılık kıyafetini, oturma biçimlerini taklit etmiyorlardı.
Buradan bizim modernleşme projemize ve Batı ile olan ilişki
biçimimize geliyoruz: Devletin zaaf geçirdiğini, kurumların artık fonksiyon
göremediğini anlayan Osmanlılar, Abbasiler gibi Batı dünyasıyla, Batı’da gelişen
bilgi kaynaklarıyla “kavramsal” düzeyde ilişkiye girip kendilerini
yenileyeceklerine, aksine “sembolik düzeyde” ilişkiye geçip, Batı’yı taklit
ettiler. ll. Mahmut, “Avrupalılaşma” adımı olarak kendi geleneksel kurumlarını
tasfiye etti, caz müziğini saraya soktu, protokol toplantılarında alkollü içki
verilmesini emretti ve kılık kıyafeti değiştirdi. O gün bugündür, bizim Batı ile
ilişkimiz semboller seviyesini aşamıyor, hayranlığımız akıl, idrak ve tefekküre
dönüşmüyor, halkımızı Batılılar gibi giyinip yaşaması için baskı altında
tutuyoruz. Osmanlı’nın kendisine hamile kalıp doğurduğu Avrupa buydu işte.
Osmanlı “zaaf”a uğradı, Abbasiler gibi yol izleyeceğine, kolayca
suçu İslam’ın üzerine attı. Böylece kendisine doğru olarak intisap edildiğinde
toplumları cihangir fatihler, adil, müreffeh güç haline getiren Müslümanlık her
türlü geriliğin, tembelliğin, kavrayışsızlığın, yoksulluğun müsebbibi görülmeğe
başlandı; hiç işlemediği suç ve kusurların cezasını ödemeye mahkum edildi.
Aydınlarımız ise, modern dünyanın hangi süreçlerden geçtiğini
idrak etmeden, kendimizden uzaklaşma sürecinde ne kadar “ilerlediğimizi, bu
yöndeki değişim politikalarını ve tekniklerini; sekülerleşmenin kat ettiği
mesafeyi, bunun için daha neler yapılması gerektiğini; kimliğini, inancını ve
yaşama biçimini korumaya çalışan insanlar üzerinde hangi zecri yol ve
yöntemlerin daha etkili olacağı konularını” üzerinde kafa yormakla meşguller.
200 yıllık bu maceradan işe yarar hiçbir şey çıkmadı, bundan sonra da çıkmaz. Bu
perspektifi değiştirmemiz lazım. Pekiyi, doğru perspektif nedir?
Gözlemlenebilir bir nesne hakkında doğru bilgi edinmek için
nesneye birkaç yönden bakmak lazım. “Her yönden” bakabilme yeteneğini
gösteremediğimiz sürece varlık hakkında işe yarar bilgi sahibi olamayız. “At
gözlüğü” tek yönlü, tek boyutlu bakış açısını ifade eder. Varlık dünyasındaki
yerimiz ve duruşumuzla ilgili olarak birkaç perspektiften varlığa, anlam
dünyasına bakabilmenin amacı, alta düşmemek (Esfal-i safilin), müteal olana
yükselmek, insani yaratılışın hakiki ve asli gayesi olan Uruc’u tahakkuk
ettirmektir.
Türkiye’de aydınlar ve iktidar elitleri kendilerini Batı’ya
sabitlemişlerdir. Mesela komşularıyla ticareti olmayan tek ülke biziz, aynı
zamanda komşularıyla beşeri-kültürel ilişkileri olmayan ülke ayıbına da biz
sahibiz. Komşularımızı Batı üzerinden anlıyoruz. Ortadoğu veya Avrasya hattı
üzerindeki ülkeler hakkındaki bilgilerimiz ilkokul müfredatı seviyesinde bile
değil.
Türk aydınları, kendi sorunlarına Batı üzerinden bakıyorlar.
Kendi kendilerine nasıl bakmaları, kendilerini nasıl idrak etmeleri gerektiğini
de yine Batı’dan öğreniyorlar. Sadece Türkiye değil, Müslüman dünya aydınlarının
ezici çoğunluğunun “ben idraki”ni Batılı paradigmalar teşekkül ettiriyor. Sonra
da bir kısmı bağımsızlıktan, antiemperyalizmden söz ediyor. Kendi kendini
oryantalize eden, yani sömürgeleştiren insanlar nasıl bağımsız olabilir ki!
Batı’yı büyük bir telaş almıştır. Elindeki pusula yönünü artık
tayin etmeye yetmiyor. Birçok şeyi yeni baştan düşünme ihtiyacını hissediyor.
Geldiğimiz noktada Batı “himmete muhtaç dede” hükmündedir. Öyle olmakla beraber,
hiçbir şekilde paradigma değişikliğine gitmeyi aklından geçirmiyor, geleneği
içinden kendini yeniden üretmenin imkanlarını arıyor. Bütün Avrupa kimliğini
sorgulama sürecine girmiş bulunuyor. Bu, kısa zamanda tamamlanacak gibi de
görünmüyor. Geçen yıllardaki banliyö olayları, bu seneki gösteriler, karikatür
krizi, yabancı düşmanlığı, göçmenler veya Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa’yı kendi
kendisiyle yüz yüze getirmektedir.
Ulusal kimlik, din, kamusal hayat her ülkenin gündem
maddelerinden biri. Merkezi aktörler tarafından düzenlenip -düzenleme tarzı
demokratik gibi görünse de fark etmiyor- denetlenmekte olan modern kamusallık,
potansiyel grupları, bireyi bastırıyor. Modern devlet kendi içinde gayr-ı şahsi
bir cemaate dönüşmüş, iç bütünleşmesinden hiçbir şekilde vazgeçmek niyetinde
değil. Sessiz bireyler bir anda patlıyor, devlet ses bombalarıyla sesleri
bastırmaya çalışıyor. İfade edilsin edilmesin, insanlar mutsuz. Yeni kararlar,
ajandadaki gizli gündemler küçük insanın aleyhine işliyor.
Şimdilik en büyük doğum sancıları Fransa’da görülüyor. Bu
normal, çünkü Fransa, modern dünyanın kalbidir. Fransa kendi tarihi
reflekslerini harekete geçirerek bir çıkış yolu arıyor. Fransa’da kültür özü
itibariyle jakobendir. Bu siyasi kültür ve perspektifin tarihi 1789’a kadar
iner. İhtilal, yerine göre bir avantaj da sağlar. Böylelikle yerine göre verili
olana, statükoya karşı gardınızı alma refleksine sahip olursunuz. Jakobenlik
doğası gereği aksülamele sebep oluyor. Fransa’da her zaman hatırı sayılır bir
aydın muhalefetinin varolmasını mümkün kılan iki faktör, ihtilal geleneği ve
doğası gereği tepkiye yol açan jakobenliktir.
Türkiye’deki aydınları muhalif konuma yükseltecek hiçbir gelenek
yok. Türk aydınlarının geleneği yok, devlet zengini/burjuva gibi devletin
serasında yetişmiştir. Türk aydınları, Frankofonlar, Fransız aydınlarının kurulu
düzene karşı geliştirdikleri entelektüel muhalefet mirasından beslenemezler,
çünkü bu miras Fransızlara aittir. Onların jakobenliği İslam’ın entelektüel
kaynaklarına ve halka karşı bir aksülameldir. Fransız aydınlarını üçüncü sınıf
işporta mevkutelerden takip ederler, sloganları tercüme ederler, ama neyi okuyup
öğreniyorlarsa bu, Türk aydınlarında halka karşı devletin yanında halka
muhalefete dönüşür. Batı Türk aydını için bir tefekküre konu olan bir “kavram”
değil, hayranlık sebebi bir “sembol”dür.
Avrupa’nın Türk aydınlarından alabileceği hiçbir şey yoktur. Bu
aydın Avrupa’nın kültür, bilgi ve düşünce kaynaklarını iki yüz sene geriden
takip edip tüketmektedir. Onun Avrupa’nın sağlıksız çocuğu olması vasfı da
buradan gelmektedir. Avrupa, eğer üçüncü kere Doğu’dan bilgi, tefekkür ve hikmet
nakledecekse, Aydınlanma’nın ucu kapalı sitesinin dışına çıkıp özgürleşmesi ve
bugün ancak İslam’la ifade edilen bilgi (İlim), tefekkür ve hikmeti bozmadan,
tahrifata ve tağyirata uğratmadan alıp yeni entelektüel ve politik sistemlerin
temeli haline getirmesi gerekir. Bediüzzaman, Avrupa’yı içine girdiği zorlu
şartların bu noktaya getireceğini söylüyordu. Geç ve zor olmakla beraber
Avrupa’yı böyle bir doğum beklemektedir, aksi halde kendi nihilizmi içinde
intihar yolunu seçmiş olacaktır.
Dipnotlar:
1. Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde
Din-Felsefe, Vahy-Akıl İlişkisi, İst. 2000, Birinci Bölüm.
2. Farabi, Tahsilü’s-Saade, s. 51
Öz
Avrupa’dan başka hiçbir referansları olmayan ya da hala 19.
yüzyıl pozitivizminden bir adım ileri atamayanlar ne düşünürse düşünsün, Avrupa
kendi içine kapanmakta, iç enerjisini, entelektüel kaynaklarını tüketmektedir.
AB, mevcut refahın korunmasını, sürdürülebilir kılınmasını amaçlayan bir
projedir. Fakat mevcut durumda söz konusu modeli ayakta tutmak çok güçtür.
Modelin parçalandığını açıkça gözleyenler, dile getirenler ve bir çıkış yolu
arayanlar seslerini duyurmaya çalışmakta, Avrupa’nın birçok yönden köhnediğini
dile getirmektedirler. Bu yazı Bediüzzaman’ın 1900’lerin başında söylediği
“Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir.
Bir gün gelip doğuracaklardır." sözünün ne anlama geldiğini ve hangi
sosyo-kültürel alanlara işaret ettiğini farklı bir bakış açısı değerlendirmeyi
amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Avrupa, Osmanlı, İslam, Hıristiyanlık,
Aydınlanma, modernleşme
Abstract
Whatever people think who had no reference except for Europe or
still staying in the point of 19th century’s positivism, Europe is retiring into
itself and exhausting its inner energy and intellectual sources. The EU is a
project aiming to protect the existing relief and to make it sustainable. But it
is hard to keep alive this model at the present status. The people who noticed
and saw the disintegration of the model are trying to solve this problem and
saying that the Europe went out the date in many ways. In this article, we will
discuss the following sayings of Bediuzzaman which he said in the beginning of
1900s and we will try to understand the meaning and the socio-cultural
background of the sentence with a different point of view: Europe is pregnant
with an Islamic State; Ottoman Empire is pregnant with a European State. One day
both of them will give birth”
Keywords: Europe, Ottoman, Islam, Christianity,
Enlightenment, Modernization