Second Constitutional Monarchy

Sultan II. Abdülhamid döneminde Yeni Osmanlılar ( Jön Türk )
cemiyeti dağılmış olmakla birlikte, cemiyetin yaydığı “hürriyet” ve “meşrutiyet”
gibi görüşlerin yurt içinde yayıldığı ve taraftar bulduğu görülür. Bu düşünce ve
fikirlerden hareket edenler, İstanbul’da “İttihad ve Terakki Cemiyeti”ni
kurdular. Böylece Osmanlı toplumu içinde dağınık bir şekilde belirmiş olan
hürriyet fikir ve hareketleri, siyasî bir organ olarak temsil edilmeye başlandı.
Osmanlı siyaset tarihinde II. Meşrutiyet denilen rejimin ilanında etkili rol
oynayan “İttihad ve Terakki” adındaki bu topluluğun tuhaf bir teşekkül tarihi
vardır. Ülkede kanlı bir hatıradan başka bir şey bırakmayan bu gizli cemiyet,
şekilden şekle girerek nihayet bir “Balkan Komitesi” haline geldi.1

Gizli bir cemiyet olarak kurulan teşkilât, adeta gizli bir
tarikat gibi çalışmalarını sürdürüyordu. Cemiyet faaliyetlerinin haber alınması
üzerine üyeleri hakkında soruşturma başladı. Çünkü Harbiye ve Tıbbiye
talebesinin Yıldız’a karşı büyük bir gösteri yapması kararlaştırılmıştı.
Gösterinin zamanında haber alınması üzerine birçok tevkifat yapıldı. 2 Temmuz
1897 ( 1 Safer 1315 ) Cuma günü Taşkışla Divan-ı Harbi’nde cemiyetin ileri
gelenlerinden 12’si idam olmak üzere 81 mahkumiyet kararı verilmişti. Bununla
beraber Sultan II. Abdülhamid, bu idam cezalarını kürek cezalarına çevirmişti.
Böylece cemiyet üyelerinden İshak Sükûtî ve Abdullah Cevdet gibi bir kısmı
tutuklanırken, Mizancı Murad Bey ve İbrahim Temo gibi bir kısmı da Avrupa’ya
kaçtı. Bu gelişmelerden sonra İstanbul’da ağır bir darbe alan cemiyet,
Selanik’te ikinci defa kurulup “Vatan ve Hürriyet” ismiyle faaliyete geçti.

Sultan Abdülhamid’e karşı muhalefette bulunan ve etkileri zaman
zaman canlı tutulmak suretiyle günümüze kadar getirilenler arasında Mithat Paşa
ile Süleyman Hüsnü Paşalar ( ve taraftarları ), Ahmet Rıza Bey, Mahmut
Celalettin Paşa, Mizancı Murad Bey vb. gibi şahsiyetler vardır.2

Sabahattin ve Ahmet Rıza Beylerin önderliği ile 4 – 9 Şubat
1902’de Paris’te düzenlenen kongreye Sultan Abdülhamid’e muhalif olan bütün
grupların temsilcileri katıldı. Bu kongrede, Ermeni, Arnavut ve Rum azınlıkların
temsilcileri de vardı. Azınlığa mensup bu temsilcilerin ısrarı üzerine alınan
kararlara göre devlet topraklarının her köşesinde milliyet esasına dayalı muhtar
idareler kurulacaktı. Berlin Antlaşması’nın 23 ve 61. maddelerinin
uygulanmasından daha kapsamlı ve devlet için daha tehlikeli olan bu karar
sonucunda muhtariyet verilmeyen pek az yer kalıyordu.

Bu kongreye, Rusya, Avusturya – Macaristan, İtalya ve Balkan
devletlerinin paralı ajanları oldukları sonradan anlaşılan şahısların murahhas
sıfatıyla katıldıklarını söylemek, II. Abdülhamid muhaliflerinin ne denli bir
gafletin içinde olduklarını göstermeye yetecektir.3

Sultan II. Abdülhamid ve rejimini devirmekten başka bir şey
düşünmeyen İttihad ve Terakki Cemiyeti mensupları, bu hedeflerine ulaşabilmek
için akla gelen her çareye başvuruyorlardı. Bu yüzden özellikle 1905 yılından
sonraki yıllarda ülkedeki genç subaylara el attılar. Kısa sürede merkezi
Selanik’te bulunan III. Ordu’nun genç subayları büyük hayal ve ümitlerle
İttihatçı oldular. Pâdişah, bu dönemde yabancı müdahaleleri yüzünden ayaklanma,
isyan ve savaşların eksik olmadığı Rumeli bölgesine hep iyi yetişmiş genç ve
dinamik subayları gönderiyordu. Bu durumun farkına varan İttihat ve Terakki
Cemiyeti, daha talebelik yıllarında bu genç subayları cemiyete kazandırmaya
çalışıyordu. O dönemde III. Ordu’nun merkezi olan Selanik’te 1906’da Talat,
Tahir, Muallim Naki, Mithat Şükrü ve Ömer Naci gibi kimseler tarafından “Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti” adı ile bir cemiyet kurulmuştu. Bu cemiyet daha sonra
“İttihad ve Terakki Cemiyeti” adını almıştı. Bundan sonra cemiyet, memur ve
subayları saflarına çekmeye başlamıştı. Böylece kısa sürede Üçüncü Ordu’ya
mensup genç subayların neredeyse tamamı bu teşkilata katılmıştı. Üçüncü Ordu,
devamlı şekilde yeni Harbiye mezunları ile besleniyordu. Çete savaşında en çok
genç subaylar başarı gösterdikleri için zamanla bu orduda yaşlı subaylar
azalmıştı. Bu dönemde gerek Harbiye ve gerekse Tıbbiye-i Askeriye, bütün
ihtimamlara rağmen birer ihtilalci yuvası haline gelmişlerdi.

Batı’da Jön Türkler olarak isimlendirilmeye devam eden
İttihatçılar arasındaki ikiliği gidermek amacıyla 1907’de toplanan II. Kongre’de
şiddet yanlısı olanlar Ahmet Rıza’yı ikna etmeyi başardılar. Bununla beraber
Ahmet Rıza Bey, ülkeye ateş ve dehşet sokarak yabancı müdahaleyi davet edecek
tedhişçiliğe karşı çıkıyor ve II. Abdülhamid’e karşı yapılacak ihtilale
Ermenilerin katılmamasını istiyordu. Bununla beraber bu şahıs daha sonra fikrini
değiştirecektir. Ahmet Rıza’nın fikir değiştirmesine sebep olan en büyük etken
Meşrutiyet tutkusu idi. Bu yüzden İttihad ve Terakki bir yandan yabancı
konsolosluklara gönderdiği bir muhtıra ile “istibdâd-ı hâzır” ve “idâre-i
müstebidâne”nin (mevcut istibdad idaresi) yıkılması için yabancı devletlerin
müdahalesini isterken, öbür taraftan da Makedonya’daki Balkan komitacıları ile
işbirliği yoluna gidiyordu. İttihatçılar, Sultan Abdülhamid rejimi yıkılınca
devlet sınırları içinde bulunan bütün unsurlarıyla milliyetlerin kaynaşacağına
inanıyorlardı. Hatta Meşrutiyet ilan edilince, Avrupa devletlerinin Osmanlı’yı
tazyikten vazgeçeceklerine de inanıyorlardı. Ama onların bu inançları,
Bulgaristan ve Bosna – Hersek’in kaybı ile fena halde sarsıldı.

Danişmend’in ifade ettiği gibi bütün bunlardan anlaşılacağı
üzere “İttihat ve Terakki Cemiyeti, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan adına
Türklüğe karşılık Bulgarlık, Sırplık ve Yunanlılık gayretiyle yıllardan beri
Makedonya’yı kan ve ateş içinde bırakan ve bilhassa Sofya, Belgrad ve Atina
merkezlerinden idare edilen millî hareketlerin mahiyetini zerre kadar
kavrayamadan ortaya çıkmıştır. Dünyanın en muazzam imparatorluklarından birini
on senede yele verecek kafa, işte böyle bir kafadır.”

Bu sırada Cemiyet, Bulgarlık, Sırplık ve Yunanlılık adına
hareket eden ve Makedonya’yı kan ve ateş içinde bırakan çetecilerle birlik
olmuştu. Bundan dolayı ittihatçılar, Balkan komitacılarından tedhiş hareketi ile
ilgili pek çok şey öğrendiler. Onlar, öğrendiklerini derhal uygulamaya
başladılar. Nitekim Balkanlı tedhişçiler, kendileriyle işbirliği yapmayan
soydaşlarını öldürmekten ve onlara karşı tedhiş hareketlerinde bulunmaktan
çekinmiyorlardı. İttihatçılar da aynı şeyi yaptılar. Devlet memurlarına baskı
uyguladıkları gibi, kendilerini sıkıştıran subaylara da cephe alıp suikastte
bulundular. Nitekim Binbaşı Enver Bey, Selanik merkez komutanı olan eniştesi
Kurmay Albay Nazım Paşa’yı 29 Mayıs 1908 günü tabanca kurşunu ile yaraladı.
Bundan sonra Manastır Polis Müfettişi Sami Bey öldürülmüş ve nihayet 12 Temmuz
(12 Cemaziyelahir) Pazar günü Topçu Alay İmamı Mustafa Efendi Selanik’te bir
kurşunla öldürülmüştü. Bu dönemdeki en büyük suikast ise İttihatçı teğmenlerden
Âtıf Efendi’nin (milletvekili Âtıf Kamçıl), 7 Temmuz ( 7 Cemaziyelahir ) Salı
günü Manastır’da Birinci Ferik (Orgeneral) Şemsi Paşa’yı öldürmesiydi. Böylece
İttihatçı hareketi bastırmak için en çok güvenilen komutanlardan biri ortadan
kaldırılmış oldu. Bu hâdise, İstanbul hükümetini en çok telaşa düşüren olay
olmuştu. Şemsi Paşa’nın yerine Manastır’a gönderilen Müşir Osman Fevzi Paşa da
22 Temmuz gecesi, İttihatçıların 2 bin kişilik bir çetesi tarafından konağından
alınıp dağa kaldırıldı. Bu durum, hükümetin işini son derece güçleştirdi. Bu
esnada Binbaşı Enver Bey, Kolağası Niyazi Efendi, Kurmay Binbaşı Hasan Tosun
Bey, Kolağası Eyüp Sabri Efendi gibi kimseler, çeşitli suçlardan arandıkları
için çeteleriyle birlikte çoktan dağa çıkmışlardı. Bunlar, Manastır’a gelen
telgraf hatlarını da kesmişlerdi.

Osmanlı hükümeti ile ittihatçılar arasındaki bu durum devam
ederken 1908 senesinin 9 – 10 Haziran’ında Rusya’nın Reval limanında İngiltere
kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında bir görüşme yapıldı. Reval
Mülakatı denilen bu görüşmede Almanya’ya karşı Rus İngiliz ittifakı ve alınması
gereken tedbirler görüşülmüştü. Fakat bu mülakat, ittihatçılar için bulunmaz bir
propaganda malzemesi oldu. Konu son derece gizli ve Almanya’dan saklanmak
istendiği için İngiliz ve Rus ajanları mevzuun Makedonya ıslahatı olduğunu
yaymışlardı. Bunun üzerine İttihatçılar, İngiltere ile Rusya’nın Osmanlı
Devleti’ni parçalamak istediklerini etrafa yayarak propagandaya başladılar.
Reval Mülakatının, Osmanlı Devleti’ni bölme projesinin başlangıcı olduğunu
düşünen subaylar, Temmuz 1908’de isyan bayrağını açıp dağa çıkmışlardı. Yukarıda
temas edilen olayların gelişmesi sonucunda da Sultan Abdülhamid 23 Temmuz 1908 (
23 Cemaziyel ahir 1326)’da Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalmıştı.

Halbuki Reval Mülakatı, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik
değildi. Böyle bir şeyin olması da aslında mümkün değildi. Zira o günün
devletlerarası siyasî durumu buna müsait değildi. Avrupa’da iki gruba ayrılmış
bulunan büyük devletler bu konuda ittifak edemezlerdi. Ancak “Türkiye’de ortam,
bu basit siyasî meseleleri bile kavrayabilmekten uzak olduğu için, Reval’de
Türkiye’nin paylaşılma kararı alındığı, hâla bazı yayınlarda geçmektedir.
Halbuki Reval mülakatının zabıtları yayınlanmış ve bu zabıtlarda, Türkiye’nin
paylaşılması üzerinde bir tek kelime yoktur. Sultan Abdülhamid’in bendegânından
bazıları, daha sonra büyük bir cambazlıkla, yeni rejimde de koltuk kapmak için
eski efendilerini alabildiğine kötülemeye girişmişlerdir. Bunlardan bazıları,
Sultan Abdülhamid’i Meşrutiyet’i ilana teşvik ettikleri yalanını da
yazmışlardır. Halbuki Meşrutiyet’in ilanı veya iadesi, doğrudan doğruya
hükümdarın tek başına aldığı bir karardır. Meşrutiyet’in iadesinden bir gün önce
II. Abdülhamid, Avlonyalı Ferit Paşa’nın yerine 7. defa olarak Küçük Said
Paşa’yı iktidara getirdi. Böylece Said Paşa, ilk mes’ul başbakan oluyordu.
23Temmuz 1908 ( 23 Cemaziyelahir1326) de II. Meşrutiyet ilan edildi.”4

İttihad ve Terakki Cemiyeti, Meşrutî idarenin dinen, aklen ve
siyaseten gerekli olduğunu gazetelerle ilan ediyor, Meşrutî idare İslâmî bir
çerçeveye oturtuluyordu. Bu bakımdan Meşrutiyet’in ilk döneminde ulemâ, yeni
rejimin İslâm şeriatına uygunluğu üzerinde sayısız yazı kaleme alarak destek
vermişti.5

Meşrutiyetin ilanı, “Memâlik-i Osmaniye”nin her tarafında
coşkulu tezahüratlara sebep olmuştu. İsmail Hami Danişmend’in ifadesiyle
“sarıklı hocalarla papazların kucaklaşıp öpüşmesi ve bilhassa Makedonya
dağlarındaki Hıristiyan çetelerinin şehirlere inip Osmanlı nümayişlerine iştirak
etmesi, birdenbire ittihad-ı anâsır (Müslim, gayr-i müslim bütün unsurların
birleşmesi) manzarası gibi görünmüştü. Fakat gerçekte ne Bulgar, ne Sırp, ne de
Yunan vs. gibi çeteler, millî davalarından asla vazgeçmiş değillerdi. Onların
sevinci, gayelerine daha kolay kavuşabilme ümidiyle izah edilir. Herhalde bu
ümitleri de boşa çıkmamıştı.”6 Zira İttihad ve Terakki, Müslüman –
Türk halkının dışında kalan toplumları da kendine bağlayamadı. Gerçekten de bir
süre sonra ve özellikle Araplar ile Arnavutlar gibi Müslüman oldukları halde
Türk olmayan halkların kendilerinden uzaklaşmalarına şahid oldular. “Bu, İttihad
ve Terakki’nin, onları geri plana alması ve itmesinden dolayı değildi. Bu, artık
o insanların sanıldığı gibi artık “ittihad = birlik” içinde olmamak bilinci
aşamasına gelmiş olmalarındandı. Sultan İkinci Abdülhamid’in çok başlı
Leviathan’ı, ittihatsızlığın gerçeklerini örtüyordu. O yıkılınca bunların,
İttihad ve Terakki’nin anladığı anlamda bir Osmanlı milleti olarak “ittihad”
içine girmeyi istemeyecek kadar bilinçlendikleri açığa çıktı.”7

Meşrutiyet’in ilanı, pek çok kimse tarafından tahmin edildiği
gibi ülkeye bir huzur ve sükûnet getirmemiş, aksine arka arkaya gelen kayıplara
da sebep olmuştur. Nitekim çok geçmeden Bulgaristan tam bağımsızlığını ilan
etti. Avusturya – Macaristan da Bosna Hersek’i ilhak ettiğini açıkladı. Bundan
bir gün sonra Girit de Yunanistan’a katıldığını ilan etti. İçeride de her türlü
hürriyetin ve özellikle basın hürriyetinin kanun çerçevesinin dışına taşması,
toplumun, din, milliyet, kültür ve duygu bakımından hiç de mütecanis olmayan
unsurları arasında ihtirasın büsbütün körüklediği bir mücadelenin doğmasına
sebep oldu.8

Bu Meşrutiyet, gerçek bir demokrasiyi getiremediği gibi, millî
birliği ve vatanı parçalayıcı bütün unsurları beraberinde getirdi. Gerçekte
Meşrutiyet, III. Ordu ile kan dökmekten çekinen Pâdişah’ın eseriydi. Aslında
Meşrutiyet, milletin eseri değildi. Zaten III. Ordu ve bilhassa bu ordunun
İttihatçı subayları, Meşrutiyet’in kendi eserleri olduğunu her vesileyle dile
getiriyorlardı. Bunlar, küçük bir grup halinde, millî hâkimiyetin yerine, kendi
hâkimiyetlerini koymuşlardı. İttihad ve Terakki istibdadının, üstelik kanlı
olması bakımından, Sultan Abdülhamid istibdadına rahmet okuttuğunda, tarafsız ve
az taraflı bütün tarihçiler birleşmektedirler.

İttihad ve Terakki ile ülkede bir particilik anlayışı ve hayatı
başlamıştı. Gerçekten de 1908’den sonra korkunç denebilecek bir demagoji devresi
de açılmıştı. Bu anlayış ve hareket tarzı, zamanımıza kadar Türk umumî efkârına
hâkim olmuştur. Bu arada Meşrutiyet’le birlikte yeni bir tip ulemâ zümresinin
ortaya çıktığını da burada belirtelim. Bu yeni sınıf ulemâ, kendilerinden
öncekiler gibi sahalarında otorite olmaktan uzakta bulunuyorlardı. Bu
müderrisler (Profesör) ilmi; siyasî, şahsî ve hissî maksatlarına alet ederek
modern fetvalar verip ortalığı karıştırıyorlardı. Burada şunu da belirtelim ki,
İttihad ve Terakki ile Türkiye’de çok kötü bir particilik hayatı başlamıştı.
Bizans devri particiliğine benzeyen bir particilik anlayışı, zamanımıza kadar
sürüp gelmiştir. Karşı partilerin mensupları, birbirlerine adeta aynı vatanın
insanları olduklarını unutarak muamelede bulunmuş ve en ağır ithamları reva
görmüşlerdir.9

İttihatçılar, 23 Temmuz İhtilali ile arzuladıkları düzene
kavuşmuşlardı. O zamanın anlayışına göre İttihatçılar tecrübesiz oldukları için
iktidarı bizzat ele almadılar. Yeni düzen, ilk bakışta II. Abdülhamid dönemi
paşalarından “liberal” ve “İngilizci” olarak tanınanlara yer açtığı intibaını
verecekti. Babıâlî’nin bu eski kurtları, başlarında eski gücü elinden alınmış
bir Abdülhamid ile meydanın kendilerine açılacağını umuyorlardı. Fakat büyük bir
yanılgıya düşmüşlerdi. Zira İttihat ve Terakki, hangi paşaların hükümette yer
alacaklarını belirlediği gibi, ne yapmaları ve neyi yapmamaları gerektiği gibi
konularda da kendilerine talimat vermeye hazırlanıyordu.

“Hürriyetin ilanı”, toplumun farklı kesimlerinde farklı beklenti
ve mucizevî çözümler şeklinde kendini göstermeye başladı. Mesela köylüler
Meşrutiyet’i vergi ödememek diye yorumlarken, memurlar terfi ve maaş zammı
olarak algılıyorlardı. Basın, zembereği kopmuşçasına boşalmıştı. Ayrılıkçı
örgütler, Kanun-ı Esasî’yi, Osmanlı’dan kopmanın ilk merhalesinin altın anahtarı
olarak kullanacaklarını açıkça ilandan çekinmiyorlardı. Muhalefetleri sırasında
Jön Türkler, Meşrutiyet’i, “her derde deva” kabilinden âdeta sihirli bir değnek
gibi göstererek, kitlelerin ümitlerini hayallerle pompalamıştı. Böylece onları,
güya cemiyete bağlayacaklarını zannediyorlardı. Ancak zamanla Osmanlı
Türkiye’sinin karşı karşıya kaldığı iç ve dış gaileler, İttihatçıların
karşısında çığ gibi büyüyen bir hoşnutsuzlar ordusunu meydana getirecekti.10

Daha önce Meşrutiyet’in 23 Temmuz 1908’de ilan edildiği,
anayasanın yeniden yürürlüğe gireceği ve Meclis-i Umumî’nin açılacağının ilan
edildiğine temas edilmişti. Bununla beraber uygulanabilecek durumda bir seçim
kanunu henüz yoktu. Bunun üzerine I. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Meb’ûsan’da
görüşülüp kanunlaşmayan “İntihab-ı Meb’ûsân Kanun Layihası”, “Takvim-i Vekayi”de
yayınlandı. Ayrıca “İntihab-ı Meb’ûsan Kanunnâmesi’nin Sûret-i İcrasına Dair
Talimat Layihası” hazırlanarak taşraya gönderildi. Daha sonra yapılan küçük bazı
değişikliklerle birlikte bu iki metin 1908, 1912, 1914 ve 1919 seçimlerine esas
teşkil etti. Buna göre her sancak bir seçim dairesi ve her nahiye de bir seçim
şubesi kabul edildi. Seçimler iki dereceli idi.

İlk seçimler, türlü yolsuzluk ve ibtidailikler içinde geçti.
İttihat ve Terakki ile Ahrar Fırkası’nın katıldığı bu ilk seçimde halk, bir
anlamda silah zoruyla denebilecek şekilde, İttihatçıları desteklemek
mecburiyetinde kaldı. Zira Prens Sabahattin’in Ahrar Fırkası’na göre İttihat ve
Terakki, hem daha eski ve teşkilatlı, hem küçük siyasî oyunlarda ustalık
kazanmış, hem de orduya dayanmak suretiyle bir üstünlük elde etmişti. Böylece
İttihat ve Terakki, orduyu siyasete alet ederek devleti temelinden sarsacak ve
kısa zamanda yıkılmasında esaslı bir âmil olacaktır.

İttihatçılarla Ahrar Fırkası arasındaki mücadele, çok çetin ve
kırıcı olmuştu. Bu arada azınlıklar ve özellikle Rumlar daha fazla
milletvekilliği almak için kavgaya giriştikleri gibi, çeşitli entrikalar
çevirmekten de geri kalmıyorlardı. Nitekim Yunan hükümeti ve Fener Rum
Patrikhanesi, Rum milletvekillerinin siyasetine yön vermeye çalışıyorlardı.
Seçim işlerinde kendilerini en mahir ve iş bilen kabul eden Rumlar, gerek
İstanbul’da, gerekse Yunanistan’da yayınlanan Rumca gazeteler vasıtasıyla
Osmanlı ülkesinde 6,5 milyon Rum nüfus bulunduğundan bahsetmeye başladılar.
Böylece daha fazla milletvekili çıkarmayı hedefliyorlardı. Rumlar, bu
hedeflerine ulaşabilmek için de çeşitli hilelere başvuruyorlardı. Bu hilelerin
ortaya çıkarılması üzerine Rum Patriği hükümete şikayette bulundu. Bundan sonra
gösteriler başladı. Hatta Yunan basını, Patrikhanenin imtiyazlarına
dokunulmaması gerektiğinden söz ettiği gibi Rumca’nın Türkçe ile birlikte resmî
dil olması gerektiğini de yazmaya başladı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Ahrar Fırkası’nın katıldığı 1908
seçimlerini İttihatçılar ezici bir çoğunlukla kazandılar. Milletvekilleri
İttihatçı olmakla birlikte azınlıklar, kendi millî emelleri peşinde idiler.

17 Aralık 1908 günü yapılan görkemli bir açılış töreniyle
Meclis-i Meb’ûsan tekrar faaliyete geçti. Bu ikinci meclis de ilk meclis gibi
Ayasofya’nın yanında sonradan yanmış olan eski Adliye binasında toplanmıştı.
Sultan II. Abdülhamid, o gün, halkın tezahüratları arasında dört atlı bir
saltanat arabasıyla yanında en sevgili oğlu Şehzâde Burhaneddin Efendi ile
Sadrazam Kâmil Paşa olduğu halde gelip Meclisi açtı. Pâdişahın açış konuşması
(nutk-ı hümâyûn) Mâbeyn başkâtibi Cevat Bey tarafından okundu. Bununla beraber
Sultan II. Abdülhamid, farklı etnik unsurların birbirleriyle mücadeleleri
yüzünden parlamenter sistemin Osmanlı Devleti için iyi sonuçlar doğurmayacağı
kanaatinde idi. Bu yüzden, Danişmend’in de ifade ettiği gibi “o muazzam
imparatorluğun on senede inkırazına (çökmesine) sebep olan bu ikinci acı tecrübe
(İkinci Meclis), ile doğruluğu bir kere daha sabit olan bu kanaatinden dolayı
nutkunun sonunda âdeta müstehziyâne bir cümleye tesadüf edilir.” Bu cümle
şöyledir: “ İnşallah Meclis-i Meb’ûsanımız devletimize ve milletimize hayırlı
işler görür de vatanımız saadete nail olur.”

Ülke ve halkını düşünmekten başka düşüncesi olmayan Sultan
Abdülhamid, Selanik’te sürgün hayatı yaşarken bir münasebetle Meşrûtiyet
konusuna değinerek kızına şunları söyleyecektir: “Ben, daima meşrûtiyet
taraftarı idim. Hatta pâdişahlığımın ilk zamanlarında o zamanki vükelâya
(vekillere) bunu kabul ettirmek için ısrar etmiştim. Sonradan bunu kaldırmamız
milletin çok büyük zararlara uğrayacağı anlaşılmasından dolayı idi. Maazallah
devletimizin dağılmasına ramak kalmıştı. Beni Meşrûtiyet taraftarı olmamakla
itham edenler, emin olsunlar ki, yanıldıklarını anlayacaklardır. Kızım, bunu iyi
biliniz ki, bu İkinci Meşrûtiyet’i kendi arzumla verdim. Eğer mani olmak
isteseydim, yapacak şeyi de pek âla bilirdim. Esasen Meşrûtiyet’in ilanından
önce bütün devletlerin kanun-i esâsîlerini tercüme ettiriyor, bize en uygun
olanını intihab etmek (seçmek), bu suretle devleti dağılmaktan kurtaracak bir
kanun-i esâsîye mâlik olmak ve Meşrûtiyet’i bu suretle ilan etmek istiyordum.”

İkinci Meşrutiyet meclisindeki mebus sayısı hakkında birbirine
yakın farklı rakamlar verilmektedir. Sadrazam Said Paşa’nın hatıratına göre
buradaki sayı 266’dır. Bu dönem Türkiye tarihi üzerinde önemli bir eser yazmış
olan ve Rusya’nın İstanbul büyükelçiliği baş tercümanı Ermeni asıllı
Mandelstam’a göre mebus sayısı 275 rakamı ile ifade edilmektedir. Buradaki
rakamın şu veya bu olması pek büyük bir mâna ifade etmese de burada dikkat çeken
başka ve önemli bir husus vardır. O da özellikle azınlık milletvekillerinin,
daha ilk celseden itibaren hangi devletin meb’ûsu olduklarını unutarak milli
gayeleri için çaba sarf etmeye başlamalarıdır.11

Dipnotlar:

1. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,
İstanbul 1955, IV, 357.

2. Erol Özbilgen, “II. Abdülhamid’e Muhalefet”, II.
Abdülhamid ve Dönemi Sempozyumu, İstanbul 1992, s. 145.

3. Bu konuda daha geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Ziya
Kazıcı, İslâm Tarihi (Osmanlı Devleti ve Medeniyeti), İstanbul 2008, XIV, 392 –
393.

4. Bu konuda geniş bilgi için bk. M. Şükrü Hanioğlu,
“Meşrutiyet” DİA. XXIX, 388 – 392; Ahmet Refik, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i
Saltanatı, s. 1142 – 1159; Danişmend, Kronoloji, IV, 360 – 365; Öztuna, Büyük
Türkiye Tarihi, VII, 214 – 218.

5. Bu konuda yazılan yazılarla ilgili geniş bilgi için bk.
Hanioğlu, “Meşrutiyet” DİA. XXIX, 391 – 392.

6. Danişmend, Kronoloji, IV, 364.

7. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s.
396 – 397.

8. A. H. Ongunsu, “Abdülhamid II” İA. I, 79.

9. Daha geniş bilgi için bk. Öztuna, Tarih, VII, 216 – 218.

10. Daha geniş Bilgi için bk. Mim Kemal Öke, “Son Dönem
Osmanlı İmparatorluğu” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XII,
251. – 252.

11. Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Refik, Abdülhamid-i Sâni
ve Devr-i Saltanatı, İstanbul 1327, III, 1149 – 1162; Ayşe Osmanoğlu, Babam
Sultan Abdülhamid, s. 173; Danişmend, Kronoloji, IV, 368 -369; Ali Akyıldız,
“Meclis-i Meb’ûsan” DİA. XXVIII, 246 – 247.

Öz

Sultan II. Abdülhamid döneminde Yeni Osmanlılar ( Jön Türk )
cemiyeti dağılmış olmakla birlikte, cemiyetin yaydığı “hürriyet” ve “meşrutiyet”
gibi fikirlerin yurt içinde yayıldığı ve taraftar bulduğu görülür. Bu düşünce ve
fikirlerden hareket edenler, İstanbul’da “İttihad ve Terakki Cemiyeti”ni
kurdular. Bu çalışmada İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluş aşamalarıyla
birlikte 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerinde durulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Meşrutiyet, hürriyet, İttihad ve Terakki

Abstract

In the time of Sultan II. Abdulhamid, despite the community of
New Ottomans (Jeune Turcs) came apart, the ideas that the community spread like
‘liberty’ and ‘constitutional monarchy’ were given out and supported in country.
The supporters of these thoughts and ideas organized ‘Committee of Union and
Progress’. At this study, we lay stress on the phase of the establishment of the
‘Committee of Union and Progress’ besides the declaration of the 2nd
Constitutional Monarchy.

Keywords: Constitutional monarchy, liberty, Unity and
Progress