The Controversies: A hundred Years Democracy Manifest

Türkiye’nin demokrasi serüveni, 19. yüzyılda Meşrutiyet’in
ilanıyla başlar. Özellikle İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilan edilmesiyle çok
çetin tartışmalar yaşanır. O zamanın aydınları ikiye bölünür. Bir kısmı,
meşrutiyeti savunurken bir kısmı da şiddetle meşrutiyete karşı çıkar. İkinci
gruptakiler, meşrutiyeti şeriata aykırı bulurlar. Şer’i esaslara dayalı
Osmanlı’nın Batı menşeli meşrutiyeti benimsemesinin mümkün olmadığını
düşünürler. Bu heyecanlı tartışmaların ortasında o zamanın meşhur bir İslam
âlimi olan Bediüzzaman meşrutiyet konusundaki tavrını şöyle ortaya koyar:

“Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriat’ı
istibdada (zorbalığa) müsait zannettiklerinden nihayet derecede kalben
üzülmüştüm. Onların bu zanlarını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade
Şeriat namına alkışladım. Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum
ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla Şeriat’ın ve müsemma-yı
meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini (İslamiyet’le meşrutiyet arasındaki gerçek
münasebeti) izah ve teşrih ettim.” 1

Bediüzzaman, cami kürsülerinde halka meşrutiyetin faziletini
anlatmakla yetinmez. Meşrutiyet’e zihnen çok uzak bulduğu Doğu aşiretlerine de
meşrutiyeti anlatmaya çalışır. Kendi tabiriyle, “dağ ve sahrayı bir medrese
ederek meşrutiyeti ders” verir. Bizzat ulaşamadığı insanlara ise kendi bedeline
konuşmak üzere, Münazarat isimli bir eser kaleme alır.

Münazarat, tabir yerindeyse, harika bir “demokrasi manifestosu”
sayılır. Münazarat’ı okumamış veya okuduğu halde içindeki harika tesbitleri tam
anlamamış olanlar bu ifadeyi abartılı bulabilirler. Münzarat, hem İslam
dünyasına hem de Batı dünyasına İslam’ın politik görüşünü anlatan harika bir
eserdir. Bediüzzaman, söz konusu eserde, İslam dünyasının gelişmesine mâni olan
ve insanları hayvan derecesine indiren “istibdad hastalığı”nı teşhis etmekte ve
bu hastalığa sebep olan “zorba virüsü”nü keşfetmektedir. Bediüzzaman, bu virüsün
zorbacı devlet erkânı tarafından bütün topluma bulaştırıldığını ifade
etmektedir. İyi anlaşıldığında, Münazarat, despotik yönetimler altında ezilen
İslam toplumlarında demokratik bilincin yerleşmesine katkıda bulunacağı gibi,
İslam’ın şiddet ve zorbalık telkin ettiğini yönündeki yanlış imajın
düzeltilmesine de katkıda bulunacaktır.2

Bediüzzaman, Münazarat’ta istibdad hastalığını teşhis etmekle
yetinmiyor, tedavisi için de bir reçete sunuyor. Aradan tam bir asır geçmesine
rağmen Türkiye’nin halen aynı hastalıktan muzdarip olması, Bediüzzaman’ın
reçetesine şiddetle muhtaç olduğumuzu göstermektedir. Bu makalede, Münazarat’ta
anlatılan meşrutiyet, istibdat ve hürriyetle ilgili orijinal tesbitleri
paylaşacağım.

Bediüzzaman’ın Doğu Aşiretlerine Hediyesi: Meşrutiyet

Bediüzzaman, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaptığı Doğu
ziyaretinde, uzak yerden geldiği için kendisinden hediye bekleyenlere, en büyük
bir hediye ile geldiğini söyler. Milletin yarısını bu hediye uğruna feda
etseydik yine ucuz olurdu, diyerek hediyenin ne kadar kıymetli olduğuna dikkat
çeker. Çünkü, hediye olarak, Kürtleri, hatta bütün İslam âlemini, asırlardır
geride bırakan “zorba virüsü”3ne karşı etkili olan “meşrutiyet
(demokrasi)” ilacını getirmişti. Bu ilaç, onların gelişmesine mâni olan ve
emsallerine göre cüce ve zayıf yapan bu virüsü etkisiz kılıp hakiki güçlerine
kavuşmayı sağlayacaktı. Dolayısıyla mezmum hastalıktan asırlardır çeken bir
millet için söz konusu ilaçtan daha büyük bir hediye olamazdı.

Bediüzzaman, meşrutiyet hakkında kulaktan dolma, yanlış ve eksik
bilgiler edinmiş halka, istibdat, hürriyet ve meşrutiyet kavramlarının tanımını
yaparak işe başlar. Derin felsefî kavramlar kullanmak yerine, “meşrutiyet
kanunuyla sual edin” diyerek, basit bir uygulamayla muhataplarına meşrutiyetin
mana ve güzelliğini göstermek ister.

Bediüzzaman, istibdadın çok kapsamlı bir tanımını yapar.
İstibdadın suistimale açık, zorbalığa müsait olduğunu beyan ettikten sonra
insanlığı mahvettiğini ve sefaletin en derin derelerine yuvarladığını ifade
eder. İslam dünyasını geri bırakan ve insanlığa manevî gıda ve şifa olan
İslamiyet’i zehirlendiren istibdadın, bulaşıcı olduğunu beyan eder. Başka bir
eserinde, istibdadın her türlü gelişmenin önündeki en büyük engel olduğunu şöyle
ifade eder: “İstibdat, hâsılat-ı terakkiyi (ilerlemenin tüm kazanımlarını)
istihlak ile (yok ederek) insanları mazi tarafına döndürüyor. İstibdat,
istikbale istidbar ediyor (geleceğe sırtını dönüyor).”4 Çünkü,
zorbalığın hâkim olduğu bir ortam çorak bir alan gibidir. İnsandaki kabiliyet
tohumlarının gelişmesine mâni olmaktadır. Bediüzzaman, istibdadın bu denli
tahribat yapmasını, insanlığın kabiliyetlerini imha edip onu hayvan derecesine
düşürmesine bağlıyor: “Bu zaman-ı mazide (istibdat döneminde), insan istidad-ı
gayr-ı mütenahiye malik iken o kadar dar ve mahdut daire içinde hareket ediyordu
ki güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr (fikirleri) ve ahlakı o daire
nispetinde tedenni etmiş (gerilemiş) ve mahsur kalmış idi.”5

Bediüzzaman, “Şimdiye kadar (istibdat döneminde) mezarda idik,
çürüyorduk”6 demekle de istibdadın insanları “canlı cenazeler”
hükmüne getirdiğini ifade eder. Bediüzzaman, meşrutiyet ilacını “zorba virüsü”ne
karşı etkin bir ilaç olarak görür. Öldürücü zorba zehirine karşı bir panzehir
işlevi gördüğünü düşünür. Buna “zorba virüsü”ne karşı bağışıklık kazandıran
“zorba aşısı” da diyebiliriz. Belirli dozlarda alınmasıyla, bünye direnç kazanıp
zorba virüsünü etkisiz hale getirir.

Meşrutiyet-i Meşrua ve Hakiki Demokrasi

Bediüzzaman, meşrutiyet kılıfıyla istibdadı devam ettirenlere
dikkat çekmiş ve mücadelesinin “meşrutiyet-i meşrua” için olduğunu ısrarla
belirtmiştir. Bediüzzaman’a göre, meşrutiyetin meşruiyetinin birinci koşulu,
sistemin her türlü zorbalıktan arınması ve halkın isteklerinin yönetime
aksetmesidir. Yani “hakikî demokrasi”nin hâkim olmasıdır. Bediüzzaman, adı ne
olursa olsun, hakikî olmayan meşrutî yönetimlere şiddetle karşı çıkmış ve hakikî
demokrasi talebinde bulunmuştur. İkinci koşul ise meşrutiyetin dört mezhebe ve
İslam’ın adabına dayanarak meşruiyet kazanmasıdır. Halkın çoğunluğunun Müslüman
olduğu bir toplumda, bu koşul birincinin doğal sonucudur. Gayr-ı Müslimlerin
çoğunlukta olduğu bir toplumda böyle bir siyasî talebe yoğunlaşmak yersizdir.
Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bütün görüşleri ele alındığında, gerçek anlamda
milletin isteklerini yansıtan demokratik sistemi tek bir şahsın veya zümrenin
yönetimine tercih ettiği görülüyor. Eğer halkın çoğunluğu Müslüman ise söz
konusu sistem meşruiyetini İslam’a dayandıracak. Ancak çoğunluğun gayr-ı Müslim
olduğu bir durumda da Bediüzzaman’ın özgürlükçü ve demokratik bir sistemden yana
olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Mesela, Müslümanların azınlıkta olduğu bir toplumda İslam namına
zor kullanarak yönetimi ele geçirmek yerine, Bediüzzaman, demokratik ve
özgürlükçü bir sistemde bireysel olarak İslam’ı yaşamayı ve tebliğ etmeyi tercih
eder. Başka bir deyişle, Bediüzzaman her türlü dayatmacı sisteme karşı olmakla
“hakikî demokrasi” taraftarıdır. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın demokrasi
taraftarlığını Müslümanların çoğunlukta olduğu ve İslam’la meşruiyetini kazanan
demokrasi ile sınırlamak doğru değildir. Bu anlamda “meşrutiyet-i meşrua”dan
kastedilenin öncelikle “hakikî demokrasi” olduğu söylenebilir. Nitekim
Bediüzzaman başka bir eserinde şöyle der: “Meşrutiyet-i hakikiyenin (hakikî
meşrutiyetin) müsemmasına (gerçek manasına) ahd-ü peyman ettiğimden istibdat ne
şekilde olursa olsun, isterse meşrutiyet libası (elbisesi) giysin ve ismini
taksın; rast gelsem sille vuracağım… Tebeddül-ü esma (isimleri değiştirmekle)
ile hakaik (hakikat) tebeddül etmez (değişmez).”7

“Meşrutiyet-i Meşrua”nın Menşei

Bediüzzaman, meşrutiyeti Yunan felsefesine dayandırarak tarif
etmek yerine, iki ayetin tecellisi olarak büyük sevinçle takdim eder: “İşte
meşrutiyet “Ve işlerde onlarla istişare et” (Al-i İmran Suresi, 159.), “Onların
aralarındaki işleri istişare iledir” (Şura Suresi, 38.) ayet-i kerimelerinin
tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir (Şeriatın emrettiği meşverettir). O
vücud-u nuranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir (ilimdir),
lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.”

Bediüzzaman, meşrutiyeti istibdadın her türlü tahrifini tamir
edecek ve İslam âleminin yüzünü güldürecek bir İlahî nimet olarak gördüğünü
beyan eder. “Hâkimiyet Allah’ındır” diyerek çok dar bir yorumla, demokratik
sistemi İslam’a karşı bulanlara cevap verircesine, “hâkimiyet-i millet”in
şeriata mutabık olduğunu söyler: “Evet, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz
dâhi hâkim oldunuz. Umum akvamın (kavimlerin) sebeb-i saadetidir; siz de saadete
gideceksiniz. Bütün eşvak (şevkleri) ve hissiyat-ı âliyeyi (yüce duyguları)
uyandırır; uyku bes (yeter), siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz
de tam insan olunuz. İslamiyet’in bahtını, Asya’nın talini (kısmetini)
açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin
bekasıyla (devamlılığıyla) ibkâ (devam) edecek; siz daha me’yus (ümitsiz)
olmayınız.”

Bediüzzaman’a göre, meşrutiyet halkın temel sorunlarını
meşveretle çözmekten ibarettir. Halkın meşveret yapmaya ehil olarak seçtiği
temsilcileri, halk adına istişare yoluyla kararlar alıp sorunları çözmeye
çalışır. Hakiki meşrutiyet söz konusu meşveretin halkın özgür iradesiyle
şekillenmesini temin eder. Özgür irade ise insanı insan yapan ve onu meleklerden
bile daha üstün mertebeye çıkaran bir meziyettir. Bediüzzaman, meşrutiyeti,
insanı başkasının iradesine göre hareket eden köleler olmaktan çıkarıp, kendi
özgür iradesiyle hareket eden hür insanlar haline getirdiği için takdir eder.

Merkeziyet ve Meşrutiyetin Mukayesesi

Bediüzzaman, meşrutiyetle merkeziyetçi istibtadi yönetimlerin
farkını hükümeti hekime ve halkı hastaya benzeterek izah eder. Hastasının
hastalığını bilmeden, reçete yazan bir hekimin şifa dağıtması mümkün olmadığı
gibi, halkın sorunlarını bilmeyen merkezi yönetimlerin de halkın derdine deva
olması mümkün değildir. Çünkü, yerel sorunları bilmeden merkezden yazılan
reçeteler şifa değil, zehir hükmüne geçer.

Bediüzzaman, meşrutiyetin mahiyetini, hastasının derdini
dinleyen ve o derde hangi ilacın iyi geldiğini bilen doktorun verdiği reçeteye
benzetiyor. Böyle bir hekim, hastalarına şifa dağıttığı gibi, hakiki demokrasi
de toplumun dertlerine deva olacak reçeteler üretir: “farz ediniz ben bir
hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde
çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap (seçilmiş)
adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor (sunuyor) ki "Dâü’l-cehl (cehalet
hastalığı) ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu (bilim denilen
ağrı kesiciyi) iptida (öncelikle) onların lisanlarının zarfında (anlayacağı
dille), sonra da lisan-ı resmiyeye (resmî dile) ifrağ ederek (çevirerek)
veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki kalb hastalığı olan zaaf-ı
diyânet (din zayıflığı) var. Ben de fünunu maarif-i İslamiye (bilimsel
hakikatleri İslam’ın ilimleri) ile mezc ederek (birleştirerek) bir mâcun
yapıyorum, müderrislerin (öğretmenlerin) ellerine veriyorum, gönderiyorum.
Diğerinde dâü’l-husûmet (düşmanlık hastalığı) ile ihtilâl sıtması var. Ben de
fikr-i milliyeti uyandırarak ışıklandırarak tiryak-misal (ilaç gibi) adalet ve
muhabbeti o nur ile mezc ettirerek (karıştırarak), sulfato-misal (sıtma ilacı
gibi) bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki vatan hastahanesinde,
bîçare etfali (çocukları) helâktan (ölmekten) halâs eder (kurtarır).”

Bediüzzaman, meşrutiyetin sadece devlet yönetimiyle sınırlı
olmadığını, herkesin kendi mahiyetindekilere karşı demokratik davranması
gerektiği söyler: “Ha, hükümet-i meşrutanın timsal-i nuranîsi "Hepiniz
çobansınız ve idareniz altındakilerden mesulsünüz" (Müslim, İmâre: 20.)
sırrınca, her bir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir. Öyle ise ona bir
yol veyahut bir balon yapınız.” Yani, demokrasi devlet idaresiyle sınırlı
değildir. Evde anne ve babanın, okulda öğretmenin, üniversitede hocanın,
bürokraside amirin demokratik prensiplere uygun hareket etmesi gerekir.

Bediüzzaman, her şeyi devletten beklemenin ve her suçu devlete
atmanın merkezîyetçi ve monarşik sistemde meşru olduğunu, ancak meşrutî sistemde
makul olmadığını çok beliğ bir örnekle izah eder. Eskiden, her şey merkezden
geldiği için şikâyete hakkınız vardı. Oysa meşrutî sistemde, hükümet bir göl,
her bir bölge ise bir pınar hükmüne geçti. Pınarlar temiz olduktan sonra göl
eninde sonunda temiz olacaktır. Önemli olan, merkezden bir şeyler beklemek
yerine, yerel olarak fazilet ve marifet pınarları açmaktır. Aksi halde, halk
hükümetin dilencisi hükmüne geçer.

Meşrutiyetin Meyveleri

Bediüzzaman, devlet yönetimindeki bütün kötülükleri istibdad
karanlığına atfederken iyilikleri de meşrutiyetin aydınlığına veriyor: “Ne kadar
iyilik var, meşrutiyetin ziyasındandır (ışığındandır); ne kadar fenalık var, ya
eski istibdadın zulmetinden (karanlığından), yahut meşrutiyet namıyla yeni bir
istibdadın zulmündendir.

Bediüzzaman, demokratik bir yönetim şeklinin çok önemli olduğunu
çünkü devletin demokratik olması beraberinde her kesimin, her bireyin de
demokratik olmasını temin edeceğini söyler. Özellikle, bilim adamları, din
adamları ve öğrencilerin de zorbalığı bırakıp demokratik değerleri
benimseyeceğini söyler. Yani yetkili olanların kendi düşüncesini dayatmak yerine
meşveretle diğerlerinin görüşüne başvuracağını beyan eder. Bediüzzaman,
meşrutiyete olan sevgisinin meşvereti her alanda yeniden canlandırmaya bağlar:
“meşrutiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrutiyeti her vecihle
(açıdan) uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi
meşrutiyeti tevlid eder (doğurur). Hatta ulemada, medariste (medresede),
talebede bir nevi meşrutiyeti intac eder (netice verir). Evet, her taifeye ona
mahsus bir meşrutiyet, bir teceddüt (yenilik) ilham olunuyor. İşte şu arkasında
şems-i saadeti (mutluluk güneşi) telvih eden (gösteren) ve temayül (yönelişe) ve
incizap (cezbetmeye) ve imtizaca (birleşmeye) yüz tutan (başlayan) lemeat-ı
meşverettir (meşveret parıltılarıdır) ki bana meşrutiyet hükümetini bu kadar
sevdirmiştir.”

Meşrutiyetin Mağdurları

Meşrutiyet, büyüklerimiz olan şeyhleri ve ağaları kırdı. Onları
gözden düşürdü, diye şikâyette bulunan halka, Bediüzzaman’ın verdiği cevap
ilginçtir: “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin
ıstılahınızca (anlayacağınız), o zamanın makinesini çeviren bir ağa lazımdır.
İşte, zaman-ı istibdadın (baskıcı devrin) hâkim-i manevîsi (gerçek hâkimi)
kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî (katı) olsa idi, yükselirdi. Fakat
zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır,
marifet’tir (ilimdir), kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir (kamuoyu’dur); kimin aklı
keskin, kalbi parlak olursa yalnız o yükselecektir…. İşte ey Kürtler! Sizin
bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin
ise bizzarûre (mecburen) düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad
ile cebr (zor) yerine muhabbeti istimal (kullanıp) ve hissiyatı, efkâra
(fikirlere) tabî ise o düşmeyecek, belki yükselecektir.” Başka bir ifadeyle,
eğer söz konusu büyükleriniz kuvvete dayanıyorsa, zaten büyük değildir.
Zorbalıkla kendilerini büyük diye size yutturmuş. Onların düşmesine üzülmeyin.
Eğer akla, ilme, marifete ve hakkaniyete dayanıyorsa onlar meşrutiyetle, mağdur
değil, ma’mur olacaklar.

Bediüzzaman, bey, şeyh, ağa, âlim ve paşa gibi lakaplarla halka
yapılan zorbalıkların halkı mahvedip ilerlemesine mâni olduğunu söyler. Ancak
asıl kabahati, bütün zorbalıkların pederi olan zorba devlet yönetiminde verir.
Toptancı davranıp bütün beyler, ağalar ve şeyhleri aynı kefeye koymaz. Onları
ikiye ayırır. Birinci gruptakiler, gerçekte büyük olacak meziyetleri
olmayanların, söz konusu etiketleri kullanarak halkın üzerine çıkıp kendini
büyük göstermeye çalışanlardır. Söz konusu “sahte büyükler” halkı küçülterek
kendilerini büyütmeye çalışır. Bediüzzaman, ilim, rütbe, makam gibi araçları
kullanarak millete tahakküm eden bu zorbaları şiddetle tenkit eder. Milletin
etiyle beslendiklerini, korku ve şiddetle milleti köleleştirdiklerini söyler.

Meşrutiyet ve İslamiyet

Bediüzzaman, istibdadın temelde hayvanlara mahsus bir vasıf
olduğunu söyler. Çünkü hayvanlar, aklını kullanıp konuşarak birlikte yaşama
formülü geliştiremediği için zor kullanarak kendi arzularını zayıf bulduklarına
dayatır. Oysa insan kaba kuvvet yerine, akıl ve ilmin kuvvetini kullanmalı.
Yekdiğerine dayatmak yerine, onun özgür iradesine saygı duyma faziletine sahip
olmalı.

Bediüzzaman, insana özgür irade veren Allah’ın, insanı
zorbalardan kurtarmak için ona Kur’an’ı gönderdiğini söyler. Ta ki Kur’an’ın
nuruyla her türlü zorbalığın karanlığı dağılsın diye. İslam, asr-ı saadette bu
fonksiyonu görmekle beraber, hilafetin Emevilerle saltanata dönüşmesi, istibdadı
yeniden hayatlandırdı. İlmin yerini cehalete bırakması zorbalığı besleyip devam
ettirdi: Şeriat-ı Garrâ (İslamiyet) zemine nüzûl etti (indi); ta ki zeminin
yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale
etsin (temizlesin); hem de izale etti (temizledi). Fakat vâesefâ (ne yazık) ki
muhît-i zamanî ve mekânînin (günün şartlarının) tesiriyle, hilafet saltanata
inkılap edip (dönüşüp), istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir
derece kuvvet bularak başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i
şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat ne çare ki istibdadın
kuvveti olan cehil (cehalet) ve vahşet, cevanib-i âlemde (her tarafta) zeynab
(birikip) gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”

Bediüzzaman, asr-ı saadetin meşrutiyetle kıyas edilemeyeceğini
söyleyenlere, isme değil, manaya bakmalarını tavsiye eder: “Meşrutiyetin sırrı,
kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu
kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlubu. Fakat bu iki ruh her zamanda
birer şekle girer, birer libas (elbise) giyer. Bu zamanın modası böyle
giydiriyor.” Zamana göre isim ve şekli farklı dahi olsa insanlık tarihi bir
anlamda meşrutiyetle (veya hürriyetle) istibdad arasındaki mücadele tarihidir.
Bazen biri galip olsa bile, diğeri kısmen hükmünü devam ettiriyor. Bu mücadele
günümüzde de devam ediyor.

Bediüzzaman, meşrutiyeti şeriata aykırı bulanlara üç gerekçeyle
karşı çıkıyor: Birincisi, meşrutiyetin özü şeriattan gelir. Şeriatın istediği de
böyle bir yönetim şeklidir. Batı’daki meşrutiyet Eski Yunan’dan gelmesine rağmen
dayandığı değerler itibariyle, şeriatın malıdır. Çünkü hakikî meşrutiyetin
hedefi olan hürriyet, adalet ve kanun önünde eşitlik, İslam’ın esasıdır: “Sadr-ı
evvelin (dört halife dönemi), yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve
cebr-i istibdat (zorbalık) hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve
müsavatları (eşitlik) bu müddeaya (iddiaya) bürhan-ı bahirdir (Deniz gibi apaçık
bir burhandır).”8 İkincisi, meşrutiyet zamanında yapılan bazı
icraatlar şeriata aykırı olduğu gibi hakikî meşrutiyete de aykırıdır. Üçüncüsü,
hiçbir insanın bütün hali şeriata tam uygun olmadığı gibi, meşrutiyet de
tamamıyla şeriata mutabık olmayabilir. İnsanların bazı kusurlarını mazur
gördüğümüz gibi meşrutiyetin de bazı kusurlarını mazur görmeliyiz. Meşrutiyette
devlet gücünün kötüye kullanılması engelleniyor. Tek şahıs idaresinde ise gücü
kötü kullanmanın yolları açıktır.

Meşrutiyette Azınlık Hakları

Bediüzzaman, gayr-ı Müslimlerin meşrutiyetle meclise girdiğini
ve oy sahibi olduğunu, dolayısıyla onların oyuyla alınan kararların şeriata
aykırı olacağını söyleyenlere günümüzde demokrat geçinenlerin çoğunu geride
bırakacak bir şekilde cevap verir. Çoğu Müslüman olan mebusların, gerçek
demokrasinin gereği olarak hür iradeleriyle hareket etmeleri durumunda açıkça
İslam’a aykırı karar almayacaklarını söyler. Siyasi ve iktisadi konularda ise
maharetin esas olduğu ve gayr-ı Müslimin reyinin muteber olduğunu beyan eder.
Saat tamirciliğinden anlayan gayr-ı Müslim bir usta, tamirden anlamayan dindar
bir Müslüman’a tercih edilir: “Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte,
sanatkâr bir Haço ve Berham’ın reyi muteberdir; Şeriat reddetmediği gibi,
Meclis-i Mebusan’daki mesalih-i siyasiye (siyasî meselelerde) ve menafi-i
iktisâdiye (iktisadî konularda) dahi ekseri bu kabilden olduğundan, reddetmemek
lazım gelir.”

Ramazan’da oruç tutmayıp, rakın içen ve namazı terkeden Jön
Türklerin devlet idaresinde yer almasından şikayetçi olanlara şu cevabı verir:
“Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık (büyük günahları işleyen) bir adam
güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat
yapabilir. İşte şimdi salâhat (salih olma) ve mehareti, tabir-i âharla (başka
bir deyişle) fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler (hem
inancı kuvvetli hem de ilmi olanlar) vezaife kifayet etmezler (yeterli
gelmezler). Öyleyse ya maharettir veya salâhattir. San’atta(ustalıkta) maharet
ise müreccahtır (tercih sebebidir).” Başka bir deyişle, Bediüzzaman, maharetin
esas olduğu işlerde, inancın esas alınamayacağını beyan eder. Ayyaş; ancak
ustalığı iyi olanın, dindar; ancak ustalığı kötü olan bir saatçiye tercih
edileceğini misal olarak zikreder.

Meşrutiyet muhalifleri

Bediüzzaman, meşrutiyet muhaliflerini tarif ederken onları
besleyen unsurların cehalet, inat, düşmanlık, intikam ve taliklikçilik
unsurlarına dikkatimizi çekiyor. Bu unsurların oluşturduğu bataklıktan
meşrutiyet düşmanlarının beslendiğini söylüyor. Halkın demokratik yollarla
kendini idare etmesini istemeyenlerin, mevcut otoriter durumdan menfaat elde
eden bir cemiyet veya elit grup olduğuna dikkat çekiyor: “Cehalet ağanın, inat
efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin
taht-ı riyasetlerinde (başkanlığında) insan milletinden menba-ı saadetimiz
(huzur kaynağımız) olan meşvereti inciten bir cemiyettir.” Söz konusu cemiyetin,
demokrasi ile kaybedecekleri bir liralık zararı milletin bin liralık menfaatine
feda etmediğini; hatta kendi menfaatlerini milletin zararında gördüğünü;
kavramlara dengesiz ve muhakemesiz manalar vererek karmaşa çıkardığını; şahsî
düşmanlık ve intikam hisleriyle hareket ettikleri halde, millet namına
fedakârlık iddiasında bulunduklarını; istibdadı başka isimler altında devam
ettirmek istediklerini ve millete garazları olduğu için onların rahata
kavuşmasını arzulamadıklarını söylüyor. Türkiye’de demokratik rejimin
gelişmesine çomak sokanları bundan daha kapsamlı ve beliğ bir şekilde izah etmek
mümkün mü acaba?

Bediüzzaman, demokrasi düşmanlarının münafıkâne hareket edip
kendilerini gizlediklerini söyler: “Hiçbir müfsid (fesatçı) ben müfsidim
(fesatçıyım) demez. Daima suret-i haktan (doğrudan yana) görünür. Yahut batılı
hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir.” Başka bir deyişle, sözlerine
değil, icraatlarına bakarak söz konusu demokrasi düşmanlarını teşhis etmenin
mümkün olduğuna işaret eder. Ergenekon soruşturması dâhilinde, demokratik
sistemi kanlı yollarla yıkmak suçundan yargılananların demokrat kesilmeleri bu
teşhisin doğruluğuna gösterir.

Meşru Hürriyet ve Meşrutiyet

Bediüzzaman, “meşru/hakiki hürriyet”e zemin hazırladığı için
meşrutiyete sahip çıkar. “Hürriyetin şeni odur ki ne nefsine, ne gayrıya zararı
dokunmasın. Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının
hürriyeti ile alay etmemesidir.” Başka bir deyişle, Bediüzzaman, dışarıdan gelen
her türlü dayatmayı, insanın özgür iradesine müdahale ve hürriyete kısıtlama
olarak gördüğü gibi, içerden nefis ve şeytan canibinden gelen isteklere boyun
eğmeyi de hürriyete aykırı görüyor. Birincisi, insana köle olmak ise ikincisi de
nefse köle olmaktır. Hakiki hürriyet, hem başkasının hem de nefsin esaretinden
kurtulmakla mümkün olur. Hür insan, ne başkasına ne de kendine zarar
vermeksizin, istediğini yapan insandır. Bediüzzaman, meşruti bir sistemde,
hakiki hürriyetin nasıl olması gerektiğini şöyle ifade eder: “Kanun-u adalet
(adalet kanunları) ve tedipten (edepten) başka, hiç kimse, kimseye tahakküm
etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın (korunsun), herkes harekât-ı meşruasında
(meşru hareketlerinde) şahane serbest olsun."

Hürrriyetin kâfirlik vasfı görüp karşı çıkanlara, Bediüzzaman
hürriyeti imanın bir gereği olarak tarif eder: “Hürriyet Rahmân’ın ihsanıdır,
zira o imanın bir hassasıdır.” Bediüzzaman, iman ile hürriyet arasındaki
bağlantıyı iki gerekçeyle açıklıyor: Birincisi, imanlı biri, sadece Allah’a köle
olmakla her şeyin ve herkesin köleliğinden kurtulur. Çünkü her şeyin doğrudan
doğruya İlahî kudretin tasarrufunda olduğunu bilir. Başkalarına kul olmaz.
İkincisi, Allah’a iman eden biri imanın verdiği şefkatle kendisinden zayıf
gördüklerine kuvvet kullanmak yerine, onları acıyıp yardım eder. İlahî rahmetin
insanlara ihsan ettiği sınırlı iradeyi ellerinden almaya kalkışmaz.

Meşrutiyet-i Meşruanın Müstakbeli

Bediüzzaman, meşrutiyet-i meşruanın “ne kadarı bize gelmiş ve
niçin bütün gelmiyor?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Ancak on kısımdan bir
kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz, cehaletperver husumetefzâ
(düşmanlık eseri) olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet
ejderhasından, husumet kurtlarından bîçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye
cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik
etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini (güzelliğini) göreceksiniz. Zira
sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet
(demokrat insanlar) arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın
adamlarına benzersiniz. O nazik meşrutiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan
kurtulsa şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr
(fakirlik) gibi mütevahhiş (korkunç) kıraçları, husumet (düşmanlık) gibi gayet
keyşer (sapa) dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir…”

Bediüzzaman, “hakikî demokrasinin” kendiliğinden gelemeyeceğini
ve önündeki büyük engelleri kaldırarak ona yol hazırlamak gerektiğini söyler.
Başka bir deyişle, demokrasi tepeden paraşütle inmez. Eğer tembellik yapıp
hakikî demokrasinin gelmesi için gerekenleri yapmazsanız, onu tüm
güzellikleriyle; ancak yüz sene sonra görebilirsiniz der. Bu sözlerin üzerinden
yaklaşık yüz sene geçerken Türkiye’nin tam demokrasi mücadelesinde yaşadığı
gelişmeler çok manidardır. Bediüzzaman’a göre hakikî demokrasinin gelmesi
önündeki büyük mânilerin kalkmasına bağlıdır.

Birincisi, “İstanbul havalisindeki yılanlar” ifadesiyle
demokrasi düşmanı sözde aydınları kastediyor. Onların, demokratik gelişmeyi
öldürebileceğine işaret ediyor. Türkiye’deki darbelerin arkasında elit kesimin
olması bu tespitin doğruluğunu gösteriyor.

İkincisi, cehalet bataklığını eğitimle kurutmadan demokrasi
gelmeyeceğini söylüyor.

Üçüncüsü, fakirliği aşıp ekonomik olarak gelişmeden, yani
insanların karnını doyurmadan, tam demokrasiyi beklemenin hayal olduğunu ifade
ediyor.

Dördüncüsü, demokrasiyi doğru anlamak gerektiği, onu yanlış
yorumlayanların da demokrasinin gelmesine mâni olduğuna işaret ediyor.

Bediüzzaman, tenbellik ve ümitsizlikle demokrasinin
gelmediğinden yakınanlara, “Onun çabuk gelmesini istiyorsanız, işte
marifet(ilim) ve faziletten demiryolunu yapınız; ta ki meşrutiyet, medeniyet
denilen şimendifer-i kemalata (mükkemellik trenine) binip ve terakkiyat
(ilerleme) tohumlarını bindirerek kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek
size selam etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile
gelecektir….” Bediüzzaman, kısmette varsa bize de meşrutiyet gelir, tevekkül
etmek gerekmez mi, diyenlere ise şöyle cevap verir: “Bîçare
tâliinize(kısmetinize) siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları (eşkiyaları)
gibi olmayınız. Sizin atalet (tenbellik) bahanesi olan şu teşebbüssüz
tevekkülünüz, nizam-ı esbabı (sebeplere dayalı ilahi düzeni) reddettiğinden,
kâinatı tanzim eden meşîete (İlahî kanunlara) karşı temerrüd demektir
(direnmektir). Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder (kendini yok eder).”… Eğer
siz tenbel kalıp da onun(meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz,
yüz sene sonra tamamen cemâlini (güzelliğini) göreceksiniz. Zira sizinle
İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet
(demokrat insanlar) arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın
adamlarına benzersiniz. O nazik meşrutiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan
(demokrasi düşmanı sözde aydınları kastediyor) kurtulsa şu uzun mesafeden
geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş
(korkunç) kıraçları, husumet (düşmanlık) gibi gayet keyşer (sapa) dağları
katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.”

Bediüzzaman’ın bu sözlerinin üzerinden yaklaşık yüz sene
geçmesine rağmen, tembelliğimizle yolunu yapıp, eşkıyalardan korumadığımız için
hakiki demokrasi treni henüz bize gelmemiştir. Bütün bunlara rağmen Bediüzzaman
ümitvar olmamızı tavsiye eder. Çünkü, tam hürriyet ve meşru meşrutiyet tesis
edildiğinde , “(herkesin) himmeti Süreyya kadar teali (yükselecek) ve ahlakı o
derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden
(genişleyeceğinden) Eflatun’ları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve
Dekart’ları ve Taftazanî’leri, inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve
Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan (vatan gençleri) mahsulü vereceğinden kaviyen
ümitvarız.”

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 388.

2. Münazarat’ın hem diğer dillere çevrilmesi hem de akademik
çalışmalarla irdelenmesine büyük bir ihtiyaç var. Bu bağlamda, Michagen
Üniversitesi’nden Dr. Mücahit Bilici’nin “Said Nursi’nin Moral Felsefesi” isimli
Münazarat eksenli çalışması önemli bir başlangıçtır (Bilici (2008): ‘Said
Nursi’s Moral Philosophy’, Islam and Christian-Muslim Relations, 19:1, 89 – 98).

3. Doğrusu, Türkiye’nin gelişmesine mâni olan ve bünyesini
tahrip eden her on yılda bir aktif hale gelen söz konusu “zorba virüsü”dür.
Toplumun bütün katmanlarına bulaşmış bu virüsün yeniden güç kazanmasıdır. Zorba
virüsünün taşıyıcıları olan askerî ve sivil darbecilerin, uygun şartlar
oluştuğunda (veya oluşturulduğunda), kontrolü ele geçirip ülkenin gelişmesine
darbe vurmasıdır. Her on senede bir nükseden bu bulaşıcı hastalıktan kurtulmak
için hastalığın sebebi olan “zorba virüsü”nü iyi tanımak ve ona karşı direnç
sağlayacak ilaçlar geliştirmek gerekir.

4. Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 806.

5. Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 774.

6. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.

7. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 399.

8. Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.

Öz

Türkiye’nin demokrasi serüveni, 19. yüzyılda Meşrutiyet’in
ilanıyla başlar. Özellikle İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilan edilmesiyle çok
çetin tartışmalar yaşanır. O zamanın aydınları ikiye bölünür. Bir kısmı,
meşrutiyeti savunurken bir kısmı da şiddetle meşrutiyete karşı çıkar. İkinci
gruptakiler, meşrutiyeti şeriata aykırı bulurlar. Şer’i esaslara dayalı
Osmanlı’nın Batı menşeli meşrutiyeti benimsemesinin mümkün olmadığını
düşünürler. Bu heyecanlı tartışmaların ortasında o zamanın meşhur bir İslam
âlimi olan Bediüzzaman meşrutiyete din adına sahip çıkar ve bu konularla ilgili
düşüncelerinin yer aldığı Münazarat adlı eserini yazar. Bu makalede,
Münazarat’ta anlatılan meşrutiyet, istibdat ve hürriyetle ilgili orijinal
tesbitler aktarılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Münazarat, meşrutiyet, istibdat, hürriyet,
demokrasi

Abstract

The democracy journey of Turkey had started with the
proclamation of constitutional monarchy in the 19th century. Especially, after
the proclamation of the second constitutional monarchy in 1908, big discussions
had started to be made. The intellectuals of the time had been divided into two
parts. Some of them had supported the constitutional monarchy and the other were
against it. According to the second group, the constitution was against Islamic
Law. They thought that it was impossible to accept the constitutional monarchy
which was from western culture for the Ottomans which used to belong to Islamic
sharia culture. And Bediuzzaman the famous Islamic scholar, in the middle of
these discussions, had claimed the constitution in the name of religion and had
published the Munazarat (The Controversies) book which was about these subjects.
In this article, we will mention about the original determinations about
constitution, autocracy and freedom which were defined in the Munazarat.

Keywords: Munazarat, constitution, autocracy, freedom,
democracy