Turkish Media and Democracy

Türkiye’de modernleşme ve Batılılaşma, başlangıcından beri hep
devletin bekasını ve devamlılığını sağlamanın bir gereği olarak görüldü. Bu
sebeple modernleşme hareketleri toplum eksenli değil, devlet eksenli
gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında üstünlüğünün sona ermeye,
müşahhas tezahürü olarak de topraklarını kaybetmeye başlamasıyla tetiklenen ve
ilk olarak askerî alandaki yeniliklerle başlayan bu süreç daha sonra devlet ve
toplum hayatının diğer sahalarına da yayıldı.

Gazete, Batı’da, iktisadî, siyasî ve sosyal şartların bir
neticesi olarak ortaya çıkmış ve gelişimini sürdürmüştür. Bilhassa ticarî
kapitalizmin inkişafı ve ortaya çıkan iktisadî yapının bir gereği olarak
malların serbest dolaşımı, haberin de serbest dolaşımını beraberinde
getirmiştir.

Türkiye’de basının ortaya çıkış şekli ve bunu hazırlayan
süreçler Batı’dan farklı gelişmiştir. Türkiye’de gelişmeler Batı’nın aksine
iktisadî ve toplumsal dinamiklerle değil, siyasî dinamiklerle, devlet destekli
gerçekleşmiştir. İlk Türkçe gazete devlet tarafından toplumu Batılılaştırmanın
bir vasıtası olarak neşredildi ve daha sonraki dönemlerde de basının gelişimi bu
zemin üzerine inşa edildi. Bu, Türk basınının Batı’daki emsallerinden farklı bir
yapıda teşekkülüne sebep oldu. Çıkışındaki devlet tesiri tarihi boyunca Türk
basınının peşini bırakmadı. Başlangıcından itibaren Türk basınının umumî
manzarası—çok kısa dönemler hariç—“devlete olan bağımlılığı ve devletçi tavrı”
oldu.

Dünyada totaliter eğilimlerin hâkim olduğu dönemlerde
Türkiye’deki siyasî yapı ve dolayısıyla basın da bundan etkilenmiş, liberal
eğilimlerin etkin olduğu dönemlerde de Türkiye’deki siyasî yapı nispeten daha
serbest olmuştur. Burada üzerinde durulması gereken husus, dünyadaki değişimin
Türkiye’de genelde siyasî hayatı özelde ise basın özgürlüğünü önemli ölçüde
yönlendirdiğidir.

Türkiye’de Batı’nın etkisiyle başlayan siyasî ve sosyal
reformlar Tanzimat’la hız kazanarak 1876’da Meşrutiyet’in ilânıyla
neticelenmiştir. Bu dönemde basınla ilgili düzenlemeler Batı’dan, özellikle
Fransa’dan, tercüme kanunlarla yapılmaya çalışılmıştır. Uygulamalar ise
iktidarların tavırlarına göre değişmiştir. Abdülhamid dönemiyle uzun bir
suskunluk dönemi geçiren Türk basını, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânıyla kısa
bir özgürlük dönemi yaşamıştır. Daha sonra iktidara gelen İttihatçılar ve
sonrasındaki “umumî harb” basın özgürlüğünün gelişimini engelleyen unsurlar
olmuştur.

Batı’da totaliter yönetimlerin iktidarda olduğu 1930’lu yıllar
Türkiye’de de tek parti döneminin katı ideolojik tatbikatlarının; liberal
demokrasinin hâkim olduğu 1950’li yıllar ve sonrası ise daha özgürlükçü
düzenleme ve uygulamaların müşahede edildiği zaman dilimlerine denk gelmiştir.
Basın özgürlüğü de bu çerçevede zaman zaman farklı görünümler sergilemiştir.
Yeni muhafazakâr politikaların ABD ve Avrupa’da uygulanmaya başladığı ve
sosyalizmin çöktüğü 1980 ve 1990’lı yıllar Türkiye’de de bu değişimin siyasî,
ekonomik ve sosyal etkilerinin gözlemlendiği, medyada ticarîleşmenin kuvvet
kazandığı bir döneme tekabül etmiştir.

2000’li yıllar ise Türkiye’de gene Batı etkisiyle meydana gelen
değişimlere ve çatışmalara sahne olmaktadır. Daha henüz tekemmül etmemiş bu
süreçte, Avrupa Birliği rüzgârıyla demokrasi ve iletişim özgürlüğü alanında kat
edilen önemli mesafenin yanında, medyaya hâkim olan büyük sermaye ile medya ve
sivil toplum kuruluşlarına dolaylı yollardan etki eden uluslararası güçlerin
menfaatleri doğrultusunda çok sesliliği yok eden bir medya yapısının oluşumuna
şahitlik edilmektedir.

Batı’da gazeteciler devlet mekanizmasının dışında kalan
kimselerdi. Osmanlı toplumunda ise ilk gazeteciler devlet memuruydu. Devletten
aldıkları maaşla geçinen bu kişiler, iktidarın menfaat ve talepleri haricinde
fikir üretmek bir yana, yönetimle aynı hedefleri paylaşıyorlardı. Gaye topluma
istikamet vermek ve eğitmekti. Basının ortaya çıkışından itibaren oluşan bu
gelenek, Batı’ya yaklaşmak isteyen Osmanlı imparatorluğu yöneticilerinin
gazeteleri hedeflerini gerçekleştirmek için bir vasıta olarak görmesinin
yanısıra, gazetecilerin kişisel konumlarıyla da perçinlenmektedir.1

Başlangıcı itibarıyla, bir mutlakıyet rejiminde ortaya çıkan ve
gelişen Türk basınının, ilk dönemindeki teşekkül gayretlerini saymazsak, sonraki
dönemlerde ülkede ciddî anlamda muhalefetin ve demokratik kavramların oluşumunda
da önemli rol oynadığını kabul etmek gerekir. Ancak Türkiye’deki demokratikleşme
gayretleriyle paralel bir şekilde basının işlevleri de farklılaştı. Basının
gerçek manada muhalefet görevini yapabildiği devirler bu tarihî süreçte maalesef
çok sınırlı oldu.

Türkiye’de gazetecilerin 19. asır şartlarında oluşan
ideolojik-kültürel perspektifi Cumhuriyet döneminde de devam etti. Bu perspektif
ulus-devletin yapılanmasında gazetecilerin siyasî iktidarla ilişkilerinde tayin
edici bir esas teşkil etmiş, onların kendilerini toplumun diğer öncü
kesimleriyle birlikte gelişmenin motoru durumunda görmelerini getirmiştir. 20.
asrın başında Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinin şahidi olan gazeteciler,
çöküşe karşı farklı çareler arasalar da, ittifak ettikleri nokta 19. yüzyılın
hedeflerinden farklı değildi; Modern Batı’ya ulaşmak.2

Ancak bu çoğu kere halkı dışlayan bir anlayış olmuş, bu maksadın
gerçekleşmesi için zaman zaman demokrasiden uzaklaşılmıştır. Bu durum Türk
basını açısından iki netice ortaya çıkarmıştır. Bu modernleşme gayesinin
gerçekleşmesi için zaman zaman anti-demokratik yöntemler denenmiş, basın
özgürlüğü de bundan nasibini almıştır. Fakat çoğu kere halkın dışlandığı bu
ilerleme hedefinde, basın kendi özgürlüklerinin kısılmasına karşı güçlü bir
tepki verememiş, bazen da bu hedef doğrultusunda gönüllü olarak haklarından
feragat etmiştir.

Devletin önayak olduğu modernleşme projesinin halka
benimsettirilmesi ile kişi özgürlüğü kavramları pratikte fazla ortak payda
taşımadığından, Türk basını demokrasi fikrini görünüşte kabul etmiş ancak bu
kavramı içselleştirememiştir. Bu durum Türk basınının ilk çıkışından itibaren
devletle ilişkilerinde, baskı ortamlarında çok rahatlıkla sinmesinde,
antidemokratik uygulamalar karşısında sessiz kalmasında, zaman zaman tahrik
edici rol oynamasında açıkça görülmektedir.

Osmanlı döneminde, hep endişeyle bakılan ve bu sebeple kontrol
altında tutulması gereken bir vasıta olarak görülen ve ilk kez Abdülaziz
döneminde tatbik edilmeye başlayan, II. Abdülhamid’in uygulamalarıyla zirveye
ulaşan basına yönelik yasaklamalar, Cumhuriyet döneminde de mevcudiyetini
sürdürmüştür. Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında kısa bir dönem özgürlüğü
yaşama şansı bulan Türk basını İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn Kanunu’yla
tamamen susturulmuştur. Tek parti döneminde özgür basının susturulması ve
güdümlü devlet basını meydana getirilmesi için, hem yasal hem ekonomik
enstrümanların kullanılmasının yanında farklı usuller de uygulanmıştır. O
dönemin zihnî yapısı aslında basının işlevleri konusunda tamamen tek parti
dönemi şartlarına göre teşekkül etmektedir… Ve bu dönemde “muhalefet” ve
“eleştiri” basından yapmaması gereken bir davranış olarak beklenmektedir.

Çok partili demokratik rejime geçildiğinde nispeten rahat bir
nefes alan basın, askeri müdahaleler ve olağanüstü yönetim dönemlerinde de büyük
baskılara maruz kaldı. Gazeteciler öldürüldü, hapishanelere konuldu; gazeteler,
yayın durdurmalar ve kapatılmalarla nefes alamaz hale getirildi. Sansür
kararnameleri hükümet tarafından hiç çekinmeden imzalanırken, gazete dergi hatta
matbaa kapatmalar normal bir durum haline geldi.

Gazetecilere yönelik şiddet ve cinayetler ise olayın bir başka
vahim boyutunu teşkil etmektedir. İttihatçı geleneğin mirası olan gazetecilerin
dövülmesi, işkence görmesi ve öldürülmesi günümüze kadar devam etmiş, Hasan
Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki’nin kurşunlanarak öldürülmesiyle başlayan süreçte
Abdi İpekçi, Uğur Mumcu ve Hırant Dink bu cinayetlerin son kurbanları olmuştur.
Failleri ve faillerin arkasındaki asıl mihraklar, meçhul kalan bu cinayetler,
aslında gazetecilere ve aydınlara da bir gözdağı niteliğindeydi.

Medyanın bilhassâ askerî müdahale ve darbeler öncesindeki
kışkırtıcı tavrı ile müdahale sonrası itaatkâr duruşu, bir müdahale ortamında
rahatlıkla demokrasi dışı tatbikatlara verdiği destek Türkiye’deki siyasî
yapının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bu konuda suçu tamamen
medyaya yüklemek hakperestlik olmaz. Basının çıkışından sonraki dönemlerde
basına demokratik bir ülkede olması gereken şekilde inkişaf fırsatının
tanınmadığı da başka bir gerçektir.

Bunun en bariz misali İkinci Meşrutiyet Dönemi’dir.
Abdülhamit’in basın özgürlüğüne yönelik tavrı sonrasında ilân edilen hürriyet
devrinde, basının başlangıçta yanlışlıklar yapsa da olgunlaşmasına ve inkişafına
İttihatçıların antidemokratik müdahaleleriyle izin verilmemiştir. İkinci
Meşrutiyet’in ilânının ilk günlerinde özgürlüklerin bazı yayınlarca
suiistimaline çokça şahit olunmuşsa da, sonrasında bunun normalleşmesi
mümkünken, bu fırsat basına tanınmamıştır. Kısa süren serbestiyet döneminin
ardından gelen baskılar, öldürülen, dövülen gazeteciler, yağmalanan gazete
binaları ve arkasından gelen ittihatçı tek parti yönetimi basını önemli ölçüde
sindirmiştir.

Aynı şekilde 1919-1925 döneminde kısa süreli bir demokrasi
tatbikatının ardından gelen Halk Partisi’nin tek parti yönetimi ve özellikle
Şeyh Said isyanı sebebiyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve büyük ölçüde
İstiklâl Mahkemelerinin baskısıyla susturulan ve sindirilen basın bu süreçte
devletin ve otoriter uygulamalarının yanında yer almak zorunda bırakılmıştır.

Ayrıca modernleşme projesinin destekleyicileri olarak basına
“irtica, komünizm, bölücülük” gibi tehditlerle devletin yanında yer alma
konusunda da etkili telkinler yapılmış, medyaya başka seçim şansı
bırakılmamıştır. Medya bu tehditlerle demokrasi ve özgürlüklere karşı devletin
ve otoriter uygulamaların yanında yer almaya itilmiştir. Askerî müdahale öncesi
ve sonrası dönemlerde de aynı tecrübeler yaşanmıştır.

Türkiye’de bu gibi hadiselerin ardından hep olağanüstü dönemler
veya askerî müdahaleler gelerek, demokrasiyi ve özgürlükleri inkıtaa
uğratmıştır. Modernleşme karşıtı görülen, ulus devleti tehdit ettiği farzedilen
her olayın arkasından rejim daha totaliterleşmiş, basın ve ifade özgürlükleri
sınırlandırılmıştır. 31 Mart hadisesinin arkasından gelen İttihat Terakki
diktası, Şeyh Said ayaklanmasının arkasından gelen ve ülkedeki bütün muhalefeti
sessizliğe boğan Takrir-i Sükun Kanunu; İzmir Suikastı ve Menemen hadiselerinin
akabinde muhalefetin etkisizleştirilmesi ve arkasından gelen tek parti
yönetimini bunun en açık misalleridir.

Yakın tarihte yaşanan cepheleşmeler ve öğrenci olaylarının
arkasından gelen 1960- 27 Mayıs askeri müdahalesi, 12 Mart 1970 muhtırası ve
binlerce insanın öldüğü terör olaylarının ardında gelen 12 Eylül askeri
müdahalesi de bunların misalleriyle doludur. Bu müdahalelerin en önemli
gerekçeleri hep “irtica”, “komünizm” tehlikeleri ile “devletin uçurumun kenarına
gelmesi” olmuştur. 1991’de demokratikleşme ve özgürlükler açısından büyük
umutlarla kurulan DYP-SHP koalisyonunun, bölücü terörün tırmanışa geçmesi
sonrası nasıl hayal kırıklığı meydana getirdiği, 28 Şubat post-modern müdahalesi
öncesinde ise “irtica”nın müdahalenin gerekçesi olarak nasıl kullanıldığı
hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.

Bu süreçte medya siyaset ilişkisi, medyanın ya sindiği ya da
devletin yanında yer aldığı, otoriter uygulamaları desteklediği, zaman zaman da
gerekçelerinin oluşturulması rolünü oynadığı bir ilişki olarak görülmektedir. 28
Şubat döneminde askerlerin gazetecilere ve yargı mensuplarına sundukları
brifinglerde ağırlıklı malzemenin medyada yer alan haberler olması bu iddiayı
teyit eder niteliktedir.

Türk medyası tarihinin büyük kısmını olağanüstü yönetimler
altında geçirmek zorunda kaldı. İstiklâl Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn Kanunu,
Sıkıyönetim idareleri, askerî müdahalelerin uzun döneme yayılan baskıcı ve
sindirici uygulama ve düzenlemeleri genelde demokrasinin, özelde ise basın
özgürlüğünün ve Türk basınının gelişimini önemli ölçüde etkiledi. Bu sebeple çok
partili sisteme geçilen 1946’dan beri tek parti alışkanlıklarının terk
edilememesi, hâlâ Türkiye’nin en önemli meselesi olmaya devam etmektedir.

Bu sürecin her ne kadar 1980 sonrası liberal politikalarla
değişmeye başladığı görülse de, değişen sadece ilişkinin şekli olmuş, medyanın
devlet eksenli çizgisi çok fazla değişmemiştir. Medya bu dönemde sermayenin de
bu alana girmesiyle yapısal bir değişim geçirmiş, bu kez de
siyaset-ticaret-medya ilişkisi çerçevesinde ticarî menfaate dayalı yeni bir yapı
teşekkül etmeye başlamıştır.

1980’lerde Türkiye’de medya alanında özellikle mülkiyet
ilişkileri açısından çok farklı bir döneme girilmiş ve bu mülkiyet
ilişkilerindeki değişim siyasete ve topluma da çok bariz biçimde aksetmiştir.
Türk medyasının bu yapısal değişiminde iç ve dış etkenler önemli rol oynamıştır.
Küreselleşme ve dünyadaki yeni muhafazakâr dalgayla birlikte medya bu sefer de
sermayenin hâkim olduğu ve onun çıkarlarına hizmet eden bir vasıta halini aldı.

Medya-siyaset ilişkisi, sermayenin de eklenmesiyle,
medya-siyaset-ticaret ilişkisinin hâkim olduğu garip bir ilişkiye dönüştü.
Medyadaki mülkiyet yapısı tamamen değişti. Medya ticarî çıkarların mücadele
sahası haline getirildi. Siyasî iktidarlarla olan ilişkiler tamamen ticarî
çıkarlar üzerine oturtuldu. Âdeta demokrasinin varlığının teminatı olan medya,
demokrasinin yozlaştırılmasının ve zaafa düşürülmesinin vasıtaları haline geldi.
Bu durum medyanın aslî fonksiyonu olan haber ve bilgilendirme ile kamuoyunun
sağlıklı teşekkülüne katkıda bulunma işlevlerini büyük ölçüde zaafa uğrattı.
1980 sonrasında başlayan bu sürecin meydana getirdiği problemleri Türkiye uzun
süredir yaşamaya devam etmektedir.

Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’de meydana gelmekte olan hukukî
ve yapısal reformlar belki bu sürecin değişiminde önemli bir fırsat sunabilirdi.
Ancak bunun bile uzun bir zihnî değişim sürecini gerektirdiği açıktır. Ayrıca bu
süreçte Türk medyasında ciddi bir ikilem ortaya çıkmaktadır. Türk medyası hem
geçmişten gelen ve genlerine işleyen devletçi, otoriter bir tavrı devam
ettirirken, öte yandan değişen dünya şartları ve küreselleşmeyle ortaya çıkan
sermayenin ağırlıklı olduğu bir medya yapısı ile Avrupa Birliği sürecinde
özgürlükler istikametteki değişim arasında bîkarar durumdadır.

Ne geçmişinden tevarüs ettiği alışkanlıklarından, ne de tam
olarak özgürlük ve demokrasiden vazgeçmektedir. Bu sebeple zaman zaman değişen
dengelere göre hareket etmekte, istikrarsız bir çizgi sergilemektedir. Bazen
Avrupa Birliği sürecini, bunun getirdiği özgürlük ve demokrasi istikametindeki
gelişmeleri desteklemekte, güç dengesi değiştiğinde de devletçi ve otoriter
uygulamalardan yana olabilmektedir.

Bu dönemdeki durumu en iyi anlatan kelime Aksoy’un bir
makalesinde kullandığı tabirle “şizofreni”dir. Türkiye’de medya elitlerinin
kendilerine atfettikleri gücün arkasında “şizofren bir dinamik yaşanmakta”
olduğunu söyleyen Aksoy bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Bu olgu,
liberalizasyon sonrası dönemde akut bir hal almıştır. Ticarî medyada, bir
taraftan demokrasi yanlısı, liberal ve devlete kafa tutar görüşler yer
bulabilmekte iken, diğer taraftan ise, resmî görüşe ilişkin korumacı yaklaşım da
hükmünü sürdürmeye devem etmektedir. Bu tür bir şizofrenik çatışmanın
niteliğinin anlaşılması için her iki tarafın da ayrıntılı olarak incelenmesi
gerekir. Demokrasi şampiyonluğu, gerçekten kişi haklarını mı konu almaktadır,
yoksa basın sadece kendi çıkarlarının sınırları ölçüsünde mi demokrattır? Öbür
taraftan, konulan resmî görüş yekpare bir nitelik arzetmeye devam etmekte
midir?”3

Son günlerde, Türk medyasının ve medya mensuplarının demokrasiyi
savunması gereken durumlarda nasıl kolayca antidemokratik cepheye kayabildiğini
görebiliyoruz. Basının, askerin siyasete müdahalesini eleştirmek yerine aynı
argümanları kullanarak sivil siyasete yüklenmesi, basının teşekkülü ve
gelişimindeki sağlıksız yapıdan bağımsız düşünülemez. Ciddi bir zihnî dönüşüm
geçirmeden, medya mensuplarının demokrasi cephesinde yer alması ve düdük
çaldığında hazırola geçmekten vazgeçmesi mümkün görülmemektedir.

Son dönemdeki AKP iktidarında bu yapının değişmesi açısından
ciddî bir fırsat yakalanmıştır. Ancak bu fırsat, iktidar hırsına kurban
edilmiştir. 2000 yılında ekonomik kriz ve sonrasındaki operasyonlarla devlet en
büyük medya patronu haline gelmiş ve AKP iktidarı bu yapıyı kucağından
bulmuştur. AKP bu yapının daha çoğulcu hale getirilmesi ve medyadaki
tekelleşmenin önlenmesi istikametinde tedbirler almak ve bu yapıyı olumlu yönde
iyileştirme yerine geçmişte bütün iktidarların düştüğü bir tuzağa düşmüş ve
kendi medyasını oluşturma yoluna gitmiştir.

Bunu yaparken Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu (BDDK),
Türkiye Mevduat Sigorta Fonu (TMSF) gibi kurumları, Maliye Bakanlığı’nı ve
çeşitli devlet imkânlarını kullanan AKP, bunun neticesinde çok güçlü bir iktidar
medyasına sahip olmuştur. 2008 itibarıyla Türkiye’de iki güçlü medya grubu
etkisini sürdürmektedir. Doğan medyası ile iktidar yanlısı medya.

Son altı yılda Türk medyası, Cumhuriyet döneminde tek parti
dönemine benzer şekilde tek sesli bir hale büründü ve iktidar taraftarı bir
medya görünümüne kavuştu. Son dönemdeki Doğan medya grubuyla yaşanan çatışmada
ise iktidarın tek sesli ve taraflı medya yapısından duyduğu rahatsızlıktan çok,
başka menfaat çatışmalarının etkisi daha güçlü görülmektedir. Sonuçta da
kaybeden hep Türk demokrasisi ve Türk halkı olmakta ve şeklî değişikliklere
rağmen bu gerçek hiç değişmemektedir.

Dipnotlar:

1. Nilgün Gürkan, “Türkiye’de Siyasal Tıkanma ve Medya”,
Birikim, S. 104, Aralık 1997, s.85.

2. Gürkan, “agm”.

3. Asu Aksoy “Türk Medyasını Anlamak”, Birikim, S. 61, Mayıs
1994, s.17.

Öz

Türkiye’de modernleşme ve Batılılaşma, başlangıcından beri hep
devletin bekasını ve devamlılığını sağlamanın bir gereği olarak görüldü. Bu
sebeple modernleşme hareketleri toplum eksenli değil, devlet eksenli
gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında üstünlüğünün sona ermeye,
müşahhas tezahürü olarak de topraklarını kaybetmeye başlamasıyla tetiklenen ve
ilk olarak askerî alandaki yeniliklerle başlayan bu süreç daha sonra devlet ve
toplum hayatının diğer sahalarına da yayıldı. Bu yazıda Batı’da, iktisadî,
siyasî ve sosyal şartların bir neticesi olarak ortaya çıkan gazetenin ve
devamında bir bütün olarak medyanın başlangıcından günümüze kadarki serüveninde
modernleşme ve demokratikleşme üzerindeki etkileri ülkemiz açısından
değerlendirilmektedir.

Anahtar kelimeler:Türk medyası, gazete, modernleşme,
demokrasi, iktidar

Abstract

Democratization and modernization in Turkey was always
considered as a neccesity for the continuity of the state. For that reason, the
modernization movements were always depending to the state not to the society.
At the end of Ottoman domination against the west and when it started to lose
lands, the process had begun with the military reforms and then it spreaded to
the state and social life. In this article, we will handle, in terms of our
country, the effects of the newspaper which was the result of economic, politic
and social conditions and also the effects of the whole media over the
modernization and democratization process, from the beginning to the present
day.

Keywords: Turkish media, newspaper, modernization, democracy,
government