Beş yıl kadar önce E.F. Schumacher’in kitabı `Aklı karışıklar
için Klavuz’un Türkçesi yayınlandı. Mütercim, müslüman entellektüeller cümlesi
içinde yer alan bir isimdi ve çeviriye yazdığı sunuşta, kitabın bu ismini
nereden aldığına dair bir açıklama da sunuyordu. Endülüslü yahudi alim İbn
Meymûn’un (Maimonides) `Delâilu’l-Hâirîn’ kitabından ilhamen konulan bir
başlıktı bu.

Dört yıl sonra, aynı entellektüelin bir derlemesi yayınlandı:
İktisat Risaleleri. Bu başlığın ilham kaynağı ise, bizzat ilgili zâtın şifahi
beyanıyla, Bediüzzaman Said Nursi’nin "İktisat Risalesi" idi. Ne var ki, bu
derlemenin başında, başlığın kimden mülhem olduğuna dair bir not yoktu.
Maimonides’ten esirgenmeyen kadirşinâslık, Said Nursi’ye çok görülmüş olmalıydı.

Bu örneğin, "Aydınlar ve Risale-i Nur" eksenini anlamada bir
hayli yardımcı olacağını sanıyorum.

Burada, hususan din dışı alanlarda iş gören, Risale-i Nur’a
yalnızca "fonksiyonel" açıdan bakan seküler aydınları ele alacak değilim.
Hususan "Müslüman aydıniar ve Risale-i Nur" eksenli bir tahlil sunmaya
çalışacağım.

Risale-i Nur hakkında müslüman entellektüellerin sergilediği
yaklaşımın genel geçer bir "Bediüzzaman, büyük bir dava adamıydı." söyleminden
öte geçmediği kanaatindeyin. Bunun ardı sıra, çoğu kez yalnız özel sohbetlerde
yüksek sesle dile getirilen tenkidlerin, umumî platformda pek ifade edilmediği
de gözleniyor. Sonuçta, her ne kadar, "Bediüzzaman, büyük dava adamıdır." yahut,
"Risale-i Nur önemli bir eserdir." denilse de, Müslüman aydınlar ve Risale-i Nur
arasında belirli bir gerilimin açık-seçik ortada olduğunu söylemek gerekiyor.
Nitekim yanıbaşında duran Risale-i Nur’u okumayıp, Wittgenstein’ın veya
Heidegger’in zor metinlerinden "Hikmet" çıkarmaya çalışan; Risale-i Nur’a
sırtını dönüp, Mevdûdi’den Malik Bin Nebi’ye Izutsu’dan Rosenthal’a uzanan bir
çeviri külliyatı ile hemhâl olan; Frankfurt okuluna ayırdığı zamanın yüzde birini
Risale-i Nur okumaya ayırmayan bir "Müslüman Aydınlar" zümresi ile yüz yüze
durumdayız.

Bu gerilimin ve Risale-i Nur’a karşı bu geri duruşun ardındaki
sebeblerin kısa bir dergi makalesi içinde izah edilebileceğini zannetmiyorum.
Velakin, bizatihi Risale-i Nur’da, bu hususla ilgili açıklayıcı hususların
mevcut olduğu kanaatini taşıyorum.

Öncelikle Eski Said devrinde, böylesi bir gerilimin ip uçları
bulunabilir. Nitekim, Bediüzzaman’ın neden Müslüman Aydınların kâhir
ekseriyetini çatısında toplayan Sırat-ı Müstakîın/Sebilü’r-Reşad’da yahut daha
devlet eksenli Müslüman aydınların dergisi mahiyetindeki Beyânü’1Hak’ta değil
de, Volkan Gazetesinde yazılar neşrettiği sorusu, araştırmaya değer.

Sonraki dönemde, tüm Eski Said döneminin, bu kısmî yalnızlığa
rağmen, yine de şu şekilde sigaya çekildiğini görürüz:

"Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz
hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi-sekiz senede yüz derece fazla
edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan
kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben
yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî,insafsız mernurların tarassudat ve
tazyikatları altında, yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski
hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren manevi kuvvet, sizlerdeki ihlastan
geldiğine şüphem kalmadı."

Bu sözler, "ihlas"ın önemini ifade eden sözlerdir esasen. Ama
beraberinde, Risale-i Nur’un bir meslekî tercihini de ortaya koymaktadır. Burada
zikri geçen "Hizmet-i ilmiye" dönemi, Bediüzzaman’ın esasen medrese ehliyle,
âlimlerle ve Mehmed Âkif gibi müslüman aydınlarla teşrik-i mesai içinde olduğu
dönemdir. Daha kısa zamanda, yüz derece fazla hizmetin yapıldığı dönem ise, bir
sürgün dönemidir. Ve hizmet halkası dahilinde, büyük alimler ve şöhretli
aydınlar değil, iskele memuru Sabri’ler, Marangoz Ahmed’ler, kötürüm Ali
Osman’lar…vardır. Buna mukabil, "eski hizmetten fazla muvaffakiyet"
görünmektedir. Ki bu husus, "aydınlar" üzerine değil, "ihlas" üzere müesses bir
mesleğin tasdiki hüviyetini de taşımaktadır.

Şahsen Risale-i Nur’un "ihlas"ı öne çıkaran; beraberinde "terk-i
enaniyet"i şart koşan; şöhreti "verilse de ondan hoşlanılmaz" bir ceza olarak
gören; ardı sıra eütizmi, seçkinciliği elit, kadrolar yetiştirmeye dayalı bir
hizmet tarzını reddeden meslek çizgisinin söz konusu gerilimin ana sebebi
olduğunu sanıyorum. Nitekim, Lâhika’ları takip ederken, "en ziyade Nur’lara
sahip çıkması gereken ehl-i ilmin" bigane, hatta muarız ve düşman bir vaziyet
takınmasına dair çok sayıda mektup görülebilir. Öte yandan, Müslüman aydınların
öne sürdükleri model anlamaya çalışıldığında, Mustafa Sabri’den lsmet Özel’e
uzanan çizgide, zahirde birbirine ters düşüyor görünseler bile,
"entellektüelizm"i önemseyen tüm Müslüman aydınlarda, bir "seçkinci" tavır
rahatça okunabilir.

Buna mukabil, Risale-i Nur’da ne popülizm, ne de elitizm tavrı
okumak mümkündür. Hizmetin Kevser-misal havuzunda-ister âvâm olsun, ister
ûlemâbuz parçası hükmündeki enaniyeti atıp eritmeyi isteyen bir "ihlas" vurgusu
öne çıkmaktadır.

Bu ana çizginin beraberinde, yine Risale-i Nur’da, "iman"ı asıl
tutan hizmet tarzına karşı, belki onuncu sırada olması gereken devlet ve siyaset
meselelerini asıl tutan bir yaklaşımın, "inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye"
fikriyle Risale-i Nur’la muaraza edebileceğine; keza Vehhabilik damarıyla bazı
âlim ve aydınların Risale-i Nur’a karşı olabileceğine dair notlar da
okunmaktadır.

Öte tarafdan, Risale-i Nur’un "ihlas"la birlikte vurgulanan
"nâsdan istiğna" mesleği de, söz konusu "gerilim"in ana unsurlarından biri olsa
gerektir. Çünkü, bu düstura binaen, "Risale-i Nur aramaz ve yalvarmaz." Müşteri
de aramaz. Bir kişi, ister avâm olsun, ister aydın, ihtiyaç duyduktan ve
"talebe" olduktan sonra yardımı kabul eder. Bu "istiğna" tavrının da, "talebe"
olmaya talip olmayan insanlar için cazip bir tarafı yoktur. [nitekim Said
Nursî’nin "elli talebem kadar hizmet ediyorsun" diyerek iltifat ettiği bir aydın
zâtın, bu sözü içine sindiremeyip, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a yönelik bazı
ithamları kaleme alışı önemli bir anekdot olsa gerektir.]

Kısacası Risale-i Nur’da "Ben aydınlara muhtacım. Aydınlara
ihtiyacım var." anlamında bir çizgi okunamıyor. Dolayısıyla, Risale-i Nur
çizgisinin aydınlara arz-ı ihtiyaç etmesi şeklindeki bir tavrın Risale-i Nur
mesleği içinde beklenmemesi gerekiyor. Bir yanda vâkıa buysa, bir buluşmanın
tahakkuku için, ancak "aydınlar" tarafından bir teşebbüs beklemek gerekiyor.

Oysa aydınlar canibinde, eskiden beri, belirli bir "gerilim"in
mevcut olduğunu; Risale-i Nur ve müellifine dair "Büyük dava adamıdır" ın
ötesinde bir söylem geliştiremediklerini söylemiştik. Risale-i Nur’un
"tasnifât-ı ilmiye"yi önemsemeyen, bilakis "malumat odunlarını yakmak" tan dem
vuran ve "sünühât-ı kalbiye"vurgusunu öne çıkaran tavrı da buruda önem taşıyor
olabilir.

Her hâl-ü kârda bir "gerilim" vardır; ve "gerilim" in aşılması
gerekiyorsa, adım atması, mesleğini gözden geçirmesi, talebeliğe talip olması
gereken taraf, Risale-i Nur değil, aydınlardır.

Ne var ki Risale-i Nur’u temsil amacı taşıyan zümrelerin
sergilediği; esasında Risale-i Nur’dan değil, "hakim cereyanlar"a
Risale-i Nur mesleği hilafına kısmen tâbi olmaktan kaynaklanan kimi tavırlar,
atılması gereken bu adımları güçleştirmekte hatta adım atılmasını imkânsız kılmaktadır.

Nitekim bugün, Müslüman aydınlar nezdinde, Risale-i Nur mesleği
için belirli önyargılar mevcuttur. Ve bu önyargılar, Risale-i Nur açısından
değil, onu temsil iddiası taşıyanlar açısından doğru yargılar da
barındırmaktadır.

Söz gelimi, Risale-i Nur kendisini "ne Şarkın ûlümuna, ne garbın
fünununa" yasladığı; bilakis Kur’an’ın zamanlar ve mekanlar üstü cihanşümul
mesajına âyinedârlık cehdi taşıdığı halde; O Risale-i Nur’u T.C. sınırlarına
hapseden, müellifini ise "T.C. vatandaşı" yapan bir yaklaşım Risale-i Nur adına
sergilenmektedir. Risale-i Nur adına yazılmış olup, "devletin Güneydoğu’da dinin
etkileyici gücünden yararlanmasını" tavsiye eden eserler dahi vardır. Risale-i
Nur müellifinin "Risale-i Nur’u, değil hiçbir dünyevi siyasete, siyaset-i
İslâmiyeye bile âlet etmeme" bâbından yazdıkları ortada iken Risale-i Nur’u
temsil adına bunlar yazılıyorsa, Risale-i Nur’u pek okumamış aydınların bu
sözlerin yazarını bağladığını, Risale-i Nur’u temsil etmediğini bilmesi ne
derece mümkündür? Bu noktada, Risale-i Nur’un evrensel davetinin belli bir
coğrafyanın ve belli bir tarih diliminin inhisarından azâde olduğunun Risale-i
Nur adına ifadesi gerekmektedir. Ki doğru olan, Risale-i Nur’da öngörülen tavır
budur.

Aynı şekilde, Risale-i Nur’u temsil iddiasındaki bizlerin, kendi
zihnimize yer etmiş olan, ama biz Risale-i Nur adına konuştuğumuz için Risale-i
Nur’a mâl edilen kimi "paradigma"larını da elemek ve ayıklamak lüzumu
ortadadır. Risale-i Nur, ne "bilimci"dir, ne "akılcı"dır, ne de "modernist"tir.
Ama aydınlar nezdinde uyandırılan intiba tam da budur.

Üstelik "Kur’an’dan… maksud-u bizzat olan ilimlere ulum-u
âliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum." gibi bir ifadenin daha
1918-20’lerde söylenmiş olmasına rağmen… Bediüzzaman’ın daha 1909’da
"medeniyetten istifa" edip, sonrasında "mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan
soyunmak" için kavramlarımızı ve hayatımızı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye üzerine
kurmamızı ısrarla vurgulamasına rağmen…

Tabloyu bu şekilde görünce, eğer aydınlar ve Risale-i Nur
arasında bir buluşma isteniyorsa, asıl görevin ve asıl sorumluluğun bize
düştüğünü sanıyorum. Yeter ki Risale-i Nur’a gölge etmeyelim; başka ihsan
gerekmiyor.

Gerisi aydınlara kalmış. Çünkü, "hikmet"i arama uğruna Çin’e,
Japonya’ya, ABD’ye, hatta eski İnka ve Aztek metinlerine kadar
gidebildiklerine göre, yanı başlarındaki Risale-i Nur’a bir hayli ihtiyaçları
var gibi gözüküyor.