On dokuzuncu asrın sonu ve yirminci asrın başlangıcı insanlık
tarihinde önemli değişimlere sahne olmuştur. Asırlar boyu kainat kitabını çözüp
onu ve kendisini anlamaya çalışan insanoğlu bu dönemde daha hızlı bir gayret
içerisine girmiş ve bu gayretin sevdalıları çoğalmıştır. Bu değişimin sonucunda
ise pekçok farklı fikir akımları, farklı felsefi ekoller ortaya çıkmıştır. Bilim
ve teknolojideki hızlı gelişmeler, bu gelişmelerin kainata bakış açılarımızı
genişletmesi ile izaha muhtaç yeni şeylerin ortaya çıkması ve bunların üzerinde
değişik bakış açılarının yorumları, kısa zamanda pekçok felsefi ekolün ortaya
çıkmasına zemin hazırlamış olmalı.

Bunlardan elbette bizim toplumumuz da nasibini almış, siyasi ve
sosyal pekçok değişim yaşanmıştır. Bilim ve teknolojinin ortaya koyduğu gelişmeler taklide dayalı bir Kur’an
anlayışında büyük gedikler açmış, bu da özellikle aydınlarımızda manevi bir
buhran ve arayışların nedeni olmuştur. Batıdan bilim
ve teknoloji ithal etmek düşüncesi ile gönderilen Müslüman aydın; bu
gelişmelerin kendi iç aleminde yerini, varlıklara yüklediği anlamın, hayata
bakışının bu yeniliklerle nasıl bir değişime uğrayacağının zihni hazırlığını
yapmamış olmalı ki, bilim ve teknolojiden çok onların ortaya koyduğu felsefi
ekoller ithal edilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği Abdullah Cevdet ve onunla
toplumumuza taşınan "biyolojik materyalizm"dir.

Bu türden değişimlerin yaşandığı bir ortamda dünyaya gelen
Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerine oturtulduğu dünya görüşü de dönemin
felsefi akımlarından etkilenmiştir. Bunlardan en belirgini ise "pozitivizm"dir.
"Olguculuk Türkiye’de Auguste Comte’un görüşlerinin etkisinde yayıldı.
Edebiyatta ise bu alanda pozitivist yöntemleri uygulamaya çalışan Hypolitte Tume
etkili oldu. Daha çok bir edebiyat akımının temsilcisi olarak değerlendirilen
Servet-i Fünun dergisi de, başlangıçta Batıdan gelen ve o döneme göre bilimsel
sayılan görüşlerin öncülüğünü yapıyordu. Dergide toplumsal konulara ilişkin
yazılarıyla Ahmet Şuayb, iktisad yazılarıyla M. Cavit, felsefe yazılarıyla Rıza
Tevfik dikkat çekiyordu. Genç yazarların da katkısıyla bu dergide geliştirilen
olguculuk zamanla "evrimcilik" görüşüne yaklaştı. Bu akımın bir başka temsilcisi
de Jön Türklerin Paris’te önderliğini yapan Ahmet Rıza Beydi. Daha sonra
Türkiye’de Cumhuriyetin temel toplum felsefesi haline gelen olguculuk
Durkheim’ın görüşleri ile bir süre daha Türk düşünce yaşamında etkili oldu."1

Bediüzzaman Said Nursi de bu dönemde yaşamış ve ortaya koyduğu
Risale-i Nur Külliyatı ile Türk toplum hayatında büyük değişimlere yol açmıştır.
Gerek hayatı, gerekse eserleriyle Türk insanın fikir ve maneviyatında çok önemli
tesirleri olmuştur. Acaba bu eserler ve müellifi de dönemin fikir akımlarından
ve "Cumhuriyetin temel toplum felsefesi haline gelen" pozitivizmden etkilenmiş
midir?

Bu sorunun cevabını bulmak için Risale-i Nur Külliyatının
mahiyetini anlamak gereklidir. Eğer bu eserler müellifin hayatı boyunca elde
ettiği ilim ve tecrübelerin ortaya konduğu bir ürün olarak kabul edilse, o zaman
yaşadığı şartların tesirinden uzak olması düşünülemezdi. Ancak "Risale-i Nur,
nurdan bir ibrişimdir ki, kainat ve kainattaki mevcudatın tesbihatları onda
dizilmiştir. Risale-i Nur ahize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’aniyedir
ki, onun tel ve lambaları, ayine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları,
kelimeleri, harfleri öyle intizamkarane, icazdarane bastedilmiştir ki, yarın her
ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları
miktarında alem-i gayb ve alemi şehadetten ve ruhaniyat aleminden ve kainattan
haberdar olabilir."2

Direkt Kur’an kaynaklı ve onun himayesinde olan böyle bir eser
manzumesinin ise insani kainat yorumlarından etkilenmesi düşünülemez. Bir
tarafta vahye dayanan ve varlıkları hiçbir kayıt altına girmeden, bütün yönleri
ile inceleyen Kur’an, diğer tarafta kainatı algıladığı bütün duyuları ile
sınırlı ve bu sınırlar içinde kainatı anlamaya çalışan insanoğlu. On İkinci
Sözde bu kıyaslama temsili bir hikaye içinde yapılır. "Bir zaman hem dindar, hem
gayet sanatkar bir Hakim-i Namdar istedi ki, Kur’an-ı Hakim’in manisindeki
kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın; o muciznüma
kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’an’ı pek açık bir
tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının
tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını, elmas ve zümrüt ile ve bir
kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini
altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki,
okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi.
Bahusus ehl-i hakikatin nazarına o suri güzellik, manasındaki gayet parlak
güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan pek kıymettar bir antika
olmuştur.

"Sonra o Hakim, şu musanna ve murassa Kur’an’ı bir ecnebi
feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükafat için emretti
ki, "Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız. Evvela o feylesof, sonra
o alim ona dair bir kitap te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı yalnız
harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin
hasiyetlerinden, tarifatından bahseder; manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi
adam Arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’an’ı bilmiyor ki bir
kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla
bakıyor. Lakin, çendan, Arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir
tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. işte o adam, bu
sanatlara göre eserini yazdı.

Ama Müslüman alim ise ona baktığı vakit anladı ki, o Kitab-i
Mübin’dir, Kur’an-ı Hakim’dir. İşte bu hakperest zat ne tezyinat-ı zahiriyesine
ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle
meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha
ali, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nafi, daha cami. Çünkü nukuşun
perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek
gayet güzel bir tefsir-i gerif yazdı. Sonra ikisi eserlerini götürüp o Hakim-i
Zişan’a takdim ettiler. O Hakim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü
ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini
yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik,
belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur’an’ı manasız nukuş
zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o Hakim-i
Hakim dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki müdakkik hakperest, müdakkik eserine baktı, gördü
ki: Gayet güzel ve nafi bir tefsir ve gayet hakimane, mürgidane bir te’liftir.

"Ama o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kainattır. O hakim ise
Hakim-i Ezeli’dir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebisi ilmi felsefe ve
hükemasıdır. Diğeri Kur’an ve şakirdleridir. Evet, Kur’an-ı Hakim şu Kur’an-ı
Azim-i kainatın en ali bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır."3

Müslüman alimin, ecnebi feylesofundan alacağı ders olmadığına
göre aradaki etkileşim, ancak Kur’an’ın geniş bakışına dayanarak eşyayı anlama
gayreti içindeki Müslüman alimin akıl ve duyularının sınırları dahilinde, dar
bir pencereden hakikati görmeye çalışan ecnebi feylesofu aydınlatması şeklinde
olacaktır. Herbiri hakikatin bir ucunu tutmuş ve kainatın muhteşem nizamını o
açıdan görmeye çalışan, herşeyin o noktadan izahını arayan felsefi akımların,
aslında yakaladığı gerçekler tamamen yanlış değildir. Ancak ameliyat ekibini,
olayın o safhaya kadar gelişimini bilmeden ameliyat odasında iş başında gören
birinin caniler olarak değerlendirmesindeki ölçüsüzlük gibi dar bir zaman
diliminde, dar bir bakış açısı ile ortaya konmuştur. Bu da ölçüsüz olmaya
mahkumdur. Bu ise olayın aslına ve özüne inmede en büyük engeldir.

"Hikmet-i Kur’aniyenin karşısında meydan-ı muarazaya çıkan
felsefe-i beşeriye"4 bu nedenlerle "hikmet-i Kur’an’a karşı"4 mağlubiyete,
sükuta mahkumdur.

"Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar; mevcudatın
mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Adeta kainat kitabının
yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur’an ve
dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkilapçı olarak bakar;
mevcudatın mahiyetlerinden, suri ve maddi hasiyetlerinden icmalen bahseder.
Fakat Sani tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkaranelerinden ve Sanün
isimlerine ise ne vecihle ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i
İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder."4

"Evet, hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez.
Kur’an gibi bir nazarı külli lazımdır ki, ihata etsin. Kur’an’dan başka, çendan,
Kur’an’dan da dem alıyorlar, fakat hakikat-ı külliyenin cüz’i zihniyle yalnız
bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya
tefrit ile hakikatin muvazenesini ihlal edip tenasübünü izale eder. Şu hakikat
Yirmi Dördüncü Sözün ikinci Dalında acip bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi
de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz:

"Mesela, bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir
definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar o definenin cevahirini
aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir
kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine uzun
direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği
vakit, hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, fusus ve
nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer, başkası murabba bir
kehribar bulur ve hakeza, herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve
mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve tefferuatı zanneder. O
vakit bakarken muvazenesi bozulur, tenasüb de gider. Çok hakikatin rengi
değişir."5

İşte, yukarıda sıralamaya çalıştığımız sebeplerle felsefi
akımların, kainat kitabını sınırlı akıl ile anlamaya çalışmaları alem-i gayb ve
şehadet arasında köprü vazifesi gören Kur’an ve onun talebelerini yönlendiremez.
"Bahr-i hakaik olan Kur’an; ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir
gavvasıdır. Lakin, onların gözleri açık; defineyi ihata eder, definede ne var ne
yok görür. O defineyi öyle bir tenasüh ve insicamla tarif, beyan eder ki, hakiki
hüsn-ü cemali gösterir."5

Kur’an’ın tasarrufu altında ve onun asra bakan tefsiri olan
Risale-i Nur’un da ortaya çıktığı asrın fikir adamlarından etkilenmek yerine
vazifesi icabı onlara ışık tutucu olması daha makuldur. Onun asıl vazifesi,
herbiri hak kainat kitabındaki hakikatlerin bir ucuna yaklaşrnış olan akımlara
Kur’an’ın geniş bakışından istifade ile ışık tutmak ve bunlar arasındaki uyumu
sağlamak olmalıdır. Nitekim, pozitivizm de aynı asrın en etkin fikir
akımlarından biri olmuş ve kainat anlayışını duyu organlarının algılama
sınırları içine ve laboratuvarda incelenen olaylarla sınırlamıştır. "Pozitivist
felsefe, empirik ilimleri model olarak alır ve temele doğrulama kavramını koyar.
Açıkçası araştırmayı yalnız olgulara dayandırır, teolojik ve metafizik
açıklamaları teorik olarak imkansız görür; deneyle denetlenemiyen soruları
anlamsız sayar."6

Bu felsefenin Türk insanının manevi hayatında ayrı bir önemi
vardır. Yeni kurulan Türk Devleti’nin ve kuruluş aşamasındaki icraatların
temelini oluşturan sacayaklarındandır pozitivizm. O dönemdeki iki önemli şahsın,
tahribat ve tamirat cephelerindeki komutanların arasındaki en önemli.
meselelerdendir." Mısırlı bir yazar ise maddeci feylesofların Yahudi asıllı
oluşlarına dikkat çekerek bunları deccalın yardımcıları olarak göstermişti.
Voltaire, Diderot, Comte, Marks, Durkheim, Freud, J.J.Rousseau gibileri
deccaliyetin zeminini hazırlamışlardı. Başlangıçta da belirttiğimiz gibi
Türkiye’de pozitivizmin yerleşmesinde Auguste Comte ve Durkheim’ın büyük
etkileri olmuştur.

İşte aynı dönemin tamirat cephesindeki komutan bu akımn ortaya
koyduğu görülüp hissedilenlerden ibaret kainat anlayışını yerle bir edecek
"Tabiat Risalesi" gibi güçlü bir bomba hazırlıyor ve başlangıcında şunları
yazıyordu: "Şu notada tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne
kadar akıldan uzak, ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, laakal doksan
muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş."8 Böyle bir risalenin
hazırlanması, özellikle o dönemde çok önemli idi. Belli bir felsefi akıma
verilen cevaptan öte pekçok aydınımızın imanını derinden yaralayan mızraklar
karşısında bir kalkan rolü üstleniyordu. "Bu risalenin sebeb-i te’lifi, gayet
mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile ‘hakaik-i imaniyeyi’ tezyif edip
bozulmuş aklın yetişemediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak
Kur’an’a hücum edilmesidir."8

İki önemli şahıs arasındaki mücadelede bu felsefenin ne derece
önemli yer tuttuğu yine aynı eserdeki şu hatırlatma ile de ortaya çıkıyor: "Şu sırn izahtan evvel bir ihtar: Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim.
İslam
ordusunun Yunan’a galebesinden neşet eden ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde
gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için
dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. Bu ejderha imanın erkanına
ilişecek!.."9

İşte bu yüzden Risale-i Nur Külliyatı "müsbet bilimlerle
mücehhez vesveseli şüpheleri ikna ediyor."10 Bin dokuz yüz ellide, Ankara
Üniversitesinde bu eserlerle ilgili olarak verilen konferansta "Yirminci asırda
külli ve umumi bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anı bir eserin
müellifinin"11 sahip olması gereken özellikler sıralanırken, "Bu hasiyetlerin de
tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’de mevcut olduğunu
gördük" deniyor ve beşinci sırada şu özellik sayılıyor: "Beşincisi, müfessirin
Kur’an ve iman hakikatlerini cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek
tedris etmesi, yani pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş
olması."12

Bu anlamdaki bir gayretin, bir ucu yakalanmış hakikatin felsefi
akımın dar perspektifinden kurtarılarak Kur’an’ın geniş bakışı ile ele alınması
şeklinde değerledirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Dipnotlar

1. Ana Britanika Ansiklopedisi, s. 73.

2. Emirdağ Lahikası, s. 97, Sinan Matbaası, 1959.

3. Sözler, 12. Söz, s. 121, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

4. Sözler, 25. Söz, s. 401, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

5. Sözler, 25. Söz, s. 405, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

6. İttihad-ı İslam, Kasım 93, Deccaliyet-Mehdiyyet.

7. A.g.d.

8. Lem’alar, 23. Lem’a, s. 166, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

9. Lem’alar, s. 167, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

10. Tarihçe-i Hayat, s. 600, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

11. Sözler, Konferans, s. 705, Yeni Asya Neşriyat, 1993.