Risâle-i Nur eserleriyle bir çağa damgasına vuran Bediüzzaman,
içinde yaşadığı hızlı değişim ortamında çağdaşlarının ve özelikle karşıtlarının
hiç beklemediği şekilde sosyal değişimin akış yönünü tersine çevirmiştir.
Şüphesiz her insan içinde yaşadığı dönemin etkisini taşır. Bir toplumu
değiştirmek, önce o toplumun inançlarını,geleneklerini, tefekkür sistemini,
mantalitesini çok iyi kavramayı, sonra da o toplumun bir parçası olmayı
gerektir.

Kişilerle içinde yaşanılan dönem arasındaki ilişki tahlil
edildiğinde arada iletişimin ya var olduğu, ya yok olduğu ya da bozuk olduğu
görülecektir. Çevresiyle iletişimini koparanlar bir taş parçası gibi dağlarda
unutulmaya, mahkumdurlar. Giderek ellerini dünya gündemine uzatan "Risale-i
Nur"un elde ettiği bu sonucun hangi faktörlerden kaynaklandığını "iletişim"
penceresinden bakıldığında kolaylıkla anlaşılacaktır.

Bediüzzaman içinde yaşadığı dönemden etkilenmiş midir?

Kişinin döneminden etkilenmemesi her halde ortamından
kopmasıyla, kabuğuna çekilmesiyle ve sadece iç referanslı bir özel dünya
oluşturmasıyla mümkün olabilir. Tarihe mal olmuş hiçbir şahsiyet için bu
söylenmemelidir.

Ancak bir dönemden etkilenmek mutlaka dönemin rengine ve
karakterine bürünmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Böyle de olabilir şüphesiz ve
böyle olunca akıp giden sel yığınları arasında akıntılara direnen yüksek
sütunlar belirmez. Bediüzzaman döneminin etkisinde sürüklenmemiş, tam tersine
dönemin frekansını yakalayarak çağdaşlarını çağın ötesine taşımıştır.

Herhalde çevreyle değişim amaçlı etkileşimin/iletişimin olduğu
yerde üç temel süreç işleyecektir. Kişi çevresindeki zihinsel yapıyı gücü
yettiğince tanıyacak çözümleyecek: zihinleri hangi ilmi, felsefi, sosyal,
kültürel akımların sürüklediğini görecektir. Bundan sonra yapılacak şey çevrenin
zaten bildiği kullandığı dili, söylemi, felsefi kodu kullanarak çerçevesini,
anlamını değiştirmek veya doğrultmak, bu suretle kalıpların insanları
sürüklediği mecranın yönünü değiştirmektir. Bu değişim gerçekleştirilirken her
engelleyici düşünceye karşı, paket çözümler, karşı tezler üretmek gerekecektir.
Bu üç basamaklı süreci başarıya götürecek sır, ilk iki aşamanın profesyonelce
kullanılması yani durumun olduğu gibi ortaya konması ve üçüncü aşamada da
profesyonelliğin yanında bütün ikna unsurlarının kullanılmasında gizlidir. İkna
unsurunun hem akli hem de kalbi süreçleri içerdiği ve bu iki temel yapının
etkilenme derecesinin, etkinlik derecesini ortaya koyduğunu biliyoruz.

Bediüzzaman’ın eserleri, kabiliyetlerin bağını çözen şaşırtıcı
sırlarla doludur. Sürüklüyor, yöneltiyor. Bir uzaylının dilinden konuşmuyor
Risale-i Nur. Bir köylü kadar bir üniversite profesörünün de anlayabileceği bir
dilden, hem de ikilem gibi gözükse de her iki kişiyi de mesajıyla aciz bırakan,
saygı duyduran bir dilden konuşuyor.

Bediüzzaman da her düşünür gibi döneminde hakim olarak dolaşan
felsefi akımların fikir birikiminden etkilenmiştir şüphesiz. Ancak bu
etkileşimin felsefi akımların temel varsayımlarını-ya da rastgele olmak üzere bir
kısmını- kabullenmek şeklinde gerçekleştiği söylenemez.

Esasen bir akımın etkisi altında kalan kişi beyninde oluşturduğu
mantık süzgecinde bu akımın unsurlarını belirleyici faktör olarak taşır. Pekala
bu gerçek Yunan kökenli felsefi akımların etkisinde kalan Farabi, İbni Sina
dönemi İslam düşünürleri için söylenebilir.

Ancak Bediüzzaman’ın konumunun farklılığı dikkat çekmektedir.
Risaleler tahlil edildiğinde, bu eserlerin müellifinin modern bilimin
önderliğinde ileri sürülen "Pozitivizm"den, hem de kökünü çok daha gerilerden
alan ve maddenin ezeliyeti tezine dayanan "Atomizm’ akımının izlerini taşıyan
"materyalizmden" açık bir şekilde haberdar olduğu görülmektedir. Bu haberdar
oluş bahsi geçen fikir akımlarının çürük temellerinin iyice çökertilmesine imkan
tanımıştır.

Örneğin Tabiat Risalesi varoluşu açıklama iddiasındaki Allah
inancı dışına taşan bütün varsayımların hükümsüzlüğünü ortaya koymuştur.
Materyalizmin dayattığı kozmoloji felsefesinde cismani oluşun arkasında kudreti
sonsuz bir yaratıcının inkarı vardır. Algıladığımız mekanik düzen, sebeb sonuç
ilişkisiyle belirlenen bir mekanizmanın ürünüdür. Varoluşun basamakları olarak
hak dinlerin ortaya koyduğu ruhsal fizik ötesi varoluşlar reddedilir.

Materyalist yaklaşımı destekleyen bir diğer hareket olarak
pozitivizmi karşımızda görüyoruz. Bu felsefi akım gerçeklerin ancak dış duyu
organlarımız vasıtasıyla algılanabilmesi, deneyimlenrrıesi ve müşahede
edilmesiyle kavranabileceğini savunur. Cismani olarak görülüp dokunulmayan
(unvisible) oluşlara ait vücud tanımlanamaz. Rasyonalizm de ise yaklaşım biraz
daha soyutlaşır ve herşeyin ancak ve sadece akıl yoluyla kavranabileceği iddia
olunur.

Bediüzzaman, bu ve benzeri felsefi yaklaşımların revaç bulduğu
dönemin tam ortasında yaşamıştır. Döneminin bir çok düşünürünün etkilendiği bu
akımlar karşısında Bediüzzaman’ın bu akımların "temeline inmeksizin kökten red"
yolunu tercih etmemiş olması şaşırtıcıdır. Belki de bu sayede mütecessis
zihinlere Risale-i Nurla çerçevesini çizdiği kendi zihinsel dünyasına kolaylıkla
girebilme imkanı tanımıştır.

"Medenilere galebe çalmak ikna iledir." der Bediüzzaman. Bu
ifade aklın önemine yapılan-Kur’an’ın’kine paralel-vurguya dikkatimizi çekiyor.
Bütün Risale-i Nur’da aklın ön planda tutularak sürekli işlettirildiğini
görüyoruz. Bir anlamda Bediüzzaman rasyonel bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

Bir başka açıdan Risale-i Nur pozitivizmin yaptığı gibi modern
bilim-fenleri de kullanmıştır. İslam’ın temel inanç prensiplerini açıklarken
maddi duyu organlarının kullanımını zorlayan hikayelemelere sık sık başvurması
ve insanların kendi algı birikimlerinde depo edilmiş reel tecrübeleri referans
olarak göstermesi bu anlamda pozitif bir yaklaşım sergilediğini de
düşündürebilir.

Ancak, Bediüzzaman Avrupa Medeniyetiyle İslam Medeniyetini
karşılaştırırken Avrupa Medeniyetini müspet ve menfi yönleriyle açıkca ikiye
ayırdığı gibi: onun içinde yaşadığı felsefi akımlara yaklaşımında da bu "ikiye
ayırış" dikkat çekmektedir. Bir yandan aklı ısrarla kullanmakta, ancak mutlak
gerçeğin sadece "akılla kavranmaya" münhasır olmadığını vurgulamaktır. Mutlak
gerçek akılla kesinlikle kavranamaz da dememektedir. Ona göre mutlak gerçek
her akılla kavranılamayabilir ancak gerçek akla göre hiçbir zaman "gayri mantıki" olamaz.

Gerçekten yüzyıl öncesine göre insanların Ay’da yürüyüşü
düşünülemeyebilirdi. İkibin yıl öncesinin aklına göre dünya yuvarlak
olmayabilirdi. Aklın herşeyi kavramamasının sebebi, bazı olguların akli
olmaması değildir. Akıl sadece yorumladığı sorunları biriktirdiği verilere göre
anlayabilir. Her halde cisim ötesi oluşa dair veriler elde edemeyen akıldan ruh
ve meleklerin mahiyeti sorulamazdı.

"Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise
maneviyatta kördür." der Bediüzzaman.

Risale-i Nur’un müellifi, Allah inancını sarsmayı amaçlayan
bütün felsefi akımların dayandığı modern bilime olan yaklaşımı, kökünden
değiştirmiştir. Belki de modern bilimin paradigmalarıyla çizilen zihinsel
düşünce platformuna onun getirdiği yeni yaklaşım uluslararası boyutlara ulaşan
düşünsel değişimin en büyük sebebidir. Çünkü modern bilimin sebeb-sonuç
ilişkileri açısından cismani dünyayı açıklayışı, sadece cisimler arası ilişkinin
biçimini ortaya koymaktadır. Pozitivizm. akımı büyük ölçüde yerçekiminin
varlığı, dünyanın güneşin etrafında dönüşü, gibi olgusal realitelerin, herşeyin
sebebinin çözüldüğünü zannettirmesinden cesaret almıştır. Bu ve benzeri
akımların asıl ve en büyük düşünce hatası bu mekanizmanın kendi kendine
kurgulanarak yürüdüğü kanaatidir. Oysa Tabiat Risalesi bunun hiçte öyle
olmadığını ortaya koydu. Madde akılsız, şuursuz, rasgele hareket eden ve yok
olup giden bir olguydu. Modern bilimin maddenin işleyişindeki harika düzeni
ortaya koyması, maddeciliği desteklemek şöyle dursun, "Kudreti nihayetsiz bir
Allah inancını" yeniden temellendirdi. Modern bilim sadece "Nasıl oluyor?"
sorusunu cevaplandırabiliyor, "Oysa kim yapıyor? Niçin yapıyor? "soruları
geldiğinde "madde" cevabı verilememektedir. Risale-i Nur bu imkanı yok
etmiştir.

İslam dünyası yüce Kur’an’ın mesajını asrın mantığının
kavrayabileceği şekilde yorumlayan Risale-i Nur’a çok şey borçludur ve her gelen
gün bunu daha iyi anlayacaktır.

Bediüzzaman’ın içinde yaşadığı dönemden etkilenmesi bana göre
daha çok döneminde gözlemlediği ve gelecek asırlarda olacağını gördüğü değişim
eğilimlerine göre tavır sergilemesi şeklinde yansımıştır.

İnsanlık son asırda ilim ve fenne dökülecek, ilim ve bilim bütün
sosyal ve entellektüel (zihni) ilişkilerde temel faktörü oluşturacaktı.

Dolayısıyla Risale-i Nur’da hem kimya, fizik, tıp, astronomi
gibi birçok bilimin verileri sık sık kullanıldı. Hem de bunların anlamları, yeni
bir yaklaşımla yorumlanarak batıl cepheden" Allah" inancına yöneltilebilecek
tehlikeli saldırıların önü kesildi.

Toplumsal değişim, aklın hakimiyetini ön plana çıkaracaktı..
Geçmişte olduğu gibi "fiziksel güç" servet ve bilgi gibi diğer güç unsurları
arasında önemini büyük ölçüde yitirecek ve ilişkiler bilgi/bilim, dolayısıyla
ikna temelli faktörlerin etkisinde gelişecekti. Bediüzzaman her tezine ısrarla
bilgi yükledi. Israrla örnekler ve deliller getirdi. Bu sayede Risale-i Nur,
Türkiye’de "ikna" unsurunu ön planda tutan zihinsel yönden aktif ve etkin bir
sınıf yetiştirdi. Bu sınıfın etkinliği hem milli hem de uluslararası alanda
çarpıcı şekilde dikkat çekmektedir.

Dünya toplumları savaştan, zulümden bıkacak, ruhlar amansız bir
şekilde barış ve huzur ortamı arayacaktı. Bu arayış kendisini "demokrasi,
humanizma, insan hakları" gibi kavramların altında ortaya koyacaktı. Bediüzzaman
bu kavramları kullandı ve dünya toplumlarının bu değişimin eşiğinde olduklarını
sebebleriyle birlikte tanımladı. Hürriyeti, demokrasiyi (meşrutiyet-i meşrua
anlamında) vurguladı ve iç asayişi barışı ısrarla emretti. Muhatab olduğu
şiddete karşı bile fiilen şiddeti gerçek anlamda mağlub eden "Bilgi/bilim"
unsurunu, "İkna" faktörünü kullandı. Bu yaklaşımın yetiştireceği insanların
milletler arası boyutta bile önemi çok büyüktür.

Beşeri çatışmalarda cephe biçimlerindeki farklılaşmaları da
gördü Bediüzzaman. İman merkezli çatışmalar geçmişte, şahısların adına ve
şahısların münferit yönetiminde cereyan ediyordu. Gelecek, bu Çatışmaları
şahısların kişiliklerinden koparacak, devletlerden bile soyutlayacak, Felsefi
akımlara, fikri bütünlüklerin "şahs-ı manevilerinde" yoğunlaştıracaktı. Ona göre
"Devletler milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine inkılap edecek[ti]". Yani insan ister Türkiye’de,ister Amerika’da yaşasın, çatışan
taraflar bütün devletler ya da milletler arasından destek ve cephe ortağı
bulabilecekti. Bunun için şahıslar kuralların belirleyici anlamında geri plana
çekilmeli, bunun yerine fikirlerin etrafında birleşen insanların oluşturduğu
şahs-ı manevilerin temeli atılmalıydı. Bediüzzaınan ilk fedakarlığı gösterdi:
Bir şeyh olarak ortaya Fıkmadı. Eserlerini merkezi bir şahıs olarak ortaya
sürdü ve kabrinin gizli kalması için Rabbine dua etti. Onu dünya gündemine
oturtacak olan muvaffakiyetinin anlaşılamayan temel sebeblerinden birisi de bu
harika öngörüsüdür.

II

Her geçen gün biraz daha fazla anlaşılan Risale-i Nur’un bu güne
kadar yeterince anlaşıldığını söyleyemeyeceğiz. Herkesin okuyup anlayabildiği
bir dilde yazılan bu eserlerin hala yeterince anlaşılmadığı tezi haklı olarak
abartılı görülebilir. Ancak bunu abartılı görenler, Risale-i Nur’a yönelme
imkanı bulurlarsa bu iddianın haklı olduğuna hükmedeceklerdir. Türkiye’ye mal
olmuş birçok değerli ilim adamının hükmettiği gibi…

Şüphesiz Risale-i Nur’un anlaşılmadığını söylemiyoruz. Çok şey
anlaşılmıştır. Ama özellikle modern bilimlerde yaşanan gelişmeler, insanların
yeni sosyal sorunlarla karşılaşışı derhal Bediüzzaman’ın bazı ifadelerde ne
demek istediğini ortaya koymaktadır.

Risale-i Nur’un yeterince anlaşılmamış olmasının Risale-i Nur’un
kendisi ve yakın çevresini ilgilendiren iç sebebleri ve dışarda kalan faktörleri
ilgilendiren dış sebebleri vardır. İç sebebler hakkında şunlar söylenebilir.

Risale-i Nur irşat faaliyetlerine daha çok avami, esnaf-köylü
karışımı bir toplulukla başlamıştır. Türkiye o dönemde ciddi medrese eğitimi
görmüş, eğitimli bir nesilden şiddetle mahrum bırakılmış, Ulema sınıfı dönemin
siyasi iktidarı tarafından acımasız bir zulme ve sistemli bir kıyıma maruz
bırakılmıştı. Ezan ve neredeyse namazın yasaklandığı, cenaze yıkayabilecek
kimselerin kalmadığı bir dönemde ekildi bu tohumlar. Kaldı ki o dönemde ayakta
kalan ulema sınıfının bir kaç temsilcisi arasında bile ittifak gözlenmiyordu.
Bu görüntü Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran bir gelişmenin, ulema sınıfı
içerisindeki özellikle dini ilimler-pozitif bilimler arasındaki ayırımdan.
kaynaklanan dejenerasyonun kalıntılarından kaynaklanıyordu.

Dolayısıyla Risale-i Nur etrafında toplanan mutlak ekseriyeti
ancak okuma yazma bilebilen orta sınıfın ihlaslı insanları, tehlikeye düşen
imanları için yeterli olabilecek kadar Risale-i Nur’u anladılar. Bunun ötesi hem
Türkiye şartlarında acil ihtiyaç değildi, hem de bu çevrenin taşıdığı potansiyel
açısından mümkün değildi. Ancak bu çevre geçen on yıllık bir süre zarfında dini
ilimlerle pozitif bilimleri birlikte omuzlayan eğitimli bir nesil ortaya
çıkardı. Bu neslin oluşturmaya başladığı dalgayı hep beraber gözlemliyoruz.

Risale-i Nur’un anlaşılmasını az da olsa perdeleyen bir başka
unsur kendilerini Risale-i Nur’u tahkike sevk eden yakın çevrenin yer yer bazı
cemaâti endişelerden kaynaklanabileceği düşünülen bir kısım yaklaşımlardır. Bu
yaklaşımlar çoğu zaman Risale-i Nurların Risale-i Nurlarla izah edilmeleri
tezine dayanır.

Bu tez esas itibariyle doğrudur. Ancak bu eserleri en çok tahkik
edenlerden olan merhum Zübeyir Gündüzalp’e ait olan bu ifadenin anlatmak istediği
ile bu tezi kullananların anlattıkları arasında ciddi farklar doğabilmiştir. Bu
konu iç faktör olarak çok fazla önem taşır.

Risale-i Nur’un yine kendisi ile açıklanması,temel referans
kaynağı ve mantık çerçevesi olarak başka yaklaşımların ciddi darboğazları
olduğunun vurgulanması anlamındadır. Ya da söylenenlerin başka malumatlar
getirilerek perdelenmesi endişesinden kaynaklanmıştır. Yoksa bu hükmün, Risale-i
Nur’lardan başka eserler okunmayacağı, bilimsel bulgular ve diğer yaklaşımlar
arasındaki yerinin tesbiti için çalışmalar yapılamayacağı anlamında
düşünülmesi, hem ufkun iyice daralmasına, hem bu eserlerde çerçevelenen düşünce
sisteminin genel ortam içerisindeki pozisyonunun tesbitinin imkansızlaşmasına,
hem farklı düşüncelerin etkisinde zihinleri şekillenen düşünürlere bu eserlerin
yaklaşımının ulaşabilmesinin engellenmesine ve hem de bilim dünyasının aşacağı
keşfiyatlarda Risale-i Nur’lardan yararlanılmasının geciktirilmesine yol
açacaktır.

Merhum Gündüzalp’in bahsi geçen hükmü iyi tahlil edildiğinde
hükmün belli şartlara bağlantılı olduğu anlaşılacaktır.

Bir kere bahsi geçen konu, imani meselere münhasırdır. Başka
eserlere duyulan ihtiyacın, Risale-i Nurları anlayamamak endişesinden
kaynaklanmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca bu hüküm başka fikirlerden
alınacak derslere ihtiyaç olmadığı anlamındadır. Yine lüzumsuz malumatlarla
dikkatin dağıtılması ve bu suretle gerçeklerin özünden uzaklaşılması
endişesinden kaynaklanmıştır. Ayrıca Risale-i Nura perde olunmaması
amaçlanmaktadır. Yoksa risalelerin astronomi, psikoloji, sosyoloji gibi bilimler
açısından çok daha iyi anlaşılabilmesi ancak bu bilimlerin biriktirdiği verileri
iyi bilmekle mümkün olabilecektir.

Kaldı ki Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı çok açıktır. Ona
göre"Alim-i mürşit, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun yavrusuna süt, kuş
yavrusuna kay (ağzına aldığı şeyi) verir." Şu halde öğrenilenlerin iyice
özümsenmesi ve öğrenenlerin kişilikleriyle, tecrübeleriyle bilgileriyle,
inançları ile birleşmesi gerekir. Bediüzzaman bu Kur’an dersi dairesinde
bulunanların vazifelerinin yazılan sözlerin (risalelerin) şerhleri, izahları ve
tanzimleri olduğunu söyler. (Bknz. 29.Mektup) Risale-i Nur müellifi dini
ilimlerle pozitif bilimlerin birlikte öğrenilmesini en şiddetli savunan kişidir.
Risalelerin dini yaklaşımıyla bilimlerin yaklaşımının içiçe konulmasına ve
gerçek görüntünün açığa çıkmasına herşeyden önce Risale-i Nur taraftardır. Zaten
bu eserlerde sık sık pozitif bilimlerin verileri kullanılmıştır.

Risale-i Nurların anlaşılmasını güçleştiren diğer iç faktör bu
eserlerin üslup olarak bazı yerlerinde tercih edilen örtüklüktür. Bu örtüklük
eserlerin telif edildiği dönemin insanların bilgi birikimindeki yetmezliklerden
kaynaklanmış olmalıdır.

Yüce kitabımızda Rabbimiz "Güneş döner" buyurur. Dönemin mantığı
bu ifadeden güneşin kendi etrafında ve Samanyolu galaksisi etrafında döndüğünü
açıkca tasrih etmiyor da, böyle bir örtüklüğü tercih ediyor. Herhalde böyle bir
açıklık İslama davet edilen dönemin dar zihinsel ufukları açısından ciddi bir
ret sebebi olacaktır.

Risale-i Nurda benzer özelikle ifadelere rastlıyoruz. Mesela
Hz. İsa (A.S) ve Hz. Mehdi (R.A) hakkındaki geleceğe dair bir kısım ifadeler muğlak
kalmıştır. Modernastronomi Güneş Sisteminde henüz 9 gezegen tesbit etmişken
(bugün 11.’den söz ediliyor.) Bediüzzaman 12 gezegenden bahsediyor. Metafizik
olguları anlatılırken, "Eşyanın mülk ve meleküt cihetlerinin bulunduğunu, ve
Allah’ın kudretinin mülk (cismani) cihetine değil meleküt (ruhani) cihetine
doğrudan taallûk ettiğini (ilişkilendiğini, temas ettiğini) söylüyor. Modern
bilimin tesbitleriyle birlikte düşünülmesi gereken bunlara benzer birçok ifade
ile kast edilen anlam, bilim dünyasında yaşanacak gelişmelerle birlikte daha iyi
ortaya çıkacaktır.

Dolayısıyla Risale-i Nur’un en kısa sürede akademik camiaya,
bilim dünyasına taşınması gerekiyor. Kuantum fiziğinden psikolojiye kadar birçok
bilimin Risale-i Nur’da yakalayabileceği yüzlerce keşif bulunduğunu Bir Risale-i
Nur okuyucusu olarak bütün inancımla iddia ediyorum. Bediüzzaman’ın ruhla ilgili
söylediklerini anlamak için zihin yorarken, ruhun "kanun" olduğunu söyleyişi ile
tabiat kanunları arasında ilişki kurmaya çalışmışızdır. Ancak modern
psikolojinin Freud ve Adler’i çok gerilerde bırakan ustası C.Gustav Jung’un ruh
imgesi hakkında tanımladığı arketipler duygusal kalıplar yaklaşımını görünce
neden Risale-i Nurun bu doğru ama parça parça kaldığı için zihin karıştıran
verileri ortaya koyan insanın eline geçmediğine çok eseflendim.

Risale-i Nurun anlaşılmasını güçleştiren dış sebeblere gelince,
bunlar bilindiği gibi Türkiye’de yaşadığımız inatçı şartlanmanın etkisiyle
gelişen unsurlardır. Risalei Nur’un ortaya çıktığı dönemde sosyal ve siyasal
sistemimizin etkin noktalarında bulunanlar tarafından çoğunlukla kâsıtlı olmak
üzere bu eserler aleyhinde şiddetli bir kampanya yaşatılmıştır. Çünkü, Risale-i
Nur bu çevrelerin hem ekonomik menfaatlerinin hem de felsefi çatılarının
temelini çürütüyordu. Bu hücum büyük ölçüde laiklik perdesi arkasında yapılıyor,
"gerici, yobaz, mürteci" sloganlarıyla süsleniyordu. Türkiye’nin Batı
felsefesinin tesiri altında yetiştirdiği dönemin aydın kesimi, bu propagandadan
hem fazlasıyla etkilendi, hem de korktu. Bediüzzaman gerçekten skolastik
batağına saplanmış bir mürteci zannedildi. Bu çevrelerin bir şekilde Risale-i
Nur’u tahlil imkanı bulduklarında gösterdikleri hayrete doğrusu biz de hayret
ediyoruz.

Yine de bütün bu faktörlere rağmen Risale-i Nur İslami çözümler
açısından en önemli referans kaynağı olmuştur. Entellektüel kesimde Risale-i
Nur’a gözlenen ciddi ve hızlı yönelim geleceğimizin gündeminde birinci maddenin
bu eserler olacağının açık işaretidir. Tarihte her derinlerden gelen, sun’i
olmayan eğilim, hiç bir şekilde engellenemeden mutlaka hedefine ulaşmıştır.
Arada direnç gösterenler ise ortama tutunamamışlardır.

III

Biraz Risale-i Nur’un kendisinde odaklaşarak bu eserlerin dil ve
üslubunun onu anlamadaki rolü üzerinde duralım. Bunu yaparken dil ve üslubun ne
gibi sonuçlar ürettiği üzerinde biraz düşünelim.

Risale-i Nur günümüzün benzer amaçlı eserleriyle
karşılaştırıldığında çok farklı bir konumda kendisini gösteriyor. Bu farklılık
hem yapısal olarak "dil"in kullanılma biçiminde, hem de kelimelerin seçilişi ve
dizilişinin oluşturduğu kodlamanın "düşündürme" biçiminde dikkat çekmektedir.
Yüzeysel de olsa bir tahlilde bulunmak istiyoruz. Risale-i Nur daha çok eski
Türkçenin kelimeleriyle ve tamlamalarıyla konuşuyor. Örneğin "Allah’ın rızası"
şeklinde ifade edebildiğimiz bir anlam için ""Rıza-i İlahi" tabirini tercih
ediyor. Sonsuzluk yerine "beka", çekicilik yerine, "cazibedarlık" …Binlerce
örnek verilebilir.

Risalelerin dilindeki bu özellik okuyucusuna farkettirmeden iki
özellik kazandırıyor. Bunlardan birisi ecdadın dilinin kavranabilmesi
kabiliyetidir. Türkiye toplumunun tarihinden koparılabilmesi için ne kadar
amansız çalışıldığını biliyoruz. Değil yüzyıl öncesinin, yirmi yıl öncesinin
dilini anlamayan bir nesille karşı karşıya geldik. Çeşitli yabancı diller bilen
ve Türkçeye Batıdan gelen bir kısım tabirleri da kullanabilen Bediüzzaman,
pekala etrafındaki topluluğun konuştuğu dili kullanabilirdi. Nitekim bazı
mektuplarında böyle davranıyor. Son derece hafif ve öğretici bir üslupla,
ecdadın dilinin kullanılmasının tarihiyle barışık bir nesil oluşturulması
açısından tesiri çok büyük olmuştur. Ayrıca bu sayede Risale-i Nur okuyucusu, hem
son derece zengin bir dilin sağlayabileceği ifade edebilme yeteneğine kavuşmakta
hem de, Arapça ve Farsçaya büyük ölçüde aşinalık geliştirmektedir.

Dil ve üslubunun bu özelliğinin bir diğer sonucu kişisel ve
toplumsal alt bilinçlerde bıraktığı iz farkıdır. Aynı şekilde "Rabb-ı Rahim" ile
"Acıyan tanrı" kelimeleri alt şuurda farklı izler bırakır. Marksist söylem
çerçevesinde düşünenler neden "emekli" tabirini tercih ederken, normal bir
vatandaş "işçi" veya "çalışan" tabirini tercih ediyor?

İşte Bediüzzaman, eserlerini. okuyanlar kim olursa olsun, alt
şuurlarında kendilerine sormadan İslamın ulvi söylemine ısındıran bir dili
kullanmayı tercih etmiştir. Bu dil yeni neslin kavrayışını başlangıçta
güçleştirse bile, gerçekten aksi halde elde edilebileceğinden kat kat fazla bir
etkinlik ortaya koymuştur.

Risale-i Nurun üslubunda dikkati çeken bir başka özellik aynı
anlama gelen birkaç farklı kelimenin çoğu yerde peş peşe kullanılmasıdır.
"Dünyevî, güzel, cazibedar şeyler…", "fena ve zevalin damgası…", "arzu
ve şevk veriyor…", "istiğfardır, nedamettir…" binlerce örnek verilebilir.

Bu şekilde dizilen kelimelerde dikkati çeken hususlar,
kelimelerin bazan Arabî, Bazen Farisi kökenli olması, çoğu zaman yanlarında
mutlaka konuşma dilindeki karşılığı olan kelimeyi bulundurmaları: kelimelerin
aynı ya da birbirinden kapsam yönünden farklı ancak benzer anlamlar taşımaları;
bir çok yerde de bu kelimelerin hemen ardından anlamların değişik ibarelerle
açılmasıdır.

Risale-i Nur diğer hiçbir tefsirde gözenmeyen bu özelliğiyle
nesiller arasında harika bir köprü oluşturmuştur. Bu üslup bir yandan her farklı
kültür birikimine sahip okuyucunun kavramasına imkan tanıyor, bir yandan kelime
dağarcığını geliştirerek olabildiğince geniş bir kültürel malzeme sunuyor, bir
yandan geçmişle bağı güçlendiriyor. Bir diğer yandan da alternatiflerle,
çağrışımlarla dolu müthiş bir düşünce platformu oluşturuyor. Risale-i Nurun her
okunduğunda yeni şeyler anlatmasının sebeblerinden birisi biraz da budur.
Risalelerdeki bu zenginliği yakalayanın okurken duyacağı heyecanı tahayyül
edebiliyor musunuz?

Risale-i Nur, birçok yerde uzun cümleler tercih etmiştir. Ancak
uzun ve kısa cümlelerin ard ardalığı dikkati çekiyor. Uzun cümlelere en iyi
örnek, 1O.Söz [Haşir Risalesi] ve 7. Şua [Ayet-ül Kübra Risalesinde]dir. Ayrıca
kelimelerin bitiş biçimleri, kullanılan zaman kipleri sürekli değişiyor.

Risale-i Nur, bu özelliği ile monotonluğu yıkmıştır. Esasen
insan zihni benzer kalıplarda gelen mesajlardan bıkar. Başucunda bir saat aynı
tonda çalsa beyniniz bir süre sonra saatin sesini otomatiğe alır ve dikkatinizi
saat sesinden koparır. Beyin, farklılaşmaları kavramaya endeksli bir yaradılışa
sahiptir. Bu özellik edebiyatta da dikkati çeker. Aynı uzunlukta, aynı biçimde
ve aynı zaman kipiyle sonlanan cümlelerden oluşan bir yazıyı okumayı deneyin.
Bir sayfa geçmeden bıktığınızı, hem de dikkatinizi kaybettiğinizi göreceksiniz.

Bediüzzaman-burada dilini sadece şekil açısından tahlil ediyoruz
zihinleri zorluyor. Uzun cümleler kavrayış kapasitesinin inkişafına yönelik
zorlamalar. Ancak bu zorlamalar hem kısa cümlelerle esnetiliyor, hem de dikkati
canlı tutacak yeni unsurlar ekleniyor. Örneğin okuyucusuyla veya bir muhatabı
ile sohbet ediyor. Bir anda muhatap olarak buluyorsunuz kendinizi…
Dikkatinizin dağılmasına fırsat verilmeden bir soru soruluyor. Zaten okunan
metin hayalden çok zihinle konuştuğu için kaçamıyoruz.

Bediüzzaman zihni sürekli çalışmaya, ve her defasında daha çok
çalışmaya zorlayan bir muhakeme biçimi kullanıyor. Muhakeme kabiliyetlerini
beyin bilmeceleri yoluyla geliştirmemiş olanların Risale-i Nur’lardan ilk anda
kavrayabilecekleri mesajlar sınırlı olabilir. Ancak bu eserlerin kavrama ve
muhakeme kabiliyetinde oluşturduğu heyecan çok yüksek.

Iki yıl önce Tabiat Risalesinin İngilizce baskısını Tunus’lu
bilgisayar mühendisi bir dostuma takdim etmiştim. Ertesi gün okudu ve
görüştüğümüzde bana "mesajını kavramakta güçlük çektiğini" söyledi. Aynı
dikkatini kullanarak tekrar okumasını rica ettim. Daha sonra görüştüğümüzde,
kavrayışının nasıl inkişaf ettiğini bana anlatırken duyduğu hayranlığı iyi
hatırlıyorum.

Risale-i Nur’ların kavrama ve muhakeme yeteneğinde yol açtığı
inkişafın sebebi üzerinde çok düşünmüştüm.

İngiliz Edebiyatı tarihine geçen yüzlerce eser sahibi meşhur
yazar Arnold Beneth’in "Günün 24 saatini yaşamak" isimli kitabını okuyunca bu
sorunun cevabını buldum. Beneth, roman türü eserlerin beyne bir katkıda
bulunmadığını savunuyor. Ona göre okurken belli bir gerginlik oluşturan zihin
yorucu eserlerin muhakemenin inkişafında etkisi çok büyük. Tanımladığı
özelliklerin Risale-i Nurda mevcudiyeti şaşırtıcı olmamalıydı.

Tunus’lu dostumun ifade ettiği gibi Risale-i Nur beyne sürekli
muhakeme yaptırıyor. Okunan ya da dinlenen herşeyin düşünce kabiliyetini
geliştirdiği sanılmamalıdır. Tam tersine bazıları paslanmasına yol açabilir.
Alman Beyin Antreman Kurumu başkanı Bern Fishner’in "Bir kaç saat televizyon
seyretmenin beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir haftalık
egzersiz gerektiğini" söylemesi dikkat çekicidir. Beyindeki bu tembellik TV’den
yayılan radyosyondan kaynaklanmıyor şüphesiz. Konu romanvari bir hikayenin, bir
hayalin direnişsiz akışına bırakılan beynin uyarımlardan yoksun kalmasıyla
ilgilidir. Bu ve benzeri birçok tezden hareketle, Risale-i Nurları ciddiyetle,
dikkatle ve ısrarla okuyan kişilerin kavrayış ve muhakemelerinin ya da
zekalarının çok fazla inkişaf edeceği tezi ileri sürülebilir. Bunun fiili
örneklerini de görüyoruz.

Risaleleri çok okuyanların simalarını gözlemleyebildiniz mi?
Simalarındaki gençliğe ve parlaklığa dikkat ediniz. Hıristiyan olan bir Ingiliz
dostum David Packam, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde bana "Ankara’nın
sokağında beklesem, insanlar arasında arkadaşlarınızı simalarına bakarak tek tek
seçebilirim." demişti. Risaleleri çok okuyanların simalarında bu farklılık yani
gençlik ve parlaklık sadece iman ve ruhaniyetin inkişafından doğan bir
hususiyet değildir. Olayın fizyolojik bir boyutu da vardır.

Risaleleri çok okuyanlar beynin devamlı aktif tutulmasının
etkisi altında aralıksız düşünme alışkanlığını geliştiriyor. Genç kalmakla
ilgili olarak ABD’nin bazı üniversitelerinde yapılan araştırmalar, genç kalma
ile zihinsel aktivite arasında yakın bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Zihin
işçileri, çok daha fazla enerji tükettikleri halde beden işçilerinden daha genç
gözüküyorlardı. Çünkü beyin sürekli çalışınca-beyin için bir potansiyel çalışma
sınırı konulmadığını biliyoruz-vücudun fonksiyonlarının kontrolü daha mükemmel
işliyor. Bu bedensel gençlik-ruhsal yönlerini ihmal etmemek şartıyla-genelde
zihinlerini çok kullanan hemen hemen herkeste dikkat çekebilir.

Risale-i Nurun üslubunda dikkat çeken bir diğer özellik, bu
eserlerin anlaşılması bağlamında-bir önceki bölümde değindiğimiz gibi-bir kısım
ifadelerde örtüklüğün, imaların mecazların tercih edilmesidir.

Bu durumun tercih edilmesinin sebebi bazı yerlerde siyasal
olabilir. Bazı yerlerde modern bilimlerin bir kısım hususları yeterince açığa
çıkarmamış olması sebebiyle dar düşünen kimselerin açık itirazlarını yol açmamak
amacı olabilir. Bazı yerlerde de gaybi olan-Kader-i İlahice gizli tutulması
istenen hususların imtihan dünyasında olmamız sebebiyle, bazı hadislerinde yüce
Peygamberimiz’in (ASM) veya bazı ayetler-de yüce Rabbimizin tercih ettiği
gibi-net olarak ifade edilmemesi gereğinden kaynaklanabilir.

Hz.Mehdi (R.A), Hz. İsa (A.S) deccal, süfyan, İslamın dünyaya
hakim oluşu vb. hususlarda örtük noktalar vardır.

Yine de açık olarak ifade ettiği bazı hususların belli bir
zamana kadar yayınlanmamasını tercih etmiştir Bediüzzaman. "İnnaa’tayna
Tefsiri", "Sinek Risalesi" gibi… Sinek Risalesi sonradan yayınlanmıştır. Bu
risalede Bediüzzaman insanların zannettiğinin tam aksine, Rabbimizin sinekleri
yeryüzünün temizliği gibi bir kısım hikmetlerle yarattığını, ancak begerin kasır
fehminin bunu anlamadığını söylüyor. Bu risale ancak sineklerin, gerçekten de en
çalışkan mikrop toplayıcı ve temizleyicisi olduğu, vücutlarının, sindirim
sistemlerinin buna göre yaratıldığı ve sineklerin vücudunda mikrop
tutunamadığına dair bilimsel araştırmaların yayınından sonra neşredilmiştir.

Risale-i Nur’lardaki bu mecazi, örtük ifadeler okuyucunun merak
ve tecessüsünü tahrik ediyor, okuyucuyu konunun muhtelif anlamları üzerinde
odaklanmaya itiyor.

Risale-i Nurun Dili ve üslubu üzerinde buraya kadar kısmen
değindiğimiz özellikler bu eserlerin Türkiye’de yüce Kur’an-ı Kerim’den sonra en
çok satılanlar listesinde yer almasında önemli bir paya sahip olmalıdır. Bu
eserlerin bir roman gibi yazılması da tercih edilebilirdi. Ama bu haliyle küçük
bir çocuktan bir akademisyene kadar herkes çok şeyler anlıyor ve her okuyan her
defasında yeni anlamlar kavrıyor. Hiçbir Risale-i Nur okuyucusu herşeyi bütün
yönleriyle anladım diyemeyecek kadar derin ve yoğun anlamlar bu eserlere
sıkıştırılmıştır.