Karşımızda iç içe çelişkileri barındıran bir soru yumağı
bulunuyor: Risâle-i Nur’u neden anlayamıyor ve anlatamıyoruz? Bu itibarla bu ve
bundan sonra gelecek sayfalar bu çelişkiler yumağının çözülmesi çabası olarak
anlaşılmalıdır.

Özellikle bu soru iki ön-kabulü, Risâle-i Nur’u anlayamadığımızı
ve anlatamadığımızı içeriyor. Ancak bu iki ön-kabulün birlikte ileri sürülmesi
mantıklı görünmüyor. Eğer bir şeyi anlamamışsak, o şeyi anlatamayışımızın, o
şeyi anlayamamış olmamızın dışında bir başka sebebinin bulunabileceğini düşünmek
düpedüz abestir. Anladığımız halde anlatamıyor olsa idik, o taktirde "Neden
anlatamıyoruz?" sorusunun bir anlamı olabilirdi. Bu son ihtimalde, yani,
anladığımıza hükmettiğimiz şeyi anlatamadığımızı düşündüğümüz durumda,
kullandığımız ifade tekniklerini ve araçlarını eleştirerek, hiç değilse teorik
bir çözüme ulaşabilirdik. Böylece sorumuzun içinde mündemiç olan "Risâle-i Nur’u
anlayamıyoruz" önermesi, "Risâle-i Nur’u neden anlatamıyoruz?" sorusunu
cevaplandırmamızı imkan dışı bırakıyor.

Bunların da ötesinde birisi çıkıp, "Risâle-i Nur’u
anlayamadığımızı nereden çıkarıyorsunuz?" sorusunu yöneltse, ona doyurucu bir
cevap vermenin pek mümkün olacağını sanmıyorum. Çünkü bu önerme olumsuz bir
hüküm içeriyor; olumsuz bir hükmün doğrulanması ise, o hükmü yalanlaması
muhtemel bütün örnekleri birer birer ortaya sererek, bu örneklerin hükmümüzü
tekzib etmediğini isbat etmemize mütevakkıftır. Bu ise, hemen hemen imkân
dışıdır.

Şu halde elimizde tek bir yol, emârelerden (indicators) hareket
etmek kalıyor. Bu ise, şuna yakın bir formül izlenilerek sağlanabilir. "Risâle-i
Nur’u anlayabilse idik, bunun iz ve eserlerinin tezahür etmesi gerekirdi. Bu iz
ve eserler ise şunlar ve şunlardan ibarettir. Bizler şu iz ve emâreleri
göremiyoruz. Şu halde, Risâle-i Nur’u anlamıyoruz." Oysa bu formülün bizi bir
başka çıkmaza, daha doğrusu iki yeni çıkmaza soktuğunu fark etmekte
gecikmeyeceğiz.

İlk olarak, "Risâle-i Nur anlaşılsa idi, bunun iz ve eserlerinin
tezahür etmesi gerekirdi" önermesi, içinde bir doğruyu saklıyor olabilir. Ancak,
"Bu iz ve eserler şunlar ve şunlardan ibarettir" demek, daha doğrusu diyebilmek,
Risâle-i Nur’un anlaşılmasının, anlayan üzerinde ne tür tesirler oluşturacağının
bilindiğini iddia etmektir. Bu ise, ancak Risâle-i Nur’u anlamakla mümkündür.
Ancak Risâle-i Nur’un bilinmesi ile ifade edilebilecek bir cümlenin, aynı
zamanda Risâle-i Nur’un anlaşılmadığını ifade etmek için kullanılması,
girdiğimiz birinci çıkmazı yeterince aydınlatıyor sanırım.

İkinci olarak: "Risâle-i Nur anlaşılsa idi, bunun iz ve
eserlerinin tezahür etmesi gerekirdi," önermesi, anlaşılan bir şeyin,
anlatılmasının da zorunlu olduğu önermesini içeriyor. Çünkü bir şeyin iz ve
eserinin tezahür etmesi, o şeyin anlatılması, bir şekilde ifade edilmesi
anlamına gelir. Oysa böyle bir zorunluluğu kabul etmek için hiçbir tutamağa
sahip bulunmuyoruz.

Belki bunun tersine bir argüman geliştirmek mümkündür. Bunu,
İsmet Özel’in bir aforizması çok iyi ifade ediyor: "inandırmak inanmayı bozar."1
Gerisini Özel’den dinleyelim: "Bozulma önce inandırma çabasına kalkışanda baş
gösterir. Çünkü inandırmayı deneyen kimse inanılmasını istediği `şey’i kabul
edilebilecek bir biçimde sunma zorunluluğunu duyacaktır. Dolayısıyla kendi
inanış dayanaklarını ilk sıraya koymayı değil, inandıracağı insan veya
insanların beklentilerini karşılayacak bir ‘ambalaj’ sağlamayı düşünür. Bu
ambalajın ise inanılacak şeyin aslına sâdık kalması imkânsızdır. Eğer inandırma
başarıyla sonuçlanırsa inandırılmış duruma düşen kim olursa olsun inanca
kavuşmuş olmaz ve sadece yanılsama ile sahicilik arasında bir ayırım yapamayacak
duruma düşmüş olur."2

"Biz bir şeyi anlayamamak ve anlatamamaktan söz ediyorduk, İsmet
Özel ise inanmak ve inandırmaktan söz ediyor," diyebilirsiniz. Özel’in
aforizmasını, "Anlatmak anlamayı bozar" şeklinde ifade edersek, bunun,
birincisinin bir türevi olduğunu söylememiz mümkündür. Çünkü-yine Özel’den ödünç
aldığımız sözcüklerle anlatmayı deneyen, anlaşılmasını istediği "şey"i kabul
edilebilecek bir biçimde sunma zorunluluğunu duyacaktır. Bu zorunluluk da bir
"ambalaj" gerektirecektir. Ambalaj ise anlaşılacak (veya anlaşılan) şeyin
kendisi olamaz.

Bununla birlikte bir şeyi anlatmak, o şeyin "anlatılmaya değer"
olduğuna inanılması ile mümkündür. Şu halde, anlatılan ve anlaşılması istenilen
şey, aynı zamanda "anlaşılmaya değer" olduğuna inanılan bir şeydir. Demek ki,
anlatma çabası, inandırma çabası ile birlikte ve beraberdir.

Çelişkiler bununla da sınırlı kalmıyor Risâle-i Nur’un
anlatılmaya değer olduğunu kabul etmek, Risâle-i Nur’u anlamış olmayı da
birlikte getiriyor. Anlamadığımız bir şeyin anlaşılmaya değer olduğunu da
bilemeyiz. Gerçi, "Bir şeyin anlaşılmaya değer olduğuna inanmak, o şeyi anlamış
olmamızı gerektirmez" denilebilir. Ancak bu "bir şeyin anlaşılmaya değer
olduğuna inanmak" ile "bir şeyin anlaşılmaya değer olduğunu bilmek" aynı şey
değildir. Mamafih, bir şeyi kısmen anlamamız, o şeyin tümüyle anlaşılmaya değer
olduğuna hükmetmemiz için yeterli olabilir. Ancak bu da, o şeyi hiç değilse
kısmen bilmemizi, anlamış olmamızı gerekli kılmaktadır.

Bu noktada, peşinen en azından benim kuşağımdan olan Nur
Talebelerinin bu tür çelişkiler içinde hareket etmek zorunda olduklarını itiraf
etmek istiyorum. Bu çelişkilerden belki de en önemlisini "Batının tasallutundan
kurtulmak için Batıyı öğrenmek" oluşturuyor. Ancak bu başka bir yazının konusu
olarak ele alınabilir. Şimdilik bu itiraftan sonra, birkaç çelişkiyi daha gözler
önüne sermeye çalışacağım.

Özel’e göre, "İnanma yolunda mesafe kateden kişinin gözünde bu
çabası öyle bir değer kazanabilir ki, kendine açtığı inanma alanına bir
başkasını da dahil etmek için uğraşmayı fazla bulabilir. Daha da ötede
inanmışlığı içinde tam bir güvenlik bulanlar inandırma faaliyetinde bulunmayı
gereksiz bir telaş sayar. Diğer taraftan inandırmayı kendine iş edinen kimse
fiilen inanıyor olma canlılığını ihmal ve terk edebilir. Yani inandığı halde
inandırmayan; inanmadığı halde inandıran insanlarla her zaman
karşılaşabiliriz."3

Mü’min’in "tebliğ" görevi ile ilk bakışta çelişiyormuş
izlenimini veren bu ifadelerin doğruluğu, dikkatli bir ikinci okuyuşta
kolaylıkla anlaşılabiliyor. Kulun vazifesi olan "tebliğ" ile Allah’ın
emirlerinden olan "inanma ve iman etme" keyfiyetlerinin birbirlerinden farkı
izahtan varestedir. Hıristiyanlıktaki misyonerlik örgütlerinin İslâmda meşru
temellere dayandırılabilecek bir karşılığı bulunmuyor. İslâm öğretisinde ümmeti
olmayan peygamberlere sıklıkla atıfta bulunulması, bu gerçeği belirginleştirir.
Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin mahiyeti hakkında üzerinde
tartışılması mümkün birtakım görüşler ileri sürmeksizin, kendi dünyamda vardığım
bir düşünceyi ifade etmek istiyorum: Anlatma çabasının "tebliğ" sınırlarını
taşıp "inandırma" alanına girmesi, inancı kaybetme tehlikesini de beraberinde
getirir. Demek ki, bir şeyi anlatmanın bir şeyi inandırmaya dönüştüğü yerde, iki
"hatar"ın egiğine geliyoruz: (1) Anlatmada kullandığımız ambalajın, anlatmak
istediğimiz şeyin aslına sâdık olmaması, (2) Inandırmaya çalıştığımız inançtan
uzaklaşma tehlikesi.

Ama hâlâ, "Risâle-i Nur’u neden anlayamıyor ve anlatamıyoruz?"
sorusu üzerinde tatmin edici bir sonuca ulaşmış değiliz Bunun sebebi açık: Bu
soruya cevap vermeye kalkışmak, daha başlangıçta birtakım çelişkileri kabul
etmek anlamına geliyor. Ben bu tür çelişkilere düşme zorunluluğunu kabul
ettiğime göre, bu yola artık girebilirim demektir.

Risâle-i Nur’u hiç kimsenin anlamadığı önermesinin ispat
edilemeyeceğini yinelemek istiyorum. Bu ise, bana Risâle-i Nur’u anlayan
kimseler olduğunu varsayabilme imkânını tanıyor. Madem aksini isbat edemiyorum,
mukabil bir faraziyeyi kabul edebilirim. Bu varsayımdan sonra, iki ayrı ihtimali
düşünmek gerekiyor.

Birinci ihtimale göre, Risâle-i Nur’u anlayanlar, bu anlayışın
iz ve eserlerini izhar ediyorlar. Yani, anladıkları şey sadece onların içsel
âleminde in’ikas etmekle kalmıyor, dışarıya da yansıyor. Bunlar; yukarıda sözünü
ettiğim "iz ve eserlerin tezahürü"nü teşkil ediyor. Ne var ki, Risâle-i Nur’u
anlamayanlar, bu iz ve eserlerin neler olduğunu bilmedikleri için, bu iz ve
eserleri teşhis edemiyorlar. Dolayısıyla, Risâle-i Nur’un anlaşıldığı iddiasının
isbatı da mümkün olmuyor.

İkinci ihtimale göre ise, Risâle-i Nur’u anlayanlar, aynı
zamanda bir şeye inanmış oldukları için, dahası, "inanma yönünde mesafe
katettikleri" için, kendi açtıkları bu inanma alanına başkalarını dahil etmeyi
fazla buluyorlar. Veya, inanmışlıkları içinde tam bir güvenlik buldukları için,
inandırma faaliyetinde bulunmayı gereksiz bir telaş sayıyorlar. Bu da bizim
onları fark etmemizi engelliyor.

Görüldüğü gibi, iki ihtimâl de çok fazla şey vaadetmiyor.
Özellikle ikinci ihtimalin gerçekliği pek muhtemel olsa, hatta bu ikinci
ihtimale dahil bulunanların tecrübelerini çok değerli kabul edebilsek de, o
tecrübeler bizim bilgi ve duygu alanımıza intikal etmediği, onlarla iletişim
kuramadığımız için, o ihtimal üzerinde konuşmak pek anlamlı olmayacak. Bu
tıpkı, Wittgenstein’ın Tractatus’un son sayfalarında temellendirdiği
önermelerinde ortaya çıkan duruma benziyor. Şöyle diyor Wittgenstein: "Cevabı
ifâde (telâffuz) edilemeyen soru da ifâde (telâffuz) edilemez… Sorulabilen.
bir soru cevaplandırılabilir de (6.5). Bütün mümkün sorular cevaplandırıldığında
bile, hayatî sorunlarımıza henüz hiç temas edilmediğini hissederiz. Kuşkusuz
artık hiçbir soru kalmamıştır ve aslında cevap da budur. (6.52)… Kuşkusuz
ifâde (telâffuz) edilemeyen vardır. O kendini izhar eder, mistik olandır o.
(6.552)… Benim cümlelerim şundan dolayı açıklayıcıdır: Beni anlayarak okuyan
kişi, onlara (cümlelerime) tırmanarak, onların sayesinde onları aşar ve sonunda
(cümlelerimin) saçma olduklarını görür. (Adeta tırmandıktan sonra merdiveni
yıkması gerekir.) Bu cümleleri aşmalıdır, o zaman dünyayı doğru görür. (6.54).
Konuşulamayan konusunda susulmalıdır(7)."4

Eğer gerçekten birinci ihtimalde ifade ettiğim tecrübeyi
yaşayanlar varsa, merdivenlerini devirmiş kimseler olarak onlara ulaşmamız
imkânsızdır. Kendi merdivenimizi yine kendimiz kuracağız. Ama yine aynı sebeple
merdiveni devirmek zorunda kalacağız. Konuşamadığımız konuda susmayı tercih
ediyoruz.

Böylece, belki daha az değerli, ama üzerinde konuşulması mümkün
bir alana geçmek istiyorum. Yine de, tutarlı olmak bakımından, yazımın başlığını
şu şekle çevireceğim. "Anlaşılmaya değer olduğunu bilecek ölçüde anladığımız
Risâle-i Nur’u neden tam anlamıyla anlayamıyor ve anladığımız ölçüde
anlatamıyoruz?"

Bu sorunun cevabını aramaya geçmeden önce, bir başka soruyu
cevaplandırmak gerekiyor: Acaba anlamaktan ne anlayacağız? Tabiî bu soruya
felsefî bir cevap vermek, hem bu tartışmanın amacını, hem de benim gücümü aşar.
Dolayısıyla, anlamanın anlamı konusunda lügatlere, hatta tek bir lûgate göz
atmakla yetineceğim. Türk Dil. Kurumunun. Türkçe Sözlük’ünün "anlamak"
maddesinde şunlar yazılı:

"1. Bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak;
yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi
edinmek.

2. Sorup öğrenmek.

3. Doğru ve yerinde bulmak.

4. Birinin duygularını, isteklerini, düşüncelerini sezebilmek.

5.Bir şey üzerinde bilgisi bulunmak."

Özellikle 1. ve 4. maddelerdeki açıklamalar bize bir tutamak
verebilir. Yani, Risâle-i Nur’u anlamak, Risâle-i Nur’un ne demek olduğunu,
neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek
sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmektir, diyebiliriz. Veya, 4. maddeden
yola çıkarak, Risâle-i Nur’u anlamak, müellifinin duygularını, isteklerini,
düşüncelerini sezebilmektir diyebiliriz. Aslında bu tanımların hepsi su
götürür, hepsi de başka izahlara muhtaç durumdadır. "Bir şeyin neye işaret
ettiğini kavramak" ne demektir? Bu itirazların hepsinde doğruluk payı vardır;
hatta belki tümüyle haklıdır. Ne var ki, birşeyler söyleyebilmek için bir
yerlerden başlamak gerekiyor. Bir şeye başlamak, bir hata işlemek de olsa,
hatanın görülmesi ve düzeltilmesi yoluyla doğruya ulaşmamızı sağlayabilir.

Burada doğruluğu çok su götürecek bazı açıklamalarda bulunmanı
yadırganmamalıdır. Çünkü, bir şeyi ancak bir yerden başlayarak anlayabiliriz.
Bizim şu anda anlamaya çalıştığımız şey, maalesef çok karanlık bir alanda
duruyor. Daha önce belki de hiç uzun uzun kafa yorulmamış bir meselenin
kavranılmasına çalışıyoruz. Yapacağımız bir başlangıç, sarf edeceğimiz bir çaba,
yanlış bir başlangıç da olsa başlangıçtır ve sonuçta bizi doğruya götürme
ihtimali vardır.

"Risâle-i Nur’u anlayamıyor ve anlatamıyoruz" önermesi ne kadar
çelişik olursa olsun, hepimiz biliyoruz ki, anımsanmayacak bir kitle bu önermeyi
dile getiriyor. Şu halde, tevatür kabilinden zikredilen bu önermenin
doğruluğunun genellikle sezildiğini kabul edebiliriz. Bugün sayıları binlerle,
on binlerle, yüz binlerle ifâde edilebilecek bir insan kitlesi gözlerini
Risâle-i Nur’a çevirmiş, bu eserlerin odak teşkil edeceği bir hareketle İslâm
âleminin üzerindeki atalet örtüsünü silkip atmasını, şaha kalkmasını ümid
ediyorlar. Bu ümit, hem İslâmın "Ed-Din" olduğuna duyulan imandan, hem de
İslâmdaki "lâ taknetu" emr-i İlâhisinden kaynaklanıyor.

Aslında mesele, sadece bizler için değil, bütün insanlık için
İslâmın anlaşılması, kavranılması ve yaşanılması gerekli bir din olması ile
ilgilidir. İslâm, getirdiği Tevhid ve adalet gibi ilkelerle insanların hem iç,
hem de dış dünyalarını ihata eden bir sistem öngörmektedir. Mü’min bir yandan
kendi iç âleminde bu prensipleri yaşarken öte yandan dış âlemde de bu
prensiplerin hâkim olmasına çalışır. Dış âlemde bu prensiplerin belirginleşmesi,
iç âlemde aynı prensiplerin yaşanmasını kolaylaştırır. İnsan İslâmı öğrendikçe
daha çok yaşar olacaktır. Mü’minin kainata bakışı, marifetullahda mesafe
kat’etmek maksadına hizmet eder. insanın maddî ve mânevi çevresi bu maksada
ulaşılmasını kolaylaştırabileceği gibi güçleştirebilir de. Mü’min bu yüzden
içinde bulunduğu şartları değerlendirmek ve gerekirse farklı araçlar kullanarak
tek amaç olan marifetullaha yürümek zorundadır. İslâm kültürünün ürünü olan
birçok eser, ait olduğu çevre içinde marifetullaha açılan kapıları göstermek
üzere kaleme alınmıştır. Günümüz mü’mini bu eserlerden yararlanarak aynı amaca
yürümek durumundadır. Ancak, o eserlerin çokluğu, mürur-u zamanın tesiri, o
eserlerde mevcut ilimden istifade işin gerekli olan alet ilimlerinden vesair
vasıtalardan mahrum oluşumuz bir kopukluğa sebep olmaktadır. Bu kopukluğu
gidermek, İslâmi mirası tevarüs edebilmek, yeni bir metodun ortaya çıkmasını
zorunlu kılıyor. Bu öyle bir metod olmalıdır ki, hem onunla mirasımızı tevarüs
edebilmeliyiz, hem de o mirası zenginleştirebilmeliyiz. İşte büyük bir
kesimimizin sezinlediği şey, Risâle-i Nur eserlerinde böyle bir metodun
bulunduğu hususudur. Çünkü Risâle-i Nur, son derece olumsuz şartlar içinde,
külliyetli bir cemaatin İslâmî bir yaşantıyı gerçekleştirmesine vesile olmuştur.
Ama yine çoğumuz sezinliyoruz ki, bu metoddan lâyıkıyla istifade edilebilmiş
olsa idik, hem Nurcuların, hem Türkiye’nin, hem de dünyanın çehresi farklı
olabilirdi. İşte bu sezgilerimizdir ki, bizi, Risâle-i Nur’u anlayamadığımız,
ama anlamak ve anlatmak zorunda olduğumuz yargısına götürüyor. Bu şekli ile aynı
yargıyı paylaştığımı ifade etmek isterim.

Risâlelerin anlaşılmasının önündeki güçlükler

Bir kere, Risâle-i Nur’u anlamanın, Risâle-i Nur’un dilini
anlamakla eşdeğer olduğunu sanıyorum. Bir duyguyu, bir düşünceyi ifade eden
semboller bütününü dil olarak nitelendirmek mümkündür. Burada, dilbilimine, hele
dil felsefesine uygun tanımlar vermek çabası içinde olmadığını peşinen söylemek
gereğini duyuyorum. Elbette, bunların yapılması gerekecektir. Ancak, yukarıda
ifade ettiğim "bir başlangıç yapmak zarureti," bu tür gerekliliklerden şimdilik
kaçınmamızı zorunlu kılıyor.

Kur’ân-ı Kerim’i anlamanın, yorumlamanın asgarî şartının Arapça
bilmek olduğunu biliyoruz. Hatta Mudarî Lehçesini bilmek de gereklidir. Burada
Prof. Izutsu’nun hayranlık uyandırıcı eserine5 atıfta bulunmak isterim. Risâle-i
Nur üzerinde çalışacak olanların, "lengustik" ilminin verilerinden
yararlanmaksızın kayda değer sonuç almalarının hemen hemen imkânsız olduğunu
belirtmemiz gerekiyor. Gerçi Risâle-i Nur üzerinde çalışma yapanların ilk
bakışta, bir dilden başka bir dile tercüme yapmak zorunda kalmadıklarını
söylemek mümkün görünüyor.

Bu yargının doğruluğu hakkında önemli kaygılar taşıdığımı
söylemek isterim. Bediüzzaman’ın yaşadığı ve eserlerini meydana getirdiği
dönemde kullanılan dil ile bugün bizim kullandığımız dil arasında önemli
farklılıklar vardır. Ötesi, bu farklılık sadece aradan geçen zaman ile
açıklanabilecek bir farklılık da değildir. Bediüzzaman’ın doğduğu ve tahsil
gördüğü çevre, ana dilinin Kürtçe olması gibi subjektif faktörler, kendisini
çağdaşlarından da ayırmamızı zaruri kılmaktadır. Bir diğer önemli faktör,
Bediüzzaman’ın ömrünün uzunluğu ve bu uzun ömür içinde çok önemli siyasî ve
sosyal gelişmelere tanık olması ile ilgilidir. Bediüzzaman eserlerinin çoğunu
bizim için çok da eski sayılmayacak bir tarihte vermiş olmakla birlikte, o
dönemde yazılan eserlerde kullanılan dilden daha farklı bir dil kullanmıştır.
Bütün bu saydıklarım; Risâle-i Nur’u anlama çabasında bulunacak kişinin, çok
işlevli bir Bediüzzaman lûgatine ihtiyaç duyduğunu ortaya koymaya yetecektir.

Aslında bu söylediklerime paralel bir çabayı, başka bir alanda
olsa da, Şerif Mardin’in çalışmasında görmek mümkündür. Bediüzzaman örneğinde
Türkiye’nin yakın tarihindeki sosyal değişiklikleri inceleyen araştırmacı,
Bitlis’in ve Isparta’nın sosyal tarihi konusunda ayrıntılı tahlillere girişmek
zorunda kalmıştı. Bu çalışmanın ne kadar başarılı olduğu konumuzun dışında
kalır. Ancak, bu çalışmanın, en azından metod açısından yol gösterici niteliği
yadsınamaz.

İzutsu, Batı dillerinde, dört veya üç köşeli olduğuna
bakılmaksızın masaya masa denildiğini izah eder.6 Oysa şekillere önem veren bazı
halklar, üç köşeli bir masa ile dört köşeli bir masayı aynı isimle çağırmayı
doğru bulmamışlardır. Hatta bu tavır o halklar için son derece anlaşılmazdır.
Burada daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum, ama bu kadar önemsiz bir
ayrıntıda bile çeşitli diller arasında bu denli önemli ayrılıklar olabilmesinin,
iyi-kötü, doğru yanlış, adâlet-zulüm, fayda-zarar gibi çoğu kez subjektif bir
bakış açısına göre tayayyül etmenizi istiyorum. Bununl.a, yukarıda sözünü
ettiğim Bediüzzaman lûgatinin farklı bir lûgat olması gerektiğini açıklamaya
çalışıyorum. Yoksa herhangi bir lûgatte, Bediüzzaman’ın kullandığı kelimelerin
bugünkü karşılıklarını verdiğinizde, sözünü ettiğim karışıklıkları bertaraf
edemezsiniz.

Bunu biraz daha açmak istiyorum. Bediüzzaman’ın yazdıklarına
tekaddüm eden düşünceleri ve o düşüncelerin oluşmasında etkili olan bir dünya
görüşü vardır. O dünya görüşü, çocukluktan itibaren gördükleri, duydukları ve
yaşadıkları ile oluşmuştur. Düşüncelerinin teşekkülünde başlangıç noktası olan
sorular, meseleler o dünya görüşünün sunduğu pencereden görülmüştür. Tarihçe-i
Hayat’ta, ay tutulması karşısında annesinin açıklamaları karşısındaki tepkisini
sadece hatırlatmakla yetiniyorum. Tahsile başladığı dönemde çevre medreselerde
yaşanılanların belirleyiciliğine ayrıca dikkat çekmek gerekiyor. Aşiret
yaşantısının, eşkiya-halk münasebetinin Bediüzzaman’ın üzerindeki etkisi ayrı
bir incel.emeye konu teşkil etmelid’ir. Civar medreselerin, Irak, hatta
Hindistan’dan hangi şekillerde ve hangi etkilerle Güneydoğu Anadolu’ya
taşındığının da üzerinde durulması gerekiyor. Nihayet, Tahir Paşanın konağında
Batı felsefesi ile ilk ciddi karşılaşmanın akisleri konusunda da henüz yeterince
aydınlanmış değiliz. Yine aynı dönemde, dünya siyasetini şekillendiren
gelişmelerin gazete lisanı ile takip edildiği de şüphesizdir. Ancak bu takibin
kapsamı konusunda da yeterince bilgi sahibi değiliz. İstanbul’a geldiği dönemi
ayrıca değerlendirmek gerekiyor. Ayasofya’da vaizleri dinlerken, vaizlerin
sözlerinin etkisiz kalması konusundaki açıklamaları da dikkatle
değerlendirilmelidir. Emeviye Camiindeki hutbesinde, Islâm ülkelerinin o günkü
durumuna bakışını ortaya koyan açıklamaları da aydınlatıcı olacaktır.

Ben burada sadece tek bir noktaya, Bediüzzaman’ın düşüncelerini
şekillendirdiği dönemde halkın meşgul olduğu fikirlerle bugünkü meşguliyetleri
arasındaki farklılığa işaret etmek istiyorum. Bununla da, Bediüzzaman’ın kimi
düşüncelerinin, ancak yaşamaya dair bazı tecrübelerden sonra anlaşılabileceğini
vurgulamaya çalışıyorum. Bir İhlas Risâlesi’ni ele aldığımızda, ancak bir Nur
medresesinde yaşayanların birebir karşılıklar kurabileceği bir anlam kümesi ile
karşı karşıya bulunduğumuzu kolaylıkla kavrayabiliyoruz. Oysa biliyoruz ki,
içinde bulunduğumuz hayat şartları, bizleri ancak bencil olduğumuz ölçüde
başarıya ulaştıran bir yapılanma içindedir. Bu durum bir başka yanıyla, Bediüzzaman’ın başarı anlayışını bizim kuşağın anlamasının önündeki güçlükleri
de açıklamaktadır.

Bediüzzaman’ın eserleri, okuyucunun dünya görüşünü, dünyaya
bakışını değiştirmeye yönelik yoğun bir çabanın eserleri olarak görülebilir.
Özellikle modernleşme ile ortaya çıkan tek boyutlu insan tipini ki bu tip
modernistler tarafından da eleştiriye tâbi tutulmuştur-değiştirmeye çalışmıştır.
Onun eserlerinde bütün bir kainat anlam kazanır. En küçük bir hadisenin bile
tesadüfle ilgisi yoktur. Varlık, Yaratıcının kevnî âyetleridir. Herşey insanı
Bire götürür. Hiçbir şey kendine delâlet etmez. insan ancak bu atmosfere
girdiği, Risâle-i Nur’un dünya görüşünü kazandığı zaman daha ötede duran
mânaları kavramaya başlar.

Bugünün insanı salt tembelliği sebebiyle değil, aynı zamanda
günümüz şartlarının zorlamasıyla bu atmosfere girmekten uzaktır. Gündem, yani
meşgul olduğumuz meseleler, ihtiyarımız haricinde belirleniyor. Neyle, ne ölçüde
ilgileneceğimize karar veren odakların hedefleri ile Müslümanların hedeflerinin
aynı olduğunu kimse iddia edemez. Ama hepimiz sezinliyoruz ki, ister istemez
bizim dışımızda belirlenen hedeflere doğru yürüyoruz. Asli vazifelerimiz,
farkında olmaksızın ikincil, üçüncül konuma düşüyorlar. Bunun tek çaresi, önce
kendimizi, sonra da toplumu bu karmaşadan tecrid etmemiz olmalıdır. Bize, "İşte
bununla ilgilen, bu son derece ilginç bir haberdir, değişen ve yükselen değerler
bunlardır, repo faiz oranları şunlardan ibarettir, falancanın karısı, filancanın
kocasıyla birlikte görüldü, Başbakan şunları söyledi" şeklinde sunulan yüzlerce
malâyâni hadiseye kulak tıkamamız gerekiyor. Çünkü, akıl, kalp, sır, hafâ vesair
latifelerimiz, bu tür hadiselerle ziyade meşguliyetimiz dolayısıyla zarar
görüyor ve dumura uğruyor. Aynı metod, toplumun sağlıklı düşünme yollarını
dumura uğratmak ve dedikodunun ötesini gitmemesini sağlamak için kullanılıyor.
Müslüman elbette dünya ile ilgilenecektir, ama âhireti hesabına ilgilenecektir.
Oysa dünyevi meşguliyetler bize susunulduğu şekliyle âhiretimizi unutturmaktan
başka işe yaramıyor.

Risâle-i Nur bir anlamda bir meseleler külliyatıdır. Bizler
ancak o meseleler bizim meselelerimiz olduğu zaman Risâle-i Nur’a samimiyetle
yaklaşabiliriz. Meselemiz ticâret yapmak ise, Risâle-i Nur’a bakma ihtiyacını
duymayız. Meselemiz bugünkü ekonomik durum hakkında iki çift lâf etmekten
ibaret ise, başka yerlerde daha işe yarar bilgiler bulabiliriz. Meselemiz zengin
olmak ise Risâle-i Nur bize kısa bir yol önermez. Meselemiz meselesizlik ise,
Risâle-i Nur’da kendimizi ilgilendiren hiç birşey bulamayız.

Ama eğer ittihad-ı İslâmı rnesele etmişseniz; eğer nefsinizle
kıyasıya mücadeleye girişmişseniz; eğer Haşrin halkı düşüncenizi meşgul
ediyorsa; eğer İslâm milletinin akıbeti ile kendi akıbetinizi ilişkilendirmiş
iseniz; eğer adâletin mânâsı üzerinde kafa yoruyorsanız; eğer kader meselesi
zihninizi meşgul ediyorsa; eğer nefsinizi, enenizi tanımak istiyorsanız; eğer
yitirmek üzere sezinlediğiniz bazı hislerinizi bütün bütün elden kaçırmamaya
azmetmişseniz; eğer bu "eğer"lerden bir veya birkaçına sahipseniz, o takdirde
Risâle-i Nur’da birçok şey bulacaksınız.

Ama bu sanıldığı kadar kolay olrnayacaktır. Bugünün
Türkiye’sinde yaşayan insanlar olarak Sabah’ın, Milliyet’in, Hürriyet’in, Show
TV’nin, Interstar’ın, atv’nin söylediklerine yabancı değiliz. Ama Bediüzzaman’ın
söylediklerine yabancıyız. Ergun Göknel ismi bize çok şey söyleyebilir. Ama
Cemaleddin Efgani veya Muhammed Abduh, Ali Süavi hakkında ne biliyoruz? Bu
isimler ne söylüyor bize? Evet, Bediüzzaman’ın ittihad-ı İslâmdaki seleflerinden
söz ettiğimi anlıyorsunuz! Ama nedir, kimdir bunlar? Neler söylemişlerdir? Nasıl
yaşamışlardır? 19. yüzyıl Istanbul’unda neler konuşuluyordu? ikinci Meşrutiyette
neler yaşandı? Münâzarat ne için yazıldı? Fütuhül-Gayb’ın Bediüzzaman üzerindeki
etkisi neydi? Muhakemat’ta ifade edilen düşünceler ile selefleri arasındaki
benzerlik ve farklılıklar nedir?

Bu "dünyanın" çoğumuzun yabancısı olduğunu kimse inkâr edemez.
Yabancısı olduğumuz bir atmosferde ifade edilen düşünceleri ne kadar
anlayabiliriz ki! Ne kadar anlayabilirsek o kadar anlayabiliyoruz. Bana kalırsa,
Münazarat, sadece Münazarat okunarak anlaşılamaz. Muhakemat da öyle. Ve diğer
eserler de… Bugünkü birçok meselemiz geçmişten intikal eden meselelerimizdir.
Ama geçmişi bilmediğimiz için o meselelere de sahip olamıyoruz:
Sahiplenemediğimiz bir meseleye nasıl çözüm bulacağız?

Dipnotlar

1. Özel, Ismet. Tahrir Vazifeleri 7, s. 21, Birinci Baskı,
Nisan 1993, İstanbul.

2. Özel, a.g.e., s. 21-22.

3. Özel, a.g.e., s.19.

4. Wittgenstien, Ludwig. Traetatus Logıco-Philosophicus, s.
88-89, Philosophische Untersuchungen, Reklam bliothek, Leipzig 1990.

5. İzutsu, Toshihiko. Kur’ân’da Dini ve Ahlâki Kavramlar,
Çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınlanları, tarih

6. İzutsu, s. 24.