Sahibinden Kaçmış Bir Kölenin Öyküsü

Köprü’nün bir önceki sayısında Risale-i Nur’un milliyetçiliğe
bakışını yorumlamaya çalışırken, Risale-i Nur’u anlamada karşılaşılan bazı
engellere de değinmiştik. Milliyetçilik konusunu Risale-i Nur’un bakış açısıyla
değerlendirmemize mani olan bu engeller, sair konularda, meselâ Risale-i Nur’un
bilime bakışını yorumlarken de karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, Risale-i
Nur’un bilime bakışını ele almadan önce, sözkonusu engellere bir kez daha
değinmenin faydadan uzak olmadığı kanaatindeyiz.

Bu engellerden ilki, bir kez daha vurgularsak, Eski Said ile
Yeni Said arasındaki farka ilişkindir. Eski Said ile Yeni Said arasında hem bir
süreklilik, hem de bir farklılık vardır; ve nerede süreklilik, nerede farklılık
olduğunun belirlenmesi, Risale-i Nur’u eksen alan bir anlama ve yorumlama
çabasının olmazsa olmaz şartları arasında yer almaktadır. İkinci problem,Yeni
Said’in doğrudan Risale-i Nur’daki iman derslerine talip olanlara muhatabiyeti
ile "ehl-i dünya"ya yönelik hitabın Risale-i Nur’un aslî ve genel yaklaşımı
olarak anlaşılması tehlikesi vardır. Üçüncü bir engel, Risale-i Nur’a bir bütün
olarak muhatap olunmaması; Risale-i Nur’un ele aldığı konulara dair kendimizce
bir seçme yapılmasıdır. Böylece, Risale-i Nur’da bir bütün içinda anlamını bulan
fikir, terim ve yaklaşımlar, âdeta kökünden ve gövdesinden ayrılmış bir dala
döndürülmekte; ve elbette, hayatiyetini yitirmektir. Bu hususla doğrudan ilgisi
bulunan dördüncü engel ise, Risale-i Nur’a kendi paradigmamızla yaklaşmamız; onu
âdeta kendi kafamıza yer etmiş kimi kanaatlere haklılık kazandırmak için bir
payanda olarak kullanmaya girişmemizdir.

Engelleri aşmanın önemi

Risale-i Nur’a bir "talip" ve "talebe" olarak muhatap
olabilmemiz için muhakkak aşmamız gereken bu dört engelin, onun bilime bakışını
belirleme noktasında da önem taşıdığı görülür. Nitekim, bilim konusunda Risale-i
Nur’a muvafık bir tavır geliştirme yolunda bu engeller aşılamadığı için, gerek
TC içinde gerek, gerek dünya çapında, Risale-i Nur’un hiç de hak etmediği; bilim
karşısındaki son derece kritik, ölçülü ve tutarlı tavrına hiç de muvafık
düşmeyen ve özellikle üniversite gençliği üzerinde hatırı sayılır bir etkinliği
bulunan birçok Müslüman aydın, Risale-i Nur’un "ondokuzuncu asrın pozitivist
bilimci şartlanmalarını aşamamış bir eser olduğu"nu özellikle işlemektedir.
Bunun Risale-i Nur’a dayanarak isbat edildiği vâki değildir. Fakat "Risale-i Nur
adına" yapılmış bazı çalışmalar bu iddiaların mesnedi olarak gösterilmektedir.1
Öte yandan, Şerif Mardin’in gerek Türkçe’de "Bediüzzaman Said Nursi Olayı"
olarak yayınlanan çalışması, gerek bu çalış-

çerçeveye koymakta; hatta daha da ileri giderek Said Nursi’ye "deizm" ve "doğal din" yaklaşımı
atfetmektedir.2 Deizm, bir Yaratana inanan; ama
Yaratıcıyı bulmak için vahye gerek olmadığını ileri süren, dolayısıyla semavî
dinlerin karşısında yer alan bir akımdır. Risale-i Nur ise baştan sona
"Resul-i Ekrem’in talimi ve Kur’ân’ın
dersi"yle yazılmıştır. Buna rağmen Şerif Mardin böylesi bir yakıştırmada
bulunma cesareti göstermekte; ve bu iddiasına mesned
olarak da, yine "Risale-i Nur adına" yapılmış, ama vahyi referans
aldığı belirsiz, Allah’a imanın ancak en sonda ifade edildiği kimi "bilimsel"
çalışmaları öne sürmektedir.

Gerek kimi
"İslâmcı" aydınların, gerek Mardin’in sözkonusu
iddialarında, "Risale-i Nur’a muhatap olan biri böyle bir çalışma ortaya
koyduğuna göre, Risale-i Nur’un öğrettiği budur" gibi bir yaklaşım sözkonusudur. Tek başına bu durum bile, sözünü ettiğimiz
dört engeli aşmanın ne denli kritik bir önem taşıdığının delilidir.          

Öte yandan, Risale-i
Nur’un bilime bakışını ele alan birkaç kısa çalışmanın ötesinde, bu konuda
geniş, derli-toplu bir araştırmanın olmayışı da, doğrudan Risale-i Nur’a
yönelik bir araştırmaya dayanmayan ve de iyiniyet
taşımayan sözkonusu yorumlar için cesaret verici bir
unsur olsa gerektir. Bu bakımdan, Risale-i Nur’un bilime bakışını belirlemek
"entellektüel bir meşgale" olmanın ötesinde
bir değer taşımaktadır.

Risale-i Nur’un
bilime bakışını ele alırken, sözkonusu dört engelin
dışında, gözönünde tutulması gereken başka bir vâkıa
daha vardır: İslâm dünyasının son yüzyıllarda Batı karşısında maddeten geri
kalmışlığı Müslüman zihinleri meşgul edegelmektedir.
Özellikle son iki yüzyılın Müslüman aydın ve âlimlerinin ve de Müslüman halkın
en ziyade meşgul olduğu konulardan biri budur. Bu geri kalmışlık ise Batının
bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemesine bağlanmakta, dolayısıyla çözüm yine
bilim ve teknolojide aranmaktadır. Bu yapılırken, sözkonusu
geri kalmışlığı aşmaya yönelik pratik bir hedef güdülmektedir. Bilim ve
teknolojiye dair Kur’ânî bir bakış geliştirme, bilgi
problemini Kur’ânî bir epistemolojiyle aşma, Batı
bilimini imanî bir değerlendirmeye tâbi tutma gibi
bir hassasiyete nadiren rastlanmaktadır. Böylesi bir "geri kalmışlık ve
yeniden ilerleme" paradigması, Risale-i Nur’a da sırf bu gözle bakma
yanlışını getirebilir. Baştan sona iman dersleri yüklü olan, kâinata da imanî bir nazarla nasıl muhatap olunacağını Kur’ân’a dayanarak ortaya koyan, bilime bakışı da bu
çerçevede şekillenen Risale-i Nur, pragmatik bir
kafayla, "Nasıl ilerleyebiliriz?" sorusuna cevap arayışı içinde
okunabilir. Böylesi bir nazar, elbette Risale-i Nur’un ele aldığı pek çok konuyu,
özellikle bilime bakışını yanlış anlamaya ve hatta saptırmaya mahkûmdur.

Gözönünde
tutulması gereken diğer bir vâkıa, bir bütün olarak İslâm dünyasının, dünyanın
sair ülkelerinde olduğu üzere, laik bir eğitim müfredatı uyguladığıdır. Bilimin
son üçyüz yıl içinde Batıda geliştirilen materyalist
yorumu, bütün dünyaya kendini bilimin ta kendisi olarak kabul ettirmeyi
başarmıştır. Nitekim, ister Fransa’da, ister TC’de, ister Japonya’da, ister
İran’da, ister Rusya’da. ister Suudî Arabistan’da olunsun; okutulan derslerin
muhtevası ve üslubu aynıdır. Her birindeki fen bilgisi kitapları: aynı şeyi
söyler. Hepsinde de, taşın düşmesini yerçekimi kanununun sağladığı, gemilerin
suyun kaldırma kuvveti sayesinde yüzdüğü, bitkilerin büyümesini fotosentezin
temin ettiği.. öğretilir. Bu tek yanlı şartlandırmaya karşı, ABD gibi bazı
ülkelerde, Hıristiyan yaratılışçıların itirazları sonucu müfredatta yetersiz de
olsa bazı iyileştirmeler olmuştur. İslâm dünyasında bu düzeyde bir düzelmeye
dahi rastlanmadığı gibi, esbabperest
"bilimsel" açıklamaları aşan veya dönüştüren bir müfredata maalesef  hiç rastlanmamaktadır. Problemi gören dimağlar
var ise de, henüz sözkonusu problemi bir bütün olarak
aşan ciddi bir çalışma ortaya konulabilmiş değildir.3

Kâinatı materyalist yorumlardan kurtarmak

Bu bakımdan, hepimizin pozitivist, determinist bir çarktan geçtiğimiz;
açıkçası, kâinatı materyalist biçimde yorumlayan bir fen eğitimi gördüğümüz
akıldan çıkarılmamalıdır. Bunu akıldan çıkarmak iki uç yanlışa kapı açmaktadır.
Bir yanda kâinatı çalışmanın sözkonusu olduğu her
yerde bilimin determinist yorumu zihinlerde hükmünü icra etmekte ve
"Allah’a iman" olsa olsa bir yama gibi buna
eklenmektedir. Nitekim, Hıristiyan yaratılışçılar meselâ biyoloji kitabına
insanı Allah’ın yarattığı tezini de koydurmayı başarmışlardır. Ama bu
"önce şu oluştu, sonra bu oluştu…" gibi materyalist bilime ait
izahları olduğu gibi kullanan, yalnız en sonunda "İşte bunları yapan
Allah’tır" diyen bir muhtevanın ötesine geçebilmiş
değildir. Ağaç Allah’a, ama meyve ağaca verilmektedir. İlk insanın evrim
yoluyla değil, Allah’ın yaratmasıyla vücud bulduğu
görüşüne de yer verilmekte; ama ilk insan sonrasındaki tüm insanların var oluşu
tamamen sebep-sonuç zinciri içinde ele alınmaktadır. TC içinde de, kısmen
Hıristiyan yaratılışçıların çalışmalarından beslenen, iyiniyetli
ama eksik ve kusurlu çalışmalar yapılagelmektedir.

Öte vanda, bu çalışmaları "modern bilimle uzlaşma
çabası"ndan dolayı eleştiren; bu kez, pozitivist
bilimi red adına kâinatı çalışmayı da terk eden bir
zümre vardır. Sözgelimi, bütün eksikliğine rağmen bir problemin ve bir
ihtiyacın tesbitiyle başlayan "İlim-Teknik
Serisi"ni rahatlıkla eleştiren Müslüman aydınların, bunca yıldır kâinatın imanî bir nazarla nasıl çalışılacağına dair hiçbir model
sunamadıkları görülmektedir. İslâmî câmiada
"modern bilim" eleştirisi namına, çeviri veya telif, onlarca eser
yayınlanmıştır. Ama bu eleştiri çevreleri "modern bilim"in
materyalistçe çalıştığı kâinatın imanî bir şekilde
nasıl ele alınacağına dair bir eser sunabilmiş değillerdir. Bilakis, modern
bilimi red adına kâinat da gündemden çıkarılmıştır.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın "Allah’ın âyetleri"
olarak, -tevhid başta olmak üzere-iman esaslarının
delili olarak durmaksızın nazarlara sunduğu kâinata muhatap olunamadığı için,
iman esasları kâinat içindeki zerreler ve oluşlar adedince delilden mahrum
bırakılmaktadır. Bu derece akıl almaz bir tutum sergilenmektedir. Bu tutum
içerisinde, Risale-i Nur’un kâinatı iman adına çalışması "çiçek-böcek
muhabbeti" diye küçümsenmekte; küçük bir böcek olan sineğin Kur’ân’da defaatle tevhidin delil
olarak sunulduğundan ise maalesef gaflet edilmektedir. En acısı, Risale-i
Nur’un sineği delil getirmeyi Kur’ân’dan ders aldığının;
ve yine Kur’an’ın, sineğin delil getirilmesini
küçümseyen Mekkeli müşrikleri sert bir dille takbih ettiğinin
unutulmasıdır. Kıyısında durduğumuz okyanus

Bu bakımdan, Risale-i
Nur’un "bilim"e bakışının açıklığa kavuşturulması "imanî" bir öneme sahiptir. Çünkü, Risale-i Nur,
kâinatı iman adına çalışmayı modern bilimin determinist yorumlarıyla bulandıran
bir çizgiden uzak olduğu gibi, gaybî olanın şahidi
olan (âlem-i şehadet) kâinattan, yani şahitten mahrum
taklidî bir imandan da beridir. Her iki sapmayı da aşan bir çizgidedir. Kâinatı
modern bilimin materyalist kavram ve yorumlarına
mahkûm olmadan, Kur’ânî bir epistemoloji ve Kur’ânî bir usul içinde çalışmakta; öte yandan, kâinatı
çalışan bilimi bu kavram ve yorumlardan temizlemeyi sağlayacak Kur’ânî araçlar sunmaktadır. Dolayısıyla,
"kâinat"ın anlaşılıp yorumlanmasını, buna paralel olarak
"bilimsel bilgi" problemini dert edinen herkesin Risale-i Nur’dan
alacağı dersler vardır. Böylesi bir çabaya samimiyetle girişen kişilerin
Risale-i Nur’a sırtını dönmemesi; bilakis, onun bu konuda nasıl bir yöntem
önerdiğini. ne gibi araçlar sunduğunu ele alması gerekmektedir.

Okumakta olduğunuz çalışma, Risale-i Nur’un bu
yolda hangi araçları sunduğunu; iki uç problemin üstesinden Kur’ân’ın
dersiyle nasıl geldiğini göstermekten uzaktır. Bunu lâyıkınca
ortaya koyabilmek için, en baştâ çok ciddi bir kavramsal analizin başarılması
gerekmektedir. Böylesi bir çalışma için, Risale-i Nur’un esmâ-i hüsna, ilâhî sıfatlar, ibda ve inşa, daimî yaratılış, tahavvülat-ı zerrat, emr, âdetullah, şeriat-ı fıtriye,
kader, irade, melâike, âlem-i mülk ve melekût, âlem-i gayb ve şehadet, daire-i esbab ve daire-i itikad, tabiat,
kanunlar, cüz’î-küllî ayrımı gibi
kavramlaştırmalarını berraklığa kavuşturmak; bunun beraberinde, onun tüm bu
konulara bakışını bir bütün içinde ele alan bir araştırmayı gerçekleştirmek
gerekmektedir. Yalnızca Risale-i Nur’un bilime bakışını tesbit
dahi, bir dizi çalışmayla mümkündür. Ancak "dimağdaki merâtib" tasnifı, akıl-kalb
ikiliğinin nasıl ele alındığı, mânâ-yı ismî-mânâ-yı harfî ayrımı, nazar ve niyet, ene gibi bir dizi anahtar
kavramın çalışılması sonrasında, Risale-i Nur’un bilime bakışına dair küllî bir
tasvire yaklaşılabilir. Bu yolda, yapılması gereken başkaca çalışmalar da
vardır. Meselâ, Risale-i Nur, aklı mı, vahyi mi esas alıyor? Ve ne şekilde esas
alıyor? Risale-i Nur’daki ilim, fen, marifet, basiret, hikmet, felsefe,
malumat.. gibi terimler arasında ne gibi bir bağ, nasıl bir ayrım, ne gibi bir
hiyerarşi mevcuttur? Risale-i Nur’da "cehl"
ve "cehalet" ile kasdolunan nedir? Yalnızca
ilim noktasında kullandığı, "âlet ilimler," "âlî ilimler," "ulûm-u
akliye," "ulûm-u felsefiye," "ulûm-u kevniye,"
"ulûm-u maddiye," "ulûm-u ilâhiye," "ulûm-u imaniye," "imanın ulûmu," "ulûm-u
diniye" gibi terimler ile Risale-i Nur’un kasdı
nedir? Bunlar arasında nasıl bir bağ, ne gibi bir ayrılık vardır?

Görülüyor ki, bir
değil, birçok müdakkik nazarın yoğunlaşması gereken;
açılmayı ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazine ile karşı karşıyayız.

Bu keşif faaliyetinin gerçek kıvamını bulması,
hem epistemoloji, bilim felsefesi gibi belli alanlarda bir yoğunlaşmayı; hem
İslâm ulemasının bu konudaki çabalarıyla Risale-i Nur’un sunduğu verilerin
beraberce ele alınmasını da gerektirmektedir.

Sözgelimi, "klasik" tasnifte,
belagat, dilbilgisi, kozmoğrafya gibi bilimler âlet ilimler; tefsir, hadis ve
fıkıh ise âlî ilimlerdir. Risale-i Nur’un ise, "âlî" ilim derken
özellikle "iman ilmi"ni, "marifetullah"ı kasdettigi görülür. Klasik tasnifin çıkış itibarıyla
bir tutarlılığı olduğu gibi, Risale-i Nur’un artık bu tasnifı terketmesinde de bir kasd
ve tutarlılık vardır. Çünkü, meselâ tefsir kitapları, Kur’ân’a
ayna olmaları gerekirken, zamanla gölge hükmüne getirilmişlerdir.
"Fıkıh" -ilk büyük fakih olan İmam-ı Azam’ın "Fıkh-ı Ekber"inin belgeledigi gibi-iman
esasları temelinde teşekkül ettiği halde, zamanla bu temel unutulmuş; fıkhî hükümler imanî asıllarından
ve dolayısıyla marifetullahtan kopuk biçimde ele
alınmaya başlanmıştır. Keza, İmam-ı Gazalî’nin dünyasında "marifetullah"a bir vesile olan astronominin öte yanda
feylesofların elinde ya esbabperestlik
yüklü bir kâinat tasviriyle mâlul duruma düştüğü; yahut buna yalnızca tepki
gösteren, oysa imanî bir astronomi yorumu sunamayan
kifayetsiz alimler yüzünden medreselerin eğitim müfredatından silinip gittiği
gözlenmektedir.

Tüm bu süreçler gözönüne
alınırsa, Risale-i Nur’un, bilimin materyalist yorumunun hâkim olduğu bir
dünyanın insanı olan bizlere, Kur’ânî bir perspektif
sunarken, bin yıldır birikegelen birçok temel
problemi aşacak anahtarlar sunuyor olduğu görülecektir. Bu çalışma ise, bu
konuda dikkatli nazarlara bir ipucu vermekle yetinecek; bunun ötesinde, olsa olsa, kabataslak bir tasvir sunmaya çalışacaktır. Bu
yapılırken, belli bazı yanlış anlamaların tashihine de gayret edilecektir.

Açıkçası bu satırların yazarı bir okyanusun
kıyısında durduğunun farkındadır. Fakat Bu okyanusa dalması için gerekli olan
bir dizi marifetten mahrumdur. Mesela yüzme ve dalgıçlık bilmediği gibi bir
gemisi veya denizaltısı da yoktur. Dolayısıyla kıyıda
durup, "Bakın, bir okyanus var. Dikkat edin, araştırın, içine dalın"
diyen bir insan konumunda dır. Okyanusa hakkını veren çalışmalar için ise
Risale-i Nur müellifınin Muhakemat’da
sözünü ettiği "gavvas muhakkikler"e
acilen ihtiyaç bulunmaktadır.

Yeni Said’in Gözüyle Eski Said

Bilim konusunda
Risale-i Nur’un tavrını bulandıran en önemli husus, Eski Said
ile Yeni Said’in "fünun-u cedide"ye bakışı arasındaki farktır. Her iki Said’in bakışı ele alındığında, bir süreklilik ile beraber,
bir farklılıgın da oldugu
görülür. Bir bakıma, Said Nursî,
temel referanslarını başta belirlemiş olmakla birlikte, usul ve üslub noktasında kemâle giden bir süreç yaşamıştır. Usul ve üslub noktasında kemâle giden bir süreç yaşamak
demek, birtakım "ara durak"lardan geçmek,
bir dönem için birtakım "eksik" ve hatta "kusurlu"
usullerin izini sürmek, birtakım deneme-yanılma tecrübeleri yaşamış olmak da
demektir. Nitekim, Said Nursî,
Yeni Said olarak yazdığı birçok eserde Eski Said’e dair atıflarda bulunurken, Eski Said’in
maksadı dogru olmakla birlikte, usulde eksiklik ve
hataları bulunduğunu ifade eder. İttihad ve
Terakki’yle münasebeti, istibdat aleyhtarlığı, Medresetü’z-Zehra,
bilim ve terakki gibi konular, Yeni Said’in Eski Said’i "maksadında doğru, tabirinde kusurlu" gördügü konular arasındadır.4 Bu hususu belirtirken, Eski Said ile Yeni Said arasında,
"usul" konusunda kısmen "zaman ve zemin"le de ilgili bir
fark olmakla birlikte; "asıllar" noktasında bir mutabakatın oldugunu vurgulamak gerekir. Muhakemat
isimli eser, bunun en açık örneğidir. Bu eserin daha "hamdele
ve salvele"sinde, Risale-i Nur’un üzerine bina edildigi temelleri görmek mümkündür. Yine bu eser, daha
birinci mukaddimesinde, Risale-i Nur’un kâinata bakışının ana hatlarını
sunmakta; kâinata Sanii adına bakış ekseninde yoğunlaşan
tahlil, "Kur’ân’da makasıddan
başka olan kâinat bahsi istitradîdir" cümlesiyle
özetlenmektedir.5 Yine bu eserin girişinde İslâmiyet güneşinin tutulmasının
sebepleri arasında "bazı zevâhir-i İslâmiyet ile bazı mesâil-i fünun ortasında hayal-i batıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazat"
zikredildikten sonra, şu manidar ifadeye yer verilmektedir:

"Feya li’l-aceb!..
Köle efendisine.. ve hizmetkâr reisine ve veled
pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyyenin
reis ve pederidir.

"Bu ifade, onun
dünyasında bilim ve dinin yeri konusundaki netliğin delilidir. Burada açıkça,
bilim -orijinal ifadeye sadık kalırsak "fenler" ile
İslâm arasında bir eşitler ilişkisi degil; hiyerarşik bir alt-üst ilişkisi öngörülür. İslâmiyet
efendi, fenler onun kölesidir. İslâmiyet reis, fenler onun hizmetkârıdır.
İslâmiyet peder, fen onun veledidir. Mürşid olan İslâmiyettir, fenler ise bu mürşidin irşadıyla doğru
çizgide kalabilir. Buna göre, Kur’ân’dan aldığı asılların
ve usullerin rehberliğinde kâinatı incelemeye girişen bir bilim
öngörülmektedir. Vahyi rehber edinmeyen bir bilim ise, "efendisinden
kaçmış bir köle"dir; baba terbiyesi görmemiş serseri bir çocuktur; mürşidsiz bir yolcudur.

Muhakemat’la aynı
tarihte yayınlanan Münazarat’ta ise, Eski Said’in en önemli teşebbüslerinden
biri olan Medresetü’z-Zehra’nın önemi anlatılırken
"fünun-u cedideyi
ulûm-u medâriş ile mezc ve derc" lüzumundan söz edilerek, bu husus şöyle
açıklanmaktadır:

"Vicdanın ziyası. ulûm-u diniyedir. Aklın
nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla
hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde
hile, şüphe tevellüd eder."

Bu ifadelerde, Muhakemattaki ifadede açıkça görülen hiyerarşi, en azından
zahirde, görülmemektedir. Münazarattaki bu ifadenin
ilk anda zihinlerde çağrıştırdığı, iki eşitin mukayesesidir. "Ulûm-u
diniye" ile "fünûn-u medeniye"nin
aynı mertebeye konulduğu görülmekte; ve tek başına "fünun-u medeniye"ye "aklın nuru" olma
fonksiyonu atfedilmektedir.

Said Nursî’nin ifadedeki kasdının bu
olmadığı; bu ifade Muhakemat’la birlikte okunduğunda
asıl kasdının daha kolay anlaşılacağı düşünülebilir.
Ama, sözkonusu ifadenin hemen hemen
istisnasız, az önce zikrettiğimiz şekilde anlaşıldığı da bir vâkıadır. Bu söz,
sürekli, "dinî ilimler" ile "modern bilimler"in
yan yana okutuldugu; sözgelimi bir tarafta usuli’d-din, kelam ve fıkıh, öte yanda fizik, biyoloji,
sosyoloji okutulan bir eğitim projesinin özeti olarak anlaşılmıştır. İki grup
arasında bir eşitlik farzedilmiştir. Sonuçta bir
"iç içelik"ten ziyade, bir paralellik; bir alt-üst
ilişkisinden ziyade, bir eşitlik öngörülmüştür.

Manidar bir husus,
Eski Said’e ait bu ifadenin Risale-i Nur’un durduğu
yeri tesbitte de belirleyici kılınmasıdır. Bu söz,
Risale-i Nur’un yaptığı şeyi mi ifade eder? Yoksa, bir zaman sonra terkedilmiş
bir "ara durak"tan mı ibarettir? Bu söz ilk sorunun cevabı olarak
görüldüğünde, yukarıda ifade ettiğimiz, "önce şu oluştu. Ardından bu
oluştu…" türünden "bilimsel" açıklamaları olduğu gibi
kullanan, yalnızca sonuçta "İşte bunları Allah’tan başka kim yapabilir?"
demekle yetinen; iman ikrarının bilimsel açıklamaya âdeta yamandığı türde bir
çalışmayla meselenin hallolduğu düşüncesi hükümferma
olmuştur. Oysa, eger bu söz ikinci soru ekseninde
anlaşılırsa, Risale-i Nur’un bundan çok öte şeyler söylediği ve de bu sözlerini
bilfiil gerçekleştirdiği görülecektir. Risale-i Nur, bir fen kitabının mevcut
haliyle, bir akaid kitabının da medrese geleneğinden
aktarılmış haliyle beraberce okunduğu bir eğitim öngörmemektedir. Bilakis, iki
ayrı alan olarak görülen bu disiplinleri tek bir potada birleştirmeyi sağlayacak
bir usul vermektedir.

Bu yapılmadığında,
Risale-i Nur’un terminolojisini kullanırsak, gerçekte iki ayrı "ilim"den
söz etme imkânı da kalmaz. Allah’ı inkâr eden, esmâ-i hüsnâya
dayanmayan bir bilimsel çalışma, Risale-i Nur’a göre, "bilgi" değil;
"vehim" ve "zan" üretir. Marifet değil, cehalettir. Bu
konumdaki biri, "binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echel"dir.6 Öte yanda, kâinatı imanın şahidi kılmayan
bir "ilahiyat" çalışması da, Risale-i Nur’a göre. "taklid"den öte bir noktaya geçemeyecektir.
Zira, "tevhid ve nübüvvetin isbatları,
yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir."7. Yani,
böyle bir ilahiyat çalışması, olsa olsa totolojik olacaktır. Sözgelimi, Kur’ân
ve hadise dayatı olarak fıkıh, hadis, akaid.. çalışan biri, Kur’ân ve
hadisi referans noktası olarak seçmesini "Çünkü Kur’ân
Allah’ın kelâmı, Hz. Muhammed de O’nun
resulüdür" diye açıklıyor; öte yanda Allah’ın varlığını ve birliğini isbat etmesi istendiğinde "Çünkü Kur’an
ve Hz. Muhammed bunu ders veriyor" diyorsa, bu
bir "devir"dir, totolojidir: bir tahkik ve isbat çalışması degildir.
Halbuki, "Kur’ân-ı Kerim, tevhid
ile nübüvveti delâil-i akliye ile isbat
etmiştir."8 (Bu noktada, "Onikinci
Söz"de, bir fen adamının kâinatı Saniinden
gaflet ederek çalışması gibi, Kur’ân’ın da pekâlâ
"huruf ve nukuş"una
takılarak, Mütekellimden gaflet ederek okunabileceği ihsası bulunduğunu
hatırlamak gerekir).

Yeni Said’in Eski Said Eleştirisi

Said Nursî’nin Münazarat’taki sözkonusu ifadeleri, bu bahisten çoğu kez anlaşılan mânâyı  kasdetmiyor olsa
gerektir. Bu ihtimali dikkate almak için yeterli gerekçeler de mevcuttur.
Fakat, her hâlükârda, Eski Said’in bir dönem-deyim
yerindeyse- "bilimci" denilebilecek bir usul ve üslub
arayışına girdiği bizatihî Yeni Said’in ifadelerinden
anlaşılmaktadır. Mektubat’taki bir bahis, bunun en
açık örnegidir:

"Eski Said ile mütefekkirin kısmı, felsefe-i beşeriyenin
ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul
edip, onların silahlarıyle onlarla mübareze
ediyorlar; bir derece onları kabûl ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u nıüsbete süretinde lâyetezelzel teslim ediyordar, o suretle İslâmiyetin
hakikî kıymetini gösteremiyorlar. âdeta kökleri çok derin zannettikleri
hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar; güya
takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin
kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim.
Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o
kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî
kalır… Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi
zahirî telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak
ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi
var ki, onlara yetişsin."9

Çok açık ve samimi
bir sorgulamayı dile getiren bu ifadelerin bir benzerine Lem’alar’da
rastlamak mümkündür. "Yirmialtıncı Lem’a"da bir vesileyle Eski Said’den
Yeni Said’e geçiş süreci
anlatılırken, şöyle denilmektedir:

…Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi
ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve
medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefi meseleler ruhumu çok fazla
kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde
engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakkın rahmet ve
keremiyle Kur’ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildigi gibi, o felsefi mes’elelerin
kirlerini yıkadı; temizlettirdi." 10

Said Nursî’nin Mesnevî-i Nuriye’nin Türkçe tercümesi için
1950 sonrasında yazdığı önsözde de, "kırk-elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûmu akliyye ve felsefiyyede hareket ettiği için… aklı, fıkri hikmet-i felsefıye ile bir
derece yaralı idi; tedavi lâzımdı" denilmektedir.

Bu ifadeler, bir
yanda Muhakemat’ta sözünü ettiği hiyerarşiyi zihninde
muhafaza etmekle birlikte, Eski Said’in o günün hükümferma modern biliminin İslâmî
esaslara yönelik itirazını aşmaya yönelik bir usul arayışı içinde olduğunu
göstermektedir. Eski Said, modern bilimlerin
okutulduğu mekteplerden yetişen yeni kuşağın dinden koptuğunu tesbit ettigi bir vasatta, bu gözönündeki problemin nasıl aşılacağı sorusuyla yüzyüzedir. Bu noktadaki çözüm arayışları, bir dönem için
onu modern bilimin usulünün ve temelinin değil, bazı sonuçlarının sorgulandığı;
bu arada, "bazı düsturlarının sarsılmaz kabul edildiği" bir "syncretism"e, bir "bağdaştırma" teşebbüsüne sevketmiş olsa gerektir. Bizatihî kendi ifadelerinden
anlaşılan budur.

Yeni Said’e Doğru Said Nursî’nin kendi ifadelerinden, aynı zamanda bu "ara
durak"ı sorgulamayı da sürdürdüğü ve nihayet "Eski Said’in Yeni Said’e
inkılâbı" sürecinde sözkonusu durağı terkettiği anlaşılmaktadır. Risale-i Nur’un değişik
bahislerinden anlaşıldığı üzere, bu noktayı aşmasının en esaslı vesilesi,
İmam-ı Rabbanî’nin ikazı üzere, "tevhid-i
kıble" etmesi; yalnız Kur’ân’ı rehber
edinmesidir. Yeni Said’i Eski Said’den ayıran en temel nokta budur. Eski Said’in
de temel referansı Kur’ân ve Resul-i Ekrem’dir
(a.s.m.). Fakat. "hüda-deha" ayrımının
henüz Yeni Said’de olduğu kadar net bir biçimde
kurulmadığı; diğer taraftan, akıl ile kalbin iki ayrı alanı çalışan iki ayrı
"âlet-i insanî" olarak görülüyor olduğu anlaşılmaktadır. Yeni Said’in tefekküründeki en temel tasniflerden biri olan Kur’ân-felsefe; Kur’ân
talebesi-felsefe tilmizi; Kur’ân medeniyeti-felsefe
medeniyeti ayrımına, Eski Said’de o denli net biçimde
rastlanmaması dikkat çekicidir. Aynı şekilde, aklın mahiyeti konusunda da, Eski Said ile Yeni Said arasında
bir farklılık olduğu görülmektedir.

Eski Said, aklı bağımsız bir "marifet" alanı
görebilmekte; hatta aklı yer yer kalbin önüne
çıkarmaktadır. Müellifımizin eserleri arasında tarih
sırası gözönüne alınarak gerçekleştirilen bir okuma,
onun bu hususta nasıl bir çizgide ilerlediğini görmemize yardımcı olacaktır. Münazarat’ta "fünun-u medeniye"yi "aklın nuru" olarak gören Eski Said, öte yanda "ulûm-u diniye"yi
"vicdanın ziyası" olarak yorumlar. Hemen hemen
aynı sıralarda yazdığı Muhakematta "İnsanda
müdebbir-i galib ya akıl
veya basardır" diye başlayan bir tasnifte "müyûlat-ı kalbiye"yi bir tarafa, "temayülat-ı  akliye"yi diğer tarafa koymakta; ve
ikinciye daha fazla değer yüklediği görülmektedir.11 Bu iki eserden üç yıl
sonra yazılan İşârâtü’l-İ’caz’da
ise, farklı bir sıralama gözükür. Kalb, bu eserde
"imanın mahalli" olan bir "lâtife-i Rabbaniye"dir.
"Ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır."12 Burada, kalbin
hiyerarşide üste çıktığı; ona bir santral konumu biçildiği; vicdan ve dimağın
ise, onun iki kanalı, doğrudan ona bağlı iki araç olarak görüldüğü
anlaşılmaktadır. Muhakemat ve Münazarat’ta
sezilen paralellik, yerini kalbin merkezde olduğu, aklın da kalbe bağlı olarak
çalıştığı bir alt-üst ilişkisine bırakmıştır. Bu, Eski Said’i Kur’ân’da zikredilen "akleden kalb"
13 tanımına ulaştıran; bu arada Yeni Said’e geçişte de önemi olan
hayatî bir aşama hükmündedir. Bir üç yı1 daha geçtiğinde
ise, saflar iyice netleşecektir. "Eski ,Said ile
Yeni Said’in beraber yazdığı" Lemeat’ta, net bir ifadeyle "Nur-u akıl kalbden gelir" denilmektedir. Buna göre, bir fikir
kalbin ziyası olmadan nurlanamaz. Aklî bir düşünme
ameliyesi kalbin ziyası ile mezcolmazsa zulmet ve
karanlık; "zulüm ve cehil" üretir. Bu yüzdendir ki, kalbin ziyasına
muhatap olmayan aydınlar, "zulmetli münevverler"dir.
Velhasıl, "Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa,
halita-i dimağî, ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz." 14 Açıkçası, dimağda örülen bir
düşünce silsilesinin "ilim" sayılabilmesi için, "kalb"in rehberliğine ihtiyacı vardır. "Kalbsiz bir akıl" gözün görmeyen beyazı gibidir. Akıl, kalbden bağımsız bir "bilgi" aracı
değildir. Lemeat’tan sonra yazılan Mesnevî-i
Nuriye’nin önsözünde ise, "aklı, fıkri hikmet-i felsefıyye ile yaralı" Eski Said’in, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla "akıl ve kalb ittifakıyla gitmesi" sayesinde şifa bularak Yeni Said’e inkılâb ettiği
belirtilmektedir. Mesneviden sonra, sırada, Sünuhat
vardır. Sünuhat; yani, kalbe gelen mânâlar. Zaten,
daha sonrasında, Risale-i Nur da "sünuhat-ı
kalbiye" sûretinde yazılacaktır.15 "Peki, ‘sünuhat-ı
kalbiye’ ile yazarken. aklı bir kenarda mı bırakıyor?" kabilinden sorular
ise, Risa!e-i Nur’un terminolojisi içinde,
anlamsızdır. Çünkü, akıl, artık ayrı bir birim değildir; kalbden
bağımsız olmayıp, kalbe bağlı bir araçtır. Kalbsiz
akıl yoktur. Kalb tanımının içinde akıl zaten vardır.

Saflar Netleşiyor

Yeni Said Kur’ân’da "tevhid-i kıble" etmiş; tanımları ve usulü de bununla
birlikte yerli yerine oturmuştur. Bu konumdaki Yeni Said’in
Eski Said’in bilime bâkışını anlattığı, yukarıda
iktibas ettiğimiz iki bahiste "ulûm-u felsefiye" ifadesi kullandığı;
diğerinde ise "felsefenin bazı düsturlarını fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel
kabul"den söz ettiği görülmektedir.

“Felsefî
ilimler" gibi bir ifade, görebildiğimiz kadarıyla, Eski Said’in eserlerinde mevcut değildir. Eski Said "fünun-u cedide,"
"fünun-u medeniye" veya "ulûm-u
maddiye" gibi, değer yargısı belirtmeyen terimleri tercih etmektedir.
Muhtemeldir ki, düşünce dünyasına hâkim olan felsefe-bilim-din üçlü ayrımı Eski Said’in zihninde de hükümfermadır.
Fakat, Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sürecinde, Kur’ân-felsefe
ikilemesine paralel olarak, bu ayrımın geçersiz olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Felsefeden veya dinden bağımsız saf bir bilim yoktur. Bilim, bilim adamlarının
yaptığı faaliyetlerin toplamıdır ve bilim adamı, başka herkes gibi, ya mü’mindir, ya
inançsızdır. Ya felsefe çizgisindedir, ya da vahyi rehber almaktadır. Dolayısıyla "modern
bilim" diye sunulan ve Eski Said’in de o şekilde
algıladığı "fünun-u medeniye," o günkü
haliyle "felsefî bilim"dir. Bunun karşılığı da "yalnızca
bilim" değil; "imanî bilim"dir. Saf
bilim, salt bilim, sadece bilim yoktur, olamaz. Bu bakımdan "fünun-u medeniye"nin mevcut
haliyle "ulûm-u diniye" ile mezcedilmesi
mümkün olamaz. Bu, bakırın altınla birleştirilmesine benzer; ve saf altının
saflığını kaybedip değerini yitirmesine yol açar. Mektubat’ta
Eski Said’in sözkonusu usul
arayışının tenkidi babında, böylesi bir çabanın "İslâmiyetin
kıymetini bir derece tenzil etmek olduğu"nun söylenmesi bu açıdan çok
anlamlıdır.

Sahibinden Kaçmış Bir Kölenin Serencâmı

Maamafıh
bilim katışıksız bakır da değildir. Muhakemat’taki
tanımlamayı bir kez daha hatırlarsak bilim efendisi İslâmiyet olan bir köledir. Seyyidi İslâmiyet olan bir hizmetkârdır. Mürşidi
İslâmiyet olan bir öğrencidir. İslâmiyet baba; her bir fen ise, onun evlâdıdır.

Burada "İslâmiyet"i geniş anlamıyla,
bütün peygamberlere gönderilen "hak din" olarak aldığımızda, sözkonusu tanımlamanın muhtevası gerçek zenginliğiyle
karşımıza çıkar. Bütün peygamberler "müslim"dirler.
Hepsi de "hak dini" tebliğ etmiş; vahyin elçisi olmuş; vahye tâbi bir
hayatın, ve hayatın ayrılmaz bir cüz’ü olarak vahye tâbi bir tefekkürün nasıl
olacağını öğretmişlerdir. Meryem sûresinde Hz.
İbrahim’in babasına söyledigi gibi, nebilere
"bize vermeyen bir ilim" verilmiş;16 Alak
sûresinin ilk ayetlerini hatırlarsak, Rabbimiz böylece bize “bilmediğimizi bildirmiş"tir.17 İlk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem’in "talim-i esma"ya muhatap olması
18 da
bu açıdan manidardır. Nitekim, "Yirminci Söz"de bu Kur’ânî hakikat yorumlanmakta; ilim ve marifetin ancak
Esma-i Hüsnânın tanınıp bilinmesiyle sözkonusu olacağı söylenmekte; fenler de bu bağlamda ele
alınmaktadır. Her bir fen, Hz. Adem’e talim edilen,
ve tüm peygamberlerin de talim ettiği Esma-i Hüsna’dan
bir isme dayanmaktadır. Her bir ilmin, her bir fennin hakikatı
bir ism-i ilâhîye dayanır. Ve "o isme dayanmakla
o fen, o kemalât, o san’at
kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir
gölgedir." Sözgelimi geometri bir bilim dalı olarak Adl
ve Mukaddir isimlerine ayna olmaktadır. Aynı şekilde,
tıp Şâfi isminin cilvelerini gösteren ve bu isme dayanan bir bilim dalıdır. Sözkonusu risale, bir boyutuyla bilimin Esma-i Hüsna ile bağını kurarken, öte yandan her bir fennin ve her
bir terakkiyatın nebevî bir talim üzere kök saldığını
da vurgulamaktadır. Peygamber mucizeleri, bu konuda en kayda değer örneklerdir.

Her biri bir isme dayanan, ve nebilerin
talimiyle vücud bulup gelişen fenler, diğer bir
açıdan insana verilmiş fitrî bazı özelliklerin de
yansımalarıdır. Şu dünyaya Hâlikını tanımak ve yalnız Ona ubudiyet etmek üzere
gönderilmiş insan, onu bu yola sevkedecek; ve sevkedildiği bu yolda dinamik kılacak olan bazı
özelliklerle donatılmıştır. Meselâ insanda hakikati arama meyli vardır. Kemale
erme ve terakki etme meyli vardır. Kâinatı anlama ve açıklama yönünde fikri bir
merakla donanmış durumdadır. Fıtratında derc edilmiş
bu özellikler, insanı arayış ve araştırmalara yöneltmekte, Bu araştırmalar ise
insana ve kainata dair kısmi tesbitlere kapı
açmâktadır. Bu ayrı ayrı çalışmalar bir
"istikra-i tam" yani tam bir tümevarım yoluyla biraraya
toplandığında ortaya bazı külli kaideler çıkmaktadır.19 Nitekim "her bir
fen, kavaid-i külliye desatirinden
ibarettir." İnsan yalnızca kendi nazarı ise, bir nizamı farkedemez bile. Tümevarım üzerine bina olunan ve küllî
kaidelere dikkat çeken fenlerin dürbünüyle küllî ve umumî bir nizamın varlığını
görmektedir. Çünkü, nizamı olmayanın, külliyeti yoktur. Küllî kaidelerden
ibaret olan fenler var ise, ortada bir nizam var demektir. Bu bakımdan,
"umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden her birisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta
yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir." Ve bu nizam içinde gizli
olan hikmetleri, faydaları, maslahatları, san’atlı ve
ölçülü yapılışları göstererek Saniin kasd ve hikmetini ilan etmekte; Onun esmasına götüren birer
dürbün olmaktadır. Bu yönüyle de, her bir fen, âdeta vehim şeytanlarını tardetmek için birer "necm-i sâkıb"dır. Batıl vehimleri delip yakan birer
yıldızdır. Kâinatın Saniini isimleriyle tanıma; onun
yaratış biçimini, yani "âdetullah"ı,
"şeriat-ı fıtriye"yi keşfetme aracıdır.

Fakat, bilimin bu aslî mecraından
çıkması da mümkündür. Nitekim, son asırlarda vahyin rehberliğindeki bilim kendi
yolunu bulmaya kalkışmış; seyyidi olan İslâmiyetin hizmetinden kaçmış; baba terbiyesini bırakarak
evini terketmiştir. Son asırlar, bilimin
"özgür," "bağımsız" ve "tarafsız" olması
gerektiğine dair bir yığın seslenişe konu olmuştur.

Oysa, bilim bir
araçtır; aracın araç olma dışında bir seçeneği yoktur. Nitekim, vahyin
rehberliğinden kaçarken, felsefenin tuzağına düşmüş; imanî
hakikatlerin hizmetini terkederken felsefenin
oyuncağı olmuş; baba evinden kaçarak felsefe bataklığına saplanmış; vahyin
irşadına kulağını kapayarak deli-divane olmuştur. Meselâ tıbbın, biyolojinin,
başka herhangi bir bilim dalının bugünkü vaziyeti bu durumun bir delilidir. Vahid ve Ehad olan tek bir Rabbin
Şâfi ismine ayna olmaktan "tarafsız"lık ve
"değerden-bağımsız"lık adına kaçan tıp bilimi, bugün akılsız,
şuursuz, elsiz, gözsüz binlerce kimyevî maddeye şifa vericilik izafe etme
durumundadır. Cenab-.ı Hakkın Hayy
başta olmak üzere birçok isminin aynası olması gereken; Onu sonsuz ilim, irade
ve kudretiyle tanıtması icab eden biyoloji, bu görevi terketmiştir. Buna karşılık, meselâ DNA gibi akılsız,
şuursuz, kör ve sağır moleküllerin herşeyin herşeyle alâkasını bilme, herşeye
gücü yetme, mutlak irade sahibi olma, hikmeti sonsuz olma, hayat verme gibi
ilâhî özellikler taşıdığını ileri sürme divaneliğine dûçar olmuştur. Bir
Yaratıcıyı reddeden her bir bilim dalı, zerreler adedince ilahlar edinmeye
mecbur kalmıştır. Sahibinden kaçan ve kendi kendinin sahibi olmaya kalkışan
bilim, sonuçta, vahye sırtını dönmüş felsefenin divanece hezeyanlarının sözcüsü
konumuna düşmüştür.

"Bilimin imanîleştirilmesi" değil; "bilimin
yeniden-imanîleştirilmesi"

Oysa, bugünkü konumu bu olsa da, bilimin asıl
yeri burası degildir. Bugün "imanî
bilim"den değil, ancak "felsefi bilim"den söz etmek mümkün ise
de, "yeniden imanî hale gelmiş bir bilim"in
izini sürmek gerekmektedir. "Yeniden imanîleşme"
ifadesini özellikle kullanıyoruz. Çünkü, Risale-i Nur’un özetlemeye çalıştığımız
yaklaşımıyla, bilim esasen "imanî"dir;
semavî ölçülerin ve nebilerin rehberliğinde, insana dercedilmiş
fıtrî duyguların sevkiyle zuhura başlamış; "küfrî
felsefe"nin tuzağına sonradan düşmüştür. Bu bakımdan, "bilginin İslâmîleştirilmesi," veya "bilginin imanîleştirilmesi" gibi düşünen birçok dimağı meşgul
eden bir ihtiyacın doğru ifadesi, Risale-i Nur’un bakış açısıyla "bilginin
yeniden-imanîleştirilmesi"dir. Çünkü, aslı imanîdir. Çıkış noktası ve temelleri imanîdir.
"İmanî" olmayan "felsefi" bir
bilim ise, yine Risale-i Nur’un terimleriyle, bilgi değil zan üretir. Cehalet
ve vehim üretir.

Bir kez daha vurgularsak, Risale-i Nur’a göre,
esasen altın değerinde olan bilim, maddeci felsefenin içine taşıdığı birçok
düşük maddenin karışmasıyla asliyetini yitirmiş;
içerdiği altın onca yabancı maddenin arasında görülmez ve bulunmaz olmuştur.

Bu altını yabancı
maddelerden ayrıştırmak için, bir "muamele-i kimyeviye"ye
ihtiyaç vardır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın bu kimyevî
işlemin formülünü verdiğini belirtmektedir. öyle ki, bu formül, "âlî ilimler"e, "âlet ilimler"e
müracaat etmeden de ulaşma imkânı vermektedir.

Kur’ân’dan bulunan yol: mânâ-yı harfi

Müellif tarafından
"Risale-i Nur’un fıdanlığı" olarak
tanımlanan Mesnevî-i Nuriye ‘de, şöyle bir ifade vardır: "Kur’ân’dan… maksud-u bizzat
olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isal edici
bir yol buldum. Serîü’s-seyr
olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı
ihsan etmek rahmet-i Hâkimenin şânındandır."20

Burada küçük bir
kavramsal açıklamada bulunmamız gerekiyor. "Maksud-u
bizzat olan ilimler," Risale-i Nur’un terminolojisi içinde bakılırsa,
"ulûm-u imaniye"dir, "iman
ilmi"dir, "marifetullah"tır, Rabbimizi
esma-i hüsnasıyla tanımaktır. "âlet
ilimler" ise, marifetullaha vesile olan, bu
uğurda malzeme sağlayan bilimlerdir. Risale-i Nur’un terminolojisiyle, fizik,
kimya ve biyoloji gibi "ulûm-u kevniye" de;
psikoloji, sosyoloji, dilbilgisi gibi "fünun-u
beşeriye" de; kelâm, fıkıh, usul-i hadis gibi "ulûm-u diniye" de
bu sınıftadır.

Peki, Kur’ân’dan
bulunan yol nedir? "âlet ilimler"i
"iman ilmi"ne giden yolda istihdam eden; daha da önemlisi, âlet
ilimleri okumaksızın "maksud-u bizzat olan ilimler"e ulaştıran yol nedir?

Bu soruların
cevabını bir bütün olarak Risale-i Nur’da, ama öncelikle Mesnevî’de buluyoruz.
Bu eser içinde yer alan ve kâinatın Sâniin vahdetine
delil oluşunu ellibeş açıdan tahlil eden "Katre" risalesinin "mukaddime"si, Kur’ân’dan bulunan sözkonusu yola
dair önemli ipuçları vermektedir. Bu mukaddimede, Said Nursî, Yeni Said olarak,
"kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam
öğrendim" der. Nedir bu kelimeler? "Kelimelerden maksat: mânâ-yı harfi, mânâ-yı ismî, niyet,
nazardır. Şöyle ki: Cenab-ı Hakkın masivasına (yani kâinata) mânâ-yı
harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismîyle
ve esbab hesabına bakmak hatadır…" Hem,
"nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder… Maddiyata esbab hesabiyle bakılırsa cehalettir. Allah hesabiyle
olursa marifet-i ilâhiyedir." Aynı mukaddimede, öğrenilen "dört
kelam"ın ise şunlar olduğu belirtilir: (1) "Ben kendime malik değilim.
Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir;" (2) "ölüm haktır;" (3)
"Rabbim birdir" ve (4) "ene."21

Gerçekten, dikkatli
bir nazar Risale-i Nur’un bu dört kelime ile dört kelâm ekseninde döndüğünü
görür.

Risale-i Nur’da, kâinat, baştan sona
"mânâ-yı harfi" dürbünüyle; yani mânâsı
kendinde olmayan, başkasının mânâsını gösteren bir âyet olarak çalışılır.
Zerreden yıldızlara herşeyin, tüm mevcutların ve tüm
oluşların, Vahid-i Ehad’in
isimlerini ve sıfatlarını ne şekilde tanıttığı gösterilir. Bütünüyle Risale-i
Nur bu dersi verir. Ama özellikle "Onikinci
Söz," "Otuzuncu Söz," "Yirmidördüncü
Söz" gibi risalelerde bu usul tahlil edilir; ve bilhaasa
"âyetü’I-Kübra;"
"Otuzikinci Söz," "Yirmükinci
Söz," "İkinci Şua," "Otuzuncu Lem’a,"
"Yirminci Mektub" gibi risalelerde ise bu
usulün kâinata nasıl tatbik edilecegi gösterilir.
"Yirmidokuzuncu Söz," "Dördüncü
Şua," "Onaltıncı Söz," "Yirmidördüncü Mektub" gibi
risaleler ise, masnuat düzeyindeki mânâ-yı harfi çalışmasını san’at
düzeyinde; eser düzeyindeki mânâ-yı harfi çalışmasını
fiil düzeyinde; "zerrat" düzeyindeki mânâ-ı
harfi çalışmasını "tahavvülat" düzeyinde
tahlil eden; nazarı daha da incelten; ibda ve inşaya beraberce nasıl muhatap
olunacağının usulünü çalışarak "daimî yaratılış" düzleminde nazarları
"sırr-ı Kayyumiyet"e
açan risalelerdir.

Öte yanda, Risale-i Nur’da yoğun bir
"enfüsî tefekkür" vurgusu mevcuttur. Ki, Risale-i Nur’da nasıl
"din ilimleri" ve "fünun-u ekvân" iki ayrı alan, akıl ve kalb
iki ayrı araç olarak görülmüyorsa; ne insanın iç dünyasına yönelen bir enfüsî
tefekkür kâinata yönelik âfâkî tefekkürden, ne de âfâkî tefekkür enfüsî
tefekkürden soyutlanır. Bilakis, özellikle "ene"nin çalışıldığı
"Otuzuncu Söz," ayrıca "Yirmiüçüncü
Söz," "Otuzikinci Söz" gibi başka bazı
risaleler bir iç-içeligi, bir bütünlüğü ifade
ederler. Tasavvuf ehlinin kâinattan soyutlanmış enfüsî tefekkürü de,
kelâmcıların enfüsî tefekkürden soyutlanmış kâinat çalışmaları da eksiktir; aslolan, semavat ve arzın
hilkatinden, dağlardan, yıldızlardan bahsederken birden insanın yaratılışına
nazarları çekiveren Kur’ân sûrelerinin belgelediği
gibi, bir bütünlüğü sağlamaktır.

"Mânâ-yı harfi"nin anahtarı: ene

Zaten, sahih, imanî
bir tefekkürün kurulabilmesi için, "ene"nin yerini ve görevini
bilmesi; insanı "akleden kalb"den
mahrum bırakıp "kalpsiz akl"a mahkum eden
şeytanî desiselerden uzak kalması; bunun için ise acz
ve fakrını gerçekten derketmesi şarttır. İnsanın
"mânâ-yı harfî"ye
yönelmesi; "mahiyet-i eşya"yı değiştiren "nazar ve
niyet"ini sahih kılması bununla mümkündür. Bu bakımdan, Risale-i Nur, marifetullaha ulaşmanın en kısa, en selametli ve en umumî
yolunun acz, fakr, şefkat
ve tefekkür bütünlüğünü kurmak olduğunu ısrarla söyler; ve bu noktada enfüsî
tefekkürle âfâkî tefekkürü bir potada eritir. Kâinatı incelemeye yönelmiş
nazarı, bu bütünlük içinde "tashih" eder ve sıhhatli kılar. Bu tashih
iledir ki, ene haddini bilecek, sıcaklığı göstermesini sıcaklığı verenin
kendisi olduğuna delil zanneden ahmak bir termometre konumuna.düşmeyecektir. Bu
tashih iledir ki, âfâkî malumat nefse geldiği vakit, enede bir tasdik edici
bulacak; "o ulûm nur ve hikmet olarak kalacak" ve "zulmet ve abesiyete inkılâb etmeyecek"tir. Oysa, bu halde olmayan ene, âfâkî
malumatı zulmete dönüştürmekte; "binler fünunu
bilse de cehl-i mürekkeble
bir echel" olan, zira bildiği binler fenni marifetullaha âlet kılamayan fertler ortaya
çıkarmaktadır.22

Risale-i Nur’daki bu
genel bakış, bilime de tatbik olunabilir bir mahiyet arzetmektedir.
Bir kez daha vurgularsak, Risale-i Nur bir bilim kitabı değildir; "marifetullah ve muhabbetullah"
kitabıdır. Kâinatı kendisinde "tevhid-i kıble" ettigi Kur’ân-ı Hakîro in öğrettigi şekilde ele
alır. Bunu yaparken, bilimsel referanslara, teknik tanımlara, biyoloji, kimya
yahut psikoloji gibi disiplinlerin izahlarına başvurmaz. Bu tarzı ihtiyar
etmek, "mânâ-yı harfi"nin kullanımını yalnız
bilim adamlarına münhasır bırakmak; başkalarını ise böylesine önemli bir
tefekkür aracından mahrum etmek demek olur. Oysa, Risale-i Nur, üstadı ve
mürşidi olan Kur’ân’ın usulüne uyarak, "havass"a mahsus hususî bir yol değil; avamın da
kullanabileceği umumî bir yol sunma çabasındadır. O yüzden kâinatı çalışır; ama
teknik terimler yüklü, bilimsel çalışmaları esas alan bir biçimde değil.
Bilakis, eşyanın yalnız zahirine nazar edildiğinde dahi "mânâ-yı harfi" nazarıyla onca esma-i hüsnaya
nasıl ulaşılacagını ortaya koyar. "Otuzikinci Söz"ün "Üçüncü Mevkıf’ı
bunun en açık örneğidir.

Burada gözden
kaçmaması gereken husus, Risale-i Nur’un avamın irşadını gözönüne
alarak çizdiği bu umumî yolun, "havass"
tarafından kendi özel çalışma alanında da kullanılabilir bir mahiyette olduğudur.

Açıkçası, Risale-i Nur kâinatı bir bilim adamı
gibi çalışmaz; ama bir bilim adamının kâinatı "imanî"
bir temelde çalışması için de usul verir. Bir çiçeğin nakışlarını, rengini,
kokusunu zahiren incelerken bizi marifetullaha
ulaştıracak olan "mânâ-yı harfi" aracı,
aynı çiçek üzerinde hücre yapısına, organizmasına, içerdiği minerallere, dünya
üzerindeki dağılımına, değişik cinslerine.. dek uzanacak bir araştırma yapacak
olan bilim adamına da marifetullah yolunu
gösterecektir. Bu bakımdan Risale-i Nur ne bilimcidir, ne de bilim
aleyhtarıdır. İmanîdir; küfür. aleyhtarıdır. Kuı’ânîdir; vahye sırtını dönen bir felsefenin
aleyhtarıdır. Eşyaya "olduğu gibi," yani yaratılmış olarak bakar; onu
sebeplere, tesadüfe, kendi kendine oluşlara hapseden bir yorumun aleyhtarıdır.
Bu yüzden, bilimin kendisine değil, bilimin felsefi yorumuna yönelen bir
itirazı vardır. Ve bugünün biliminin kullandığı genel açıklama çerçevesini ve metodolojiyi,
"felsefi" olarak yorumlamakta; sonuçta esasen imanî
ve insanî bir asla dayanan bilimi değil, bugünün "felsefî bilim"ini
eleştirmekte ve ona karşı dikkatli olmaya sevketmektedir.

Şu iki iktibas, bizim "bilim" diye
okuduğumuz bazı şeylerin Risale-i Nur’da "felsefi" olarak isimlendirildiğinin
örneğidir: "

‘Mürur-u zamanla
kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılâb etmiş, sonra
nebatat husule gelmiş sonra hayvanat vücuda gelmiş’ gibi tabirler, icad ve hilkat-ı ilâhî noktasında felsefidir ki, Risale-i
Nur’un san’at ve icad-ı
ilâhî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor." (bkz.
Emirdağ Lâhikası I). "Şimdi bak: Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak,
diyor ki: ‘Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi râriyedir. Ondan
fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp; cesameti
bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir.’ Mûhiş bir
dehşetten, nıüthış bir hayretten başka, ruha hir kemâl-i ilmî vermıyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren
mutantan felsefi mes’elelerin ne kıymette olduğunu
anlarsın." (bkz. "Ondokuzuncu
Söz").

Aynı muhakeme
tarzının uygulandığı başka bir bahiste bu kez gerek Kur’ân’ın,
gerek "felsefi bilim"in dünyayı (arz) sunuş tarzı mukayese edilir.
Ve, "akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş" felsefi bilim için
şu ifadelere yer verilir: "Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyesi, Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez.23 Ama
aynı Risale-i Nur’da, meşhur ‘Altıncı Mesele"de. "Muallimlerimiz
Allah’tan bahsetmiyor" diyen lise öğrencilerine "Sizin okuduğunuz
fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip
Hâlikı tanıttırıyorlar" denmektedir.24 Zaten, Risale-i Nur’un bilimi
referans aldığı düşüncesinin en ziyade dayandığı bahis budur. Ovsa, burada.
kime konuşulduğu önemlidir. Lise öğrencisi olan; fen eğitiminden geçen; ve bu
eğitimle materyalist bir kâinat yorumuna muhatap olan kişilere konuşulmaktadır.
Onlara, "mânâ-yı isınî"
düzeyinde verilmiş malumatı "mânâ-yı harfi"
nazarıyla imanî bir "marifet"e
dönüştürmenin usulü öğretilmektedir. Unutulmaması gereken husus. özel olarak
"Fenleri okuyarak Allah’ı tanıyın" denilmediği zaten
"bilimsel" bir eğitime muhatap olan insanlara konuşulduğudur. Yoksa,
Risale-i Nur, "marifetullah gibi asıl maksud olan bir ilme âlet ilimleri okumadan ulaştıran bir yoI"u Kur’ân’dan bulmuştur.
Ve asıl yoğunlaştığı nokta, kalblere ve dimağlara bu
yolun nakşedilmesidir. "Reşha" sembolü ile
ifade edilen bu yolun tahlili ise ayrı bir araştırma konusudur. Burada, konuyla
doğrudan ilgisi itibarıyla Risale-i Nur’un bu Kur’ânî
yolu öne çıkarırken; marifetullaha "âlet ilimler"in aracılığıyla giden ve "katre" sembolü ile ifade edilen diğer bir yolu -eksik
kalmaya mahkum olduğunu söylemekle birlikte- reddetmediğidir.25

Sonuç

Risale-i Nur
gibi, dar bir alanda cüz’î bazı problemleri aşmakla
yetinmeyen; umumî ve küllî bir dairede yüzyüze
gelinen problemleri aşmayı hedefleyen bır eserin
"bilim"e bakışı sathî ve sınırlı bir incelemeyle kavranamaz. Bizatihî
Risale-i Nur’un belirttiği üzere, Eski Said ile Yeni Said arasında bu noktada metodik
bir farkın mevcudiyeti ise. konuyu daha hassas bir hale getirmektedir.

Öte yanda, kâinatın yorumunda bilimi yedeğine almış bir
materyalist felsefenin hakim konumda olduğu; en ziyade İslâmî olduğunu söyleyen
ülkelerde dahi ders kitaplarına bu yorumun nüfuz ettiği bir ortamda
yaşanmaktadır. Böyle bir ortamda, kâinata imanî bir nazarla nasıl bakılacağının
tesbiti hayatî bir konudur. Resul-i Ekrem (a.s.m.) "Allah’ım! Bana eşyayı olduğu
gibi göster" diye dua etmiş; bu duaya Kur’ân-ı Hakîm’le cevap verilerek, eşyaya
olduğu gibi muhatap olmanın onu Allah’ı tanıttıran âyetler olarak görmek olduğu
öğretilmiştir. Oysa bugün pak çok Müslüman dahi "kâinata olduğu gibi bakmak"tan
determinist bir bakışı anlamaktadır. Tek başına bu durum bile, aşılması gereken
çok ciddi bir "imanî" problemin varlığını işaretler.

Risale-i Nur, bu
problemin aşılması için, çok yönlü bir tahlil içinde, çok önemli araçlar sunar.
Mânâ-yı harfi" ve "ene"
kavramlaştırması; keza "reşha" sembolü
bunun örneklerindendir. Risale-i Nur’un bu alanda sunduğu Kur’ânî
usul ve tahlil. konunun önemini bilenlerin gözardı
edemeyeceği bir mahiyettedir. Bu usul ve tahlilin lâyıkınca
ortaya konulabilmesi için ise Risale-i Nur üzerinde yoğunlaşan bir dizi çalışma
gerekmektedir. Bu makalede, her biri etraflıca çalışılması gereken bazı ana
noktalara işaret etmekle yetinilmiştir.

Dipnotlar

1. İsmini burada zikretmeyeceğimiz birçok Müslüman
entellektüel ile yaptığımız yüzyüze görüşmelerde bu kanaat ısrarla ifade
edilmiştir. Sözkonusu entellektüellerimizin bu kanaate Risale-i Nur’a dair nasıl
bir incelemeden sonra ulaştıkları sorulduğunda, önemli bir kısmının yalnız
birkaç risaleyi "gençliğinde" okumuş olduğu; bir kısmının ise hiç Risale-i Nur
okumadan bu kanaati serdettiği maalesef gözlenmiştir. Bu konuda, menfi kanaatine
mesned edindiği, Eski Said’e ait İşârâtü’l-İ’caz’daki "mucize" bahsi ile Yeni
Said’in "Yirminci Söz"ü arasındaki tekamül çizgisini fark edememiş olsa da,
İsmail Kara’nın kitabî bir referans gösterdiği görülüyor. Bkz. İsmail Kara
(haz.), Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, I. Cilt, Risale Yayınları, İstanbul
1986, s. lix.

2. Mardin’in yaklaşımına
örnek olarak bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, çev. Metin Çulhaoğlu, İletişim
Yayınları, İstanbul 1992, s. 66-67,224, 321, 341, 355, 357, 361.

3. Merhum İsmail R. el-Farukî’nin öncülüğünü yaptığı "bilginin İslâmîleştirilmesi" projesi; S. Nakib
el-Attas’ın öncülüğünde Malezya’da yürütülen
çalışmalar; Said Ali Eşref’in öncülüğünde Islamic Academy ve yaın organı olan Muslim Education Quarterly ile
gerçekleştirilen çalışmalar bu konuda nihaî sonuca ulaşmamış ciddi teşebbüsler
olarak zikredilmelidir. TC içinde, yine nihaî bir model kuramamış da olsa en
azından problemi tesbit eden ve aşmaya çalışan bir
örnek olarak bkz. Doç. Dr. İrfan Yılmaz, Dr. Selim Uzunoğlu, Alternatif Biyolojiye Doğru, T.Ö.V. Yayınları,
İzmir 1995. Yazarların hareket noktası şu dikkat çekici tesbittir:
"…Din derslerini haftada iki saatten yirmi saate de çıkarsanız, diğer
derslerin işlenişini ve müfredata bakışınızı değiştirmeden bu hadisenin
düzelmesi mümkün d

4. Bu konuda Yeni Said’in bir
değerlendirmesi için bkz. B. Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 45-47.

5. Bu husus Eski Said’in bir diğer eseri olan İşârâtü’l-İ’câz’da da vurgulanır: "Kur’ân-ı
Kerîmin kâinattan yaptığı bahis tebaîdir; kastî
değildir. Yani ‘ligayrihî’dir, ‘lizâtihî’
değildir. Yani, Kur’ân-ı Kerim, Cenab-ı
Hakkın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle
kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinattan bizzat keyfiyetini izah etmek için
değildir…" ilh. Bkz.
a.g.e., s. 212." (a.g.e., s. 7).

6. Risale-i Nur’un marifetullahtan mahrum bilgiyi ‘cehalet’ olarak
tanımlamasına örnek olarak bkz. Sözler, s. 505 ve
658.

7. İşârâtü’l-İ’caz,
s. 163.

8. a.g.e., s. 163.

9. Mektubat, s. 413-414 (İtalikler bana
ait).

10. Lem’alar, s. 225-226. (İtalikler
bana ait).

11. Muhakemat, s. 31. bkz.

12. İşârâtü’l-İ’caz,
s. 85.

13. Kur’ân, 22:46.

14. Sözler, s. 658. bkz.

15. Lem’alar, s. 83.

16. Kur’ân,
19:43.

17. bkz. Kur’ân,
96:5.

18. bkz. Kur’ân,
2:31.

19. Bu çerevede bir açıklama için bkz. Muhakemat, s. 14; İşârâtü’l-İ’caz, s. 96; Mesnevî-i
Nûriye, s. 228.

20. Mesnevî-i Nûriye, s. 194.

21. Mesnevî-i Nûriye, s. 46-47.

22. "Ene"nin
tahlili hususunda bkz. Sözler, s. 502 vd.; Mesnevî-i Nûriye, s. 182-3. Ayrıca, "Onbirinci Söz"e de bu açıdan bakılabilir. Acz, fakr, şefkat ve tefekkür
bütünlüğü için özellikle bkz. Sözler, s. 445 vd

23. bkz. Sözler, "Yirmidördüncü Söz"ün "Üçüncü Dal"ı.

24. bkz.
Sözler, "Yirmidördüncü Söz"ün "Üçüncü
Dal"ı.

25. bkz.
Sözler, "Yirmidördüncü Söz"ün "İkinci
Dal"ı. Bu bahis gerek Risale-i Nur mesleğinin kavranması, gerek onun sair
meleklere bakışının anlaşılması noktasında çok büyük bir önem arzetmektedir.