Modern dünya, zihinsel
bakımdan XVII. yüzyılda başlar"1 diyordu meşhur filozof B.Russel. Şüphesiz, bu
hükmün doğruluğuna hiç kimsenin bir diyeceği olamazdı, nitekim öyle de oldu. İyi
amma, yüzyıllardır devam edegelen ve bütün uygarlıkların müşterek olarak
benimsedikleri, Tanrı merkezli dünya görüşünü tepetaklak eden bu bilimsel
paradigmanın ilkeleri nelerden ibaretti ve gerçekten, yanlış anlama ihtimali
olmayan özellikler mi içeriyordu? Bu ve benzer soruları cevaplandırmak, ilgili
dönemi biçimlendiren felsef sistemlerin muhtevasını detaylı olarak irdelemeden,
oldukça zordur. Zaten bu çalışmanın amacı da, mevcut bilimsel kurama, mukabil
kuramlarla cevap verilip verilemeyeceğinin, İslamî versiyonunu ortaya koyma
çabası olarak nitelendirilebilir.

Herşeyin çivilerini
yerinden sökercesine, hem fızik hem de sosyal alem anlayışında, derinlemesine
etkilere sebep olan ve modern çağların temellerini oluşturan bu gelişme; fizik
ve astronomide Copernicus, Galileo ve Newton’un başarılarıyla zirveye ulaşan
devrimsel değişmelerle meydana geldi. XVII. yüzyıl bilimi, Descartes’ın
dehasının tasarladığı, doğanın matematiksel tasvirini ve analitik akıl yürütme
yöntemini kapsayan, Francis Bacon tarafından da güçlü bir biçimde savunulmuş
olan yeni bir araştırma yöntemine dayalıydı.2

Descartes’ın uyguladıgı
ve izleyen yıllarda bütün bilim dallarında geçerlilik kazanarak yaygınlaşan
"analitik yöntem", indirgemeci yani, sonsuz kadar parçalara ayırmayı ihtiva eden
bir özelliğe sahipti. Bu yöntem, öylesine önemli sonuçları da beraberinde
getiriyordu ki; nihayet Descartes. bu tür akıl yürütmenin zorunlu sonucu olarak
"zihne ait her şey bedenin, bedene ait her şey de zihnin dışındadır"3 hükmünü
formülleştirmek durumunda kaldı. Bunun anlamı açıktı. Zihin ve madde, hatta
maddenin kendisi bile, birbirinden tamamen bağımsız ve yalıtılmış partiküllerden
ibaretti. Zihin ve madde arasında yapılan bu kartezyen ayırım Batı düşüncesi
üzerinde olağanüstü olarak nitelendirilebilecek derin etkiler yaptı. Buna göre
maddede hiç bir amaç, hayat ya da ruhsallık yoktu. Doga mekanik yasalara göre
işleyen nicel bir varlıktı ve ancak matematiksel olarak açıklanabilirdi. Daha
açık bir ifade ile varlığı; sadece hacim, yani boyut sahibi nesnelere icra eden
materyalist bir anlayışın temelleri atılmış oluyordu. Çünkü ancak bu tür
şeylerin varlığı "açık seçik" ve matematiksel olarak bilinebilir ve ölçülemeyen
şeylerin varlığı ise ancak bir vehimden ibaret olabilirdi.

Descartes’ın XVII.
yüzyıl bilimi için oluşturduğu bu kavramsal çatı, kesin matematiksel yasalarca
yönetilen mükemmel bir makine şeklindeki doğa anlayışı, bu kartezyen rüya,
Galileo’nun öldügü yıl olan 1642’de, İngiltere’de doğan İsaac Newton tarafından
gerçekleştirildi. Newton mekanistik doga anlayışının tam bir matematiksel
formülasyonunu gerçekleştirdi ve böylelikle Copernicus ile Kepler, Bacon,
Galileo ve Descartes’ın çalışmalarının büyük bir sentezini yapmayı başardı.4

Newton, "her cisim
birbirini, kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı, aralarındaki mesafenin
karesi ile ters orantılı olarak çeker" diyordu.5 Zafer o denli eksiksizdi ki, bu
heybetli zihinsel başarıyı Einstein, "muhtemelen her hangi bir zamandan bağışık
olarak tek bir bireyin attıgı en büyük adım," sözüyle nitelendirmişti. Gerçekten
de Newton’un formüle ettigi yeni vizyon, bu muazzam kurgu, atomlardan
gezegenlere değin hemen hemen bütün varlığın açıklamasını açık ve seçik olarak
yapıyor görütüsünü vermişti. Fakat paradigma, evrendeki olayların "nasıl"
olduğunu açıklarken, "niçin" olduklarına dair hiç bir açıklama getirmiyordu,
Sahi, niçin bu şekilde oluyorda başka türlü işlemiyordu bu yasalar? Hem, sözü
edilen bu yasaların bir "vücud-u-haricisi" olması gerekmez miydi? Temel
varsayım, hacmi ve kütlesi olmayan şeyleri yok ferzediyorsa, bu temel çelişkiye
tutarlı bir çözüm getirecek bir açıklamanın yapılması gerekmez miydi? Oysa bu
konuya dair de hiç bir açıklamaya rastlayamıyoruz. Nihayet, bir kuvvet olarak
galaksilerden atomlara kadar bütün bir cosmosa sirayet eden, varlığı kaostan
kurtaran bu yasaların mahiyet ve terkibi nelerden ibaretti ve gerekli enerjiyi
nereden sağlayabiliyorlardı?

İşte, bu ve benzeri
soruları müplemlikten kurtaracak tutarlı açıklamalar her nedense teğet
geçilmişti. Sonraları Newton, kendisinin tamamıyla mekanistik bir şema
çizdiğini, nihai sebepler ve ya bir Yüce Yaratıcı konusuna hiç girmediğini
söyleyenlere cevap olmak üzere, kitabın ikinci baskısına bir iman ikrarı ilave
etti. Ne ki, yaptığı açıkama bu en güzel sistemi ancak akıllı ve kudretli bir
otoritenin meydana getirebileceğini teslim etmesine rağmen, nihai olarak
varlığın Allah’la alakasını koparmaktan da geri kalmıyordu. Söylemek istediği
kısaca; "nasıl ki bir körün renkler hakkında sağlıklı bir tasavvur geliştirmesi
mümkün değilse, bizim de her şeyi bilen Tanrı’nın eşyayı idrak etme ve anlama
tarzı hakkında hiç bir fikir yürütmemiz mümkün değildir" şeklindeydi.6

Newton, Deist bir
anlayıştan başkasını savunmuyordu. Belki de paradigmanın tıkandıgı noktada
Tanrı, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak kabullenilmişti. Vahyin ve nübüvvetin,
böyle bir sistemde kesinlikle yeri yoktu. Zaten, dayandıgı temeller itibarı ile
de zorunlu olarak bu ve benzeri kavramların içerilmesi, paradigmanın tabiatına
aykırıydı. Böylece varlık alemi, tamamen sekülerleştirilerek, sadece maddi
formlar ve mahiyetini tam anlamıyla kavramaktan aciz kaldıgımız yasalardan
ibaret nesneler olarak tanımlandı. Dilimizde, "kün" emrine muhatab varlıklar
anlamında ism-i mekân olarak kullanılan "kâinat" kavramı yerine, "baskıya
verilen şey" anlamına da gelen "tabiat" kavramının, mekanistik dünya görüşünün
geçerlilik kazanmasından hemen sonra cosmos mukabili literatürümüze girmesi,
şüphesiz bir raslantı olarak değerlendirilemez. Birinci kavramdan, yaratıcının
bizzat her an tazelenen yaratması anlaşılırken, ikinci kavramda, vasıtalı bir
teşekkül, kendi kendine olma-oluşma gibi anlamları ihtiva eden çağrışımlar
gizlidir. Kudret kalemi ile her şeyi hiçlikten varlığa çıkartarak nakış nakış,
desen desen, her bir varlığa ayrı bir "teşahhus" veren yaratılış yerine; mekanik
yasalara göre işleyen mutlak bir determinizmin, kendi kendine oluşturduğu
dolaylı bir varoluş, her bir varlığı birbirine hem hâkim hem de mahkûm hale
getirerek Tanrı’yı tümüyle safdışı bırakan bir anlayış benimsenmiştir. Bu
anlayışa göre varlık, Yüce Yaratıcı’nın bizzat "kudret kalemiyle" yazdıgı kozmik
bir kitap olmaktan çıkmış, önceden mükemmel bir şekilde düzenlenerek matbaa
makinesine havale edilmiş anlamlı harf dizelerinin, sürekli olarak baskıdan
çıkarıldığı, dolaylı bir kitap haline dönüşmüştür. Bunun anlamı gayet açıktır.
İlk yaratma ve düzenleyişten sonra Tanrı, kendisinin varlık üzerindeki
hükümranlık ve icraatını sona erdirerek işi, otomasyona baglanmış muazzam tabiat
makinesinin tabii yasalarına havale etmiştir. Batılı anlamda kozmik alem
anlayışının esası budur ve modern zamanlarda ihdas edilen hemen her şey, bu
temel varsayım üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla, aydınlanma sonrası Batı’da
yeniden teşekkül eden bilim, alem, hayat tarzı, yönetim biçimi ve hasılı her tür
algılama biçiminin arkaplânında, Tanrı’yı ve ruhsallığı ihtiva etmeyen
materyalizmin determinist yasaları görülebilir.

Bu anlamda Batı’nın
tanımladıgı bütün kavramlara objektif kavramlar olarak degil, belli bir dünya
görüşünü yansıtan ideolojik kavramlar şeklinde bakmak gerekir. Çünkü Batı
merkezli oluşturulan hemen her şey, onun hâkim rengiyle boyanmış, onun
değerleriyle yoğrulmuş subjektif modellerdir. Bu bakımdan, nesnel bilim ve
nesnel dünya görüşleri olarak takdim edilen anlayışlardan bahsedenlerin,
haddizatında çok büyük bir yanılmışlık içinde olduklarını rahatlıkla
söyleyebiliriz. İşte bundan dolayıdır ki, Tanzimat ve sonrası nesillerden bir
çok yerli aydının, batının bilim ve tekniğini kendi irfanımıza adapte ederek,
medeniyetimizin geçirdiği krizi çözme çabalarını, bu bütünlük fikrinden mahrum
olmarına bağlayabiliriz.

Bu gerçeği kaydettikten
sonra; asıl meselemize, İslam’ın kâinat telakkisine gelebiliriz. İslam’da
metafizikle alakasını kesmiş hiç bir bilim modelinin olamayacağı açıktır. Çünkü
böyle bir model, ne Tevhid, ne de Uluhiyet inancıyla hiç bir şekilde örtüşemez.
Bir kere bütün kadim kültürlerde olduğu gibi İslam’da da varlık mekanik değil
organik bir mahiyeti haizdir. Kültürümüzde de "insan için küçük alem, alem için
de büyük insan" formülasyonunun, öteden beri kullanılıyor olması, bu hususta
bizim dünyamızda yerleşik bir düşüncenin var olduğunu gösterir.

İslam kültüründe
kâinat, ilahi isim ve sıfatlara mazhar bir ayna kudret kalemirden hikmetle
çıkmış kevni bir kitaptır. İnsana indirilen vahiy, yine Allah’ın bir kitabı olan
kozmik vahiyden ayrılamaz. Bunlardan ilki, Allah’ın kelam sıfatından gelirken
diğeri O’nun kudret sıfatından aksetmiştir. Birinde kelami ayetler, diğerinde
ise kevni ayetler vardır. İnsan ise bu alemde bir efendi ve-gözcü olarak,
kendisine bütün isimlerin öğretildiği yeryüzünün halifesi, Allah’ın dünyadaki
vekilidir.

İnsanın kevni ayetleri
okuması emaneti anlama ve araştırma cehdinde bulunarak bu konuda mesafe alması;
bir bakıma onun eşya ve hadiselerin derunundaki illiyet yani nedenselliğe ilgi
duymasını da beraberinde getirerek, bu konudaki susuzluğunu gitgide
arttırmıştır. Öteden beri, eşya ve hadiseler arasında tutarlı bir illiyet bağ
kurma isteği, biraz da insan aklının mahiyetiyle ilgili bir meseledir. Akıl
daima kendi yapısına uygun makul çözümler ister. Bu çözümleri bulamadığı zaman
da genellikle inkar ya da red yolunu tercih eder. Bu bağlamda bütün mesele,
imanla aklın kesiştiği denge noktasını bulabilmektedir.

İşte, aydınlanma sonrası
fizikte meydana gelen büyük devrimsel değişmenin mü’min aklını desteksiz bırakan
yeni bir paradigma geliştirmesi bütün dünyada olduğu gibi, bizim dünyamızda da
çok ciddi denilebilecek bir iman buhranını ve medeniyet krizini beraberinde
getinmiştir. Deha denilebilecek büyük kafaların, inkara düşmelerini bu sebeple
çok da fazla yadırgama mak gerekir.

Asrın başında, ümmetin
buhranına iman buhranı teşhisini koyan büyük mütefekkirin ömrünün son otuz
yılını, sadece bu meselee teksif etmesi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken
çok önemli bir husus olarak değerlendirilmelidir. Mesele, iman meselesidir. Çok
genel anlamışla akidemizin, hayat zarzımızdan ilmi modellerin oluşturulmasına
varıncaya değin her sahaya sirayet etmesi, iman meselisinin çok çeşitli
açılımları olarak değerlerdirilebilir. Zozmolojiyle ilgili meselelere çözüm
ararken, sözü edilen mütefekkirin eserlerini bilhassa çok önemli bir me’haz
olarak dikkate almamız herhalükarda kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza
çıkmaktadır.

Yukarıda söylemiştik;
Kâinat, Allah’ın isim ve sıfatlarını tecelli ettiği bir ayna ve kevni ayetlerin
yazıldığı kozmik bir kitaptır. Bu formülasyon yerine, bir an için, bütün
varlığın Allah’tan bağımsız olarak kendi kendine oluştuğunu varsayarsak; o zaman
tabiat için her bir parça toprakta, her bir damla suda ve her bir hava
zerresinde milyarlarca madeni matbaa ve sonsuz manevi fabrikaların bulunması
gerektiğini kabullenmemiz gerekecektir. Çünkü bir canlı doku hem biyolojinin,
hem kimyanın, hem de fiziğin bütün yasalarını ihtiva eden çok karmaşık
işlemlerle ancak var olabiliyor ve varlığını devam ettirebiliyorsa; Bu durumu ya
yapısal olarak içsel, ya da dışsal yasalarla açıklamak mecburiyetindeyiz. İçsel
anlamda maddenin, bizatihi milyarlarca mekanik fabrika özelliğini ihtiva eden
özellikleri içermesi hiç bir şekilde mümkün değildir. Dışsal olarak da bir takım
yasaların, meseleyi çözüyor gözükmesinde çok ciddi boşluklar bulunmaktadır.
"Sözgelimi, çoğunlukla enerji sahibi olan, belirli nitelikler taşıyan, ama
boşlukta hareket eden güç alanlarından ya da dalgalardan söz edilir. Şimdi
matematiksel olarak böyle bir model, bazı ölçümleri temellendirmede işe
yarayabilir, ama fizik bakımından, belirli özellikler sergileyen "total"
bir
boşluğu kabul edemezsiniz. Boşluk, yokluktur; olmayan birşeyin birşeyler
sergilemesi de imkânsızdır."7

Bu durumda meseleyi,
kâinatta sürekli tecelli halinde bulunan ilahi isim ve sıfatların eseri olarak
ele almak ve bu sıfatların anbean tazelenen varlık muammasının hakiki menba ve
müsebbipleri oldugunu kabullenmek suretiyle, ancak açıklama imkânı vardır.
Meselâ, varlıgın dağılmadan bir düzen içinde oluşarak, sürekliliğini sağlama
enerjisi, sonsuz bir güce ya da "kayyumiyet sıfatına" verilmez; bir emr-i ilahi
olan şeriat-ı tekviniye, Allah’a istinad edilmezse, boşlukta da hükmünü icra
eden ve henüz tasvir edilemeyen "kütlesiz latif olaylar"8 mevcut seküler
paradigmayla hiç bir şekilde açıklanamaz.

Meselenin bu
cephesinde, mutlak bir çıkmazla karşı karşıya kalan modern fizik kuramları,
metafizikle temasa geçmeden mevcut tıkanıklıklarını aşma istidadı
gösteremiyorlar. Çünkü fizikte meydana gelen yeni gelişmeler, mikrofizikte
astrofizik yasalarının biribiri ile tamamen farklı özellikleri içerdiğini
gösteriyor. Newton fiziği ise bu sahada tamamen yetersiz kalmaktadır. Daha da
ötesi, yeni fizikte oluşturulmaya çalışılan kuramlar, ancak matematiğin soyut
ilkeleriyle tahmini tasarımlardan öteye geçememektedir.

İmdi, genel-geçer ve
mutlak determinist tabiat yasalarının bütün bir varlığa teşmil edilerek,
meselenin vuzuha kavuşturulduğu iddiası, beklenmedik sürprizlerle iyiden iyiye
sarsılmaya başlanmıştır. Meselenin böylesine çetrefilleştiği bir noktâda
"gelenek" bütün haşmetiyle dirilerek bilimlerdeki tıkanıklıkları aşma noktasına
gelmiştir. Fizikle metafiziğin uyumlu hale gelmesi ve yeni bir paradigmanın
oluşturulması uzun yıllar alabilir. Bununla birlikte "ed-Din" olan İslam’ın,
varlık muammasının çözümlenmesi konusunda, gerekli bütün argümanları içerdiği
rahatlıkla söylenebilir.

Bu baglamda
Bediüzzaman’ın meleklerin vazifelerine dair; "muazzam bir ümmet olan meleklerin
‘amele kısmı’ irade sıfatından gelen şeriat-ı tekviniye’nin hamelesi, mümessili
ve mütemesilleridir" tarzındaki açıklamaları, birbirine mütenakız görülen
meselenin kesişebilecegi bir denge noktasını ihtiva eder görünmektedir. Müellif
devamla, bu konuda şu ilginç açıklamaları da yapmaktadır: "Cereyan eden o
namuslar, şu hükmeden kanunlar, itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardı, ademî
sayılırlar. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini elinde
tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücud
taayyün edemez. Bir hüviyyet teşahhus edemez. Bir hakikatı hariciye olamaz.
Halbuki: ‘Hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmi bir emr, hakikat-ı hariciyeyi
yüklenemez."’9

Üstad, melaikenin icad
etme gibi kabiliyetleri bulunmadığını, ama bununla birlikte Cenab-ı Hakk’ın
icraatını temsil ettiklerini söylemektedir.10 Melaikenin de ilahi isim ve
sıfatların tecellisinden neş’et eden varlıklar olarak bekalarını muhtaç
oldukları varlık Allah’tır. Bu bağlamda, varlık hiyerarşisinin en üst
noktasında sonsuz bir ilim, irade, hikmet ve kudret sahibi olarak bulunan
namütenahi varlık Allah’tır. Herşeyin ikame, idame ve hayatiyeti O’na bağlıdır.
Herşeyin doğrusunu Allah bilir vesselam.

Kaynaklar

Bediüzzaman Said
Nursi, Sözler (nşr, Envar Neşriyat), İstanbul 1993,

—————————, Şualar (nşr, Envar Neşriyat), İstanbul 1994,

Bertrand Russel,
Batı Felsefesi Tarihi (nşr, Muammer Sencer), İstanbul 1983,

Fritcof J. Capra,
Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (nşr, Mustafa Armagan), İstanbul 1989,

—————–, Yeni Bir Düşünce (nşr, Mustafa Armağan), İstanbul 1992,

Robert B.Downs,
Dünyayı Değiştiren Kitaplar (nşr, Erol Güngör), İstanbul 1994

Seyyid Hüseyin
Nasr, İnsan Ve Tabiat (nşr, Nabi Avcı), İstanbul 1991.

 

Dipnotlar

1. Russel, s. 506

2. Capra, s. 52

3. a.g.e., s. 59

4. a.g.e., s. 63.

5. Russel, s. 515.

6. Downs, s. 209.

7. Nasr, s. 119

8. Capra, s. 75.

9. Sözler, s. 510.

10. Şualar, ss.
261-263.