Aleme gözünü açan insan kendini hayatı boyunca sürecek
çözümlemelerle karşı karşıya bulur. İnsan nedir, içinde yaşanılan alem nedir,
sistemli olarak işleyen bu alemin geçmişi —varsa gelecegi— ve sonu nasıl
kavranılabilir? Asırlar boyunca insanoglu aleme vücut veren müdahil bir yaratıcı
kudreti tanımakla, alemin vücudunu kendine irca etmek gibi iki yol arasında
muhtelif çizgiler oluşturarak bu güne geldi.

Eşyanın içini, dışını-mekânsal nlarak cismani ve varsa cisim
ötesi bütün boyutlarını zaman boyutuyla birlikte tanıtabilecek "mutlak
gerçeklikte" bir kozmolojinin ortaya konulması bütün dinlerde oldugu kadar bütün
felsefelerde -pek tabi ki bilim felsefesinde de en önemli konu olmuştur.

İlimin (bilginin) kaynaklarından olan "bilim" ve "din"
tartışılırken zaman zaman bilimin eşyanın "nasıl oluyor"una cevap verdigi, dinin
ise "niçin oluyor"u açıkladıgı ileri sürülerek bir ayrım ortaya konur. Gerçekte
din -dini, mutlak hakikati kavramamızı sağlayan islam anlamında kullanıyoruz
eşyanın niçini kadar "nasıl"ına da ışık tutarken bilim nasılı ortaya koyma
iddiasında iken dolaylı olarak niçine de cevap vermektedir.

Bilimin üzerine oturtulan dinden bağımsız felsefenin yol açtığı
en büyük yanılgı eşyanın gerçekten "nasıl" oldugunu açıkladığını
zannettirmesidir. Bu yanılgı bilimin imkânlarının hem cismaniyet alanıyla
kısıtlı olması, hem de insanların bilimi ancak belli kalıplar -paradigmalar
çerçevesinde yorumlamalarından kaynaklanır.

Eşyanın hakikatinin kavranmasına ilişkin bir yaklaşımın gerçekçi
olması bu yaklaşımın eşyanın bütün boyutlarını tespit edebilecek mekânizmaları
saglamasıyla mümkündür.

Varlık sadece gözlemlenebilir ve dokunulabilir alemden mi
ibarettir yoksa bunların dışında boyut(ları) var mıdır? Eger varlık kokusu,
tadı, görüntüsü, sesi, sertliği olan beş farklı kavrama boyutlu cisimsel
bedenlerden oluşuyor ve bunların ötesinde bir yapı yansıması taşımıyorsa eşya bu
kavrama boyutlarınca tanımlanabilecektir.

Madde üzerinde yapılan incelemelerde, günümüz fiziğince maddenin
yapısal kökeninin tanımlanmasını sağlayabilecek sabit partiküler varlıkların
vücudu tespit edilememiştir. Atomun tespitinin ardından bu parçacığın, en küçük
-değişmezyapı taşı olduğuna dair bilim bulgusunun yol açtıgı "maddenin
ezeliyeti" şeklindeki felsefı yaklaşım Einstein’den sonra; atom altına doğru
belirginleşen sınırsız parçalanmalarla birlikte şüpheye dönüşmüştür. Sonunda
kuantum fiziği maddenin en küçük partiküler pozisyonunun varlık ve yokluk
arasında gidip geldiğini, bir şekilde maddeyi teşkil eden en küçük vücutlu
partiküler yapıların fızik vücutsuz bir enerji alemden fizik vücuda sıçramalar
yaptığını ortaya çıkardı. Bu durumda maddenin beş boyutlu kavrama alanlarının
(görüntü, ses, koku, tad, yogunluk) dışında bir alandan sıçrayarak vücut
kazandıgı anlaşılıyordu. Maddenin vücudunun kaynagı gibi gözüken bu enerji
alemin hakikati nasıl tanımlanacaktı?

Günümüz fiziğinin karşılaştığı bir başka sorun daha vardı.
Cisimsel alem birbirine nispetle farklı zaman ve dolayısıyla mekân boyutlarından
oluşuyordu. Cismin kendi içindeki bu farklılık bir yana farklılıgın boyutları
cismaniyetin dışına taştığında varlık nasıl tanımlanacaktı. Örnegin Einstein’in
getirdigi hız-zaman-kütle arası ilişkiyi düzenleyen formüle göre bir varlığın
hızı ışık hızı sınırına ulaştığında hatta bu sınırı aştığında varlık cisim
boyutlu tanımlanamıyordu. Işık hızını aşmış bir varlık imajiner alemde (kütlesiz
yani madde ötesi) bir yapı arz ediyor; formülde zaman açıklanmaz bir yapıya
bürünerek "sonsuz şimdi zaman düzlemi" şeklinde yorumlanabilecek bir durum
ortaya çıkıyordu.

Eşyanın hakikatinin tespitinde odaklaşırken ortaya çıkan bu yeni
bulgulara çeşitli tanımlayıcı felsefi yaklaşımlar getirildi. Bu yaklaşımlardan
birisi Hint asıllı fizikçi Maharishi Mahesh Yogi’nindi. Maharishi "Birteşik Alan
Teorisi" ile fiziksel vücut ile fizik ötesi vücut arasında bir birleşim
oluşturdu. Fizik vücut, derununda fizik ötesi bir vücuda dayanıyordu. Çünkü
fizik, maddi vücudun yapı taşı olan fizik vücutlar tespit edememiş, tam tersine
maddi vücutların fizik ötesi bir alemden ani sıçramalarla cisimsel aleme
aralıksız olarak geçiş yaptıgını ve bu sıçramaların ani geliş/gidiş tarzında yer
degiştirmelerle devam edip gittigini tespit etmişti.

Bu noktada Maharishi varlıkların cismani vücuda sıçradıkları
alanın aşagısının varlıgın yaratıcısı olan -herşeyi bilen, her an her yerde
olan, kudreti her şeye yeten mutlak bir enerji varlık oldugu tezini ortaya attı.
Bu bir tür panteist yaklaşımdı ve varlığın yaratılışının varlığın arkasında
şiddet ve yoğunluguyla her şeye nüfuz ettiği için farkedilmeyen bir güce
isnadını gerektiriyordu.

Ortaya atılan bütün açıklama biçimlerine rağmen insanlık
elindeki imkânlarla hala varlığın mekân olarak en küçük ve en büyük (enfüsi ve
afaki) uçlarını belirleyememekte; tersine varlık gittikçe içinden çıkılmaz
sorunları ve bilinmezlikleri beraberinde getirmekteydi.

Bu durumda insanlık varlığı nasıl yorumlayacak ve kavrayacak;
gerçek kozmolojiyi nasıl ortaya koyacaktır?

Bilim ve Bilimsellik

İnsanlık ilk gözlemlerinde vücutların davranışlarının belli
düzenlilikler içerisinde geliştiğini tespit etti. Bu tespit mevcut
düzenliliklerin hangi prensiplere dayandığının sorgulanmasını beraberinde
getirdi. Bu sorgulamalar sonuçta tabiat içerisinde maddenin davranışlarını
formüle eden fen bilimlerinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açtı. Ancak
bir şey fark edilmişti. Tabiat aleminde yer alan ve yapısal örgüsü hariç asli
yapısı tabiatın cisimsel bedenleriyle aynı olan hayvanlar ve üst düzeyde
insanlar aleminde de belli düzenlilikler var olmakla birlikte bu alemdeki
unsurlar tabiat alemindeki diger unsurlarla aynı paralelde davranmıyordu. Esasen
fizik ötesi müstakil ruhsal boyutların varlığından kaynaklanan bu değişik
yapının işleyişini düzenleyen prensiplerin tespiti maksadıyla da beşeri bilimler
gelişmeye başladı. Bir taraftan fizik, kimya, matematik, biyoloji maddeye
odaklı; diğer tarafta sosyoloji, psikoloji ve bunların değişik versiyonları
maddenin ötesinde bir şeyler taşıyan insana odaklı olarak belirginleşti.

"Bilimsellik" yukarıdaki bilimlerin geliştirdigi tespitler
çerçevesinde düşünmeyi zorunlu kılan bir felsefe halini aldı. Bilimin bizzat
kendisindeki sınırlılıklar "bilimsellik"le birlikte gelebilecek yeni tespitleri
de sınırlandırdı. Çünkü bilimin kendisi elindeki verileri sadece duyusal
algılara dayandırıyordu ve gelebilecek yeni yaklaşımları hep önceden ürettiği
kalıplar paradigmalar çerçevesinde sınırlıyordu.

Bilim ile, bilgi şeklinde ifade edilebilecek "ilim" arasındaki
ayırımı ortaya koymamız gerekir. İlim (bilgi-knowledge), bilimi (science)
içeriyor olmakla birlikte bilim ilmi kapsamaz. Kaynakları ilahi ve nakli de
olabilen ilim sınırlılıkları reddettigi halde bilim ve bilime dayalı ilim
(bilgi) ancak belli kalıplar çerçevesinde alınmış olmak zorundadır. Bilim bir
düzenliliğin ifadesidir ve ifade edildiğinde bu düzenlilik insanlar tarafından
rahatlıkla kavranılabilir. İlim de bir düzenliligin veya mutlak gerçekligin
ifadesi olabilir ama bilimin kapsamını aştığı noktadan sonra kavranılmaları
güçleşir ve inancın konusu olur.

Bilim ve Pozitivizm

Bilimin kavrayış ve ifade kapsamının önemli felsefi akımlardan
biri olan pozitivizm ile iyice sınırlandırıldığını görüyoruz. Pozitivizmi
(olguculuk) literatüre ilk getiren Fransız Aguste Comte’tur. Comte’un
pozitivizminde "Doğrudan deneyle sağlanamayan bilgi metafizik veya teolojiktir.
Duyularla alınamayacak hiçbir şey bilgi ve tecrübe konusu yapılamaz. Varlık
aleminde psikolojiye yer yoktur ve psikoloji biyolojiyle açıklanır."

Görüldüğü gibi Comte göz, kulak, burun, dil ve ten dışında bir
yolla algılandıgı ileri sürülen hiç bir gerçeklik olmadıgını ileri sürer ve
ilmin (bilginin) sadece duyularla algılanabilen ve deneylenebilen olgular
dışında hiç bir şeye dayandırılamayacağını savunur. Bu kapsam dışında var olan
ilim Comte’a göre ya metafizik ya da teolojiktir; yani safsatadır. Bu yaklaşım
günümüze kadar çeşitli değişimlere uğramış olsa da kökenlerini hala aynen
korumakta ve bilim son zamanlardaki çatırdamalarla birlikte pozitivizmin
kalıplarıyla sınırlı kalmaktadır.

Bilimselliğin özellikle pozitivizmin etkisi altında insanlığa
sunduğu bilgi çercevesi eşyanın hakikatine ilişkin boyutların derinliği
sözkonusu olduğunda ciddi şekilde sorgulanmaya ihtiyaç gösterir. Kâinatı bütün
boyutlarıyla bilim vasıtasıyla sorgulayan insan akvaryum içerisinde akvaryumu iç
ve dış dünyasıyla sorgulamaya çalışan balığın pozisyonuna benzer. Üç boyutlu bir
nesnenin içerisinde bulunan bir nesneyle bu nesneye dışarıdan bakan bir nesnenin
yakalayabilecegi boyutlar arasında büyük uçurumlar vardır. Mekânın içerisinde
bulunan bir varlık mekânın ve zamanın belli bir köşesine hapsolmuştur; mekânın
bütün boyutlarıyla sınırlarını ve ötesini tespit edemeyecegi gibi zamanın
başlangıç ve sonunu tespit edemez.

Bilim mekânın belli bir kesiti üzerinde ve teknik imkânların
desteğiyle zamanın da belli bir kesitinde tespitlerde bulunabilir. Yine bilim
bulgularına dayanarak varlığa ilişkin bir başlangıç-bitiş teorisi üretebilir;
ancak başlangıcın öncesi ve bitişin sonrasına ilişkin bilimin ortaya
koyabileceği hiç bir şey yoktur. Kaldı ki bilim varoluşu incelerken mevcut
sistemlerin işleyişindeki muharrik gücü de göz ardı eder. Çözüm olarak
"nedensellik" ihdas edilmiş olsa da bu, doğruluğu asla ispat edilemeyen bir
varsayımdan ibaret kalmaya mahkum olmuştur.

Bilim kâinata ilişkin prensipler (tahiat kanunları) ortaya
koymakla birlikte bu prensiplere ait ne birer fiziksel vücut tespit edilebilmiş;
ne de bunların kaynaklarına inilebilmiştir. Hatta asıl önemli olan bu konular
"gerçekdışılık" anlamı yüklenen "metafizik" kavramı içerisine oturtulmuş ve
metafizik te pozitivizmin etkisiyle bilim dışına itilmiştir. Oysa günümüzde
kuantum fiziğinin derinlere inerek, madde-madde ötesi arası çizgiyi çok fazla
zorlaması; derinlikler psikolojisi ve parapsikolojinin üzerinde odaklandıgı
pozitivizme oturtulamayan reddi gayri kabil "levitasyon, telekinezi, telepati"
gibi gerçekliklerin tartışılmaya başlanması, bilime dolaysıyla bilimselliğe
örtülen kabukta çatlamalara yol açmıştır. Artık bilim adamları mevcut kalıbıyla
bilimin tek başına hakikatleri kavramaya ve ifade etmeye yetmediği gerçeğini
seslendirmeye başlamıştır.

Esasen bilimsellik ve pozitivizm arasında birebir ilişki olduğu
ileri sürülemez. Aksi taktirde bilim gerçekliğin sadece dar bir alanının
ifadesinden ibaret kalacaktır. Bilimin olgusal alemi ifade çalışmalarına pozitif
yaklaşması insanlık tarafından kolay kavranabilirlik açısından gereklidir. Çünkü
insanlık mutlak çoğunluk itibariyle kolay oldugu için duyularıyla
algıladıklarını kavrarlar ama bu, bütünlüğün diger boyutlarını kavramak için
yeterli değildir. Sorun, kavranılanların varlığının kavranılamayanların
yokluğuna delil imiş gibi kullanıldığında ortaya çıkar. Amacımız mutlak
gerçeklige ilişkin olgusal tespitlerin mutlak gerçekliğin dogru ancak sadece bir
kısmını tanımlayabildiğini vurgulamaktır. İtirazımız sosyal bilimler veya fen
bilimlerinin yine de mutlak çerçevesiyle tespit edemediği vücudun işleyiş
mekanizmasına ilişkin tanımlamalarına degit, bu tanımlamalar üzerine oturtulan
felsefi çerçeveyedir. Bilim olguların tespitiyle ilgilidir ve bulguları zorunlu
olarak kabul edilir. Ancak bilimsellik olgulardan, bunları yorumlamaya ve
bilgiyi (ilmi) sınırlamaya dönük bir felsefi sıçrayıştır ki ciddi bir
anlaşmazlık sebebidir. İnancını taşıdıgımız dini ilim bilimin mutlak
tespitleriyle degil de bilimin üzerine oturtulan felsefe ile çatıştıgı taktirde
ilim ile bilim arasında gerçek dışı bir cepheleşme oluşturulur ve bilimsellik,
bilim felsefesiyle çatışan evrensel tevhid dinine dayalı ilmin reddini zorlar.
Oysa gerçek çatışma sözkonusu ilmin bilimce tespit edilen mutlak işleyiş
prensipleriyle (kanunlarla) çelişmesi durumunda ortaya çıkar.

Ne yazık ki ilmin kaynağı din oldugu yerde, bilim ile çelişmeyen
ilim pozitivizmle kalıplı bilimsellikle çatıştırılmış ve kâinata ilişkin
kavrayışların çok fazla sınırlanmasına sebep olunmuştur. Din ile bilim arasında
vaktiyle oluşturulan çatışma böyle bir durumdan doğmuştur. Bilimin tespitlerine
itiraz etmek bir yana, ışık ve çerçeve kazandıran hatta bilimin yer yer bizzat
kaynağı olan din (İslâm), bilimin ulaşamadığı alanları-mutlak gerçekliğin zaman
ve mekân içi ve dışı boyutlarını tanımlamıştır. Ancak dinin bu tanımlamaları
insanlığın ürettigi bilimsellik maskesi arkasındaki felsefeyle karşı karşıya
geldigi için "çağı tanımlayan bilim, çağdışı olan din kaynaklı ilim" şeklinde
bir inanç üretilmeye çalışılmıştır.

İlmin kaynaklarından birisi olan bilim maddeyi tahlil ederken
pozitivist -olgucu bir bakış açısını kural olarak kullanmalıdır; ama maddi
varlık kalıplarının sınırlarında, bu bakış açısı aşılmalıdır. Dahası bilime
dayalı tespitlerin yorumlanması -felsefe üretilmesi aşamasında pozitivizmin
kalıplarından kesinlikle sıyrılınmalıdır. Aksi taktirde asıl sorgulanması
gereken zihin çatlatıcı sorular bu güne kadar batı dünyasınca yapıldıgı gibi,
sürekli metafıziğin bilinmezligine itilerek unutulmaya terk edilecektir. Özetle
bilim sadece maddenin analizi aşamasında olgucu yaklaşımı gerektirirken
olguculuk bilimselligi bir aşamadan sonra -zaman ve mekânın farklı boyutlarında
safsataya dönüştürür. Tıpkı her şeyi mükemmel açıklayarak giden Einstein’in bir
noktadan sonra "varlıkların, kudreti sonsuz Yaratıcının bir parçası olduklarını"
iddia etmesinde oldugu gibi… Bu yüzden bilim adamlarının çoğunluğu aynı
gerçeklere dayanarak birbirleriyle asla uyuşmayan felsefi tartışmalar
geliştirmişler, bilimin felsefeye dolayısıyla ideolojiye dönüştügü yerde
birbirlerine karşıt binlerce akım ortaya çıkmıştır.

Bilimsellik ve Nedensellik

Bilimin tahlil ettiği madde belli mekanizmalar çerçevesinde
davranan birbirleriyle ilişkili kompüterize sistemlere benzer. Maddi vücutlar
arasında kurallara dayalı bir ard ardalık dikkat çeker. Yani bir davranış
"görünürde" bir diğer davranışa yol açar. Sathi bakışla tahlil edildiginde
örneğin, madde özünde farklı yüklerin birbirlerini çektiği, benzer yükler
arasında itme davranışı olduğu, yan yana gelen oksijen ve hidrojen atomlarının
birleştiği, fotonların ışıttığı ve ısıttıgı gibi olaylarda nesneler arasında bir
sebep sonuç ilişkisi görüntüsü dikkat çeker. Bu görüntünün bilimselligin
(bilimin degil) temeli haline getirilmesi, "kâinat mekanizmasının kendi kendine
işlediği" şeklinde çözümlendiği gibi bir yanılgıyı felsefi inanç haline
dönüştürmüştür. Şüphesiz yirminci yüzyılda bu inancın patlamasına en büyük
katkıyı "Diyalektik Materyalizmin" kurucusu ve insanları da maddeye indirgeyerek
"determinizmin" felsefi çerçevesinin oluşturucusu olan Karl Marx yapmıştır.

Geçmişte "yaratıcı mutlak gücün varlığı" ile "sebep-sonuç"
şeklinde işleyen mekanizmayı telif etmek için çırpınanlardan bir kısmı "ilk
muharrik güç" yaklaşımını getirmişlerdir. Buna göre Yaratıcı kâinat
mekanizmasını oluşturmuş yani bir saat gibi kurmuş ondan sonra müdahaleyi
bırakarak dahli olmaksızın dışarıdan seyre koyulmuştur.

Varlıga ilişkin nedensellik yaklaşımı yukarıda bir örneğinden
söz edilen zorlama çırpınışları bir yana bırakırsak yaratıcı mutlak güç
inancının bir çırpıda reddedilmesine yol açmış; nedensellik çerçevesinde varlık
"kendi kendine oluyor, sebepler yapıyor, tabiat yaratıyor" gibi biri olmazsa
diğeriyle açıklanabileceği sanılan vücut kaynaklarına irca olunmuştu. Oysa
gerçekte bilim varlıkta gözlemlenen sebep-sonuç sürecinin nedensellikle
açıklanabilecegini asla ispat edemez. Bir başka tabirle, nesneler arası
ilişkilerin. "algılanması başka bir boyutta mümkün olan" sebep(ler) tarafından
düzenlenmedigini hiçbir bilimsel tespit belgeleyemez.

Akvaryumu inceleyen bir balığı düşünelim. Balıgın duyuları
kavrama-alanları dışında olan vücuda sahip bir ipe bagladıgımız küçük bir taşı
akvaryum içerisinde hareket ettirelim. Dışarıdan bakan ve ipi algılayabilecek
bir duyu gücüne sahip bir kişiye göre taşı hareket ettiren siz olduğunuz halde
balıga göre taş kendi kendine hareket etmektedir. Balığın-zihninin çalıştığını
varsayalım üzerinde düşünebileceği iki alternatif vardır: Ya taşın içerisinde
onu kontrol edebilen büyük bir şuur ve güç vardır ya da böyle bir şuur ve gücün
dışarıdan müdahalesi söz konusudur.

Burada bilimin yaptığı şey taşın hareketini tespit etmektir.
Hareketin kaynağı(illeti) ve muharrikine gelince bu "nedensellik" varsayımıyla
açıklanmakta ve bu varsayım inanca dönüşmektedir.

Elektron ve proton arasında bir çekim kuvveti vardır. Ancak
neden bu iki yük birbirini çekmektedir? Kuantum fıziğinin bulduğu çözüm -hâlâ
teori olarak kalmakla birlikte partiküllerin daha küçük partikülleri karşılıklı
olarak birbirlerine atmaları ve partikül alışverişinin çekimin illeti-sebebi
olduğu şeklinde bir varsayımdır. Bu varsayım gerçekse partikül alışverişinin
sebebi nedir? Buna da bir cevap bulunduğunda yeni bir sebep sorulacak ve bu
sonsuza kadar gidecektir. Madde altı parçacıkların hâlâ kapsamına
ulaşılamamıştır. Ancak en küçük maddi partiküllerin madde dışı bir
alemden-yokluktan vücuda ani sıçramalarla geçtiği, bu sıçramaların sürekli
gel-gitler tarzında yaşandığı esasen maddenin aslî ve sabit vücudu olmadıgı, var
olan vücudun ise en küçûk zaman birimlerinde varlık-yokluk arasında gidip
geldiği modern bilimin en son tespitleri arasındadır. Maddeye vücut veren,
maddeyi yokluktan vücut aleme sıçratıp vücut alemde akıllara durgunluk veren
düzgün bir mekanizmada örgüleyen ama bunu zamanın en küçük birimlerinde
aralıksız olarak, bilinçli ve planlı şekilde gerçekleştiren nedir?

Çatırdayan Nedensellik

Eşyanın hakikatini inceleyen en temel bilim fizik olmuştur.
Fizik biliminin bulgularındaki değişim eşyanın açıklanmasına dönük felsefeleri
de otomatik olarak değiştirmiştir.

Newton’un 1600 lerde ortaya koyduğu nedensellik anlayışının en
önemli destekçisi olan "tabiat-atom modeli" genel kabul görmüş ve üç asır
boyunca tabiatın katı, kütlesel, kesif, yer değiştirebilir karakterde temel
inşaat bloklarının varlığına inanılmıştı. Ancak kuantum fıziginin
derinliklerdeki incelemelerinde atom altı parçacıkların gözden kayboluşu
belgelendi. Bu yolda ilk adımı Werner Heisenberg tarafından atıldı.
"Kesinsizlik-uncertainity" prensibiyle tanımladığı teorisinde bir parçacık
yakalanmaya çalışıldığında pozisyonu belirleniyor sonra kaybediliyor, bir an
momentumu ölçülebiliyor sonra belirsizleşiyordu. Kuantum mekaniği sonunda bu
partiküllerin gerçek fizik vücutlarının olmadığını gördü. Newton’un bulgularının
tam aksine eşyanın boş uzayda hareket eden katı parçacıklardan oluşmadıgı
anlaşıldı. Tespitler araştırmacıları sonunda uzayın tamamen nabız gibi atan
alanlardan oluştugu fikrine götürdü. Şimdi kuantum mekaniği parçacıkları
dalgalar veya ihtizaz paketleri şeklinde alt alanlardan yukarıya sıçramalar
olarak tanımlamaktadır ki bu durum, Newton’un "katı madde" tanımlamasını yok
etmiştir.

Elimizdeki kitabın yüzey seviyesinde katı maddenin gerçek bir
fızik vücudu vardır; katı ve kesin olarak maddi varlıgı sürer. Ancak maddenin
iç-alt seviyesinde fızikçiler maddi gerçekliği bulamamakta, bunun yerine içerde
sadece alanlar ve dalgalar tespit edilmekte, yani "hiçbir şey" bulunmaktaydı.
Madde, özünde hiçbir şey ise madde yok muydu, biz hayal mi görüyorduk?

Gerçekte "yokluk" yoktu yani fızik dışı da olsa vücut vardı;
sadece görmek için hangi seviyede baktığımız, tabiatı hangi seviyede ve boyutta
inceledigimiz önemliydi. Çünkü bir boyutta varlığı olmayan bir vücut diğer bir
boyutta beliriyordu.

Heisenberg’in keşifleriyle birlikte madde içine dogru seyahatler
devam etti. İçerde değişik alanlar keşfedilip tanımlanınca alanların
kendilerinin bir tabanı, en temel yönü, en az hareketlilik (excitation)
seviyesi, ihtizaz alanı veya boşluk durumu ortaya çıkıyordu. Buradan alanların
ana özünün görülmez, geçişken (transitional) temeli, esası anlaşılmaya
başlanmıştı. Bu elektromanyetik "en az hareketlilik durumlu alan", atom altı
parçacıkların yani maddi vücudun bittiği yerde başlıyordu. Bir başka tabirle
varlığın vücudu hareketlilik-tahrik (excitation) ile açıklanıyordıı. Bir
elektron titreşimler dalgalanmalar veya alttaki alanların hareketliliği şeklinde
var olabiliyordu. Araştırmalar gösterdi ki elektronun varlığı değişik hareket
seviye ve(ya) durumunda bulunabiliyor; çok aktif veya sakin olabiliyordu.
Elektronun yaşayabileceği vücut alemde bulunabileceği değişik hareketlilik
durumlarına kesin bir alt limit-sınır yoktu. Elektron belli bir noktanın altında
iyice sakinleştiğinde vücudunu tamamen kaybediveriyor, yani
elektromanyetik/enerji alandan da sıyrılıp yok oluyordu. Hareketin sıfır oldugu
noktada vücut sıfır oluyordu. En az hareketlilik durumu, elektronun bir parçacık
etkisi oluşturabilmesi için yetersiz bir dalgalanmadan ibaretti.

Elektronun düştügü yokluk-boşluk durumu (vacuum state) tamamen
boşluk ama aynı zamanda tamamen doluluk durumudur. Bu alan içinde hiçbir şey
tespit edilemedigi halde, parçacıkların vücut kaynagı, tabiatın inşaat
bloklarının başlangıç noktası olarak gözükmektedir. Bu sonsuz potansiyel alanı
olan eşyanın kaynağı, kendi içinde fıziki "gerçek" taşımamaktadır. Bu boşluk
durumu fizikçi Sudarshan tarafından "geçirgen (transitionel), gizli
(unmanifested), her yere nafiz, kâinattaki bütün düzlemlerin aktifliklerinin
besleyicisi, uzaya ve zamana ait almayan, değişmez, mutlak mükemmelliğin
kaynağı, tesadüf ve düzensizlik seviyesi sıfır olan kuantum alan" şeklinde
tanımlanmaktadır.

Modern bilim geldigi bu noktada acı bir itirafla "bu boşlugun
her nasılsa-somehow nasıl ve neden olmuşsa, "doluluk ve sonsuz potansiyel alan"
olduğu sonucuna varmıştır.

Bilimin ulaştıgı bu noktada "nedensellik" artık geçerliligini
yitirmiştir. Tabiatta gözlemlenen sebep-sonuç ilişkisi düşüncesinin yerini, bu
ilişkiyi düzenleyenin "tabiat arkasında ve tabiatın boyutlarının (zaman-mekân)
dışında olan bir alan olduğu" düşüncesi almıştır. Ancak bilim bu alanın vücudunu
da "her nasılsa var olan" şeklindeki bir bilinmezlige terk ederek göz ardı
etmekten başka bir çözüm bulamamıştır. Artık "nedensellik" bilimsel yaklaşımın
temeli olmaktan çıkmıştır.

Tevhid ve Nedensellik

Bilimin gelişimine paralel olarak sürekli değişen bilimsellige
dayalı felsefelerin hâlâ devam eden çelişkileri ve tıkanıklıkları, 14 asır önce
insanlığa İslamla sunulan tevhid anlayışıyla tamamen çözümlenmiştir.

İslam uleması tarafından ayrıntıda faklılıkları olan muhtelif
kozmolojiler oluşturulmuş olmakla birlikte, günümüz biliminin deneyleriyle de
uyuşan en çarpıcı İslamî tanımlamalar ve çerçevelemelerin Bediüzzaman tarafından
yapıldığı görülmektedir. Bediüzzaman’a göre hadisatın vücut ve işleyişi iki
sebep türü kapsamında incelenmelidir. Birincisi zahiri (görünürde) sebepler,
digeri hakiki sebeplerdir. Görünürde sebepler tabiat kanunları çerçevesinde
nedensellik olarak açıklanan A nın B ye yol açtığı zannıdır ki bunun aslı,
"iktiran" yani biraradalıktır. A dan sonra B nin gelişi, konulan kanunların
gerektirdigi "bir arada" oluşun sonucudur, hakiki sebep degildir. Hakiki sebep
ise eşyanın bütün boyutlarına hakim olan Kudret-i İlahiyedir. Zahiri sebebin
hakiki sebep sanılması bir illiyet atfı sapmasının sonucudur. Farklı boyutta bir
elin tuttuğu tabancanın tetiği çekilerek bir insan öldürülmüş olsun. Tabancayı
tutan eli görmeyen kişiye göre adamı tabancanın kendisi, kendi kendine
öldürmüştür. Gizli eli gören kişi irade ve kudretin o ele ait olduğunu düşünür.
Bu örnekte illiyetin-gerçek sebebin başka bir unsura verilmesi, olaya müdahil
olan bütün boyutların kavranamamasından kaynaklanmıştır.

Nedensellik şöyle bir mantıktan doğar. Sadece cismaniyet
boyutunda kalan gözlem veya deney sonuçlarına göre A faktör gurubu varken B
faktör gurubu oluşmakta; A faktör gurubu yokken B faktör gurubu oluşmamaktadır.
Bu durumda iki faktör gurubu birbirinin nedeni gibi görülmektedir. Oysa üçüncü
bir durum vardır ki bu da A faktör gurubu varken B faktör gurubunun var
olmamasıdır. İşte modern bilim bu duruma dair örneklerle karşılaşmamakta,
karşılaştığı birkaç örneği ise metafiziğe iterek yok saymaktadır. Bazı Yogilerin
tabiat kanunlarının gereği olan zahiri sebepler yokken bedenleriyle doğrudan
uçuş yapabilmeleri, bazılarının maddi bir koruyucu olmadan yanan ateş üzerinde
etkilenmeden dans edebilmeleri, bazı tarikatlarda vücutlarına şiş batıranların
acıma, kanama gibi tabiat prensiplerine paralel bir sonuçla karşılaşmamaları,
velilerin bir anda bir çok yerde bulunabilmeleri, Hz. Peygamberin (asm) mübarek
parmağının işaretiyle Ay’ın ortadan ikiye ayrılması, sevgili Resulün (asm) on
parmağından bir orduyu doyuracak şekilde suların akması, bakışlarıyla bazı
kişilerin cisimleri uzaktan hareket ettirebilmeleri, parmaklarla okumanın, ayak
topuklarıyla koklamanın yaşanılan ve belgelenen gerçekler olması üçüncü duruma
dair örneklerdir ki, nedenselligin reddi anlamına gelecek bu üçüncü durum
ısrarla bilimin dışına itilmiştir.

Bediüzzaman bir faktör vücudun sebep olabilmesi için gereken
kudret, ilim gibi vasıflardan sadece birisinin irade oldugunu vurgular. Zati
iradesi olmayan varlık hiç bir şeyin hakiki sebebi olamaz. Zahiri sebepler
incelendiğinde bilinçsiz varlıkların hiçbirinde zati ilim vasfı olmadığı gibi
irade vasfı da olmadığı görülür. Ancak mahluk varlıklar iradeli-iradesiz olmak
üzere iki sınıfta yaratılmış, iradeli olan varlıkların ilim, kudret ve irade
gibi vasıfarı ise son derece sınırlandırılmıştır. İnsan irade sahibi olanlara
bir örnektir, taşın ise iradesi yoktur.

Zahiri sebep irade sahibi olursa -mutlak kudret ve ilim zati
olarak kendisine ait olmadığından zahiren meydana getirdiği sonucun sadece
tercihi yetkisi eline verilmiştir. Sonucun vücudu ise tamamen asli sebebe
aittir. Örneğin taş yerinden kalkıp bir ağaca tırmanmayı irade edemez. Buna
kudreti de yoktur. İnsan ise kollarını kaldırmayı irade edebilir. Ancak bunu
yapacak kudret kendisine ait değildir. Beyin ve sinir sisteminde kurulu bir
mekanizma yoluyla insanın zati bilgisi, kontrolü ve kudreti haricinde doğrudan
hakiki kudretin dahli ve iradesinin uyuşmasıyla bu hareket gerçekleşir. Ancak
insanın iradesi de sınırlandırılmıştır. İnsan bir ağaç olmayı irade edemez;
çünkü bu hakiki kudretin iradesiyle uyuşmaz. Ancak hakiki kudret böyle bir
iradeyi kabul edip ilim ve kudretiyle taktir etseydi insan ağaç ta olabilirdi.

Zahiri sebebin iradesiz olması durumunda ise "tercih ve sonuç"
her ikisi tamamen asli sebebin yani Yaratıcının elindedir; sonuç onun
yaratmasıyla gerçekleşir. Bu anlamda bir ağaç iradesiz oldugu halde iradeli
insanın asla yapamayacağı harikalıkta işler yapar. Dünyanın Güneşin etrafında
dönüşünü irade eden Yaratıcı oldugu gibi bunu gerçekleştiren de O’dur. Ancak
bütün bunları koyduğu vücutsuz, itibari, O’na göre değişebilir, bize göre, onun
tarafından tespit edildiklerinden mutlak olan kanunları çerçevesinde yaptığı
için "Mutlak İrade" bizim nazarımızdan gizlenmektedir. Mutlak İradeyi kavramakta
güçlük çekmemizin sebebi iradenin herşeyi, taktir ettiği sabit bir düzenlilikte
kuşatması ve acze hiç düşmemesidir. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. İnsan zihni
sınıflandırmalar ve karşılaştırmalar sayesinde kavrar. Bir şey digerlerine göre
sınıflandırılamıyor ve karşılaştırılamıyorsa var oldugu halde vücudu asla fark
edilemez. Günlük zamanı fark edebilmemiz için gece ve gündüz yaratılmıştır. Daha
küçük zaman birimlerinin fark edilebilmesi için insanlar asli vücudu olmayan
itibari zaman ölçü birimleri oluşturmuşlardır. İlim, Kudret gibi Yaratıcının
diger isim ve sıfatları mutlak olduğu için yani örneğin Dünyayı döndüremediği
hiçbir gün olmadığı, denizleri yanlışlıkla dağların üzerine salmadığı için sathi
bakış varlığa nüfuz etmiş olan bu isim ve sıfatları varlığın zatından
zannettirmektedir. Yağmurun düzensiz yağması bile "tabiidir, olağandır"
şeklindeki düşünceyi nasıl da sarsabiliyor…

Bediüzzaman’a göre eşya mülk ve melekut cihetlerinden
oluşturulmuştur. Mülk ciheti bilimin de üzerinde odaklandığı zaman/mekân boyutlu
fıziksel vücut dünyasıdır. Melekut ciheti ise zaman-mekân dışı, mekânın
vasıflarından bağımsız, tam nurani, ruhani, soyut vücutların bulundugu alemdir.
Melekut ta mülk kadar alemdir yani yaratılmış, sonradan var edilmiştir.
Vücudunun varlıgı mülki alem gibi bir başka vücudun varlıgı ile kaim
olabilmektedir. Mülki-fıziki vücut meleküti-ruhani alemden yansımalar sıçramalar
şeklinde tezahür eder. Bu vücudun, dolaylı vücut kaynağı melekuttur. melekutun
doğrudan vücut kaynağı ise Kâinatın Nur-ul Envar olan Yaratıcısıdır.

Bediüzzaman’ın buraya kadar getirdiği Kur’ani çerçevenin kuantum
fiziğinin tespitleriyle örtüşmesi hemen dikkat çekmektedir. Ancak bu noktadan
sonra ne söylenebilecektir?

Kuantum fıziğinin uzay ve zaman dışı dediği mutlak ilim, kudret
ve bilincin mevcut olduğu uzay alemin özündeki boşluk/yokluk durumu (Vacuum
State) üzerinde yapılabilecek tek şe, tahminler yürütmektir. Bilim bu vücudun
her nasılsa var oldugunu söyler. Transandantal Meditasyon tekniğinin sahibi
Maharishi bu alanın Yaratıcının kendisi oldugunu söyler. İnsanların yaptığı her
yorum kapalı gözle file dokunan kişilerin filin muhtelif uzuvlarına ilişkin
tanımlamalarına benzer.

Bu sorun Risale-i Nur’da işlenirken "Kudret-i ilahiyenin eşyaya
taalluku -ilgisi ve temasının eşyanın melekütiyeti vasıtasıyla olduğu"
vurgulanır. (Bkz. Mektubât, Hakikat Çekirdekleri) Yaratıcı ilim, irade, kudret,
gayra benzememe, zatıyla kaim olma… gibi zati vasıflarının ötesinde Şafi,
Rezzak, Müzeyyin, Cemil, Muhyi gibi isim ve ünvanlara sahip olan mutlak
varlıktır. Bu mutlak varlık ile yarattıkları arasındaki taallukun kavranmasını
kolaylaştırmak için Güneşle Dünya arasındaki ilişki örnek olarak kullanılır.
Dünya Güneşten çok uzak mesafede olduğu halde Güneş nuraniyeti vasıtasıyla ışığı
ve manyetik etkisiyle Dünyanın her noktasına nüfuz ve tesir edebilir. Güneşin
şuurlu olduğunu; ışığı, radyasyonu gibi zati unsurlarını kontrol edebildiğini
varsayalım. Ayrıntıya girmiyoruz; tıpkı farklı tonların komprime edildiği Güneş
ışığı gibi, Mutlak Şuur sahibi olan Kâinatın Yaratıcısının bin bir ismi vücut
verdiği alemin melekutundan yansır. Melekut bir ayine gibidir. Gökyüzüne
baktığımızda gördüğümüz Güneşle, bir köşeye koyduğumuz ayinede yansıyan Güneş
vasıf olarak birbirinin aynıdır. Ayinenin kabiliyetine göre Güneşten daha fazla
veya daha az ışık toplanıp yansıtılabilir. Örneğimizdeki ayine Bediüzzaman’ın
bahsini ettiği melekut alemi, kuantum fıziğinin sözünü ettiği "vacuum state"
dir. Ayinede Güneşin veya ışığının zati vücudu yoktur. Ayineden yansıyan fizik
vücutlu ışık temas ettiği vücudu ısıtır yanı sonuç meydana getirir. Oysa
ayineden yansıyan ışığın zahiri kaynağı ayine olduğu halde, yani ışık ayineden
çıkıyor gibi görüldüğü halde ayinenin içinde ışığın fizik vücudu yoktur ancak
itibari imajiner vücudu vardır. Tıpkı madde ötesinin boşluk durumunun harika
vücudun kaynağı olması ancak içerisinde hiçbir şey olmaması gibi… Dikkat
edilirse modern bilim Maharishi’nin yaptığı gibi maddenin arkasındaki "boşluk
durumunu" tıpkı İslamın Allah tanımlamasına paralel vasıflarda tasvir etmekte,
ancak ayinedeki Güneş ile hakiki Güneş arasındaki ayırımı yapamamaktadır. Zaten
bunu insanlar kendi akıllarıyla yapamazlar. Kendisini perdeler ve zahiri
sebepler arkasında gizleyen, ancak varlığını yarattığı sistemlerdeki korkunç
harikalıklarla ilan eden Yaratıcı bizi var ettiği düzlemde kavrayabilmemiz
imkânsız olan zatını bize elçileri vasıtasıyla bildirmiştir.

Bediüzzaman zerrelerin vücuda çıkışlarını Kudret-i İlahiyenin
sevki ve esmasını eşyanın melekutuna tahşidiyle ortaya çıkan bir ihtizaz olarak
tanımlar. (bkz. 30. Söz, İkinci Maksat) Vücut "boşluk durumu" ya da zaman-mekân
dışından yani meleküti alemden O’nun esmasının parıltısı olarak yansır. Onun
isim ve sıfatları arasındaki İlim, İrade, Rezzak, Şafi, Kayyum ve diğer anlamlar
varlık üzerinde okunabilir hale gelir; buradan hareketle İlim, İrade, Şifa,
Rızık gibi hususiyetlerin bizzat eşyanın kendisinde var olduğu sanılır. Yani
zahiri olan hakiki gibi algılanır. Oysa zahiri ile hakiki arasındaki ayırımı
yapabilmek için cismin akılsız şuursuz, basit, bırakıldığında rasgele hareket
eden bir karakter taşıdığını görmek yeterli olabilmeliydi. Bir tabancanın
yerinden kalkarak bir insana doğrulup tetiği çekmesi akıllara sığmıyor da, bir
milyar galaksinin uzayda kendi kendilerine dans edişleri bilimselliğe nasıl
sığıyor?

İslamî Bakış Açısı

Tabiatta gözlemlenen zahiri sebep-sonuç ilişkininin esasının
"iktiran"-bir aradalık olduğunu kavrayan bir mümin hadisata nasıl bir gözlükle
bakacaktır?

Zahiri sebeplerin gerçek sebepler olmadıklarının anlaşılmasının
kayıtsız bir teslimiyete yol açacağı sanılmamalıdır. Esasen Yaratıcı dünyada da,
zahiri sebeplere gerek duymaksızın "uhrevi alemde olacağı gibi" hikmetini geri
plana alarak doğrudan Kudretin tecellisiyle "yoktan yarattığını" görünür
kılabilirdi.

Bilindîği gibi İslami literatür yüce Yaratıcının "inşa ve ibda"
suretinde iki tür yaratma biçimi olduğunu vurgular.(Bkz. Bediüzzaman, 23. ve 26.
Lem’a) İnşa tipi yaratmada mevcut varlıklara yeni örgülenmelerle farklı vücutlar
vermek söz konusu iken ibda suretinde yaratmada varlıklara "hiç yoktan" vücut
giydirilmektedir. Yaratıcı ibdayı maddenin özüne gizlemiş, inşayı ise dışında
yansıtmıştır. Cisim ötesi vücutlar ise tanımından da anlaşılacagı üzere ibda
suretinde bir yaratmanın sonucudurlar. Yüzeysel ve cismani nazar varlığın inşa
suretinde yaratıldığını düşündürür ve gösterirken kuantum mekâniği maddenin
madde dışı bir boyuttan -maddi boyuta göre yokluk aleminderi sıçrayarak vücuda
geldiğini yani yaratılışın özde ibda suretinde-yoktan olduğunu tespit eder.

Yaratıcı taktir etse idi insanlar yalın kaldığında ruhlarının
yapabildiği gibi -vücudun yoktan var edildiğini kavrayabilirlerdi. Ancak
Yaratıcı dünya aleminin "imtihan platformu" olmasını taktir etmiş, bu platformda
sayısız esrarı pek çok hikmetlerle gizlemiştir.

İnsan hareket halinde aralıksız inkişaf eden bir mahluktur. Hem
insanın zati fıtratı hem de bu varlığın içerisine gönderildiği mekân böyle bir
inkişafa insanın iradi tercihiyle imkân tanıyacak şekilde var edilmeliydi. Maddi
veya manevi zenginliğin şahsa değer ve ehemmiyet kazandırması ancak şahsın bu
değerlere kavuşmak için çırpınmasıyla söz konusudur. Alın teriyle kazanılmayan
zenginlik, ilim gibi bütün değerler ne bunlara sahip olanlar tarafından ne de
diğerleri tarafından saygı ve önem ithamının gerçek kaynağı olamaz. Oysa yüce
Yaratıcı koca kâinatı bir tarafa ama en çok sevdiği mahluku insanı bir başka
tarafa koymakta; küçücük insan hayalin kavrayamadığı cismani evreni bile aşarak
doğrudan yaratıcısının şefkatine ulaşabilmektedir.

Şu halde insan sürekli öğrenebilmelidir. Bunun için fıtratında
ve kâinattaki bilinmezlikler yaratılmalıdır. İnsan düzenli bir şekilde
çalışmalı, çalışmanın sonucunun ecrini görebilmelidir. Bunun için zahiri bir
sebep sonuç ilişkisi gereklidir. İnsanın kendisine verilene liyakati için
istemesi gerekir. Atıl bir şekilde oturarak istemekle verilene liyakat
kespedilemez. Zahiri sebeplerin ihdas edilmesi fiili dua istemek anlamında bir
çırpınışı zorunlu kılar. Hayatın durağanlığının önüne geçilmesi, bir çırpıda
geçecek dünya hayatının heyecanlı meşguliyetlerle dolu olması insan için bir
saadet kaynağıdır da…

Mümin zahiri sebepleri reddetmez. Ancak Yaratıcının esbabın
arkasındaki hakiki sebep olduğunu görür, ilim vasıtasıyla "harfi manayı"
yakalamaya çalışır. Madde üzerindeki Bediüzzaman’ın tabirince "eser-i itkan-ı
san’at" sanattaki var edicisini kabule zorlayacak harika
örgülenmeler-pürüzsüzlükler keşfedildikçe tarifsiz bir heyecan kaynağı olurlar.
Müminler sebeplere bütün güçleriyle sarılırlar ancak sonucu hiç bir zaman
sebeplerden beklemezler. Sonucun Yaratıcının külli iradesinin kendi cüz’i
iradelerini kabulüyle gerçekleştiğini bildiklerinden istediklerini verene büyük
bir sevgi ile bağlanırlar. Ağacın dalından uzatılan bir meyvenin arkasında harfi
mana Yaratıcının rahmet elini gösterir. Sofra üzerindeki çeşitli nimetler,
harika harmonik ses veya görüntüler Kâinat Hakimi ve Sultanı’nın küçücük kuluna
özel birer ikramı olduklarını haykırmaya başlarlar. Mümin bu gerçeği gördüğünde,
varlığın kaynağına kavuşmak isteyen ruhu küçülüp onun nuruna sığınma, zerreleri
O’nda yok olma arsuzu ile yanmaya başlar. Çünkü fanide yok oluş bakide var oluşa
dönüşmektedir. Bu halin zirvesindeki müminin yakaladıgı yücelik karşısında
cennet dahi küçülmeye başlar. Mutlak gerçekliği tam olarak kavrayan mümin,
içinde bulunduğu her eylem ve durumda, görünürde zahiri sebeplerle temas
içerisindeyken gerçekte binlerce perde ötesinde ama şah damarından daha
yakınında olan Yaratıcının huzurunda olduğunun bilincindedir.