I. Giriş

İnsanlığın yeni bir yüzyıla girmeye hazırlandığı şu zamanda
“barış, kardeşlik ve hoşgörüyü” tartışmak ilginç olduğu kadar düşündürücüdür.
Zira kin, nefret, düşmanlık ve hoşgörüsüzlüğün sonucu olan savaşlar, çatışma ve
soykırımlar olmasaydı “barış” sözkonusu olmazdı. Yine kin, düşmanlık, nifak ve
zulümler olmasaydı “kardeşlik, dostluk, muhabbet” gibi kavramları yeniden
tartışmamıza gerek kalmayacaktı. Bu kavramlar eğer hâlâ gündemimizi ve
kafalarımızı meşgul ediyorsa, barış ve kardeşliği yeniden anlamak ve tesis etmek
zorundaysak, bunun anlamı gerçekten büyük sorunlarla karşı karşıya olduğumuzdur.
Ancak şunu hemen ifade edelim ki, bütün bu olumsuzluklara sebep olanlar, bugün
Kur’ân’ın ışığında barış ve kardeşliği arayanlar değildir. Bilakis, başkalarının
sebep olduğu ve içinden çıkamadıkları sorunlara, Kur’ânî değerler çerçevesinde
çareler aranmaktadır.

Barış ve kardeşliği tartışırken, bunu Müslümanları esas alarak
mı tartışacağız, yoksa tüm insanları hedefleyerek mi tartışacağız? Bunun
belirlenmesi gerekmektedir. Kur’ân evrensel ve de taşıdığı değer yargıları
kıyamete kadar geçerli ise, o zaman bizim ondan çıkaracağımız ölçülerin, kendi
millî sınırlarımız ve insanlarımızla sınırlı kalmaması gerekir. Dahası, sadece
beraber yaşadığımız farklı din ve inanç sahiplerinin de barış içinde
yaşamalarını değil, diğer tüm canlılarla ve hatta tabiatla barış içinde yaşamayı
da ihtiva etmelidir. Böylece, buradan çıkarılacak prensiplerin, dünyanın
neresinde olursa olsun, zulüm, işkence ve soykırıma maruz kalan insanlara ve
içinde yaşadığımız dünyaya ve diğer canlılara da hitap eden bir yönü olmalıdır.
Görüldüğü gibi, tüm mahlukatı kucaklayan bir barış, kardeşlik ve hoşgörüden söz
ediyoruz.

İnsanlığın yirminci yüzyılda gerçekleştirdiği bütün müsbet
bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen “barış ve kardeşliğin” tartışılması
ancak trajik bir durum olarak değerlendirilebilir. Bu arayışın “Kur’ân’ın
ışığında” gerçekleştirilmesi ise tarihin garip bir cilvesi olmalıdır. Zira son
yüzyıllarda hakim olan dindışı ve seküler arayışların, toplumdan ve hayattan
dini dışlayarak barış ve kardeşliği gerçekleştirme projelerinin inanılırlıkları
ve en azından yetersizlikleri görülmüştür. Başka bir ifadeyle, dinden ve her tür
manevî değerden bağımsız bir hümanizma üzerine bina edilmeye çalışılan “barış ve
kardeşliğin” yetersizliği, dünyanın içinde bulunduğu mevcut durumla tescil
edilmiş görünmektedir. Bu, aynı zamanda Aydınlanmacı felsefenin bazı temel
varsayımlarının gerçeleşmediğinin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir.
Zira Aydınlanmacı ve pozitivist projeyi ileri süren filozoflara göre, dünyanın
ilerlemesi doğrusal olarak devam edecek, insanlık her gün daha iyiye, barış ve
kardeşliğe doğru gidecekti. Fakirlik, açlık, kıtlık, tabiî felaketler ile
beraber savaşlar da yerini barışa ve kardeşliğe bırakacaktı. Bu düşünceyi en iyi
dile getirenlerin başında hiç şüphesiz Fransız filozof M. Condorcet (1743-1794)
gelmektedir. Fransız filozof şöyle diyordu:

Bütün zincirlerinden sıyrılmış, ilerlemelerine düşman
olanların boyunduruğundan olduğu gibi tesadüfün boyunduruğundan da kurtulmuş
olan insan soyunun bir tablosu, hakikat, erdem, saadet yolunda yürüyerek,
yeryüzünü bugün kirleten, sık sık da kendisinin kurbanı olduğu
yanılmalardan, cinâyetlerden, haksızlıklardan feylesofu kurtarıp yüreğine su
serpen bir manzara gösteriyor. Feylesof, bu tabloyu temaşa etmekle, akıl
ilerlemeleri ile hürriyeti koruma uğrundaki çabalarının mükafatını buluyor.
Artık bu ilerlemeleri insan alınyazısının sonsuz zincirine bağlamaya cesaret
ediyor; bununla da erdemin gerçek karşılığını kaderciliğin peşin yargıları
ve esirliği getirerek uğursuz bir karşı kuvvetle bir daha yıkamayacağı,
sürekli bir iyiliğin hazzını duyuyor. Bu temaşa, onun için kendisini
kovalayanların asla akıllarına gelmeyen bir sığınaktır, orada hem tabiatın
değerliliği içinde, hem hakları içinde yerini almış olduğunu düşünerek,
açgözlülüğün, korkunun, kıskançlığın insanı sarsıp ahlâkını bozduğunu
unutuyor; böylece aklının yaratabildiği, beslediği insanlık sevgisinin en
saf sevinçlerle bezediği bir cennet içinde gerçekten soydaşlariyle birlikte
yaşıyor.1

Condorcet ve diğer Aydınlanmacıların hayal ettikleri dünya
böyleydi. Bu dünyada haksızlıklar, eşitsizlikler, sömürü, kölelik, açlık,
sefalet, hastalıklar, alçaklıklar, hurafeler, her türlü bâtıl inançlar, kısacası
insanı mutsuz eden herşey yok olacaktı. Ama çok geçmeden bunun bir hayal ve
ütopya olduğu ortaya çıktı. Zira dünyanın içinde bulunduğu durum sözkonusu
iddiaları doğrulamıyor.

Tam aksine, Postmodern Durum2 olarak da tanımlanan
günümüzde insanlığın dine ve manevî değerlere yeniden yöneldiği görülmektedir.
Adeta çağdaş insan dini ve ezelî hikmeti yeniden tanımaya ve keşfet-meye
çalışmaktadır.3 “Barış, Kardeşlik ve Hoşgörü”yü arayışımızın
nedenlerini daha iyi anlayabilmek için, gerek yüzyılımıza ve gerekse günümüze
şöyle bir göz atmak gerekmektedir. Bunu da iki altbaşlık altında ele almaya
çalışacağız. İlk olarak dünyanın, daha sonra da ülkemizin içinde bulunduğu
mevcut duruma göz atacak ve neden barış ve kardeşliği aradığımızı anlamaya
çalışacağız. Kur’ân merkezli barış ve kardeşliğin sadece müslümanları değil, tüm
insanları ve hatta tüm mahlukatı kucakladığını ise ilerideki bölümlerde ele
alacağız.

A. Dünyanın Durumu

Bugün bizi barış ve kardeşliği aramaya iten temel nedenlerden
birisi, dünyamızın içinde bulunduğu mevcut durumdur. Yirmibirinci yüzyıla
hazırlanan dünyamız âdeta sosyal çalkantılar, etnik çatışmalar, soykırımlar ve
savaşlarla sarsılmaktadır. Tüm bu çatışmalar bir yanda çağdaş insanda tam bir
düş kırıklığı yaratırken, diğer yandan bunların kurbanları onarılmaz rahnelerle
yaralanmaktadırlar. Ayrıca tüm bu huzursuzlukların neden olduğu toplu göç
olayları tüm dünya için büyük sorunlar meydana getirmektedir. Savaştan,
açlıktan, yoksulluktan kaçan insanlar, gittikleri yerlerde ya kabul edilmemekte
veya ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmaktadır.

Almanya’da bir grup bilim adamının yaptığı bir araştırma şu anda
dünyada 40’tan fazla bölge veya ülkede savaşların devam ettiğini ortaya
koymuştur. Hamburg Üniversitesi Savaş Sebeplerini Araştırma Grubu Başkanı Prof.
Dr. Klaus Jürgen Gantzel, II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen savaş
sayısının 187’ye ulaştığını belirterek, 1994 yılı içinde dünyanın 41 ülkesinde
savaş yaşandığını söylemiş ve bu savaşlarda 6.5 milyondan fazla insanın öldüğünü
ifade etmiştir. Bilindiği gibi bu savaşların büyük bir kısmı, 1995 ve 1996
yılları boyunca devam etmiştir ve hâlâ devam etmektedir.

20. yüzyıldan, daha çok bilim ve teknoloji çağı veya mantık çağı
olarak bahsedilir. Gerçekten de içinde yaşadığımız yüzyılda bilim ve
teknolojinin çok büyük gelişmeler kaydettiği görülmektedir. Ancak tüm bu
gelişmelere temel teşkil edecek evrensel değerler ve özellikle de ahlâkî
değerler olmadığından, bu sonuçlardan tüm insanlar adil ve eşit olarak
yararlanamamışlardır. Zbigniew Brzezinski’nin ifadesiyle “bütün bu gelişmeler
ahlâki seviyeye yansımamış ve politikanın 20. yüzyılın en büyük düş kırıklığı
olmasına yol açmış"tır:4

"Tüm beklentilerin tersine, yirminci yüzyıl insanoğlunun
gördüğü en kanlı ve nefret dolu yüzyıl olmuştur. Bu yüzyılda çoğunlukla
kuruntuların egemen olduğu politikalar inanılmaz boyutlarda ölümlere yol
açmıştır. Zalimlik kurumsallaşmış, büyük ölçüde yaygınlaşmıştır. İnsan
öldürme işlemleri kitlesel üretim seviyesinde örgütlenmeye başlamıştır. Daha
önce tarihin hiçbir döneminde insan öldürmek bu kadar yaygınlaşmamış, hiçbir
dönemde savaşlar bu kadar insanın hayatına mal olmamış, hiçbir dönemde böyle
mantıksız amaçlar uğruna insanların hayatına son verebilmek için bu kadar
yoğun bir çaba gösterilmemiştir.”5

Kısacası, bu yüzyılda savaş ve planlı soykırımlar sonucu ölen
insanların sayısı takriben 175 milyondan daha fazladır. Bundan dolayı da bazı
araştırmacılar yüzyılımıza “mega ölümler yüzyılı” adının verilmesi gerektiğine
işaret etmişlerdir.6 Yalnızca bu yüzyıl içinde savaşlarda ölenlerin
sayısı, tüm insanlık tarihi boyunca savaşlarda ölen insanların sayısından daha
fazladır. Üstelik küçük çaplı ve etnik yapılı çatışmalarda ölenlerle, son
yıllardaki rakamlar bu sayıya dahil değildir.7 En son Bosna-Hersek
örneğinde bütün çıplaklığıyla görüldüğü gibi, yakılan ve yıkılan camiler,
mabetler ve şehir meydanlarını süsleyen anıtlar, yakılan kitaplıklar ve
medreseler, yok edilen ve yağmalanan müzeler, geleneksel tüm değerlere yapılan
saldırıların insan ruhunda nasıl bir tahribata yol açtığı ve bunun gerçek
boyutları ise başka bir trajedi olarak önümüzde durmaktadır.

Burada işaret edilmesi gereken diğer önemli bir nokta da şudur:
Dünyanın neresinde olursa olsun, kin, nefret, düşmanlık ve bunların tabiî sonucu
olan savaş ve soykırımlar varsa, bunların sömürgeci ve hükmedici Batı
medeniyetinin, başka bir ifadeyle “beyaz adam”ın ektiği fitne ve fesat
tohumlarının bir sonucu olduğu görülecektir. Bu nedenle, Batılı sömürgeci
devletler Prof. Ernest Gellner’in iddia ettiği gibi, hakimiyetlerinde
bulundurdukları ülkeleri terkederken arkalarında sadece “ilkellikten ve tarıma
bağımlı olmaktan medeniyete ve sanayileşmeye geçmiş toplumlar” bırakmamışlardır.8
Sömürgeci devletlerin izafî olarak gerçekleştirdiklerini kabul etmekle beraber,
bu ülkelerin yerli halkları üzerine yaptıkları antropolojik ve sosyolojik
araştırmalarla, ırkçılığı ve kabileciliği öne çıkararak, etnik çatışmalara zemin
hazırladıklarını da belirtmeliyiz. Bu çatışmalardan her zaman en kârlı
çıkanların ise güçlü Batılı ülkeler olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Bunun en
son örnekleri, hâlâ dünyanın çeşitli bölgelerinde devam eden etnik
çatışmalardır. Bosna-Hersek, Çeçenistan, Keşmir, Liberya ve Ruanda’da yaşanan
insanlık dramları bunun en somut kanıtlarıdır.9

Prof. Dr. Anna Masala’nın, “20. yüzyılın sonunda, savaş, dinî
hoşgörüsüzlük, ırkçılık, açlık, cahillik gibi kelimelerin anlamlarının
unutulması gerekir”10 diye feryad etmesi düşündürücüdür. Bu
kelimelerin değil unutulması, aksine her gün yeni çıkan çatışmalarla
körüklendiğine şahit olunmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”
olarak ortaya sürülen fikirlerin temelinde “medeniyetlerin çatışması” tezinin
olması,11 tüm bu etnik çatışmaların kökeni hakkında bilgi verirken,
böyle gittiği takdirde bunların şiddetleneceği bile söylenebilir.

Bu nedenle, gerçekten herkesin barış, diyalog, hoşgörü, dostluk
ve kardeşlik için birşeyler yapması gerekmektedir. Herşeyin devletten veya
totaliter ve tekçi; halkı dışlayan ve hatta “halka rağmen halk için” karar veren
yönetimlerden bekleme dönemi geride kalmıştır ve kalmalıdır. Bu tür yönetimlerin
sebep olduğu acı ve ızdıraplardan ders alan duyarlı insanlar gönüllü kültür
kuruluşları esprisi altında örgütlenmekte ve reel politikalara ve karar verme
mekanizmalarına katılmaya çalışmaktadır.12

B. Ülkemizin Durumu

Barış ve kardeşliği tartışmamızda ülkemizin içinde bulunduğu
durumun da rolü bulunmaktadır. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşundan hemen
sonra Türk insanı için yeni bir kimlik önerilmiştir.13 Bunun bir
sonucu olarak, 1928’den itibaren dinîn eğitimden ve daha sonraki yıllarda ise
sosyal hayatın tümünden dışlanmasıyla, bu yeni kimliğin esasları belli olmaya
başlamıştır. Zamanın kabul gören anlayışına uygun olarak ulus-devlet ve
vatandaşlık fikirlerinden hareketle, bu yeni kimlik ırkî esaslar üzerine bina
edil-meye çalışılmıştır. Bu yeni anlayışın bir sonucu olarak da dinî olan herşey
ya yasaklanmış veya takibata maruz kalmıştır. Bunun en tipik örneklerinden
birisi 17 Mayıs 1942’de zamanın Matbuat Umum Müdürü olan Vedat Nedim Tör’ün
yayınladığı bir genelgedir. Bütün gazetelere gönderilen bu genelgeyle, dinden
bahseden bütün yazı ve tefrikaların en geç on gün içinde sona erdirilmesi
istenmiştir. Amaç ise Türk insanı için öngörülen adı geçen yeni kimlikle
ilgilidir: “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî
neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir
zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”

Burada gözden kaçırılan ve iyi hesap edilmeyen noktanın şu
olduğu görülmektedir: Bin yıldır İslâmî değerlerin oluşturduğu bir kimliğin,
ırkî esaslara göre tanımlanmasının ve üstelik her türlü dinî değerin tamamen
dışlanarak bunun yapılmasının ülkenin geleceği için bir tehlike oluşturup
oluşturmayacağının hesaplanmaması. Anadolu’nun asırlardır birçok millet ve kavme
beşiklik ettiği, hatta çeşitli millet ve ırkların bir mozayiğinden oluştuğu
düşünülürse, ırkî esaslara dayanan politikaların bu mozayiği nasıl
parçalayacağını anlamak güç değildir. Durumun farkında olan ve bu yeni kimliğin
değil ülkeyi muasır medeniyet seviyesine çıkarmak, bilakis ülkenin birlik ve
beraberliğini tehdit eden bir boyut kazanacağını söyleyenler olmuştur. Bunların
başında da o sıralar Emirdağ’da sürgünde bulunan Said Nursî gelmektedir. O, Türk
milletinin bin yılı aşkın süredir İslâmî değerlerle yoğrulduğunu, bu nedenle
dinî duygu ve değerlerden yoksun, dahası dine düşman olarak yetiştirilmiş bir
gençliğin istikbalede ülkemiz için büyük bir tehlike teşkil edeceğine ısrarla
işaret etmiştir. Bu endişelerini bizzat zamanın Halk Partisi Genel Sekreteri
Hilmi Uran’a bir mektupla iletmesi ise gerçekten ilginç ve düşündürücüdür. Said
Nursî, milletin bin yıllık İslâmî değerlerle oluşmuş kimliğiyle oynamanın, nasıl
olumsuz sonuçlar getireceğine şöyle işaret etmektedir:

“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığıyle memnun eden
ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve
dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve
Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına
Kur’ân’a ve hakaik-i imânâ sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı
Kur’âniye ve imâniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve
kat’î hüccetlerle isbat ederim ki: âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine
dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir
adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe
mağlûp olup, âlem-i İslâm’ın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin
parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ
etmesine sebebiyet vereceksiniz.”

“Evet hariçteki iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet,
Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı,
sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâhe etmesini âlet
ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmîyet
hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmîyet’te
bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür.

“Evet bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri
herşeyden evvel; bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan
hakaik-i Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket
yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah!..”14

Bu ikazların haklılığı 1970’li yılların anarşi ve terör
olaylarıyla ortaya çıkmıştır. Mevcut eğitim sisteminin ve tabiî yeni kimliğin
ürünü olan gençliğin, devleti ve anayasal sistemi bizzat tahrip etmeye başladığı
görülmüştür. Bütün bunların bir sonucu olarak 12 Eylül 1980 askerî darbesi, din
derslerini Anayasanın 24. maddesiyle ilk ve orta öğretimde zorunlu hale
getirerek, İslâmî değerlerin toplumumuzun birlik ve beraberliğinin mayası ve
çimentosu olduğu gerçeğini zımnen de olsa kabul etmiştir.

Diğer yandan ülkemizin son on yıldır karşı karşıya bulunduğu
bölücü terörün de konumuzla ilgisi bulunduğunu düşünüyorum. Ülkemizin en ciddi
sorunu olmaya devam eden bölücü terörün de, tıpkı yukarıdaki anarşi ve terör
gibi, devletin resmî görüşündeki bazı çarpıklıklardan kaynaklandığını bugün
birçok kimse kabul etmektedir. Bu konuda sadece dış güçleri suçlamak, yeterli
değildir. Yapılması gereken soruna tarihî bir bakış açısıyla yaklaşmak ve doğru
değerlendirmeler yapmaktır. Aksi takdirde, bölücü terörün neden olduğu ekonomik
zararlar bir yana, bizzat ülkemizin birlik ve beraberliği için büyük bir tehdit
oluşturmaktadır. Bu tehdidin ayrı bir devlet şeklinde ortaya çıkacağına ihtimal
verilmemelidir. Asıl tehlike asırlardır beraber ve birlikte yaşamış, âdeta
et-kemik gibi birbirine geçmiş ve kaynaşmış Türk ve Kürtlerin arasında ekilmeye
ve geliştiril-meye çalışılan kin ve nefret duygusudur. Bunun yanında son
zamanlarda körüklenen Alevi-Sünni, laik-antilaik vb. ayrımların da ülkedeki
barış ve kardeşlik ortamını tehdit ettiğini belirtmeye gerek yoktur. Bu
çalışmamızın daha sonraki bölümlerinde göstermeye çalışacağımız gibi, tüm bu
sorunların çözülmesi İslâmî değerlerle mümkündür. Yapılması gereken, ırk, renk
ve dil farklılığını üstünlük ve hakimiyete esas alarak kin ve nefretin toplumda
yayılmasına yol açan bir kımliğin değil, bilakis İslâm’ın evrensel değerler
manzumesinden ve ilkelerinden hareketle birlik ve beraberliğin teminatı olan
daha üst ve kuşatıcı bir kimliğin vurgulanmasıdır. Böylece, sadece müslümanları
değil, tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı kuşatan, onlarla bir bütünlük ve
âhenk meydana getiren bir kimlik oluşturmaktır.

Görüldüğü gibi “barış ve kardeşlik”ten bahsetmemizin çok önemli
nedenleri var. Bununla beraber bütün bunların kökeninde ve temelinde yatan
nedenlere işaret etmek gerekir. Aksi takdirde “barış ve kardeşlik” için yeni ve
sağlam bir temel bulmak mümkün olmayacaktır. Çağdaş ideolojilere baktığımızda
bunların en temel özelliğinin “tekçi, monist, totaliter ve mutlakiyetçi”
oldukları görülmektedir. Bu ideolojiler kendileri gibi düşünmeyen farklı
düşünceleri veya kendilerinden saymadıkları herkesi yok edilmesi gereken bir
düşman olarak görmüşlerdir. Brzezinski’nin ifadesiyle “Bir önceki yüzyılda,
Tanrı’nın herşeye kâdir olduğuna inanan adam, yerini cennetin yeryüzünde
kurulabileceğine inanan, bunun için de yalnız insanı ezmekle kalmayıp doğayı da
yok eden seküler fanatiğe bırakmıştır.” Ancak gerçek dinin yerini almaya çalışan
bu tekçi ve totaliter anlayış insanlığa çok pahalıya mal olmuştur:

“Son yüzyıl boyunca, bu düşünce insanlık tarihinin politik
anlamda en kibirli ve pahalıya ödenen deneyimine dönüşmüş, totaliter idareler
zorlayıcı ütopyalarını yaratmaya çalışmışlardır. Bu ütopyalar bütün gerçekleri,
objektif düzeyde toplumsal organizasyonları, sübjektif düzeyde ise kişisel
inançları, tek bir politik merkezden kaynaklanan doktrinel kontrole bağlı
kılmayı amaçladı. İnsanoğlunun bu aşırılık için ödediği fiyatı hesaplayabilmek
mümkün değildir.”15

Bununla beraber, çağdaş ideolojilerin sebep olduğu zulüm ve
tahribattan nasibini alan sadece insanoğlu olmamıştır. Bunun yanında insanın
tabiî çevresi de tarihin en büyük tahribatıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu
tahribatın günümüzdeki adı ise “çevre sorunlarıdır”. Şu kadarını ifade edelim
ki, sadece II. Dünya Savaşından sonraki ve hatta sadece 1960-1990 tarihleri
arasındaki çevre sorunlarının ulaştığı boyut tüm insanlık tarihindekinden daha
büyüktür.16 İlginç ve düşündürücü olan ise, çağımızın en büyük
zulümlerinin ve en büyük çevre sorunlarının daha çok her tür manevî değeri
reddetmekle kalmayıp bunlara savaş açan komünist sistemin hâkim olduğu ülkelerde
ortaya çıkmasıdır. SSCB eski devlet başkanı Gorbaçov’un bunun nedenlerini soran
bir gazeteciye verdiği kısa cevap herşeyi açıklamaktadır: “İnsanın kendisini
tanrılaştırması ve herşeye sahip olduğunu sanması. Ancak insan Tanrı değildir.”17

Böylece, tüm sorunların temelinde; çağdaş insanın kendisini
herşeye sahip, istediğini yapabilen, kendi zevklerini tatmin eden herşeyin meşru
olduğuna inanan anlayışının yattığı görülmektedir. Bu nedenle günümüz insanın
kendinî yeniden tanımaya çalışarak kâinattaki yerini, görevini ve
sorumluluklarını/sorumsuzluklarını yeniden tanımlamaya çalışıyor. Daha önce
sahip olduğu izafi değerler yerine, herkesi kuşatan evrensel ve mutlak ilâhî
değerleri koymaya çalışıyor. Postmodern olarak tanımlanan zamanımızda
gözlemlenen dinî değerlerin yükselmesine ve önem kazanmasına Said Nursî’nin
1911’de Şam Emeviyye Camiinde verdiği hutbede işaret ettiği görülmektedir.
İnsanın mahiyeti üze-rine yaptığı tahlil ve tesbitler sonucunda, insanlığın
dinsizliğin mahiyetini ve sebep olduğu sonuçları istikbalde daha iyi
anlayacağını ve din-i hakk’a yöneleceğini ifade ederek şu sonuca ulaşıyor Said
Nursî:

Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış,
intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz,
başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. Çünki, acz-i beşerî ile beraber hadsiz
musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve
fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta mübtelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına
meded ve yardım edecek istimdâd noktası, yalnız ve yalnız Sani’-i âlemi tanımak
ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin
çaresi yok…18

Buraya kadar yaptığımız girişin temel amacı, bütün bu zulüm ve
düşmanlıkların temelinde, çağdaş insanın önce “kendisini”, daha sonra da
“öteki”sini tanımlamasında esas aldığı değer ve kıstasların yattığını
göstermektir. Böylece, kendimizi ve ötekini tanımlama biçimimizi ve bu
tanımlamanın muhtevasını değiştirmeden, bunların sonuçlarının da değişmeyeceğine
olan inancımızı vurgulamaktır. Zaten asıl sorun da “kendisini” tek ve mutlak
gerçek olarak tanımlayan, kendisi gibi düşünmeyen ve kendisinden olmayanları,
hatta tabiî çevreyi, yani “ötekini”, ele geçirilmesi, baskı altına alınması ve
nihâyette yok edilmesi gereken bir varlık olarak tanımlayan zihniyetten
kaynaklanmaktadır. Bu tanımlamanın sonucu ise yukarıda arzetmeye çalıştığımız
tablodur.19

Eğer barış ve kardeşliği Kur’ân’ın ışığında temellendirmeye
çalışıyorsak, öncelikle bunun temelini oluşturacak temel kavramları vurgulamamız
gerekir. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’ın “kendimizi” ve “ötekini” nasıl
tanımladığını ortaya koymamız gerekir. Bu yapıldıktan sonradır ki, Kur’ân
merkezli bir barışın ve kardeşliğin gerçek boyutları ve değeri daha iyi
anlaşılacak ve takdir edilecektir. Bunu gösterebilmek için özellikle Kur’ân’ın
ortaya koyduğu ahlâkî öğretinin üç temel kavramına dikkat çekmek yerinde
olacaktır: İman, islâm ve takva.

II. İslâm ahlâkının temeli: iman, islâm ve takva

İslâm’ın takdim ettiği değerler sistemini anlamanın temel
şartlarından birisi hiç şüphesiz İslâm’ın temel inançlarını ve İslâmî dünya
görüşünün esasını oluşturan unsurları bilmektir. Kur’ân’ın temel hedefi de
insanları dalâletten hidâyete, nefsin ve tabiatın karanlığından nura
çıkarmaktır. Zira Kur’ân’a göre gerek insanın kendi nefsi, gerekse tabiattaki
herşey Allah’ı gösteren birer işaret [âyet] ve belgedir. Bu nedenle Kur’ân
kendisini “yol gösterici bir kitap” olarak tanımlamakta,20 kâinat
kitabını nasıl okuyacağımız konusunda bize rehberlik etmektedir.

İslâmî dünya görüşünün temelinin şu üç noktadan oluştuğu
söylenebilir: Birincisi, Allah, veya Tevhid inancı; ikincisi, Peygamberlik veya
Nübüvvet; üçüncüsü ise, âhiret ve hesaba çekilme inancı. İşte bu sebeple,
Müslüman birey bütün hal ve hareketlerini bu üç temel noktadan hareket-le
oluşturulan bir ahlâkî zemine oturtmak zorundadır.21 Kur’ânî
öğretinin temelinde “tüm kâinatın Allah tarafından yaratıldığı” hakikatı
yattığından; Ezelî ve Ebedî tek hakikat O’dur. O’nun dışındaki herşey fanidir.
Herşeyin dizgini O’nun elinde, herşeyin anahtarı O’nun yanındadır. Herşey O’nun
emriyle halledilir.

Bundan dolayı Müslüman kendini ve kendi dışındaki “ötekini”
tanımlarken hep bu temel tevhid ilkesinden hareket eder. Böylece sadece
hemcinsleriyle değil, tüm kâinatla bir ünsiyet ve kardeşlik bağı kurar. Bunun
üzerinde daha sonra durulacaktır. Şimdi konumuzun teorik temelini oluşturacak üç
temel kavram üzerinde duralım: İman, islâm ve takva. Bu kelimeler Arapça ayrı
köklerden gelmelerine rağmen, hepsi şaşırtıcı şekilde benzer anlamlara sahiptir.
Fazlur Rahman’a göre bu kavramlar Kur’ân merkezli bir ahlâkın en temel anahtar
kavramlarıdır.22

İman kelimesi Arapça emene (e-m-n) fiilinden gelmekte ve “kendi
içinde barış içinde olmak” veya “kendi içinde herhangi bir sorunu ve sıkıntısı
olmamak”, “kendinden emin olmak” gibi mânâlara gelmektedir. İmanın temel anlamı,
anlaşıldığı gibi, “barış” ve “emniyettir”. Ancak “inanmak” fiilinin Kur’ân’da
(bi) harf-i ceriyle kullanılarak “-eye inanmak” şeklinde kullanıldığı ve
çoğunlukla da “Allah’a inanmak veya güvenmek” anlamında âmene billahi şeklinde
geçtiği görülmektedir. Ancak Allah’a inanmanın yanında, Kitaplara,
Peygamberlere, Meleklere ve Hesap Gününe inanmak olarak da sık sık geçmektedir.

Burada dikkatimizi çeken ve vurgulanması gereken önemli nokta
şudur. İnanmak kelimesinin asıl mânâsının “barış ve emniyet” olduğu göz önüne
alınınca, bunun Allah’a, meleklere, Kitaplara, peygamberlere ve Hesap Gününe
inanmayla irtibatlandırılarak, “gerçek barış, emniyet ve huzurun” bunlarsız
olamayacağının vurgulanmasıdır. Böylece kardeşliğin, barışın, dostluğun ve tüm
ahlâkî değerlerin temelinde Allah’a imanın yattığı görülmektedir. Kur’ân’ın en
temel ve merkezî kavramının tevhid olmasının nedeni de budur. Başka bir
ifadeyle, Kur’ân’a göre, “Allah’a iman ve güven olmadan” barış ve kardeşliğin,
hem bireysel ve hem de toplumsal mânâda tesisi mümkün değildir. Zira imanı
olmayan kişi, öncelikle kendi içinde barış ve emniyeti sağlayamamış, kendi
bütünlüğünü gerçekleştirememiş olduğundan, böyle kişilerden oluşan toplumlarda
gerçek barış ve kardeşliğin ortaya çıkmasını beklemek ölçüsüz bir iyimserlik
olur. Bu gerçeğe günümüz İslâm düşüncesinin büyük temsilcilerinden Bediüzzaman
şöyle işaret eder:

…hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi,
imân-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük
makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti
ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer
için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah
içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi
lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olmaz. Cenab-ı
Hakkı tanıyan ve seven, nihâyetsiz saadete, nimete, envara, esrara, ya bilkuvve
veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihâyetsiz şekavete,
âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptela olur.23

Fazlur Rahman gerçek emniyetin, barışın ve huzurun iman-ı
billahta olduğunu vurgularken, Bediüzzaman’ın buna marifetullah (Allah’ı tanıma
ve bilme) ve muhabbetullahı da eklediği görülmektedir. Böylece, Allah’a
inanmadan, O’nu tanımadan ve sevmeden gerçek barış ve huzurun mümkün
olmayacağını her iki düşünür de vurgulamış olmaktadır. Hatta Bediüzzaman yazdığı
çağdaş Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un en büyük özelliğinin, Kur’ân’ın yöntemini
takip ederek, “bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette (inançsızlık ve
küfürde) gösterdiği gibi, imânda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu”
açık bir şekilde ortaya koyması olduğuna dikkat çekmektedir.24

İslâm kelimesine gelince, Arapça seleme (s-l-m) kökünden
gelmekte ve “emin olma”, “bütünlük” ve “tam olma” gibi anlamlara gelmektedir.
Kur’ân’da bazı âyetlerde “barış” anlamında,25 bazen de “bütünlük”
anlamında kullanılmıştır.26 Yine diğer bir âyet-i kerimede ise selam
“barış” anlamında kullanılmıştır.27

Görüldüğü gibi selam Kur’ân’da değişik bağlamlarda “barış”,
“emniyet” veya “barışla selamla” anlamlarında kullanılmıştır. Kelime dördüncü
bâbdan esleme olarak, yani kendini teslim eden, kendini bırakan anlamında
kullanılmıştır. Özellikle de sık sık esleme vechahu, yani benliğini ve kendisini
teslim etti anlamında kullanılmış ve hemen sonrasında li’llahi denilmiştir.
Böylece bütün varlığı ve benliğiyle Allah’a yönelen ve teslim olan anlamına
gelmektedir. Yine sözlük anlamıyla Kur’ân’da kullanılan bu anlamını bir bütün
olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir anlam çıkmaktadır: Kişi emniyet ve
bütünlüğünü ancak “Allah’a ve kanunlarına teslim olmakla” koruyabilir ve
geliştirebilir. Böylece Kur’ân’da sık sık ism-i fâil olarak kullanılan müslim
kelimesi de “kendisini Allah’a ve Allah’ın kanunlarına teslim eden kişi”
anlamına gelmektedir. Müslüman kelimesiyle ilgili ilginç bir nokta da, Kur’ân’ın
müslim sıfatını tüm kâinat için kullanmasıdır. Kâinat bizim tabiat kanunları
dediğimiz, ancak müslüman düşünürlerin ilâhi kanunlar dediği kanunlar
vasıtasıyla Allah’ın kanunlarına teslim olduğundan, kendisinden müslüman olarak
söz edilmiştir.28 Aynı düşünce birçok âyet-i kerimede zikredilmiştir.29
Yine Hz. Nuh’tan (as) bu yana birçok peygamber ve ümmetleri için de müslim
sıfatının kullanıldığını görmekteyiz.

Ancak burada dikkatimizi çeken en önemli nokta, islâm kelimesi
ile iman kelimesi arasındaki anlam benzerliğidir. Zira Allah’a [kanunlarına] ve
iradesine teslim olmak imansız mümkün değildir. Ayrıca gerçek barış, huzur,
saadet ve kardeşliğin de ancak iman ve islâmla mümkün olduğu bir kez daha
vurgulanmıştır. Kur’ân’a dayalı bir barışın ve kardeşliğin temelinin Kur’ânî
anlamda sahih ve sağlam bir imanla mümkün olabileceği görülmektedir.30

İslâm ahlâkının temel kavramlarından üçüncüsü ise, takvadır.
Takva daha çok “Allah’tan korkmak” ve “dindarlık” olarak tanımlanmıştır. Ancak
Fazlur Rahman yine kelimenin sözlük mânâsından hareketle yaptığı tahliller
sonucunda daha değişik bir anlamını öne çıkarmaktadır. V-k-y (vakaye) kökünden
türetilen takvanın sözlük mânâsı “korumak”, “tahrip olmadan kurtarmak” ve
“muhafaza etmek” demektir. Sekizinci babda kullanıldığı zaman ise “ kişinin
kendisini muhtemel saldırı ve tehlikelerden koruması” anlamına gelmekte, bundan
dolayı da “dikkatli olmak” ve “dikkat etmek” anlamını da ihtiva etmektedir.
Böylece Kur’ân’da kullanılan takva kelimesi ahlâkî anlamda “kendini
kötülüklerden muhafaza etmek” ve yine “kendini Allah’ın cezalandırmasından
korumak” anlamlarında kullanılmıştır. Said Nursî’nin de takvanın sakınma ve
korunma anlamını vurguladığı görülmektedir:

“Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i
salih, emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’i şer,
celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat
zamanında bu takvâ olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük
bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği
için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır.”31

Bununla beraber, Fazlur Rahman buradaki korku kelimesinin bizim
genelde kullandığımız korkudan farklı olduğunu vurgulamaktadır. Böylece bir
zalim veya diktatörden, bir kurttan veya bir suçlunun polisten duyduğu korkudan
farklı bir korku sözkonusudur. Bu, “sorumluluktan kaynaklanan bir korkudur”.32
Başka bir ifa-deyle, insanın aşkın varlık olarak Allah’la ilişkisi iman,
marifetullah ve muhabbetullaha dayandığı gibi, bu ilişkinin kesilmemesi,
lekelenmemesi ve bozulmaması için gösterilen gayret ve çaba takva olarak
nitelendirilmektedir. Böylece kulun, Allah’a olan saygı, sevgi ve
sorumluluğundan kaynaklanan bir korkuyu ifade eder ki, bu zikrettiğimiz diğer
korkulardan tamamen farklıdır. Belki evladın anne-babasına, öğrencinin
öğretmenine karşı duyduğu ve onların sevgi ve saygısını kaybetme endişesinden
duyduğu bir korkuya benzetilebilir. Böylece, yaptığı kötü amellerin sonucu
olarak âhirette cezalandırılmaktan kaynaklanan korkunun yanında, Rahman ve Rahîm
olan Allah’a karşı duyulan sevgi ve saygı merkezli bir korkudur. Bu açıdan
bakınca, takvanın iman ve islâmı beraberce ihtiva ettiği görülmektedir. İman
kalbin derununda yerleşirken, islâm ise insanın hal ve hareketlerinde inancının
etkisinin ortaya çıkması ve tezahür etmesidir. Takva ise her iki kavramın bir
sonucu olarak, kulun amellerini sadece ve sadece Allah’a karşı duyduğu sevgi,
saygı ve korkuyla gerçekleştirmesidir. Sadece O’nun rızasını esas almasıdır.
Bunu şu âyet-i kerimenin anlamında açıkça görmek mümkündür:

Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak
demek değildir: Lakin iyi olan, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a,
peygamberlere inanan; (mal sevgisine rağmen) yetimlere, düşkünlere, yolculara,
yoksullara ve kölelere uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında
sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar (takva sahipleri)
ancak onlardır.33

Âyet-i kerimeden açıkça anlaşıldığı gibi, takva iman üzerine
bina edilmelidir. Böylece iman üzerine bina edilmeyen hal ve davranışlar takva
olarak nitelendirilemez. Aynı tezi destekleyen bir diğer âyet ise şöyledir: “Bu
hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak
olan ancak sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.”34

Burada Said Nursî’nin Kur’ân merkezli sahih bir iman için
yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Herkesin Allah’a inandığını söyleyerek, imana
vurgu yapmanın anlamsızlık ve lüzumsuzluğunu iddia edenlere verdiği cevap,
iman-amel ilişkisinin yanında, takvanın her ikisinin âdeta zorunlu bir sonucu
olarak nasıl ortaya çıktığını da göstermektedir:

Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve
zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve
kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki
olmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek,
kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba
ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde
esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve
şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak,
peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda
yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir
derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan
Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için
susar, lâkayd kalır.

Fakat ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O
Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben
tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre
muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük
günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi
olmadığına delildir.35

Görüldüğü gibi, İslâm kardeşliğinin temeli olan Allah’a iman,
gerçekten birey ve toplum için birçok sonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin
bir vicdan meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veya
korktukları hususun, bireyin tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine
nüfuz eden ve yönlendiren böyle Kur’ân merkezli sahih imanın gücü ve etkisi
olduğu söylenebilir.

Bediüzzaman Uhuvvet Risalesi’nde, mü’minler arasındaki birlik ve
beraberlik ruhunu pekiştirmek, kuvvetlendirmek ve geliştirmek için kullandığı
bir argümanı Allah’ın isim ve sıfatlarına dayandırmaktadır. Aslında bu argümanın
tüm insanlara ve hatta tüm mahlukata da teşmil edilebileceğini düşünüyorum.
Bediüzzaman iman kavramının ve bunun yöneldiği objenin [Allah’ın] gücünden
hareketle şöyle der: “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve
bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve
uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin [veya hepinizin] Halikınız bir,
Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir bir, bine kadar bir bir.36

Burada zikredilen Esmâ-i İlâhiye ve sıfatların Müslümanlar
arasındaki birlik, beraberlik ve gerçek kardeşliğin temelini oluşturduğu
açıktır. Ancak daha geniş bir perspektiften bakıldığında, aynı esmâ ve
sıfatların tüm insanları ve hatta tüm mahlukatı da kuşattığı görülmektedir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “tevhid-i imanî, tevhid-i kulûbu” ve “vahdet-i itikad
dahi vahdet-i ictimaiyeyi” gerektirmektedir.37 Böylece bütün
ayrımcılıkların, ırkçılığın ve zulümlerin menşei olarak görülen “diğeri” veya
“ötekisi” ile ilgili sun’i ayrımlar, Müslümanın gözüne Allah’ın esmâ ve
sıfatlarının tezahürü ve yansıması olarak görünür. Irk, renk, dil, vb. tüm
farklılıklar İslâm’ın tevhid ilkesi çerçevesinde yeni bir anlam kazanarak;
Allah’ın varlığının ve birliğinin âyetleri mertebesine çıkar: “Gökleri ve yeri
yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının
belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.”38
Yine bir diğer âyet-i kerimede ise, bu farklılığın bir diğer amacı ve sosyal
boyutu da şöyle ifade edilir: “Ey insanlar! Sizleri bir erkek ve dişiden
yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere
ayırdık.”39 Said Nursî’nin bu âyete meal verirken bu sosyal boyutu
öne çıkardığı görülmektedir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile
yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinize hayat-ı ictimai-yeye ait
münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile
kabile yaptım ki, yekdiğerine karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet
edesiniz değildir.”40

Görüldüğü gibi, “öteki” olarak adlandırılabilecek herşeyle
ilgili davranışın temelinde “tanıma” ve “yardımlaşma” esprisi yatmaktadır. Bu
aslında İslâm medeniyetini Batı medeniyetinden ayıran temel özelliklerden
birisidir. Batı medeniyetinin sebep olduğu günümüzdeki sorunlara rağmen, bazı
Batılı düşünürlerin, örneğin Samuel Huntington’ın, hâlâ medeniyetler arası
ilişkileri “çatışma” eksenine oturtmaya çalıştıkları görülmektedir.41

İslâmî dünya görüşünün hakim olduğu yerlerde, insanların
renkleri, dilleri ve ırklarının farklı olmasından dolayı horlanmamaları,
sömürülmemeleri, zulüm ve işkencelere maruz kalmamalarının temel nedeni, bu
dünya görüşünün temelindeki tevhid ilkesinde aranmalıdır. Konunun daha iyi
anlaşılması için günümüzden bir örnek vermek istiyorum. Amerika’daki beyaz ırkçı
zihniyetin, önce yerli Kızılderililere ve daha sonra da zencilere uyguladığı 400
yıllık zulüm ve işkenceler malumdur. Bütün bunları şahsında somutlaştıran ve
konumuz için güzel bir örnek teşkil edebilecek kişi-lerden birisi Malcolm X’dir.
Bu adı almasının temelinde de, bu ırk ayrımcılığına ve zencilere karşı duyulan
kin, öfke ve düşmanlığa dikkat çekmek isteği yatmaktadır. Ancak Müslüman
olduktan sonra el-Hac Malik Şahbaz adını almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz
İslâmî dünya görüşünün insanlarda nasıl bir dönüşüm meydana getirdiğinin;
insanlar arasındaki renk, ırk, dil ve benzeri farklılıkları kin, düşmanlık ve
ayrımcılığa değil de, kardeşliğe, birlik ve beraberlik ruhuna dönüştürdüğünün en
anlamlı örneklerinden birisi Malcolm X’in bizzat kendisidir.

Amerika’daki beyaz ırkçılığın ve ayrımcılığın bir sonucu olarak,
çok katı bir siyahi ırkçı olan ve yeryüzündeki tüm beyazlara karşı kin ve
nefretle dolan Malcolm X, Müslüman olduktan sonra tüm bu görüşlerini
değiştirmiştir. Dahası renk ayrımcılığına dayanan Amerika’daki ırkçılığı,
Amerika’nın iliklerini kemiren ve tedavi edilmediği takdirde Amerika’yı
mahvedebilecek bir kansere benzetmiştir. Bu kanser illetini tedavi edebilecek
tek ilaç da, Malcolm X’e göre İslâm’dır. Bunu hac için geldiği Mekke’den,
Amerika’daki sadık bir arkadaşına yazdığı şu mektupta görmek mümkündür:

“Burada dünyanın her tarafından gelmiş on binlerce hacı var.
Mavi gözlü sarışınlardan, siyah derili Afrikalılara kadar, her renkten insanlar
bir arada. Ancak Amerika’daki tecrübelerim, beyazla beyaz olmayanlar arasında
böyle bir ilişki ve beraberliğin mümkün olamayacağını söylese de, burada birlik
ve kardeşlik ruhuyla hep beraber ibadet ediyoruz.

Amerika İslâm’ı anlamak zorunda. Zira ırkçılığın neden olduğu
hastalıkları yok eden tek din İslâm’dır. İslâm dünyasındaki yolculuğum boyunca
birçok insanla karşılaştım. Onlarla konuştum. Hatta Amerika’da beyaz
denilebilecek kadar beyaz olan insanlarla aynı sofrada yemek bile yedim. Ancak
İslâm’ın onlardaki ‘beyaz adam’a özgü [ırkçı ve ayrımcı] davranışları yok
ettiğini gördüm. Bütün ırklardan ve renklerden insanların oluşturduğu böyle bir
samimiyet ve kardeşliğe şimdiye kadarki hayatımda şahit olmamıştım.

Bu sözlerim sizleri çok şaşırtabilir. Ancak hac süresince
gördüklerim ve yaşadıklarım, beni daha önceki düşüncelerimi değiştirmeye ve
hatta onları bir kenara atmaya zorladı. Müslüman dünyasındaki son onbir gün
süresince, Müslüman dünyasından gözleri mavinin en mavisi, saçları sarının en
sarısı ve derileri beyazın en beyazı olan kardeşlerimle aynı tabaktan yemek
yedik, aynı bardaktan su içtik, aynı seccade üzerinde uyuduk ve aynı Allah’a hep
beraber ibadet ettik. Bunlar arasında hissettiğim samimiyet, Nijerya, Sudan ve
Gana’dan gelen siyahîler arasında hissettiğimin aynısıydı.

Hepimiz gerçekten kardeşiz. Müslümanların tek Allah’a olan
imanları, onların kafalarındaki, davranış ve tavırlarındaki ‘beyaz adamlığı’ yok
etmiş. Bundan hareketle şunu açıkça görebiliyorum: Eğer beyaz Amerikalılar
Allah’ın birliğini kabul edebilseler, o zaman insanoğlunun da tekliğini ve
birliğini [yani Tek Allah’ın kulları ve mahluku olduklarını] kabul edebilirler.
Böylece, başkalarını derilerindeki ‘farklılıktan’ dolayı değerlendirmeye,
horlamaya ve zarar vermeye son verebilirler.”42

III. Barış ve kardeşliğin boyutları

Kur’ân merkezli bir barış ve kardeşliğin sadece mü’minler
topluluğu arasındaki ilişkilerle sınırlı olmayıp, mü’min bireyin tüm mahlukatla
olan ilişkilerini de ihtiva etmesi gerektiğini daha önce vurgulamıştık. Günümüz
insanının en çok muhtaç olduğu şey “barış ve kardeşlik” olduğuna göre, Kur’ân’ın
bu konudaki görüşünün biraz daha açılması gerekmektedir. Bundan dolayı, önce
Kur’ân’ın müslümanla bütün mahlukat arasında tesis ettiği ilişkiye işaret
edeceğiz. Müslüman önce bu kâinatın bir parçası, sonra insanlık aleminin bir
ferdi ve nihayette ise, İslâm ümmetinin bir ferdidir. İslâm’ın ihtiva ettiği
barış ve kardeşlik tüm bu geniş alanlarda da tezahür ettiğinden, önce kâinatla
olan ilişkisini ortaya koymaya çalışacağız.

a. Müslümanın kâinatla olan kardeşliği

İslâmî dünya görüşü bütün mahlukatın (canlı-cansız) Allah
tarafından yaratıldığı esasına dayandığından, insan da bu mahlukatın içinde bir
parçadır. Böylece İslâmî anlayışta insan-tabiat iki ayrı ve birbirine yabancı
unsur değil, aynı Yaratıcı tarafından yaratılmış birer mahlukturlar. Bunu şu
âyet açıkça ifade etmektedir: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan
kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar (ümmet).”43 İnsanla
tabiat arasındaki farklılık sadece derece farklılığıdır. Bu farklılık insana
tabiatı ve tabiattaki mahlukatı istediği gibi kullanmasını değil, belki belli
bir sorumluluk duygusuyla ve israf etmeden kullanmasını gerektirir. Ayrıca
mahlukatın tümü Allah tarafından yaratıldığı için, manevî ve kutsal bir boyutu
olup, Müslümanın onunla manevî bir iliş-kisi sözkonusudur. Konumuz açısından
vurgularsak, Müslümanın tabiata ve tüm kâinata bakış açısı şu ilkeler
çerçevesinde oluşmaktadır:

Birincisi, bizi kuşatan âlem Allah’ın eseridir. Herşey O’nun
varlığını göstermekte ve O’na işaret etmektedir. Tabiatı korumak, Allah’ın bir
âyeti olarak, onun değerini muhafaza etmektir.

İkincisi, tabiattaki bütün varlıklar Yaratıcısını devamlı tesbih
halinde bulunur. İnsanlar bu tesbihin şeklini veya niteliğini anlamayabilirler.
Fakat Kur’ân’ın tanımladığı bu gerçek, tabiatla olan ilişkilerimizi maddî ve
faydacı boyuttan daha büyük ve metafizik bir boyuta taşımaktadır.

“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herşey Allah’ı tesbih eder.
O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, Ne var ki siz, onların
tesbihini anlamıyorsunuz. O, çok halîm (merhametli) ve bağışlayıcıdır.”44

“Göklerde ve yerde ne varsa, herşeyin hakiki sahibi olan, her
türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi
kuşatan Allah’ı tesbih eder.”45

“Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar; güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde
ediyor.”46

Bu hakikatı ifade eden daha birçok âyetler bulunmaktadır. İslâm
düşünce ve tasavvufunun büyük temsilcileri olan Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı
Bektaş-ı Velî, Ahmed-i Yesevî ve benzeri büyük şahsiyetler Kur’ân’dan aldıkları
bu bakış açısını ve anlayışını kendi düşüncelerinde ve hayatlarında çok güzel
yansıtmışlardır. Kâinatı adeta bir kitap gibi okumuşlar ve kâinattaki ilahî
zikir ve ibadete iştirak etmişlerdir. Mevlânâ’nın Kur’ân’dan aldığı ilhamla bunu
şöyle ifade ettiği görülmektedir:

“Toprak, su, hava bize ölü görünseler de, Allah nezdinde
canlıdırlar.”47

“Rüzgar, toprak, su ve ateş kölelerdir. Benimle, seninle ölüdür.
Hak’la diridirler, ancak O’nun emrini tutarlar.”48

“Bu cansız olan bulut, vaktinde yağmur yağdırmanın gerekli
olduğunu ne bilir? Bu bitkiyi kabul edip, bir yerine on veren toprağı da
görüyorsun. Bunları bir kimse yapıyor. İşte sen asıl O’nu gör.”49

“Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği herşeyden, cemad
(cansız) olmasına rağmen, haberdardır. Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul
ederdi ve herşeye nasıl süt-annelik eder ve onu beslerdi?”50

Yunus Emre’ye göre ise, Cennetin ırmakları Allah Allah diyerek
akmakta; dağlar, taşlar, kuşlar ve bülbüller hep Allah demekte ve Allah’ı
anmaktadır.51

Rahman Baba ise varlığı şu gözle görür:

Yeryüzü O’na ibadetle boyun eğdi,
Gökyüzü O’na tapınmak için eğildi,
Her ağaç ve bitki O’na ruku etmede,
Her ot ve yaprak O’nu öven dil,
Denizdeki her balık O’na hamd u sena eyler,
Kırlardaki, tarlalardaki her kuş onu tebcil eder.52

Günümüz İslâm düşünürleri de kâinatın sembolik boyutuna dikkat
çekmiş ve onun bize Allah’ı tanıtan boyutunu vurgulamışlardır.53
Ancak kâinat kitabını en coşkulu şekilde okuyan ve ondaki mânâları keşfedenlerin
başında Said Nursî’nin geldiği görülmektedir. Daha önce de işaret edildiği gibi,
kendisinin Kur’ân tarzını takip ederek telif ettiğini söylediği Risale-i
Nur’larda kâinat kitabının mütalaası büyük bir yer tutar. İslâm’ın sistemden
dışlandığı, her türlü dinî eğitimin yasaklandığı; dinîn anlaşıldığı, tahsil
edildiği ve öğretildiği kurumlar olan medrese ve tekkelerin kapatıldığı; daha
önemlisi alfabenin değiştirilmesiyle tüm kültürle tam bir kopuşun yaşandığı bir
dönemde, Nursî kâinat kitabını okumuş ve herkese de nasıl okunacağını
öğretmiştir. Bu konu üzerinde müstakil çalışmalar gerektirecek kadar önemli ve
geniştir. Sadece birkaç örnekle yetineceğiz. Kendisinden Allah’ın varlığı ve
birliğiyle ilgili soru sorulması üzerine telif ettiği “Otuzüçüncü Söz”deki şu
ifadeleri, kâinat kitabını okuyuş tarzı ve metodu hakkında bazı ipuçları
vermektedir:

Şimdi rüzgarlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faydalarının ve
vazifelerinin şehadetiyle, gâyet mühim ve kesretli va-zifelere koşuyorlar. Demek
o dalgalanmak, bir Sâni-i Hâkim tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir
kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbanînin çabuk yerine geti-rilmesine
sür’atle çalışmaktır.

Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan
kaynamaları, tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp eden, âsâr-ı rahmet olan
faydaların ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle
iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle
gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları
ise, O’nun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.

Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevherlerin ve madenlerin
envaına bak: Bunların tezyinatları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin
tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunun, onlara müteallik
hakimane faydaları ve mesâlih-i hayatiye ve levazımat-ı insaniye ve hâcât-ı
hayvani-yeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.

Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve
tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir
Mün’im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak,
muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak
verilmiştir.

Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir
Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir
tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.

Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses
olmadığına ve şimşek ve gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil
….

Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız kamere dikkat
et. O’nun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu….54

Said Nursî’nin bakış açısını iyi anlayan ve hatta hayran
olanlardan, bu konuda yaptığı çalışmalarla tanınan Alman Ursula Spuler’in
konuyla ilgil tesbiti şöyle:

Said Nursî bir Müslüman alimi olarak Kur’ân’dan aldığı ilhamla
Cenab-ı Hakkın tabiatta, insanda; hatta bir sinek ve bir tohumda icraatını
görmüştür. Eğer onun Kur’ân’dan beslenen bu bakış açısı dünyada tesirini
gösterse, insanlık kendine gelirdi.”55

İslâm beldelerini ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, Müslümanların
tabiat ve tabiattaki bütün canlılarla nasıl bir barış içinde yaşadıklarına
tanıklık etmektedirler. Bunların en önemlilerinden birisi olan Fransız şair
Lamartine bu gerçeği şöyle ifade eder: “Türkler [Müslümanlar] canlı ve cansız
mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl
Allah’ın yarattığı herşeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan
veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve
merhametlerini teşmil ederler.”56

Ecdadımızın bu Müslümanca tavırlarının ve beraber yaşadıkları
bütün canlılarla çok güzel ve dengeli bir tavır geliştirmelerinin kökeni Kur’ân
ve Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarıdır. Hz. Peygamber, hayvanların ve
kuşların korunmasını; onlara eziyet edilmemesini; temizlik ve bakımlarının
yapılmasını; yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmasını; fazla yük
yüklenmemesini emretmiş; av yasağı koyarak rastgele eğlence için avlanılmamaları
konusunda ciddi tedbirler almış ve emirler vermiştir.57

Üçüncüsü, Kur’ân’ın “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki
kanadıyla uçan kuşların hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir”58 âyetine
dayanarak, insanlığın bu dünyada yaşayan tek ümmet olmadığını beyan etmesi,
insanların devamlı olarak diğer ümmetlere üstün olmadığını beyan etmesi, bu
diğer yaratıkların (ümmetlerin) da bizim gibi varlıklar olduğu, saygıya ve
korumaya değer oldukları anlamına gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün yaşayan
varlıkları hürmete ve yumuşak davranışa şayan olarak telakki ediyordu.

Dördüncüsü, İslâmî dünya görüşü bütün insan ilişkilerinin adalet
ve ihsan [kavramları] üzerine kurulu olduğu anlayışına da-yalıdır: “Muhakkak ki,
Allah adaleti ve ihsanı emreder.”59 Bu prensip, adaleti mutlak bir
değer olarak almakta, Müslümanın tüm mahlukatla olan ilişkilerinde adalet ve
ihsanı emretmektedir.

Beşincisi, Allah’ın yarattığı bu kâinatın dengesi aynı şekilde
muhafaza edilmelidir. Çünkü “O’nun katında herşey ölçü iledir.”60
Yine, “Hiçbir şey yoktur ki, O’nun hazineleri Bizim yanımızda olmasın; ama Biz
onu bilinen bir miktar ile indiririz.”61

b. Müslümanın insanlarla olan kardeşliği

Kur’ân’a göre insan mahlukatın en şe-reflisidir. Allah’ın
yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insana çok önem verilmiş ve yüceltilmiştir.
Bir insanı suçsuz yere katletmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur. Hz.
Peygamber, Yahudi cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının,
filan dine mensup olma sıfatından önce geldiğini göstermiştir. Müslümanların,
diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve diyaloga dayalı bir gelenek
oluşturmalarında bu anlayışın büyük payı bulunmaktadır.

Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere karşı olan bakış
açıları Kur’ân’daki ilkelere dayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki
insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Bu,
Kur’ân’ın “Dinde zorlama yoktur”62 ilkesinin tabiî bir sonucu olarak
görülmelidir. Böylece fethedilen bölgelerdeki insanlar hiçbir zorlamaya maruz
kalmamış, aksine cizye ödemek şartıyla63 din ve inançlarında serbest
bırakılmışlardır. Üstelik cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan,
fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticaretleri olmayan kilise
mensuplarından alınmıyordu. Mükellef olanlardan ödemeyenlere sadece hapis cezası
vardı. Onlara bedenî ceza uygulamak ve hakarette bulunmak kat’iyetle yasaktı.
Hz. Peygamber’in şu beyanları, müslüman idarecilere daima ışık tutmuştur:

“İnsanlara azab edene Allah da azab eder.”

“Kim bir zımmîye zulmeder ve ona gücünün dışında iş yüklerse,
kıyamet günü beni karşısında bulacaktır.”64

İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha
İslâm’ın ilk gününden itibaren böye bir zorlamaya yer ve-rilmemiştir. Bu nedenle
Hz. Peygamber’e (s.a.v.), “asıl görevinin tebliğ olduğu, yoksa insanları
hidâyete erdirme olmadığı” bir âyette açıkça belirtilmiştir.65

Bu konuda Hz. Peygamber’in uygulamaları da tabiî ki Kur’ân’daki
ilkeler çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber Mekke’den
Medine’ye hicretle beraber, Yahudi toplumuyla birarada yaşamaya başlamıştır. Hz.
Peygamber Yahudi toplumuyla olan ilişkilerini yazılı bir metin şeklinde ortaya
koymuştur. Hz. Peygamber’in Medine ileri gelenlerini toplayıp vücuda getirdiği
bu Şehir-Devleti Nizamnâmesi, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk Anayasa
olarak kabul edilmektedir.

Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok
yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve Muhacir müslümanların onlarla
oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismi
verilmektedir. Ayrıca 25. maddesinde, “Müslümanların dinleri kendilerine,
Yahudilerin dinleri de kendilerinedir” denilerek Yahudilere ve bunların
müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu görülmektedir. Prof.
Hatipoğlu’na göre, “Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idâre altında
birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti
teşkil ediyor olsa gerektir.”66

Mekke’nin güneyinde kalan Necrân bölgesi, Hicaz’ın Hıristiyanlık
merkezi durumunda idi. Yine Hz. Peygamber’in Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı
anlaşmada onlara, hem kendilerine hem de daha sonraki nesillerine şamil olmak
üzere, kimsenin dininden döndürülmeyeceğini; dinlerinin, mabedlerinin haç ve
suretlerinin masûn kalacağını, din adamlarının dinî mevkilerinden, rahiplerin
rahiplikten uzaklaştırılmayacaklarını taahhüd etmiştir.67 Görüldüğü
gibi, Hz. Peygamber Necranlılarla yaptığı anlaşmada, onların can, mal ve din
hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mâbedlerine ve din adamlarına da tam bir
dokunulmazlık tanımıştır.

Kur’ân ve Sünnetle belirlenen bu temel çizgi daha sonra gelen
Müslüman idareciler tarafından aynen devam ettirilmiştir. Bu bağlamda Hz. Ebu
Bekir’in komutanlarına verdiği talimatname ve Hz. Ömer’in Kudüs’ün fethinde
yaptığı anlaşma aynı ruhu yansıtmaktadır.68 Hatta Ebu Bekir’in (r.
a.) talimatnamesinde “Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer
hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin” denilerek tabiî
çevrenin savaş durumunda bile tahrip edilmemesi istenmektedir. Bunun detaylarına
girmek, bu çalışmanın sınırlarını aşar. Ancak bir ülkede barış ve kardeşliğin
temeli, o ülkedeki farklı din ve kültürlerin ve bunların müntesiplerinin can,
mal ve ibadet hürriyetlerinin sağlanmasıyla mümkündür. İslâm tarihinin bir
kesitini oluşturan, Endülüs Emevî İslâm devletindeki dinî hoşgörü, “çok dinli ve
çok kültürlü bir ortamda birarada yaşamaya” örnek olarak verilecektir. Zira bu
örnek o kadar göz kamaştırıcıdır ki, özellikle Avrupa kıt’asında modern zamanlar
da dahil bir daha tekerrür etmemiştir. Bu nedenle, İsveçli bir diplomat, Avrupa
birliğini savunanların Endülüslü Müslüman idarecilerin asırlar önce
gerçekleştirdiği; hoşgörü ve barışın hâkim olduğu çok kültürlü Elhamra’yı örnek
almasını teklif etmektedir.69

Bilinenin aksine, Müslümanlar Endülüs’ü savaş ve ordularla
değil, sahip oldukları ahlâkî değerlerin yardımıyla fethetmişlerdir. İspanya’nın
fethi böylece Vizigotların baskı ve zulümlerinden bıkmış yerli halkla ve
özellikle de Kilisenin baskılarına dayanamayan Yahudilerin yardımıyla
gerçekleşmiştir. Zira, 694 se-nesinde toplanan bir konsül “Yahudilerin
Hıristiyanlaştırılmasından da öte, köleleşti-rilerek Hıristiyan ailelere
dağıtılmalarını veya satılmalarını” kararlaştırmıştır.70

Müslümanların yerli Hıristiyan halka ve Yahudilere karşı bakış
açılarını ve izleyecekleri siyaseti, Müslüman komutan Abdulaziz b. Musa ile
İspanyol idareci Teodomiro arasında imzalanan anlaşma metninde görmek mümkündür:

Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla.

Abdulaziz’den Teodomiro’ya

Teodomiro barışı kabul etmiş, karşılığında kendisine Allah’ın
ahdi ve zimmeti verilmiştir. Üzerinde ittifak edilen şartlara uydukları sürece,
onun ve onun idaresi altındaki herhangi bir Hıristiyanın malına dokunulmayacak;
kendileri, çocukları ve kadınları öldürülmeyecek, esir edilmeyecek; dinlerini
yaşama hususunda herhangi bir engelle karşılaşmayacaklar, kiliselerine
dokunulmayacaktır…71

Müslümanlar, hakimiyetleri süresince bu anlaşmaya bağlı
kaldılar. Bunun sonucunda da “İspanya’da tam 800 yıl yaşayacak, parlak ve çok
kültürlü bir toplumun temellerini” attılar.72 Zira Müslümanların
gelişiyle Yahudiler Hıristiyanların baskısından kurtuldu. Kendi dinlerinde ve
yaşayışlarında serbest bırakıldılar. Birçok Yahudi, devlet kademelerinde
yükselme imkânı buldu. Birçokları eserlerini Arapça yazmayı tercih etti.
Karlsson’ın ifadesiyle “900’lü yıllarda Kurtuba altın çağını yaşayarak,
Avrupa’nın en büyük bilim ve sanat merkezi haline geldi. Bu tarihlerde Orta
Avrupa’daki kentler tahta kulübelerden oluşurken, 500.000 nüfuslu Kurtuba halkı,
kanalizasyona, sokaklarında ışıklandırma sistemine ve kamu hizmetinde 300 hamama
sahipti.”73

Hıristiyanların hâkimiyeti ele geçirmesiyle tüm bunlar kısa
sürede sona erdi. Hıristiyanların Müslümanlara ve daha sonra da Yahudilere
tanıdıkları tercih hakkı sınırlıydı: Hıristiyan olmak, göç etmek veya ölüm.74
Son Müslüman idareci Ebu Abdullah İspanya’yı terkederken bile, Kral Ferdinand ve
Kraliçe İsabella ile yaptığı anlaşmada geride bıraktığı Yahudilere de yer
vermiştir. 67 maddelik anlaşmanın bir maddesi şöyleydi: “Müslümanların canları,
malları ve dinlerine dokunulmayacak, aynı haklar Yahudiler için de geçerli
olacak.”75 Bununla beraber, kısa bir süre sonra anlaşmanın hükümleri
ihlal edilmiş, Müslümanlara karşı büyük bir zulüm ve Hıristiyanlaştırma hareketi
başlatılmıştır. Yahudiler bile bu baskılardan kurtulamamış, Hıristiyan olmak
veya göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Bilindiği gibi, Yahudileri hiçbir
Avrupa ülkesi kabul etmemiştir. Zamanın güçlü İslâm devleti olan Osmanlılar,
Yahudileri himayesi altına alarak, can, mal ve din hürriyetlerini teminat altına
almıştır.

Buraya kadar verdiğimiz tarihî malumattan ve özellikle de
Endülüs örneğinden amacımız, Müslümanların hakimiyetlerindeki insanlara din,
dil, ırk ve renk ayrımı yapmadıklarını; can, mal ve din hürriyetlerini
keyfîlikten uzak anlaşmalar çerçevesinde teminat altına aldıklarını
göstermektir. Böylece Müslümanların tarihinde insanları farklılıklarından dolayı
zulüm, işkence ve asimilasyona tâbi tutma olaylarına rastlanmamaktadır. Bunun en
müşahhas göstergesi, tarih boyunca Müslümanların hakimiyetinde olan bölge ve
ülkelerde başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzere çeşitli dinlerin ve
kültürlerin müntesiplerinin varlıklarını devam ettirmesidir. Buna karşılık,
Hıristiyanların egemen oldukları yerlerde yüzyılımıza kadar İslâm’a yaşama hakkı
tanınmamıştır.76 Muasır meşhur tarihçi Arnold Toynbee bu tarihî
gerçeği şöyle ifade eder:

“Hıristiyanlar nasihat etmek ve eğitmek dışında bir emir
almadılar, ama gel gör ki, pek eskilerden beri, kendi dinlerinden olmayanları
demir ve ateşte yoketmektedirler… Hiç şüpheniz olmasın, şâyet Batının
Hıristiyanları Araplar ve Türklerin yerine Asya’da hâkim olsalardı, bugün Yunan
kilisesinin hiç bir kalıntısına tesadüf edemezdik. İslâm’ın Hıristiyanlığa
gösterdiği hoşgörüye Batının Hıristiyanları hiç sahip olmamışlardır.”77

Toynbee’nin de işaret ettiği, Batının bu tekçi ve hoşgörüsüz
tavrının klasik örneğini Endülüs, en son örneğini ise Bosna-Hersek
oluşturmaktadır. Ayrıca Avrupa ülkelerinde son zamanlarda yükselen yabancı
düşmanlığı da hesaba katılmalıdır. Bu düşmanlığın ekonomik nedenlerini inkâr
etmemekle beraber, daha çok sosyo-kültürel nedenlerinin, daha doğrusu Batılı
insanın “diğerini” algılayış biçiminin etkili olduğunu düşünüyorum.

Bu tarihî tecrübeleri ve örnekleri inceledikten sonra, bazı
çevrelerin İslâmî bilincin gelişmesinden endişe duymaları, hele hele bunu
çoğulculuk, çok kültürlülük ve beraber yaşamaya bir tehdit olarak algılamaları
gerçekten üzücüdür. Böyle bir endişenin temel kaynağı olarak bilgi eksikliği,
önyargı ve yanlış anlamanın yanında; Müslümanların da bu ilkeleri iman, islâm ve
takva bağlamında ortaya koymada eksiklikleri veya başarısız olmaları
gösterilebilir.

IV. Sonuç

Kur’ân Müslümanları “insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu
emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmet”78
olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın tarih boyunca Müslümanlar için bir hedef ve
ideal oluşturduğu görülmektedir. Âyetin tanımladığı gibi, Allah’a inandıkları
için doğruluğu emreden ve fenalıktan alıkoyan bir topluluk olmak, onların
belirleyici özelliği olmuştur.79 Bununla beraber Müslümanların
Kur’ânî değerlerden uzaklaştıkları dönemler de olmuştur. Böyle dönemlerde
doğruyu emretme ve kötülükten alıkoyma görevinin yeterince yerine getirildiği
söylenemez.

İslâm, daha önce de vurguladığımız gibi, Allah’ın iradesine ve
dinine (şeriatına) teslim olmaktır. Bu teslimiyet (müslümanlık) zımnen :

1) Allah’a sahih ve sağlam bir imanı,

2) Bu imanın amel-i salih olarak dışa vurmasını,

3) Doğru olanı yapmayı ve ayrıca doğru olan şeylerin hakim
olmasını temin edebilecek güçte olmayı,

4) Kötülükten sakınma (takva) ve kötü olandan sakınmada
başkasına örnek olmayı; kötüyü ve adaletsizliği yenilgiye uğratacak güce sahip
olma gibi birçok hususu ihtiva etmektedir.

Görüldüğü gibi, iman, islâm ve takvayı esas alan İslâmî değerler
sisteminin hedefi, sadece Müslüman birey ve toplumun barış ve saadeti değil,
belki tüm insanlığın bu nimetlerden yararlanmasıdır. Başka bir ifadeyle,
Müslüman bir yandan kendi içinde barış, huzur, denge ve bütünlüğü Allah’a iman
ve teslimiyetle kazanacak; diğer yandan da tüm mahlukat ve insanlıkla olan
ilişkilerinde her tür aşırılık ve zulümden uzak bir şekilde barış, denge ve
kardeşlik içinde ilişkilerini sürdürecektir. Müslümanların tarihine şöyle bir
göz atıldığında, bu hedefin çoğunlukla gerçekleştirildiği görülecektir. Bu
nedenle İslâm sadece kendisi için değil, insanlık için yaşayan evrensel bir
dindir.

Dünyanın ve ülkemizin barış ve kardeşliğe, dostluk ve sevgiye,
hoşgörü ve diyaloga çok muhtaç olduğu bir bağlamda bize düşen görev “Siz,
insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder,
kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız” âyetinin bize yüklediği sorumluluktan
kaçınmamaktır. Önce kendi benliğimizde, sonra tabiî ve toplumsal çevre-mizde
barışın, emniyetin ve kardeşliğin hakim olmasını temin etmektir. Bu, kendisinden
daha fazla kaçamayacağımız kutsal bir görev olarak karşımızda durmaktadır.

Dipnotlar

1. M. Condorcet, İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerinde
Tarihi Bir Tablo Taslağı, Milli Eğitim Bakanlığı, Dünya Edebiyatından
Tercümeler, Tercüme: Oğuz Peltek, Ankara, 1945, s. 77 (vurgular eklenmiştir).

Condorcet için ayrıca bkz.: Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, çev.
Muammer Sencer, c. III, Kitaş Yayınları, İstanbul, 1970, s. 405-415.

2. Bkz.: J. Lyotard, Postmodern Durum, çev. A. Çiğdem, Ara
Yayıncılık, İstanbul, 1990. Ayrıca postmodernizm ve ilgili tartışmalar için
bkz.: Modernite versus Postmodernite, derleyen: Mehmet Küçük, Vadi Yayınları,
1992; Ömer Naci Soykan, “Postmodern Tartışmanın Neresindeyiz?”, Türkiye’de
Felsefe Manzaraları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993, s.116-150; Ernst
Wolf-Gazo, “Postmodernizmin Aydınlanmayı Eleştirisi” çev. Şefik Deniz, İslâmî
Araştırmalar, c. 6, no:1, 1992, s.1-16; Mustafa Armağan, “Postmodernlik ve Din
Ya da İkinci Sekülarizasyon”, Yeni Dergi, sayı: 5-6, 1995, s.118-121; Ziyaüddin
Serdar, “Total Recall: Postmodernist Düşüncede Yabancılar, ‘Öteki-ler’ ve
Amenzi”, çev. N. Öztürk, Yeni Dergi, s.121-134. (Bu makale postmodernizm ve
modernizmle ilgili yayınlanan son kitaplardan dördünü ele alarak eleştirel bir
bakışla değerlendirmektedir. Bu ki-taplar: Richard Rorty, Contingency, Irony and
Solidarity, Cambridge University Press, Cambridge, 1989; David Harvey, The
Condition of Postmodernity, Basil Blackwell, Oxford, 1989; John R. Gibbons
(ed.), Contemporary Political Culture: Politics in a Postmodern Age, Sage
Publications, London; Andrew Ross, Universal Abandon? The Politics of
Postmodernism, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1989, Ziyaüddin Serdar,
“Terminatör-1: Modernite, Postmodernizm ve ‘Öteki’”, çev. Naim Öztürk, Yeni
Dergi, 7-8, 1995, s. 103-117. (Bu deneme dört yeni kitabı, [yani Anthony
Giddens, The Consequences of Modernity, Cambridge, Polity Press, 1990; Leszek
Kolakowsky, Modernity and Endless Trial, Chicago, Ill., University of Chicago
Press, 1990; Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man, London,
Hamish Hamilton, 1992; Norman Denzin, Images of Postmodern Society, London, Sage
Publications, 1991] inceleyerek modern ve postmodernle ilgili tartışmaları bir
müslüman entellektüelin gözüyle ele alıyor.)

3. Gilles Kepel bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya
koymakta ve konuyla ilgili ilginç örnekler vermektedir: Din Dünyayı Yeniden
Keşfediyor: Tanrının İntikamı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992. Çağdaş
insanın dine yönelmesi başta sosyologlar olmak üzere birçok araştırmacının da
dikkatini çekmiştir. Son zamanlarda konuyla ilgili birçok araştırmalar yapılmış
ve kitaplar yayınlanmıştır. Bkz.: İbrahim Özdemir, “Postmodern Bağlamda Bilim ve
Din İlişkisi”, Köprü Dergisi, No: 53, Kış 1996, s. 14; Bryan Turner,
“Oryantalizm, Postmodernizm ve Din”, çev. Yasin Aktay, Tezkire, sayı: 9-10,
Bahar 1996, s. 69; Mona Abaza & Georg Stauth, “Batılı Akıl, Oryantalizm, İslâmcı
Fundamentalizm: Bir Eleştiri”, çev. Abdullah Topçuoğlu, Tezkire, sayı: 9-10,
Bahar 1996, s. 89; ve orada zikredilen konuyla ilgili diğer kaynaklar; Ahmed
Ekber, Postmodernism and Islam, Routledge, London, 1992.

4. Zbigniew Brzezinski, Kontroldan Çıkmış Dünya
(Yirmibirinci Yüzyılın Arifesinde Dünya Çapında Karmaşa), çev. Haluk
Menemencioğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1996.

5. Brzezinski, a.g.e., s. 4

6. Brzezinski, a.g.e., s. 6.

7. Yüzyılımızdaki dayatmacı ve totaliter yönetimlerin söz
verdikleri cennet uğruna işledikleri cinâyetler hakkında bazı rakamlar: Hitler,
17 milyon, Stalin 25 milyon, Mao 29 milyon kişinin katledilmesine neden
olmuşlardır. Ayrıca milliyetçi ve ırkçı ideolojiler adına katledilenlerin ve
ölenlerin takribî sayısı 33 milyondur. Sadece Birinci Dünya Savaşında 8.5
milyon, II. Dünya Savaşında ise yaklaşık 19 milyon genç asker hayatını kaybetti.
Kasıtlı soykırımların dışında kalan ve savaşın normal akışı içinde ölen sivil
sayısı ise Birinci Dünya Savaşında 13 milyon iken, İkinci Dünya Savaşında da 20
milyon civarında çocuk, kadın ve yaşlı insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca
İkinci Dünya Savaşından önceki Çin -Japon savaşında 20 milyon sivil insan
ölmüştür. Dünyadaki diğer çatışmalarda da 6 milyon insan daha öldü. Bu savaşlar
arasında Meksika savaşları, İspanya iç savaşı, Hindistan-Pakistan savaşı, Kore
savaşı, Vietnam savaşı, İran-Irak savaşı sayılabilir. Görüldüğü gibi son
yıllarda meydana gelen savaş, soykırım ve etnik çatışmalarda katledilenler ve
ayrıca bütün bunların neden olduğu maddî ve manevî yıkımlar bu rakamlara dahil
değildir. Bkz. Brzezinski, a.g.e., s. 7-16.

8. Ernest Gellner, “The Mighty Pen?”, Times Literature
Supplement, February 1993, s.19.

9. Ruanda’da daha önce barış içinde yanyana yaşayan Hutu ve
Tutu kavimleri, sömürgeci Avrupalı ülkeleri yönetiminden sonra kavmî ve ırkî
sebepleri öne sürerek yekdiğerine üstün olduğunu ileri sürmüş, sonuçta
milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan toplu katliamlar meydana gelmiştir. Bu
kadar insanın öldüğü bir ülkede barışın tesisini kısa sürede beklemek gerçekçi
değildir. Bu konuyla ilgili bkz. Mustafa Parıldı, “Katliamın Öteki Adı: Ruanda”,
Evrensel İnsan Hakları Dergisi, sayı: 6, Temmuz 1995, s. 16-17.

10. Prof. Dr. Anna Masala, “Mevlana’dan Bediüzzaman’a Uzanan
Çizgi”, İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said
Nursî, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1992, s. 20

11. Samuel Huntington, “The Clash of Civilizations?”,
(Medeniyetler Savaşı Mı?) Foreign Affairs, Summer 1993. Adı geçen makalenin
Türkçe tercümesi ve ilgili tartışmalar için bkz.: Medeniyetler Çatışması,
derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara, 1995.

12. Bkz. John Clark, Kalkınmanın Demokratikleşmesi, Gönüllü
Kültür Kuruluşlarının Rolü, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, Ankara, 1994.

13. Şerif Mardin bu yeni kimliğin oluşumunu Tanzimat’a kadar
götürür. Mardin’e göre, “Tanzimat döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda cereyan
edip sonra Cumhuriyet döneminde de süren değişimler, yarattığı ‘kişisizleştirme’
ölçüsünde geleneksel Osmanlı sistemini hedef aldı. (…) Önce Jön Türklerin
sonra da Cumhuriyet’in yaptığı, ortalama Osmanlının kişisel ilişkilerine hayat
veren ve önermeci olmayan araçlara dayalı söylemi ortadan kaldırmak olmuştur.”
Mardin, Said Nursî’nin tecdit projesini bu “kişisizleştirmeye” bir meydan okuma
olarak görür: “Said Nursî’nin katkısı ise Kur’ân’da konulan normları, geleneksel
Müslüman davranış ve kişisel ilişki tarzını, gelişen bir sanayi ve kitle
iletişim toplumuna yeniden sokacak biçimde yenilemiş (tecdit) olmasıdır. Said
Nursî’nin et-kisinin, büyük ölçüde, bu felsefî-sosyolojik yaklaşıma dayandığını
sanıyorum.” Bkz.: Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye’de Din ve
Toplumsal Değişme, çev. Metin Çulhaoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, s.
26-27. Adı geçen kitabın bir eleştirisi için bkz. İbrahim Özdemir, “Şerif
Mardin’in ‘Bediüzzaman Said Nursî Olayı’ Kitabıyla İlgili Bir Ön Değerlendirme,”
Yeni Dergi, Ağustos-Eylül 1994, s. 26.

14. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ
Lahikası, s. 1772-1773. (Vurgular eklenmiştir.)

15. Brzezinski, s. 20.

16. Daha geniş bilgi için bkz. İbrahim Özdemir-Münir
Yükselmiş, Çevre Sorunları ve İslâm, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 1995.

17. Time, 6 Eylül 1993, s. 45.

18. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Hutbe-i
Şâmiye, c. 2, s. 1962. (Vurgular eklenmiştir.)

19. Modern insanın içinde bulunduğu durumu ve ruh halini bir
filozofumuzun şu tespitleri çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “Yakınçağ
Dindışı Avrupa Medeniyeti, onyedinci yüzyıldan itibâren birinci şıkkı (yani
dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü kaale almamayı) kendisine
fikrî ve zihnî zemin almak tercihinde bulunarak saçmalıktan (absurdité) hareket
etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksunluk, daha açık ifadeyle,
Tanrısızlıktır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, Tanrısızlık çukuruna düşmüş kişinin
durumu da odur: Terbiye edici (Rab) ilk ve Sığınılacak (Rahman) son merciden
kesin yoksunluk! Böylelikle kişi, mutlak yalnızlık (solitude absolue) dediğimiz
tutanaksız durumda kendi eksik varoluşuyla başbaşa kalır. Kapkaranlık
Sonsuzlukta (Evrende) yapayalnızdır, öksüzdür (benlik).” Bkz. Prof. Dr. Teoman
Duralı, “ Tarih Felsefesine Medhal”, Türk Felsefe Derneğinin Bursa’da
düzenlediği 1994 Felsefe Kongresine sunulan tebliğ, s. 5. Bu yalnızlığın ve
dalâletin sonuçlarını Nursî şöyle ifade eder: “Şirk ve dalâletin ve fısk ve
sefahatin yolu, insanı nihâyet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde
nihâyetsiz ağır bir yükü, zayıf ve aciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenab-ı
Hakkı tanımazsa ve O’na tevekkül etmezse, o vakit, insan, gâyet derecede aciz ve
zayıf, nihâyet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli
bir fani hayvan hükmünde, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan
mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihâyette, baki kalan bütün ahbabını bir
firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak girer.” Risale-i
Nur Külliyatı, Sözler, s. 288.

20. Bakara (2): 2

“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara yol gösteren Kitab’dır.”

21. Said Nursî, bunlara adalet ve ibadeti de ekler. Bkz.:
Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l İ’caz, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1996, s.
1159.

22. İman, islâm ve takva kelimelerinin İslâm ahlâkındaki
yeri ve önemiyle ilgili buradaki değerlendirmelerimiz büyük ölçüde Fazlur
Rahman’ın konuyla ilgili görüşlerine dayanmaktadır. Bkz. Fazlur Rahman, “Some
Key Concepts of the Qur’an”, Journal of Religious Ethics, 2 (1983), s. 170-171.

23. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 20.
Mektup, s. 448. (Vurgular eklenmiştir.) Marifetle ilgili olarak yine günümüz
Müslüman düşünürlerinden Prof. S. Nakib el-Attas’ın farklı bir değerlendirmesi
için bkz. Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, çev. Mahmut Erol Kılıç,
İnsan Yayınları, İstanbul, 1989, s. 97.

24. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., c. I, s. 1149.

25. Bakara (2): 208.

26. Zümer (39): 29.

27. Nisa (4): 91

28. Âl-i İmran (3): 83: “Allah’ın dininden başka bir din mi
arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O’na teslim
olmuştur, O’na döneceklerdir.”

29. Bkz., 41: 11; 13: 15 ve 16: 49.

30. İslâm düşünce ta-rihinde iman ve islâmla ilgili birçok
tartışmalar olmuşsa da, burada bunların ayrıntılarına girmek konumuzu
aşmaktadır. Konuyla ilgili olarak, bkz., Fazlur Rahman, a.g.e., s.175-176;
Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., c. I, s. 369.

31. Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, s. 1632.
Said Nursî’nin takva kavramını ibadet-i kâmile olarak tanımlayıp, ihtiva ettiği
şeylerle ilgili şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve
ruhun dört havassı olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ her birinin bir
gâyetü’l-gâyâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, marifetullahtır. Hissin,
muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile,
dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem
gayetü’l-gâyâta sevk eder.” Risale-i Nur Külliyatı, Hutbe-i Şamiye, s. 1980.

32. Fazlur Rahman, s. 176.

33. Bakara (2):177.

34. Hacc sûresi (22): 37.

35. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ
Lahikası, c. 2, s. 1764.

36. Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., 22. Mektup, s. 470.

37. Said Nursî, a.g.e., s. 470.

38. Rum (30): 22.

39. Hucurat (49): 13.

40. Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, 26.
Mektup, s. 498.

41. Bkz., Samuel Huntington, “The Clash of Civilizations?”
(Medeniyetler Savaşı mı?), Foreing Affairs.

42. The Autobiography of Malcolm X, Alex Haley’in
yardımıyla, Grove Press, Inc., New York, 1964, s. 339-341.

43. En’am (6): 38.

44. İsra (17): 44; ayrıca Hadid, (57): 1

45. Cuma (62): 1.

46. Hacc (22): 18

47. M.M. Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi (İnsan Yayınları:
İstanbul, 1992) c. 3, s. 49.

48. Mevlânâ, Mesnevi, çev., Veled İzbudak, MEB Yay.,
İstanbul, 1988. c.1, s. 66, byt. 835.

49. Mevlânâ, Fihi Mafih, çev. Meliha Ambarcıoğlu, MEB Yay.,
İstanbul, 1989, s. 61.

50. Mevlânâ, a.g.e., s. 340.

51. Yunus Emre, Divan, yay. A. Gölpınarlı, İstanbul, 1943,
s. 477.

52. Rahman Baba, asıl adı Abdurrahman olan ve 1709 yılında
vefat etmiş bir mutasavvıftır. Bkz., Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm ve
Ekoloji, TDV Yayınları, Ankara, 1992, s. 88.

53. Bkz., Prof. Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat, çev.,
Nabi Avcı, İşaret Yayınları, İstanbul, 1988; Prof. S. Nakib Attas, a.g.e.,
s.13-76. Bu konuyla ilgili muhtevalı kitap-lardan birisi son yıllarda
yayınlanan, ünlü şarkiyatçı Prof. Annemarie Schimmel’in Deciphering the Signs of
God (Allah’ın [Kâinat Kitabındaki] âyetlerini Okumak), Edinburgh University
Press, Edinburgh, 1994, adlı kitabıdır. Kitap İslâm tarihindeki kâinatı okuma
biçimlerini ve özellikle de mutasavvıfların görüşlerini genişçe vermektedir.

54. Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, s. 307-308.

55. Doç. Dr. Ursula Spuler, “Hıristiyan-İslâm Diyalogu”,
İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî,
Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1992, s. 30.

56. Lamartine, Voyage en Orient, Paris, 1896-1897, c. II. s.
259. İsmail Hami Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı,
İstanbul Kitapevi, 1961’den nakledilmiştir. Ayrıca atalarımızın hayvanlara karşı
olan sevgi ve merhametlerini hayvan hastaneleri, kuş evleri, kuş hastaneleri ve
çeşitli vakıflar kurarak gösterdikleri unutulmamalıdır. Daha fazla bilgi için
bkz., Özdemir-Yükselmiş, Çevre Sorunları ve İslâm, s. 119-127.

57. Peygamber Efendimiz’in (sav) hayvanlarla ilgili tutum ve
davranışı için bkz., Özdemir-Yükselmiş, a.g.e., s. 110-119. Hayvan haklarıyla
ilgili İslâmî bakış açısını şu ifadeler çok güzel özetliyor: “(İslâm’da) insana
işkence edilmesi yasak olduğu gibi, hiçbir canlıya da eziyet edilemez, işkence
edilemez. Horoz döğüşü, boğa ve deve güreşi gibi insanlık dışı ‘eğlenceler’
İslâm dışıdır. Resul-i Ekrem hayvanların hangi hayvan olursa olsun, isterse
yaban domuzu veya kobra yılanı olsun, atış hedefi yapılmasını şiddetle
yasaklamıştır: ‘Canlı olan hiçbir şeyi atış hedefi kılmayın!’ Hayvanın yüzüne
vurulamaz, işaret konmak için yüzüne damga vurulamaz, dağlama yapılmaz. Bu gibi
insafsız-lıklar, hayvanda da ruhi bozukluklara ve yüzdeki işaretler karşı
cinsten hayvanların bu hayvana yaklaşmamasına sebep olabilir. Gerçekten
merhametli bir müslüman, hayvana da ev halkından biri imiş gibi sevgi ile
muamele eder, hayvanda bile’aşağılık duygusu’ doğmasına sebep olmaz…
Hayvanlara da adalet göstermek zorundayız ve bir serçeciğe bile yapılan zulümden
sorumluyuz. Sonuç olarak, Yaratıcımız Allah, Rahman ve Rahîmdir. Âlemlerin Rabbi
olarak Allah’ın rahmeti sadece ‘insanlar âleminde’ değil, bütün kâinatta, her
alemde, bu arada “hayvanlar âlemi’nde de tecelli eder… Prof. Dr. İsmet
Sungurbey, Hayvan Hakları, İÜ Yay., 1993, İstanbul, s. 199-203.

58. En’am (6): 38

59. Nahl: (16) 90

60. Ra’d (13): 8

61. Hicr (15): 21

62. Bakara (2): 256 : “Dinde zorlama yoktur, artık, hak ile
bâtıl iyice ayrılmıştır.”

63. Tevbe (9): 29.

64. Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harâc, s. 132-136; Prof. Dr. Mehmet
Hatipoğlu, “Hoşgörü Açısından Müslümanlar ve Ehl-i Kitap,” yayınlanmamış tebliğ,
s. 5’ten alıntılanmıştır.

65. Bakara (2): 272: “Ey Muhammed! Onların doğru yola
iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir.”

66. Hatipoğlu, a.g.e., s. 2. Taberî’nin naklettiğine göre,
Necran Hıristiyanları 632 senesinde 60 kişi halinde Medine’ye, Hz. Peygamberi
ziyarete geldiler. Gösterişli elbiseler giymişlerdi. İbâdet saatleri geldiği
zaman, Peygamber mescidinde, doğuya doğru yönelerek ibadetlerini yerine
getirmişler, Hz. Peygamber onlara herhangi bir müdahalede bulunulmamasını
söylemiştir. İbn Hişâm, I, 574; İbn Sa’d, I, 11, 85; Taberî, I, 174.
Hatipoğlu’dan naklen, s. 4.

67. Dr. Mehmed Özdemir, “Gayr-ı Müslimlerin Dinî Hayatı
Açısından Müslüman Fatihlerin Endülüs’teki Uygulamaları”, A.Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı: XXXIII, s. 205.

68. Hz. Ebu Bekir komutanlarına şu talimatı vermişti:
“Savaşta bile insaftan ayrılmayın. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyin
ve zulmetmeyin. Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları
yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin. Kiliselerde ibadete
çekilenlere rastlarsanız onları ibadetleriyle başbaşa bırakın. Size yiyecek,
içecek ikram ederlerse Bismillah demeden yemeyin, içmeyin. Kafalarını şeytan
yuvası haline getirenlerin (Bizans askerlerinin) başlarını ise Bismillah kılıcı
ile uçurun”. Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları,
İstanbul, c. 2, s. 33-34. Hz. Ömer’in yaptığı anlaşmaya göre, “Kudüs halkı
dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler, zarara uğratılmayacaklar,
kiliselerinde oturulmayacak, bu kiliseler ve müştemilatı yıkılmayacak, ayrıca
şehri terketmek isteyen halkın da kilise ve suretleri koruma altında
bulundurulacaktır.” Mehmed Özdemir, “Gayri Müslimlerin Dinî Hayatı”, s. 206.

69. Karlsson, İslâm ve Avrupa, çev. G. Ergün, Cem Yayınları,
İstanbul, 1996, s. 243.

70. Doç. Dr. Mehmed Özdemir, Endülüs Müslümanları-1, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s. 34.

71. Doç. Dr. Mehmed Özdemir, Endülüs Müslümanları, a.g.e.,
s. 35. Öyle ki bu hoşgörü ve barış ortamından etkilenen Hıristiyan gençler
Müslümanları başta müzik ve edebiyat olmak üzere her yönden taklit etmeye
başladılar. Bunun üzerine bir piskopos çok kızgın bir yazı yazarak şu ifadelere
yer vermiştir: "Hıristiyanlar, Arapların şiirlerinden, aşk öykülerinden haz
duyuyorlar. Muhammed’in teologlarını, İslâm filozoflarını, onları yalanlamak
amacıyla değil, eksiksiz ve zarif bir stil edinmek için okuyorlar. Bugün,
rahipler dışında Kutsal Metinlerin Latince yorumlarını okuyacak insanları nerede
bulabiliriz? Evet, yetenekli genç Hıristiyanlar, Arap edebiyatı dışında bir
edebiyat tanımıyorlar. Sadece Arapça kitapları okuyup inceliyorlar. Büyük
masraflarla Arapça kitaplardan kütüphaneler kuruyorlar, her yerde Arap
geleneklerinin savunuculuğunu yapıyorlar.” Karlsson, a.g.e., s. 228.

72. Karlsson, a.g.e., s. 228.

73. Karlsson, a.g.e., s. 240.

74. Hıristiyanların Müslümanlara uyguladığı baskı, zulüm ve
etnik temizlik için bkz. Mehmed Özdemir, a.g.e., s. 204-218; Karlsson, a.g.e.,
240.

75. Doç. Dr. Mehmed Özdemir, “Gayr-ı Müslimlerin Dinî Hayatı
“, s. 198.

76. Karlsson, a.g.e., s. 223.

77. Arnold Toynbee, La Religion vue par un historien, s.
208, Hatipoğlu, a.g.e.den naklen, s. 5.

78. Al-i İmran(3): 110 “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a
inanırsınız”

79. Bkz. Marshall Hodgson, İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya
Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, İz Yayıncılık, 1993, İstanbul, c. 1, s. 1-2.