“Biz Müslümanlara karşı tahammül gösteriyoruz ama, acaba onlar
iktidar olduklarında bize karşı aynı hoşgörüyü gösterebilecekler mi?”

İtiraf edelim ki İslam’da hoşgörü konulu tartışmaların kaynağı
yukarıya bir örneğini aldığımız türden sorulardır. Bu bakımdan, sorunun
meşruluğunun tartışılması konunun tartışılmasına tekaddüm etmelidir.

Sorunun kurnazca formüle edilmiş olduğu, cevabın, ancak soruyu
soranın özgürlükçü ve demokrat kimliği kabul edilerek verilebilir olmasından
anlaşılmaktadır. Sorudaki “biz” ve “Müslümanlar” ikiliğini esas alarak açacak
olursak: “Biz” özgürlükçü ve demokrat olduğumuz için “Müslümanlar”a tahammül
gösterebiliriz. Müslümanlar bu hoşgörüden yararlanarak iktidara da gelebilirler.
Acaba o zaman bizim hak ve özgürlüklerimiz korunacak mıdır?

Acaba bu soru Şark kurnazlığının tipik göstergelerinden değilse,
en hafifin-den ciddiye alınmaması gerekmez mi? Biraz fikir yürütelim.

Türkiye’de müslüman olanlar ve olmayanlar şeklinde bir bölünmeyi
önkabul olarak içeren böyle bir sorunun cevaplandırılmasına gerek var mıdır?
Varsayalım böyle bir bölünme olsun! Hangi tarihsel süreç içinde, hangi sosyal
çatışmaları arkasına alarak gerçekleşmiştir bu bölünme? Türkiye’nin tarihî ve
coğrafî arkaplanında bu bölünmeyi destekleyen hangi veriler bulunmaktadır?

Bu sorulara makul cevaplar verilmesi mümkün olmadığına göre,
yazının başındaki soruyu soranların “üzüm yemek” maksadıyla hareket
etmediklerini anlamak pek de zor olmasa gerektir.

Islahat Fermanı’na gelinene kadar bugünkine benzer bir “hoşgörü
sorunu” yaşanmamıştır. Ülkemizde Batılılaşmanın tarihi ile “hoşgörü sorunu”
birlikte gelişmiş denilse, yeridir. Osmanlı’yı dört yandan kuşatan
müstemlekecilerin talepleri, İslam’ın insan hakları konusunda yetersizliği
iddiasına dayanmaktaydı sonuçta. İslam hukuku azınlıkların ve yabancı
tüccarların korunmasını sağlamı-yorduysa, onlara özel bir statü tanınarak,
Aydınlanma tezgahından geçmiş rafine kuralların şefkatine bırakılmaları
gerekiyordu.

Kamu hukuku hocalarının biraz da halkı küçümseyerek ifade
ettikleri “Bizde hak alınmaz, verilir” gerçeğinin arkaplanında müstemlekecilerin
bu karşı konulmaz baskıları bulunmuştur. Sorun hiçbir zaman “ihkak-ı hak” olarak
görülmemiş, insan haklarının tahakkukuna yönelik samimi bir çabanın varlığına
şahit olunmamıştır. Halkın inkılaplardan duyduğu tedirginliğin arkasında
“hamakat” aramak yerine, menfaatlerinin nerede olduğunu bilen bir milletin,
devrimlerle birşeylerini kaybettiğini belli belirsiz sezinlediğini ve bundan
dolayı kaygılandığını görmek gerekir.

Hamakat, insanların haklarına sahip çıkmadıklarına, onlardan
düşüncesizce feragat ettiklerine inanmaktır. 1961 Anayasası’nın diğerlerine
nazaran hayli özgürlükçü görünüşüne rağmen fazla taraftar bulamamasının sebebi,
halkın ellili yıllarda kazandığı fiilî özgürlüklerden, görünürde özgürlükçü bir
Anayasa bahane edilerek mahrum bırakılmak istenmesine duyduğu tepkide
aranmalıdır.

Uluslararası Af Örgütü raporlarına duyulan tepkiler de aynı
çerçevede değerlendirilmelidir. Halk, bu raporlarda belirtilen insan hakları
ihlâllerinden daha fazlasına bizzat şahit olduğu halde bu tür örgütlerin
Türkiye’yi hedef alan açıklamalarına tepki duymuştur. Bilmektedir ki, raporları
kaleme aldıranların derdi insan hakları ihlallerinin bertaraf edilmesi değil,
uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne engeller çıkartmaktır. Çünkü aynı
örgütler, hâmileri ile işbirliği yapan ülke-lerdeki insan hakları ihlallerine
karşı çok daha fazla hoşgörülü davranabilmektedir. Uluslararası Af Örgütünün
Almanya bürosuna Almanya’daki insan hakları ihlalleri konusunda bilgi almak için
başvuran bir gazeteci arkadaşımıza verilen cevap ilginçtir: “Biz gelişmiş
ülkelerdeki insan hakları ihlallerini araştırmıyoruz.” Bilenler bilir,
“gelişmiş” ülkelerde insan hakları ihlal edilirken “gelişmişlik”in yardımıyla
usulsüzlükler ustaca örtbas edilir; bu yüzden insan haklarını savunan kişi ve
kuruluşların “gelişmiş” ülkelerde bilakis daha fazla çalışıp yorulmaları
gerekir.

Dışarıdan gelen baskılara halkın ancak sezgileriyle verdiği
tepkinin olumsuz sonuçları da olmamış değildir. Halk, bir olaya tepki
gösterirken ölçüsünü “kimler karşı, kimler yana” sorusunun odağına
yerleştirmiştir. Ülkenin düşmanı kabul ettiği kesimlerin dile getirdiği
iddiaları kabul etmemekle kalmamış, zaman zaman bu ke-simlerin haksız buldukları
uygulamaları, sırf onlar eleştirdiği için savunur olmuştur. Bir Müslümanın
hiçbir zaman kabul etmemesi gereken muameleler, bunları eleştirenlerin kimliği
dikkate alınmak suretiyle savunulur olmuştur.

Mesajlarını dindar kitlelere ulaştırabilen yazar-çizerlerin
üzerlerine düşeni yapmaması da bu olumsuz gelişmeye katkıda bulunmuştur. Yapay
bir kavgada yan olmanın doğurduğu sonuçlardır bunlar. Kavganın dışında kalmayı
başaramayanlar, tuttukları yanın doğruları kadar yanlışlarını da savunmaya
mahkum olur.

Sadede gelecek olursak: Tanzimat’a gösterilen tepkilerin
arkasında bir tür bağımsızlık kavgasının izlerini yakalamak mümkündür. Bir
ülkenin hukuku dış müdahalelerin etkisiyle değiştirildiğinde, değişikliğin
kazandırdığı içeriğin niteliği önemini yitirir. Bağımsızlık elden gitmiştir
çünkü. Hakimiyetin millette olması için demokrasi iyi bir araçtır, ama demokrasi
dışındaki idare tarzlarının millet hakimiyetine geçit vermediği iddiası da
gerçeğe tekabül etmez. Millî kimlik dediğimiz manevî varlığı dikkate alan,
menfaatlerini koruyan ve gelişmesini gözeten bir yönetim, demokratik olsun
olmasın, millet egemenliğinin sağlandığı bir idaredir.

Bir ülkede millet egemenliğinin sağlanıp sağlanmadığını test
etmenin yolları vardır. Bir ülkenin yazılı olan ve olmayan tüm kaynakları ile
hukuk sisteminin incelenmesi, millet hakimiyetinin sağlanıp sağlanmadığının
önemli bir göstergesidir. Bu yüzdendir ki, Ahmet Cevdet Paşa’nın Fransız Medeni
Kanununa karşı hazırladığı Mecelle, düzenlediği bazı alanlardaki yetersizliği ve
hiç düzenlemediği alanlar bakımından eksikliğine rağmen halkın sempatisini
kazanmıştır. Çünkü Mecelle referansları bakımından millî kimliği destekleyen bir
muhteva taşımaktadır.

Millî kimliği sembolize eden değerlerin yaşatılmasına gösterilen
özen veya özensizlik de önemli bir göstergedir. Burada, Taksim Camii çevresinde
yapılan tartışmalara sayın Hüseyin Hatemi’nin getirdiği açıklığı anmadan
geçemeyeceğim: Evet, diyor Hoca, Taksim Camii bir simgedir ve sadece bu sebepten
gerçekleştirilmesi gerekir. Cami projesini savunanların “halkın ibadet ihtiyacı”
iddialarını bir yana koyması gerekir.

Halkının müslümanlığından kuşku duyulmayan bir ülkede tarihî
yarımadanın kimliğini ortaya koyan sembollerden Ayasofya’nın müze yapılmasına
mukabil Hıristiyan Pera’nın göbeğine cami yapılamıyorsa, orada istediğiniz kadar
demokrasiden söz edin, millet hakimiyetinden söz edemezsiniz. Buna mu-kabil,
—sadece örneklemek için söylüyorum— II. Abdülhamid’in devr-i saltanatında
demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan, son derece otoriter bir
yönetimin varlığı, millet hakimiyetinin bugünkü kadar ihlal edildiğini kabul
etmemizi gerektirmiyor. II. Abdülhamid’in sadece Filistin siyaseti, millî kimlik
ile yürütmenin nasıl çakıştığının göstergesidir. Bugün Türkiye’yi yöneten
iktidarın iki ortağının da İslâmî kimliği ön plana çıkartan propagandalarına
rağmen Abdülhamid’inkine benzer bir politikayı onlardan taraftarları bile
beklemiyor.

“Türkiye’de müslümanlar iktidar olursa bize karşı aynı hoşgörüyü
gösterirler mi?” sorusunu soranlar, millî iradenin hakim olmamasından
sebeplenenlerdir açıkçası. Eğer maddî varlığımızı kuşatan manevî dünyamızın
tecavüze uğramaması, ha-yatiyetini sürdürebilmesi için verilmiş bir millî
mücadelenin ardından kurulan yeni yönetimin aynı kimliği sürdürmesi gereki-yor
ise, başta İstiklal Marşı olmak üzere bu mücadelenin dayandığı temel umdeleri
ihlal etmemek gerekiyor. Bosnalıların mücadelesinde onları biraraya getiren
temel ilkenin ne olduğunu gördüğümüz zaman, Türkiye için hangi tartışmaların
abes olduğunu da anlarız.

Türkiye’de İslâm yeni bir alternatif olarak denenmeye
kalkışılmıyor ki muha-liflerine tavrı tartışma konusu edilsin! Sözgelimi
Almanya’da böyle bir mücadele verilse idi, iktidara gelen Müslümanların
Hıristiyan ahaliye göstereceği hoşgörünün tartışılması anlamlı olabilirdi. Ama
Türkiye’yi yurt olarak benimsedikten sonra, kendisini Müslümanlardan ayırarak
tanımlayan bir kimsenin, “Müslümanlar bana tahammül gösterir mi?” sorusunu
yöneltmesine hiçbir Müslüman tahammül göstermez. Kaldı ki, bu sorunun arkasında,
“Müslümanlar tahammülsüzdür, iktidar olduklarında kimseye özgürlük tanımazlar, o
halde onlara iktidar imkanı tanımayalım” kurnazlığı yatmaktadır.

Bilinsin ki bu tür tartışmalar, pazarlıklar bir milletin üyeleri
arasında yapılmaz, olsa olsa ülkeler arasında yapılır. Türkiye’nin millî kimliği
tarihsel arkaplanının ve Millî Marşının ortaya koyduğu biçimi ile belli iken,
bunun dışındaki değerleri ön plana çıkaran siyasetleri esas alarak Müslümanlarla
pazarlığa oturanların kendilerini hangi ülkenin sözcüsü saydıklarını sormak
hakkımızdır.

İslâm’ın gerek hukuksal açıdan, gerekse sosyolojik açıdan İslâm
olmayan unsurlara karşı gösterdiği hoşgörünün sınırları muhkemdir, belirlidir.
Bunları madde madde saymak mümkündür ama tıpkı İstanbul işgal altında iken
Müslümanların cevap vermesi için Anglikan Kilisesi tarafından sorulan sorulara
Bediüzzaman hazretlerinin tükürerek cevap vermesi gibi, bir İslam ülkesinde
“Müslümanlar iktidar olursa bize karşı tahammüllü olurlar mı?” sorusunu
yöneltenlere en azından sükutla cevap vermek hakkımızdır.