Herşeyin olduğu gibi; “hoşgörü” kavramının anlamını da Kur’ân-ı
Kerîm ile belirlememiz gerekir. “Mîzan”ı veren de Allah’tır. Terazinin bir
kefesine hoşgörü kavramını koyarken, diğer kefeye ancak ilâhî mührü taşıyan ölçü
araçlarını koymalıyız. Aksi takdirde güvenilir sonuç elde edilmesine imkân
yoktur.

“Hoşgörü” teriminin Kur’ân-ı Kerîm’de yeri var mıdır?

“Tolérance=Toleranz” terimi Türkçe’ye girdikten sonra bu terim
“müsamaha”, “tesamüh” gibi terimlerle karşılanmakta idi. Daha sonra bu terim
Yunus Emre’nin “Yaradılmışı hoş gördük/Yaradan’dan ötürü” beytinden ilham
alınarak “hoşgörü” ile karşılanır oldu.

Hoşgörünün temeli de sevgidir, sınırsız sevgi kaynağı ise Allah
katındadır. Yunus Emre “Yaratılmışı hoş gördük” derken, “Özge; özün tamusudur,
insan insanın kurdu ve cehennemidir, ne var ki köprü geçene kadar katlanmak ve
gücü yetince derhal katlanılanların defterini dürmek gerekir” demiyordu; “Bütün
yaratıklara ve insanlara; Yaratan’ın eseri olarak sevgi ile bakmak esastır”
diyordu. Şu halde bizim “hoşgörü” terimimiz, “tolerans”dan daha zengin bir anlam
içermektedir.

Ancak; Allah’ın, emanet yüklediği insana irade serbestisi
verdiği ve “zulm”ü sevmediğini beyan buyurduğu da apaçıktır. Şu halde zulmü ve
“küfr-i inadî”yi seçenlerin kendilerini, “küfr-i inadî”yi seçmemiş olanların da
insan olarak irtikap ettikleri zulüm eylemlerini sevmememiz gerektiği de
apaçıktır. Resûl-i Ekrem’de (s.a.) tecellî edip, ona yönelip onun mübarek
kalbinden bütün diğer nebi ve velilere yayılan ve bütün devreyi dolaştıktan
sonra yine Resul-i Ekrem’den (s.a.) Rabbi’ne dönen “salât” akımına dahil
olabilmemiz, bu sevgi devresi akımına girebilmemiz için; kalb pilimizin artı ve
eksi kutuplarını tevellâ ve teberrâ ile bu devreye dahil etmemiz şarttır. Böyle
olunca da, zulüm eylemlerini sevmek hamakattir; hoşgörü değil! Biz “adl”i ve
“zulm”ü birbirinden ayıramayacak kadar kafasız davranır, sapı samana kararsak
bunun adı “hoşgörü” olamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de Resul-i Ekrem’e (s.a.) tâbi
olmadıkça onu kendimizden de çok sevmedikçe, sevgi devresine giremeyeceğimiz
belirtilmiştir. Şu halde Resul-i Ekrem’e (s.a.) ve ona tâbi olan evliya ve
enbiyaya kin besleyen kimselerle kadeh arkadaşlığı yapmak; hoşgörü değil,
hamakattir.

Meselâ; İslam’a gönül rahatlığı ile dil uzatabilmek için;
Süryânî-i Kadîm inancına sahip iken, “protestanlara zangoçluk etme”yi çıkarına
daha uygun bulmuş olan birisi; kendi manevî körlüğünü ilan ederek “körlere lazım
olan şey Muhammed ve Kur’an’da değil, İsa Mesih’de ve İncil’dedir” derse1
ve müslümanlardan da “protestan zangoçları” çıkarak bu gibileri sevgide Resul-i
Ekrem[sa] bağlılarının önüne geçirirlerse, bunlar da manen kördürler, “hoşgörü”
değil, “boşgörü” bile iddia edemezler.

Bu gibiler karşısında “hoşgörü”, “Rahman’ın kulları yeryüzünde
tevazu ile yürürler ve kendini bilmez cahiller onlara söz attıklarında selam ile
karşılık verirler” davranışıdır. Yoksa Amerika hatırına bu gibi şaşkın ve
küstahlara yaltaklanmak, bu gibiler ile birlikte Noel Baba vakıfları kurmak
değildir.

“Ma’ruf”un ne olduğunu; “münker”in ne olduğunu Kur’ân-ı Kerîm
belirlemiştir. Bunun ölçütünü Kur’ân-ı Kerîm’den değil de bu gibi şaşkınlardan
veya daha beter olanlardan almak; hoşgörü değil, yine gaflettir. “Bükemediğin
eli öpmen gerek!” zihniyeti ile, yeryüzünde adaleti kâim kılma ödevine yan
çizerek “Hukuk çokluğuna geç yiğidim, geç!” demenin anlamı nedir? Bunu da
“hoşgörü” değil; “züğürt tesellisi” saymak gerekir. Çaresizlikten dolayı
başvurulan bir züğürt tesellisi değil de, yine zalimlerin gölgesinde “köşeyi
dönmek” için yapılıyorsa, ahlâkî açıdan hükmü daha da ağırdır. Aciz bir bîçare,
adının “Mülayim” olduğunu söyler, “Hoşgörülüyüm” derse, “sert olsan ne lazım
gelir” derler. “El-afvu zekatu’z-zafer” ise hoşgörünün gerçek anlamı ile ilgili
bir tutumdur. Resul-i Ekrem’in (s.a.) Mekke Fethi’nden sonra Hamza’nın kâtilini
affetmesi gibi.

Hoşgörünün Kur’ânî anlamı nedir şu halde?

Diş gıcırdatarak, somurtarak, hemcinsini tepelemek için “eşref
saat” beklemek değildir. Zalime kapılanarak, onun “Saldır!” dediklerini dalayıp
onun “Sevgi göster!” dediklerine yaltaklanmak da değildir. “Ma’ruf”un ve
“münker”in ne olduğunu Kur’ân-ı Kerim kıstasları ile bildikten sonra, “Yarabbi!
Kavmimi affet, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” bağışlayıcılığını bilmeyenler
için göstermek, ancak, onları da bilgisizliğinde bırakmayıp en güzel şe-kilde
uyarmaya, bilinçlendirmeye çalışmak, bu bilinçsizlikten yarar uman baskı
grupları ile, dumanlı hava kurtları ile, her somut olayın gerektirdiği ölçüde
mücadeleyi de terketmemek gerekir.

Bedenî hastalıkları tedavi etmemek ve hastalık sebeplerini
ortadan kaldırmamak, nasıl “hoşgörü belirtisi” olarak değerlendirilemezse,
toplumsal hastalık belirtile-rine karşı odundan yontulmuş gibi durmak da
“vurdumduymazlık”tır; hoşgörü değildir. İslam; vurdumduymazlığı değil, “fesad”
ile mücadeleyi buyurur. Bu acaip “hukuk çokluğu” kuramları, üstelik “dindar”
çevrelerden, nasıl olup da çıkabiliyor? Nerede ise, “Resul-i Ekrem Medine
Devleti’ni kurduktan sonra Mescid-i Zırar’ı yıktırmakla, düzene uymayan
Yahudiler’i örnek site sınırları dışına çıkarmakla hata etmiştir; kimse kimseye
din dayatamaz!” diyecekler.

Bizim hoşgörümüz, “Lâ ikrahe fi’d-dîn”dedir. “Kimseye zorla din
dayatılamaz” sözü; ancak bu bağlamda ve bu kapsamda doğru olur. Yoksa “fâsid” ve
“fâsık” eylemlerinin eleştirisini yapmak, “ma’ruf” ve “münker”in ne olduğunu
halka tebliğ etmek, her müslümanın birey olarak ödevi olduğu gibi, toplumun da
ödevi olmalıdır. “Her ipini koparan, çifte sallamada özgür olmalı imiş”. Oh,
suyundan da koy! Nerede bu bolluk? Mühendis olduğunu söyleyen zevat, çizmeden
yukarı çıkıp işleri de büsbütün çığırından çıkarmasınlar!

Doğru anlamda “hoşgörü”, sadece dinî inançlar alanındadır. Bunun
temelinde de “sevgi” vardır. İlahî sevgiden doğan “insan haklarında mutlak
eşitlik ilkesi” gereğince, din farkı, insan haklarında ayırımcılık yapılmasına
gerekçe kılınamaz. Ancak; “eylem” alanında, kimsenin başkasına zarar verme
hürriyeti de yoktur. “Başkasına zarar verme hürriyeti”, “hoşgörü yükümü”
kapsamında kendisine hiçbir meşruiyet temeli bulamaz. İslam’da “Lâ zarar…”
ilkesi yok mudur?

Doğru anlamda hoşgörünün bir de münker eylem irtikap edildikten
sonraki boyutu vardır. Bu da, “Lâ ikrâhe fi’d-dîn” boyutunda olduğu gibi, insan
haklarında eşitlik ilkesine ve dolayısı ile yine ilâhî sevgi (rahmet) temeline
dayanır. Bu boyut; Kur’ân-ı Kerîm’de “afv” olarak ifade edilir. İnsanlık onuruna
aykırı ceza şeriatta yoktur ve “ta’zir” çerçevesinde de “hudûd”da olmayan bir
cezanın verilmesine imkân yoktur.

Ayrıca günahkârın eylemi kınanmalı ve cezalandırılmalı;
nefsimize karşı bir suç işleyenleri de “afv” etmenin ahlâken üstün bir davranış
olduğu bilinmelidir.

Yoksa, ne “testiyi kıranla suyu getireni bir tutma”, ne de “suyu
getireni cezalandırıp testiyi kırana madalya takma”; “hoşgörü” davranışı olarak
öğütlenemez. Öğütlense bile, öğütleyenlere “başka kapıya!” deriz ve biz
“hoşgörü” anlayışımızı Kur’ân-ı Kerîm’den alırız. Kin ve öfke beslemeyiz, bizi
sevmeyenler için de iyilik isteriz, ne var ki elimizde güç olunca kötü eylemleri
sadece eleştirmekle yetinmez, engelleriz.

Bugün bize bazı müslüman kardeşleri-miz tarafından telkin edilen
tutum, “hoşgörü” değil, “dilsiz şeytanlık”tır. Resul-i Ekrem (s.a.) kötü
eylemler karşısında susmayı, “şeytan-ı ahres” davranışı olarak nitelendirmiştir
-“hukuk çokluğu” olarak değil! İslâmî hoşgörünün “afv” boyutu için, Âl-i İmran
sûresi’nin 134. âyet-i kerimesine bakmalıyız. Müslümanlar, “kâzımîne’l-gayz” ve
“âfîne ani’n-nas” olmalıdır. Yoksa “târik-i cihâd” ve “târik-i emr-u nehy”
değil! Ne mi demek? Kur’ân-ı Kerîm’in Âl-i İmran sûresi’nin 134. âyet-i
kerimesine bakınız.

“Tolerans”, “sivil toplum” gibi terimleri görünce yazıyı okumayı
bırakmayıp aksine tutku ve heyecanla okumayı sürdürenlerin, Kur’ân-ı Kerîm
terimlerini görünce “Ağır bir yazı! Anlamıyoruz ki!” bahanesi ile okumayı
bırakmaları reva mıdır?

Dipnotlar

1. Bkz., İsa Karataş, Gerçekleri Saptıranlar,
İstanbul 1996, s. 249.