Olumlu Tutum Olarak

Yaşadığımız çağın son kesitinde hoşgörünün fert ve toplumlar
açısından daha ıztırarî olduğu söylenebilir. Çağın insanı, sıcak ve soğuk
savaşların ve şiddet uygulamalarının öldürücü etkilerini iliklerine kadar
hissetmenin bezdirici psikolojisini yaşamıştır. Bu bakımdan çağın insanını
muhatap alan ve ona reçeteler sunan bir dünya görüşünün en ayırıcı vasfı, şiddet
ve nefret taşımaması olacaktır.

Batı medeniyetinin en belirgin karakteri olan “şiddet”in
yirminci yüzyılda doktrinleştirilerek, insanlığa tüm vurucu gücüyle
uygulanmasının tesirleri, henüz gündemden gitmiş değildir. Yirmibirinci yüzyıla
girerken fazilet değerleri adına sıfırı tüketen Batı, alternatif sistemleri
elimine etmeye çalışmakta veya kendi günahını yükleyeceği bir “günah keçisi”
aramaktadır. Bunun için şiddet kaynaklı aynı hakim güçler, müslümanları ve
onların şahsında “İslâm”ı “fundamenta-lizm”le suçlayabilmektedirler. Oysa zulme
ve hoşgörüsüzlüğe uğrayan ve hâlâ uğramakta olan, müslümandır. Aynı popüler
felsefeden nasiplenmiş “politik Türkiye”de, benzer şekilde “hoşgörmezlik”
denebilecek dramatik vak’alar halen gündemdedir. Bugün için hoşgörülü olmayan
bir değer sisteminin, çağın insanına vereceği fazla birşeyi yok demektir. Çünkü
günümüz toplumlarında duyulan psiko-sosyal ihtiyaçların önceliklerinden birisi
hoşgörüdür. İslâm’ın varlık âle-mine, ve hayatın kendisine yaklaşımının değer
boyutlu ve dengeli bir hoşgörü yaklaşımı olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Önemli olan, bu olumlu yaklaşımı yerinde sergileyebilmektir. Bir değerin
taşıyıcıları onu yeterince temsil edemedikleri ve seslendiremedikleri takdirde,
o değerden beklenen etkilerin silik ve tesirsiz olacağı tahmin edilebilir.

Bu çalışmamızda hoşgörünün mahiyeti, fert ve toplum açısından
önemi, ölçüsü, etkileri ve hoşgörünün dayandığı değer sistemine göre değer
boyutu, farklı eğilimlerde tezahürü işlenmektedir.

Sosyal davranış düzlemi ve hoşgörü alanı

“Hoşgörü,” bu kelimenin anlamını tam karşılamadığı halde,
genelde “müsamaha” ile açıklanmaktadır. “Müsamaha” ise hoşgörme, göz yumma, bir
suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme, ayrıca ihmal, dikkatsizlik,
gevşeklik1 olmaktadır. Bizim lügatimizde hoşgörü, bir otoritenin
inisiyatif alanı içerisinde kusurlu durumda olanı bir şekilde rahat
bırakmasıdır. Kendisine bakan yönüyle bazı hallerde bilinen duruma bir nevi
“tahammül” etmesidir.

Tanımlanan şekliyle müsamaha ve hoşgörü kelimesiyle tam
örtüşmese de, aynı anlamda istimal edilen kelimelerden biri “tolerans”tır.
Latince “tolerare” tahammül etmek, katlanmak, kaldırabilmek demeye gelir. Batılı
anlamıyla tolerans birşeyin elverişsiz, uygunsuz bir çevre faktörü karşısında
gösterdiği fizikî dayanıklık veya o istenmeyen unsura uyabilme yeteneğidir.2

Sosyal bilimlerde, genel geçer doğrular(kurallar)dan kabul
edilebilir ölçüdeki sapma alanına hoşgörü veya hoşgörü sınırı(alanı) denilir.3
Davranış düzlemini oluşturan genelgeçer kurallar(doğrular)dan hoşgörülen sapma
oranı çeşitli kültürlere göre değişiklik gösterir. Bir toplumun kabul ettiği
uyumsuzluğu başka bir toplum cezalandırabilir. Hatta aynı toplum içerisinde bir
grubun hoş karşıladığı davranış uyumsuz-luğu diğer grupça ceza sistemi
içerisinde yer alacak davranış olarak yorumlanabilir.4

Sosyal hayatın kompleks ilişkileri, sosyal davranış düzleminde
gerçekleşmektedir. Organize olmuş yapı (grup, cemaat, müessese) içerisinde
ortaya çıkan, sosyal anlaşmanın sonucu belirlenen davranışlar topluluğuna
davranış düzlemi denir. Sosyal yapı içerisinde istenen davranışlar örgüsünden
oluşan sosyal etkileşim alanı, davranış düzleminin meşruiyet sınırlarını
belirler. Bireysel davranışlar bu davranış düzlemleri içerisinde anlam kazanır
ve sosyal davranış haline döner. Bu bakımdan bireysel davranışın anlamlılığı
sosyal yapının kabul alanına uygunluğuna bağlıdır.

Sosyal davranış düzlemini oluşturan iki ayrı grup faktörünün
varlığını görürüz. Birisi toplumun genel kuralları, diğeri davranış düzlemini
oluşturan alt sisteme (grup, cemaat, müessese, vb.) ait özel kurallardır.5
Genel kurallar bir toplumun tamamını ilgilendiren tüm davranış düzlemlerinde
geçerli olan kurallardır. Bu kuralların uygulandığı toplum için evrensellik
özelliği vardır ve toplumun bütün üyelerinden beklenen davranışlardır. İlgili
kurallar “kanunlar” ve “gelenekler” olarak iki kısımdır. Genel yapı içerisinde
var olan grup, cemaat ve organizasyonların kendilerine özgü olan kuralları ise,
özel kurallar olarak tanımlanır. Bu kural ve kaideler beşerî olmanın bir vasfı
olarak bilinir. Bu, insanı hayvandan farklı kılan “insan” olma keyfiyetinin bir
gereğidir.

Fertlerin davranışları toplumun kabul alanına göre olumlu ya da
olumsuz olarak değerlendirilecektir. Ferdin yapabileceği davranışların arasında
bir kısmı istenen davranış olarak kabul edilecek, bir kısmı ise istenmeyecek; bu
tür davranışların yapılması halinde belki ceza sistemi uygulanacaktır. Kültür
geleneğine bakan yönüyle istenmeyen davranışlar toplumun tabiî tepkisi ve
kınamasıyla karşılaşır. Bu durum toplum açısından sıhhatlilik ölçüsü olarak
görülmektedir.

Sosyal davranış düzleminde iki farklı davranış düzleminden
bahsedilir. Bunlar kuramsal davranış düzlemi ve gerçek davranış düzlemidir.
Genel ve özel kuralların (ki bunlar teorik kurallar) oluşturduğu davranış
düzlemi kuramsaldır, (ideal-teorik) davranış düzlemidir. Fertlerden bu davranış
düzleminin tüm gereklerini yerine getir-mesi, yani genel ve özel kuralların tüm
beklentilerine uyması beklenir. Fakat uygulamada vâkıa ideal boyutuyla
gerçekleşmez. Fiiliyatta, birtakım sapmalar sonucu gerçekleşen davranış düzlemi
gerçek davranış düzlemidir. Her iki düzlem arasındaki sapmaya ise, eğer üyeler
arasında karşılıklı oluşan psiko-sosyal anlayış sonucu genel ve özel kurallardan
kabul edilebilir sapmalar sınıfında yer alıyorsa hoşgörü (alanı) sapması denir.

Bugün için savunduğumuz teorik-ideal davranış düzlemi olmasına
rağmen, yaşadığımız alan “gerçek davranış düzlemi”dir. Bunu İslâmî yaşayışta
takva ile (azimetle) hareket yerine, ortamın bir gereği olarak fetva ile
(ruhsatla) davranma zaruretiyle bir bakıma ilişkilendirmek mümkündür. Takva
ideal olandır. Ne var ki bir kabul edilebilir hoşgörü sapmasıyla, yani
“ruhsatla” hareket etmeye imkân tanıyan bir fetva düzlemi de var olabilmektedir.
Ayrıca sosyal hayatta umuma bakan yönüyle kuramsal davranış düzlemi anlamında
adâlet-i mahza yerine “kâbili tatbik değil, müşkilat var” olan ortamlarda, kabul
edilebilir hoşgörü sapmasıyla gerçek davranış düzlemine eş düşen adâlet-i
izafiye üzere hareket edilmesi bu yönden hatırla-nabilir. Kabul edilebilir
ölçüde hoşgörü sapmasının kendine has mantığı ise ortam ve vak’a gerçeğiyle
ilgili şu durumlardır: “Küll’ün selameti için cüz’ü feda eder. Cemaat için
ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi
yapmaya çalışır.”6 Yani gerçek davranış düzlemi üzere hareket edilir.
“Fakat adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez” olduğunu
da bilmemiz gerekiyor.

Toplumsal yaşantıda haksızlık, zulüm, tecavüzlerin olmaması için
nasıl kanun, sözgelimi “adalet” gerekli ise, toplumun uyumlu, uzlaşmacı,
işbirliği içerisinde varolmasının lâzımı olan değer boyutlu bir hoşgörü alanı da
o derece bir ihtiyaçtır. Ortam ve insan gerçeğini dikkate aldığımızda,
ideal-teorik olandan “kabul edilebilir ölçüdeki sapmaların” bir zaruretin veya
ortam gerçeğinin, dahası insan tabiatının tabiî bir yansıması olduğunu
anlayabiliriz. Sosyal hayatın pratiğinde hoşgörü politikacı için “siyasî
uzlaşma”dır. Sosyal bilimci için “sosyal uyum” veya bir aydın için “diyalogun
oluşması”; halk için “karşılıklı saygı” ve devlet için “temel hak ve hürriyetler
çerçevesinde farklı grupların birlikte yaşama” beklentisi olarak anlaşıldığı
söylenebilir. Eğer kabul edilebilir ölçüdeki hoşgörü sapmalarına “müsamaha”
göste-rilmezse bu defasında toplumda kabul edilemez ölçüde sapmalar meydana
gelir. Böylesi menfî bir durumun toplum için önlenemez sosyal açmazlara neden
olacağı açıktır.

Konunun istenilen şekilde açıklığa kavuşturulması için toplumsal
yapıda kabul edilebilir farklılıkların neler olduğunun da bilinmesi önem
arzetmektedir. Toplumda farklılıkları genel olarak üç ayrı grup şeklinde tasnif
etmek mümkündür. Bunlardan ilki “tabiî farklılıklar”dır. Fert ve toplumların
tabiî dokusunu oluşturan ve anlamlılığı olan farklılıkları ifade eder. Bunlar;
varlık, cinsiyet, ırk, düşünce, inanç, vb. durumlardır. Bu tür farklılıkların
hoşgörü sınırına dahil olması sağlıklı olanıdır. İkincisi ise “sun’î
farklılıklar”dır ki; bunlar daha çok çıkar çevrelerinin ürettiği olgulara ve
konulara tek yönlü ve sağlıksız yaklaşımlar sonucu oluşmuş farklılıklardır.
Meselâ, laiklik-anti laiklik, sağcı-solcu ve feminizm hizipçiliği en popüler
olanlarıdır. Sun’î farklılıklara her zaman için ihtiyatlı yaklaşmak doğru
olanıdır. Son olarak “muzır farklılıklar”ın varlığından söz edilebilir. Bu tür
farklılıklar insanın hayvanî boyutunun ifrat düzeyde kışkırtılmış olduğu, toplum
zararına organize edilmiş sapma oluşumlardır. Terör, ahlâksızlık, değersizlik
akımları bu cüzdendir. Fert ve toplum açısından hastalık belirtisi olan bu tür
sapmalara müsamaha gösterilmesinin mantıkî izahı yoktur. Hastalığa karşı olan en
güzel tavır “red” cephesi oluşturulması ve bir doktor-hasta ilişkisi içerisinde,
onarıcı, iyi niyet yaklaşımında bulunulmasıdır.

Negatif karakterli hoşgörü

Hoşgörü biraz da zaruretlerin ürünü olan bir kavramdır. Bu
zaruretler, ilk olarak insanların birarada yaşama mecburiyeti, ikinci olarak
beraber yaşama durumunda olan insanın kendi tabiî zaafları ile eşya ve sosyal
ilişkilerin yapısından kaynaklanan zaruretlerdir. Ortada muhtaç ve gerekli olan
bir durum, böyle bir kavramın ilgisine ihtiyaç duymaktadır. Hoşgören otoritenin
aktif-özne, hoşgörülenin pasif-nesne olduğu kabul edilir. Hoşgören otoritenin
aktifliği, onun haklı, inisiyatif sahibi olması, gücü elinde bulundurması, geniş
etki alanına veya bunlara sahip olmasına bağlıdır. Fakat herşeyden önce ilgili
otoritenin âdil ve ahlâkî değer boyutlarına sahip olması hoşgörünün keyfiyetini
belirleyen kilit faktörlerdir. Bu cümleden hoşgörülü otoritenin hak duygulu, iyi
niyetli, sabırlı, şefkatli, iffetli ve hikmet sahibi olması halinde bahşedilen
hoşgörünün anlamlılığına kanaat getirilir. Hoşgörünün salt olarak bir değeri
yoktur; ancak arkaplanı olan belli değerler seti eşliğinde bir anlam ifade eder;
ki, buna “değer boyutlu hoşgörü” de denilebilir.

Herşey hoşgörülebilir mi? Şayet değersizlik eseri olan bir tür
hoşgörüden bahsedilecek ise, o zaman insan olmanın bir gereği olan, fert ve
toplum hayatını anlamlı kılan kanun ve değerlere ne gerek vardı? İnsanoğlu
insanlıktan istifa ederek, kendi dışındaki mahluklardan olmaya karar vermediği
müddetçe, sosyal ve değer boyutlu bir varlık olarak her zaman için fert toplum
yaşantısında, şu veya bu şekilde kanun ve kurallara mecbur görünmektedir. Böyle
bir mecburiyet ilgili kanunlarda, yabancılaşma ve yozlaşmaya müsaade etmeyi
sakıncalı görür. Değersizliği ve amaçsızlığı çağrıştıran türde bir “hoşgörü” ve
benzer eğilimlerle temel değerlerin zayıflatılması ve yok edilmesi hoşgörülemez.
Sağlıklı beşerî yapılar her türlü yabancılaşma ve değersizliğe karşı duyarlı ve
tepki sahibidirler.

Bugün için toplumların şikâyet konusu önemli olgularından birisi
tepkisizlik ve duyarsızlıktır. Buna “meselesizlik-davasız-lık” da denilebilir.
Fizyolojik olarak tepki-sizlik ve duyarsızlık bir hastalığın belirtisidir. Felç
olmuş bir uzuv beklenen tepkiyi göstermez. “O nedir ki etini kessen seslenmez”
denilen şey ölünün kendisidir. Fert ve toplum hayatı da benzer sosyal-manevî
hastalıklara maruz kalmışsa orada had safhada bir tepkisizlik ve duyarsızlık
yaşanır. Pozitivizmle şekillenen çağın materyalist insanı büyük bir değersizlik
eseri olarak tam anlamıyla tepkisiz ve duyarsız bir insan tipini oluşturur.
Maddî haz ve menfaatlere endeksli bencil insanın, kendi menfaati uğrunda dünyayı
ayağa kaldırmasına, hatta başkasının hakkını gasbetmesine rağmen, başkasının
yararına olabilecek benzer konularda aynı duyarlılığa, sahip olmadığı yaygın bir
kanaattir. Bu konuda “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” negatifi, bu bencil
ve çıkarcı insan tipinin temel felsefesidir.

Aslında bu yaklaşım Batının değersiz-liğinin bir ifadesi olan
hoşgörü anlayışının tipik bir ifadesidir. İnsanın değer boyutunun sağlıklı bir
göstergesi olan tepki ve duyarlılığın olmaması, toplumsal bir hastalıktır. Bir
de bunun hoşgörü diye isimlendirilmesi, halk deyimiyle, “kimin elinin kimin
cebinde olduğunun bilinmemesi”, bilinen erdemlilik adına kabul edilemez
hallerdir. Böylesi anlamsızlıklar karşısında “lütfen biraz duyarlılık”; “lütfen
biraz hoşgörmezlik” demek işten bile değildir. Bir değersizliğin ifâdesi olan
“herşey meşrudur” mantığını çağrıştıran türde bir hoşgörünün İslâm’ın öngördüğü
fazilet ruhlu “hoşgörü” anlayışıyla hiçbir ilişkisi olamaz. Böylesi değer
yoksunu hoşgörü anlayışının olduğu toplumlarda sözkonusu hoşgörünün kendisine
karşı çıkmak saygı duyulacak bir davranış ve bir değerin göstergesi olarak
algılanmalıdır.

Hoşgörü, birçok sosyal kavram gibi, değişik şekillerde renk
veren bir kavramdır. Meselâ, materyalist karakterli modern insan için hoşgörü
yoktur, “stratejik hoşgörü” vardır. Yani hoşgörü çıkar piyasasında potansiyel
rakibi olan herkese karşı uygulanacak bir “taktik”tir. Menfaati değerinin önünde
tutan modern insanın, her türlü hoşgörü teklifinin arkasında mutlaka maddî
nüfuz-menfaat beklentisi vardır ve sözkonusu amacı hoşgörü tutumu ile elde
edilebileceği için bu yolu ihtiyar etmektedir.

Modern insanın öncelikle insan olarak kendisini hoşgörmezliğe
terkettiği bilinen bir gerçektir. İnsanın varlığını bir bütün olarak kabul
yerine indirgemeye giderek; madde-ruh ayrımına tâbi tutmuş ve insanın ruh
cephesini katı bir hoşgörüsüzlüğe maruz bırakmıştır. Akılla kalbi, bilimle dini
ayırarak ve siyah beyaz ayrımıyla ırkçılık çeşitlemeleri yaparak hoşgörüsüzlüğün
en katı örneklerini sergilemiş; ve bunun bir gereği olarak da, insanlığı amansız
bir husumet ve çatışmaya sürüklemiştir. Fert bazında kendi varlık yapısına karşı
olan bu hoşgörüsüzlük, tabiata, ve sair toplumlara varan boyutlar kazanmıştır.
İnsanın, çevrenin ve değerlerin kirlenmesinin arkasında “varlığı” hoşgörmeyen
bir zihniyetin bu tipik portresi saklıdır.

Müsbet tutum olarak hoşgörünün değer yönü

İnsan, ahlâkî yönü olan bir varlıktır. Burada çok önemli olan
“değer” meselesi göndeme geliyor. Değerler tavır ve hareketin genel
yöneticisidirler. İnsanın biyolojik tabiatında refleks niteliğinde değer
bulunmaz. Fakat seçilmiş olan, düşünülerek yapılan tavır ve hareketleri-mizde
daima değer vardır. Tavır ve hareketler, eylemler, duygular, fikirler, vasıflar,
kişiler ve gruplar, amaçlar ve araçlar, tümü ile herşey hayatında değerlere göre
mukayese olunur. Meselâ “daha iyi”, “daha doğru”, “daha uygun”, “daha âdil” ve
başka biçimlerde ya da karşıt durumlarda “daha kötü”, “daha zalim”, “ahlâksız”
gibi değerlendirmeler bu cümledendir.7 İnsanlarla olan
münasebetlerimiz içgüdülerden ziyade kültürle (değerlerle) tayin edilir.8
Hiç bir yaklaşımada bu değerleri hiçleştiren bir zorlamaya müsaade edilmesi
düşünülemez.

Hoşgörü bir değer değil; belki bir değerin ifadesi olan müsbet
tutumdur. Bir objeye, bir duruma, bir olaya karşı olumlu eğilim, hoşgörü (müsbet
tutum); olumsuz eğilim ve tavır ise hoşgörmezlik (menfi tutum) olarak kendini
gösterir. İnsanlar hoşgörü ve tutumlara sahip olarak doğmaz-lar, bunu sonradan
öğrenirler. İnsanın davranışları büyük ölçüde onun tutumlarına bağlıdır,
tutumların dayanak noktası ise değer ve inançlarıdır. Kişinin kafa ve ruh
yapısını (kişiliğini) belirleyen başlıca etkenlerden birisi kişinin yaşadığı
toplumsal özellikler, yani hâkim değerler sistemidir. Toplumun hayat felsefesi,
kültür seviyesi, ahlâk anlayışı, din anlayışı ve buna benzer hususlar kişilik
üzerinde etki sahibidirler ve dolayısıyla tutum ve davranışlara etki ederler.9
Tutumlar, bireyin şeylere ve durumlara karşı tepkileri üzerinde yönetici ve
dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle örgütlenmiş, duygusal ve zihinsel
istidat ya da eğilimlerdir.10 Bütün tutumların bir yönü ya da işareti
vardır. Tutumun, konusuna karşı, ya olumlu(+) ya olumsuz(-) bir tepki eğilimi
sözkonusudur. Tutum olumlu olunca, obje ya da olaya karşı olumlu duygular,
değerlemeler ve eğilimler vardır. Dolayısı ile tutum objesine yaklaşma
sözkonusudur. Olumsuz yönde ise tam tersi durumlar kendini gösterir.11
İşte burada tutumlara bağlı olarak davranışların gerçekleştiğini belirtmiş
olalım. Çünkü tutum gözle görünmez; fakat gözle görülebilen davranışlara yol
açtığından, bu davranışların gözlenmesi sonucu bu tutumun var olduğu ileri
sürülebilir.12

Meselâ bunlar iki ayrı topluma ait, A ve B gibi iki değerler
sistemi olabilir. Varsaydığımız böyle iki temel değer sistemine göre A, insanı
“eşref-i mahlukat” çevresinde “şeref” payesiyle tanımlarken; B’nin “homo
economicus” çerçevesinde “hayvan” sıfatıyla tanımladığını düşünelim. Bu değer
sistemlerine ait farklı “yargıya” sahip iki ayrı ferdin sosyal hayattaki
tutumlarının yönünü ve davranışlarının boyutunu tahmin etmeye çalışalım. A değer
sistemine ait bir insanın “İnsanlar kardeştir” inanç yargısını ve “hayat
yardımlaşmadır” değer yargısını taşıyacağı açıktır. Bu niteliklere sahip bir
insanın eğilimi “yardımlaşma” yönünde olacaktır. Hatta bir motiv gücü olarak
davranışla “hedef”lenen ideal boyut “fazilet ve rıza-i ilâhî” niçin olmasın? Hiç
şüphesiz böyle müsbet-tutarlı davranış biçiminin “dayanak noktası”; “hak”
değerine dayanır. Onun gerektirdiği davranış ise “ittifak” şeklindedir. Bu
keyfiyetteki fertlerden oluşan bir toplumda “kuvvet haktadır” hükmü
kendiliğinden yürürlüğe girer. Sahip olunan din ve paralel manevî değerlerin
fert, cemaat, toplum arasında etkin “rabıtalar” olarak kardeşliği ve manevî
yakın iliş-kileri kendiliğinden düzenlemesi için bir mani yoktur. İlâhî boyutlu
bir değere sahip insan tipinin bilinen “gayesi” şudur: “nefsi terbiye etmek ve
ruhu kemâlâta kamçılamak.” Ki böylece “saadet-i dareyn”i, yani her iki hayatta
mutluluğu elde etmeye hak kazanır. Bu anlamda “beşerin büyük çoğunluğuna hakiki
saadeti bahşetme,” bir “ne-tice” olarak kendini gösterir.

Diğer taraftan B değer sistemine ait bir insanın “İnsan insanın
kurdudur” inanç yargısını ve “Hayat bir mücadeledir” değer yargısını taşıması
eşyanın tabiatı gereğidir. Bu içsel donanıma sahip ferdin eğilimi,
“yardımlaşma”nın aksine, “Cidal” olarak olumsuz bir eğilim arzedecektir. “cidal”
gibi olumsuz bir tutum-eğilim gösteren fertten beklenen davranış “çatışma” ve
“çarpışma” biçiminden başkası olmayacaktır. Çünkü, bilinir ki, “hedef”i
“menfaat”tir. Menfaate endeksli “boğuşma” ve çarpışma davranışlarının etkinliği
için “dayanak noktası” hiç şüphesiz “kuvvet”tir. “Kuvvet”in tabiatı gereği
“tecavüz-zulüm” gibi fazilet dışı (rezilet) menfi-tutarsız davranışlar
kaçınılmazdır. Böylesi fertlerden müteşekkil bir toplumda “hak kuvvettedir”
hükmünün câri olduğu âşikârdır. Bir de toplum fertleri arasındaki bağ olarak
“ırkçılık” gibi tehlikeli bir kabulün varlığını düşündüğümüzde, bunun sonucu
olarak ortaya çıkacak, “başkalarını yutmak ile beslenmek ve tecavüz” eğilimi
eksilmeyen bir felaket olarak kapalı-gizli hep devam eder. Öngörülen şekilde bir
değere sahip insan tipinin amacı ne olabilir? Olacağı şudur: “hevesât-ı
nefsaniyeyi tatmin” ve bu seyirde sun’î ihtiyaçlar türetmek, üretmek ve tüketmek
suretiyle “haz”cı bir hayat yaşanması.

Yukarıda iki ayrı değerler sistemi ve onların oluşturduğu insan
tipi ve bu insan tiplerinin sergilediği farklı davranış biçimleri görüldü.
Bunlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin, “hikmet-i Kur’âniye” dediği “İslâmî değerler
sistemi” ve onun şekillendirdiği insan tipi olarak “Kur’ân tilmizi,” yani
“müslüman insan” ile; “hikmet-i felsefe” dediği “materyalist (pozitivist)
değerler sistemi” ve onun tanımladığı, Bediüzzaman’ın “felsefe tilmizi” olarak
isimlendirdiği13 “homo economicus” denilen “insan tipi” idi. Buradan
da anlaşılıyor ki, yönü ne olursa olsun, her tutum ve davranış dayandığı
değerler sistemiyle yakından ilgilidir. İnsanların sabır, anlayış, sevgi ve
hoşgörü gibi olumlu tutum ve davranışları dayandığı değerler sisteminden haber
verir.

Şu halde insandaki temel duyguların kendilerini ifade ettikleri
düzlem (tefrit-vasat-ifrat) ve bu düzlemlere ait hâkim değerler sistemi ve
ilgili değerlerin biçimlendirdiği “insan tipi” fevkalâde önemli faktörler olarak
meselenin odak noktasını oluşturur. Faziletli davranışlar vasat düzlem ve
“sırat-ı müstakim”in ve o yoldaki “müslüman insanın” bir göstergesi olduğu gibi,
terörizm, ahlâksızlık, materyalizm ve bunlara bağlı olumsuz davranışlar
ifrat-sapma düzleminin ve şekillendirdiği “materyalist insanın” ürünleridir.

İslâm, insan davranışlarına yönelik normatif kaideler koymuştur.
İnsan, davranışlarında dengeli olacaktır. O, bir homo economicus değil,
yeryüzündeki “eşref-i mahlukât”, yani en şerefli ve en üstün yaratıktır.
Hayatının ölçüsü doğru yaşama, ahlâklı olma, yeteneklerini iyi kullanmaktır.14
Vasat düzlem tüm fazilet değerlerinin sergilenebileceği bir güven ortamıdır.
“İnsan insanın kardeşidir” değer ifadesi yerine “İnsan insanın kurdudur” hükmünü
koyduğunuzda, eşyanın tabiatı gereği “Hayat bir yardımlaşmadır” hükmü yerine
“Hayat bir mücadeledir” hükmü yürürlüğe girecektir. Bu denklem karşısında
dostluk, kardeşlik, hoşgörü ve barış erdemliliğinden söz etmek ne derece
inandırıcı olabilir?

Anlaşılacağı gibi davranışların arkaplanını oluşturan hâkim
değerler sistemi kişilerin tutum ve davranışlarının “müsbet” veya “menfi”
olması, dahası fert ve toplum hayatına etkileri bakımından önemli olmaktadır.
Bilhassa global bir köy konumundaki dünyamız, değerler sisteminin önemini bir
kat daha arttırıyor. Herhalde hiç kimse, sistemi kuvvete, kabile üstünlüğüne,
hoşgörmezliğe dayanan ve sakinlerinin kanlı-bıçaklı olduğu, dolayısıyla zulüm ve
tecavüzlerin hüküm sürdüğü hak ve ahlâkîlikten nasipsiz, yıkık mabedli “bir
dünya köyü”nde yaşamak istemez. Şu var ki ihtimaller dairesinin geniş olması
aynı zamanda insanlık için ümit ışığıdır.

Sonuç yerine atıf

Hoşgörü kavramının teorik anlamından daha önemlisi, onun gerçek
hayatta ne ifade ettiği; insanlar tarafından kendisine nasıl bir mânâ
yüklendiğidir. Günümüzde hoşgörü dendiğinde, daha çok asgarî müştereklerde
birleşme, uzlaşma, karşılıklı saygı ve diyalog, yekdiğerini anlamaya çalışma,
birlikte yaşama, çoğulculuk vs. kelimelerin kasdedildiği anlaşılmaktadır.

Yine günümüzde, genel konjonktürün İslâm’dan yana işlemekte
olduğunu görü-yoruz. Bir bakıma “mahkûm ruh”tan sıyrılarak “hâkim ruh”u kuşanma
sürecindeyiz. Bunun bilincinde olarak bi-limde, teknikte, yönetimde, sanatta
geniş açılı plan, program ve strateji sahibi olmak gerekiyor. Öyle ise, tabiî
farklılıklara yönelik gereken hoşgörü iklimini oluşturmada ve güven ortamının
sağlanmasında otorite ve inisiyatif sahibi, müslümanlar olmalıdır. İçinde
bulunulan pozisyon ve kadîm mis-yon bunu gerekli kılıyor. İslâm, insanlığın
aradığı değerler sisteminin kendisidir. İnsana ve insanî alanlara önem vermek,
İslâm değerler sisteminde “hak” ve “ahlâk” ölçüsü olarak işlem görür.
Dolayısıyla İslâmî kaynaklı hoşgörü, zaman ve mekânın üstünde ve basit
beklentilerin ötesinde, ahlâkî bir vecibe olarak hayata yansıyan “sahih
hoşgörü”dür.

Ayrıca bir anlamda içinde bulunduğumuz süreç, İslâm açısından
“amelî hayat”ın, ahlâkîliğin ön plâna çıktığı, “hayat-yoğun” bir dönemdir. Hayat
safhası, sahip olunan değerlerin yaşanan birer gerçek olduğunun isbatlanması
gereken safhadır. Bu bakımdan amelî yönü ağır basan ahlâkî kavramların ve
muamelâta yönelik değerlerin fert, cemaat, toplum ve organizeler bazında ha-yata
geçirilmesi gerekiyor. Anlayış, adalet, iffet, sevgi, hoşgörü gibi fiilî
iyiniyet yaklaşımları, bu devrede güven ortamının tesisinde hararetle ihtiyaç
duyulan aktivite-lerdir.

Değer boyutlu bir hoşgörü ortamında muhatap zümrelerce kurulan
karşılıklı iletişim sonucu fert ve grupların önemli merkezlere yönelik olumsuz
tutumları olumlu yönde değişim gösterir. İslâm’ın barış dönemlerinde, çatışma
dönemlerinden daha çok yayıldığı tarihî bir gerçektir. Fikirlerin korku ve
düşmanlıktan uzak bir dostluk ortamında, hür bir atmosfer içerisinde, daha rahat
tartışılabileceği; kin ve intikam duygularının menfi tesirinden uzak, herkesin
meselelere objektif bakabileceği uygun bir vasatta, gerçeklerin daha rahat kabul
edilebileceği bir gerçektir.

Bilinen menfi etkenlere rağmen, İslâmî organizasyonlarca
üretilip ve sunulan tahammül, diyalog ve müsamahaya dayalı yaklaşımlar ve
“birlikte yaşama” projeleri faydalı gelişmelerdir. Eğer hatalı ve eksik yönler
var ise bunların ele alınması, eksikliklerin giderilmesi gerekir. Sadece hoşgörü
için değil, her değerin bir sınırı vardır ve olmalıdır. Fayda umularak yapılan
her davranış; ifrat ve tefrite gitmeden bir denge unsuruna dayanmalıdır. İsmi
konulmuş bir değer bizatihi güzel olabilir; fakat daha güzel olan, onun yerinde
olması, ölçüye tâbi tutulması, dengeli olmasıdır.

Dipnotlar

1. RADO, Şevket vd., Hayat Sözlük, Hayat Yayınları,
İstanbul, t.y.

2. ÖZEL, İsmet, İrtica Elden Gidiyor, 2. baskı, İklim
Yayınları, İstanbul, 1987, s.106

3. ERDOĞAN, İlhan, İşletmelerde Davranış, İ.Ü. İşletme
Fakültesi Yayınları, İst., 1983.

4. LUNDBERG, G., vd., Sosyoloji, c. 2, çev. Ö. Ozankaya; Ü.
Gürkan, Ayyıldız Matbaası, Ankara, s. 262, 265.

5. Erdoğan, a.g.e., s. 58

6. NURSÎ, Said, Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul, s. 5

7. DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, 8. baskı, Savaş Yayınları,
Ank., 1982, s. 253.

8. SONGAR, Ayhan, Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul,
1981, s. 109.

9. EREN, Erol, Yönetim Psikolojisi, İ.Ü. İşletme Fak. yn.,
İst., 1987, s. 50.

10. Dönmezer, a.g.e, s. 58.

11. BAYSAL, Can. A; Tekarslan, E., Davranış Bilimleri I-II,
2. baskı, İ.Ü. İşletme Fak.Yay., 1996, s. 256.

12. KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, Cem Ofset, İst.,
1979, s. 84

13. NURSÎ, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, s. 119.

14. ZAİM, Sabahattin, İslam-İnsan-Ekonomi, Yeni Asya
Yayınevi, İst., 1992, s. 35