Gel, gel; ne olursan ol gel
Kâfir, putperest, mecusî olsan da, yine gel.
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel.
Mevlânâ

Savaşların, maddî ve manevî anarşi selinin azgın dalgalarıyla
boğuşan insanlık, bir can simidi arayışındadır. Bu kurtarıcı ise asırlardır her
dinden ve ırktan insanı potasında eritebilen İslâm’ın hoşgörü anlayışından başka
bir şey olmasa gerek. Fakat, ne yazık ki, müslümanların bile bu kıymetli
hazinenin tam olarak farkında olduğu söylenemez. Bu sebeple günümüz müslümanı,
çevresini kuşatan her din ve ırktan fert ve topluluklara karşı nasıl bir tavır
takınacağını bilmemenin şaşkınlığı içerisinde bocalamaktadır. Bu şaşkınlık ve
bocalama, ölçüsüzlüğü netice vermekte; laiklik perdesi altında dinsizliği,
demokrasi perdesi altında diktatörlüğü ön plana çıkaran; hoşgörüsüz tavırlarıyla
dikkatleri çektikleri halde Müslüman kesimden sonsuz bir hoşgörü ve anlayış
bekleyen; dinde lâkayd, muhakeme-i akliyeden mahrum şahıslara karşı ya ifrat ya
da tefriti doğurmaktadır.

İslâmiyetin bir istikamet, adalet, hak, hukuk, orta yol dini
olduğu nazara alınacak olursa, elbette onun kim olursa olsun herkese belli
prensipler çerçevesinde dostluk, muhabbet ve hoşgörü elini uzatıyor olduğu
kolaylıkla anlaşılır. İşte biz bu çalışmamızda İslâm’ın dünya toplumlarında
yaşayan her kesimden insana hoşgörüsünün çerçevesini çizmeye çalışacağız. Bu
satırların yazarı İslâm alimlerinin ilgili âyet ve hadislerle ilgili görüşlerine
başvurarak hazırlamaya çalıştığı bu mütevazi çalışmaya yapılacak her türlü haklı
ve ölçülü tenkidi “hoşgörü” ile karşılayacağını da daha işin başında ifade
etmeyi uygun görmektedir.

Kâfirlere karşı hoşgörü

Kur’ân-ı Kerim, küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr içinde
ölen kâfirlerin acıklı bir azaba duçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemde
kalacaklarını bildirmek suretiyle Allah’ın imansız bir halde ahirete göçenlere
“müsamahası”nın olmayacağına işaret etmektedir. Ancak dünyada Allah’ın ayırım
yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın bir imtihan yeri olduğu anlamına
geldiği gibi, Allah’ın onlara mühlet verdiği ve müsamaha ettiği mânâsına da
gelebilir. Belki de bu müsamaha, münkirlerin bir kısmının küfrün zorluğunu ve
akıbetini görerek hidâyete kavuşmasına sebep bile olabilmektedir.

Burada Cenab-ı Allah’ın Kâfirlere müsamahasından, onların
dinsizliklerini “hoşgörmesi” gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır. Buradaki
müsamaha, yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine “müsaade”, “izin”
mânâsında kullanılmaktadır.

Bu arada Kur’ân’ın kâfirlerden bahsederken onların girecekleri
cehennemi dehşetli bir şekilde tasvir etmesi, azabın elemini hissedip korkarak
inkârdan vazgeçmelerini sağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı bir annenin
korkuttuğu çocuğunun tekrar onun şefkat sinesine atılması gibi, Cenab-ı Allah da
ateistleri cehennemle tehdit edip rahmetine celbetmek istemektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i ke-rimede Allah’ın kâfirlere
gazabından bahsedilmektedir.1 Bu sebeple bir âyette müminlerin
vasıfları sayılırken, “kâfirlere karşı şiddetlidirler”2 ifadesi
kullanılmaktadır. Âyetin devamında ise, “kendi aralarında merhametlidirler”
denmektedir. Şiddetten maksat, onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde
dövülmeleri, öldürülmeleri değildir. Burada müminlere bir ölçü verilmektedir. O
da, müminlerin duygu ve düşüncelerini yalnız ve yalnız “akide esası” üzerine
bina etmeleri prensibidir.3 “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”4
hadis-i şerifi de buna paralellik arzetmektedir.

Âyetten anlaşılan mânâ, kâfirin küfrüne karşı bir hoşgörüsüzlük
ve buğz olduğu gerçeğidir. Fakat bir kâfir, müslümanca sıfatlar da taşıyabilir.5
Ehl-i kitapla ilgili bölümde de ele alınacağı gibi onun müslüman sıfatları da
görmezden gelinemez. Hafız İbn Kesir’in söylediği, “kâfirlerin yüzüne karşı asık
suratlı olmak”6 cümlesi, İslâm’ın tebliğ anlayışıyla ve kavl-i leyyin
(yumuşak sözlülük) üslûbuyla bağdaşmamaktadır. Bir malı dahi abus bir çehre ile
pazarlamak mümkün değilken, Allah’ın dinini turşu satan bir suratla tebliğ etmek
elbette uygun değildir.

Nitekim el-Kasımî, bu âyetin mânâsının Ashab üzerinde tezahür
ettiğine dikkat çe-kerek, onların itikadlarının sağlam olduğunu belirtmekte ve
“itikadı sağlam olmayanların saldırmaları durumunda kâfirlere karşı şiddetlidir”7
diyerek, şiddetin saldırı anında olacağına temas etmektedir. Bu sebeple İbn
Kesir’in “kâfirlere karşı asık suratlı olmak” şeklindeki yorumunu, onların
saldırıları durumundaki bir tavır olarak ele almak daha uygun görünmektedir.

Çağdaş müfessirlerden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, “Onlar
kâfirlere karşı zayıflık ve yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar”8
derken, Mahmud Hicazî de el-Kasımî’yi destekleyerek şunları
söylemektedir:”Gerçek mümin, kendisine karşı savaşan ve dinine cephe alan
kâfirlere karşı asla yumuşaklık göstermez.”9

Hz. Muhammed’in müşriklere hoşgörüsü

Müminlerin kâfirlere karşı olabildiğince sert davranmasının
savaş esnasında göste-rilecek bir tavır olduğunu, Peygamberimizin (s.a.v.)
tatbikatlarından da anlıyoruz. O Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarında kâfirlere
aman vermezken, barış zamanında oldukça nazik ve yumuşak bir tavır
sergilemiştir. Resul-i Ekrem’in kendisine her türlü eza ve cefayı reva görenlere
beddua etmeyip dua etmesi, İslâm’ın esas amacının müşrikleri öldürmek değil,
onların hidâyetine vesile olmak olduğunu, hoşgörünün de bu maksada hizmet
ettiğini anlatır. Meselâ onun kendisine her türlü eziyeti yapan, ona her türlü
hakarette bulunan, onun yoluna dikenler seren, üzerine pislikler atan
Kureyşlilere kızmadığı rivâyet edilmektedir.10 İslâm’ın azılı
düşmanlarından Ebu Cehil’in, Resul-i Ekrem’in insanları İslâm’a davetine engel
olmak için, “Ey ahali, bu adamı dinlemeyiniz. Sizi dininizden vazgeçirmek
istiyor. Sizi Lât ve Uzza’dan vazgeçmeye davet ediyor” demesine karşılık, o,
dönüp onun yüzüne bile bakmıyordu.11 Tebliğine ise devam ediyordu.

Peygamberimiz’in (s.a.v.) bu ve benzeri olaylara karşı tavırları
müslümanlar için bir mihenk taşı hükmündedir. Buradan alınacak ders kanaatimizce
şudur: Bir toplumda Müslümanlar, müşriklerle, putperestlerle birlikte yaşamak
mecburiyetinde kalabilirler. Ve birlikte yaşadıkları müşrikler, çeşitli yayın
organları vasıtasıyla İslâm’ın aleyhinde bulunma cür’etini gösterebilirler.
Burada Müslümanlara düşen görev, tıpkı Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaptığı gibi,
onlara ve bütün insanlara İslâm’ı tebliğ etmek, hidâyetleri için de dua
etmektir. Bunun dışında yapılacak her türlü tavır ve davranış “menfîlik” olarak
değerlendirilebilir ve İslâm’ın zararına olur. Burada “Müslümanlar zayıf durumda
olurlarsa böyle davranırlar. Ama güçlü olurlarsa kâfirlere hadlerini
bildirirler” gibi bir itiraza da mahal yoktur. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v.)
Müslümanlar zayıf iken de güçlü iken de, amacının İslâm’ı bütün insanlara tebliğ
olduğunu unutmamış ve aynı tavrı sergilemiştir. İşte Mekke’nin fethinde onun
eline bütün azılı müşriklerden, din düşmanlarından intikam alma fırsatı geçtiği
halde, o “evinden dışarı çıkmayanın emin olduğunu” ifade ederek, hiç kimsenin
kılına bile dokunmamıştır. Bu davranış en muannid kâfirlerin dahi İslâm’a
girmesine vesile olmuş, müşrikler grup grup gelerek Peygamberimize biat etmiş ve
İslâm’la şe-reflendiklerini beyan etmişlerdir.

Dinde zorlama var mı?

Bakara sûresinin 257. âyetinde mealen şöyle buyurulur: “Dinde
ikrah [zorlama] yoktur. Muhakkak ki, iman ile küfür apaçık ortaya çıkmıştır.”12

İbn Kesîr gibi bazı müfessirler, bu âyetin, el-Fetih 16, Tevbe
73, 123. âyetleriyle neshedildiğini ileri sürerken,13 Fahreddin-i
Razi gibi müfessirler böyle bir nesihten bahsetmemektedirler. Tefsir usulünde
neshin tartışmalı bir mevzu olduğu nazara alınacak olursa, bu âyetin
neshedilmediği akla daha yatkın gelmektedir.

Bu sebeple biz burada Razi’nin görüşünü özetlemeyi uygun
görüyoruz:

Ona göre iman etmek, ihtiyar iledir, icbar ile değildir. Allah
tevhid delillerini gösterdikten sonra, kâfirin özür ve bahanesini ortadan
kaldırmıştır. Bir imtihan yeri olan dünyada bir kâfirin imana zorlanması mümkün
değildir. Çünkü böyle bir zorlama imtihanın sırrını ortadan kaldırır. Ona göre
bu âyeti, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”14, “Onlar iman
etmiyor diye neredeyse kendini harap edeceksin. Biz şâyet isteseydik, gökten bir
âyet indirirdik, onlar da o âyet sebebiyle boyunlarını eğerler, İslâm’a
girerlerdi”15 âyetleri de mânâ yönünden desteklemektedir. Razi’ye
göre, bir mü’minin bir kâfire “İman ediyorsan et. Yoksa seni öldürürüm” demesi
ikrahtır, zorlamadır. Savaştan sonra Müslüman olanlara da “Zoru gördünüz de
Müslüman oldunuz” demenin bu âyetle yasaklandığına dikkat çeken Razi, bu
görüşüne dayanak olarak da, “Siz Müslüman olduğunu söyleyene, ‘Mü’min değilsin’
demeyiniz”16 âyetini göstermektedir.17

Seyyid Kutub ne diyor?

Ona göre bu din bütün kuvvet ve takati ile insanoğlunun idrakine
hitap eder. Buradaki ifade mutlak bir nehiy şeklinde varid oluyor. “Dinde
zorlama yoktur” zorlamanın bütün nevlerini nefyediyor. Zorlama cinsinden bütün
hareketleri yasaklıyor. Seyyid Kutub, “Nehiy başlangıçtadır. Devamıyla alâkalı
değildir”18 derken de bir kimsenin Müslüman olduktan sonra bir

İslâm devletinde dinin emirlerine uyması için bazı müeyyidelerin
uygulanabileceğini vurgulamak istiyor. Ki bu mevzu ele aldığımız konunun biraz
dışında olduğu için üzerinde fazla durmuyoruz. Ancak burada şunu belirtelim ki,
şartlar tahakkuk ettiğinde hırsızın elinin kesilmesi; zina edenlere, namuslu
kadınlara iftirada bulunanlara, içki içenlere farklı farklı cezaların tatbik
edilmesi, tamamen İslâm devlet otoritesinin elindedir. Bu otoritenin olmadığı
zamanlarda, hiçbir şahsın başka şahıslara, İslâm’ın emirlerini yerine getirmiyor
diye ceza vermeye kalkışması caiz değildir. Çünkü bu anarşi ve kargaşaya sebep
olur, hukukî bir davranış olmaz. İslâm bir hak ve hukuk dini olduğundan dolayı,
buna asla cevaz vermez. Bir hadis-i şerifte belirtilen “Bir kötülüğü elle (yani
güçle) düzeltme” yetkisi devlete ve ona bağlı kurumlara verilmiştir. Ama onu dil
ile düzeltme görevi bütün Müslümanlarındır. Çünkü İslâm bir ruhbanlar sınıfını
kabul etmediğinden, İslâm dinini tebliğ etmekle bütün müminler tavzif
edilmişlerdir. Dil ile kötülükleri düzeltmeye çalışmanın yasaklandığı zamanlarda
ise, Müslümanlar kalbi ile o kötülüğü be-nimsemediğini hissedecek, iliklerinde
duyacak ve buğzedecektir. Kötülükleri diliyle düzeltme fırsatı varken, kalp ile
buğzla ye-tinmek, imanın zayıflığındandır.

Bu bölümü toparlamamız gerekirse şöyle diyebiliriz: “Dinde
zorlama yoktur” âyeti, tebliği esas alan İslâm dininin kâfirlere karşı bir
hoşgörüsü olarak değerlendirilebilir. Hatta bunun da ötesinde dinimizde
kalplerini İslâm’a ısındırmak için kâfirlere sadaka verileceğinin belirtilmesi,19
onların hikmet ve güzel öğütle Allah yoluna davet edilmesinin istenmesi,20
bu hoşgörülü davranışın asıl amacının İslâm’ın güzelliklerini “fiiller ile”
gösterip onların hidâyetine çalışmak olduğuna işaret etmektedir.

“Sizin dininiz size” nasıl anlaşılmalı?

“Sizin dininiz size, benim dinim bana” diye kısaca meali verilen
Kâfirun sûresinin altıncı âyet-i kerimesi günümüzde birçok kesim tarafından çok
zikredilmektedir. Bu âyet sanki “kâfirlere küfürlerinde devam etmelerine bir
izin” mânâsında kullanılabilmektedir. Tefsirlere baktığımız zaman, bu âyet-i
kerimenin kâfirlerin küfürlerinde devam etmelerine razı olmak gibi bir mânâyı
taşımadığını görmekteyiz.

Bu âyetle ilgili en doyurucu ve muknî izahları Razi’de
bulunuyoruz. Peygambermiz’in kâfirlerin küfürlerini engellemek için
gönderildiğine dikkat çeken Razi, bu âyetin böyle bir izin mânâsı taşımadığını
ifade eder. Ona göre bu âyet, “Dilediğinizi yapın. Allah ne yaptığınızı görür”21
âyetinde olduğu gibi, “tehdit” mânâsı taşımaktadır. Razi’nin bu âyetle ilgili
izahlarını şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Sizin dininiz size: Eğer sizin dininiz size daha hayırlı ise
dininiz üzere olun. Benim dinim bana: Çünkü ben dinimi reddetmiyorum.

2- Buradaki din “hesap” mânâsınadır. Buna göre âyet, “Sizin
hesabınız size, benim hesabım bana” anlamına gelir.

3- Burada din kelimesinden önce hazfedilmiş bir “ceza” kelimesi
vardır. Bu ceza ile din bir tamlama teşkil etmektedir. Buna göre ise mânâ,
“Sizin dininizin karşılığı size, benim dinimin karşılığı bana. Onların dininin
karşılığı onlara vebal ve azab olarak yeter. Bana da dinimin karşılığı tazim ve
sevap olarak yeter” şeklinde olur.

4- Dinin bir anlamı da azabdır. Buna göre âyet, “Size benim
Rabbimden bir azab vardır. Bana da (size göre) sizin putlarınızdan bir azap
vardır. Lakin sizin putlarınız cansızdır. Bunun için ben sizin putlarınızın
azabından korkmuyorum. Ama siz yer ve göklerin Cebbarı olan Allah’ın azabına
müstehaksınız” şeklinde anlaşılabilir.

5- Dinin bir mânâsı da duadır. Yani “Sizin duanız size” demektir
ki, “Kâfirlerin duası dalaletten başka birşey değildir”22 ve “Siz dua
edersiniz, ama o cansız putlar sizin duanızı işitmezler, işitseler de cevap
vermezler”23 âyetleri bu mânâyı teyid etmektedir.

Kâfirûn sûresindeki âyetin diğer kısmı ise, “Benim duam bana”
mânâsını taşır. “Allah iman edenlerin duasına cevap verir,”24 “Bana
dua edin, size cevap vereyim”25 gibi âyet-i kerimeler de bu mânâyı
kuvvetlendirmektedir.26

Bu özetleme çerçevesinde kısa bir analiz yapılacak olursa,
şunlar ifade edilebilir:

Kâfirûn sûresinde geçen “din” kelimesinin dinden başka çok
çeşitli mânâlara geldiği ve adı üstünde zaten kâfirin de “dinsiz” olduğu dikkate
alınırsa, burada “din” kelimesiyle kasdedilen mânânın bizim anladığımız şekilde
bir “din” olmaması kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir. Diğer bir nokta da
bugün bu âyetin, “Siz bizim dinimize karışmayın. Biz de size karışmayalım.
Küfrünüze rıza gösterelim” şeklinde yorumlanmasının yanlış olmasıdır. Çünkü
hoşgörü perdesi altında yapılan bu tür yorumlar, “küfre razı olmak” gibi vahim
ve tehlikeli bir neticeyi doğurabilecek ciddiyettedir. Bir mümin hiçbir zaman,
ne kadar hoşgörülü olursa olsun, bir kâfirin cehenneme girmemesi gibi İslam’ın
temel felsefesine aykırı bir hoşgörüye sahip olamaz. Yani kâfire yaranmak için
veya onun muhabbetini kazanmak için İslâm’ın güzelliklerini ona tebliğ etme
görevinden feragat etme gibi bir lüks içinde bulunamaz. Elbette ki hiçbir
müminin, hatta hiçbir peygamberin, hiçbir kâfiri “imana getirme” “hidâyete
erdirme gibi” bir zorunluluğu yoktur. Ancak eldeki bütün imkânlar sonuna kadar
kullanılarak, gerçek saadet ve mutluluğun imanda olduğu anlatılmalı, hidâyet
meselesini Cenab-ı Allah’a bırakmalıdır. Müminlerin bu aslî göreve sarılacak
yerde birbirleriyle didişir bir vaziyette görünmeleri abestir. Burada kâfirlere
İslâm’ı tebliğ etmede “kavl-i leyyin” üslubu kullanmanın lüzümunu tekrar
hatırlatmakla birlikte, onlara Allah’ın azab ve tehdidinden bahsetmenin bu
üsluba aykırı olmadığının bu âyetten çıkarılabileceğini de ifade etmeliyiz.

Kâfirun sûresinin altıncı âyetini izah eden diğer müfessirlerin
görüşleri de yukarıdaki mânâlara destek olucu mahiyettedir. Bazı tefsirlerde
âyet, “kâfirlerin kendi inançları üzere ölecek kadar dinsizliklerinde inatçı,
Peygamberimiz’in (s.a.v.) de İslâm üzere ölecek kadar kendi dininde sebatkâr”
olduğunu gösterdiği belirtilmektedir.27 Bazı müfessirler bahsi geçen
âyetin kıtal âyetleri ile mensuh olduğunu ileri sürmüş olsalar bile, diğer bir
kısım müfessirler mensuh olmadığı görüşündedirler.28

Elmalılı da bu âyetin “mensuh” olmadığı görüşünü destekleyerek
şu hükmü verir:

“Hasılı bununla bütün kâfirlere bir taarruz emrolunmamış olduğu
gibi mücadele-i haseneden ve mücahededen de menolunmuş da değildir. Binaenaleyh
bunun içine aldığı ahkâmda, umumî ahkâma nazaran nâsih veya mensuh tasavvuruna
lüzum yoktur.”29

Müşriklerin taptıklarına sövmek caiz mi?

İslâm’da kâfire “kâfir” diye hitap etmek, ona eziyet vermek
mânâsı taşıdığı için yasaklandığı gibi,30 kâfirlerin, müşriklerin
veya çeşitli izm’lere kalpten bağlı olanların taptıkları “Allah’tan başka
varlıklara” küfretmek, dil uzatmak da yasaklanmıştır. Nitekim, “Onların
Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz ki, onlar da sınırı aşıp bilmeyerek
Allah’a sövmesinler. Biz her ümmete yaptıkları işi süslü gösterdik. Sonunda
dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir”31
âyeti böyle bir yasaklamanın en büyük naklî delilini teşkil etmektedir.

Sövmek genelde ahlâka uygun birşey değildir. Aslı itibariyle
bâtılı, küfrü (inkârı) değersiz göstermek meşru ve güzel sayılmışsa da,
inatlaşmaya ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme kabilinden tavırlar hoş
görülmemiştir. Muhatabı küfründe inada sevkedeceğinden fıkıh ki-taplarında, her
kim olursa olsun dinine küfretmek, elfaz-ı küfürden sayılmıştır.32

Bu âyetten, zararı faydasından çok olan şeyin terkedilmesinin
“vacip” olduğu mânâsını çıkaran bazı âlimlere göre, “Zararı faydasından çok
olan, şerre götüren şey de şerdir”33 anlamını istihrac etmek
mümkündür.

Bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm, Müslümanları kâfirlerin
Allah’tan başka yalvardıklarına dil uzatmama konusunda “itidale” çağırıyor,
ifrat ve tefritin zararına dikkat çekiyor. Bu tavır, onların taptıklarına
hoşgörü ile bakmak demek değil, Allah hakkında söylenecek kötü sözleri
hoşgörmemektir. Kaldı ki putlara sövmenin, menfî şeylerle zihni meşgul etmenin
İslâm’a ve Müslümanlara bir faydası da yoktur. Dilimizi ve zihnimizi böyle
şeylerle meşgul etmek yerine, zikir ve fikir gibi şeylerle meşgul etmek İslâm’ın
özüne ve yaratılış gayesine daha uygundur. Zaten bir bâtıl ideolojiyi söverek
yıkmak mümkün değildir. Bâtıla karşı akıl, mantık ve ilimle mücadele edildiği
takdirde de, sa’y ve gayretin heba olması düşünülemez. Bu yüzden biz buradan
“müsbet hareket etme” prensibinin anlaşılabileceği görüşünü taşıyoruz.

Ehl-i kitaba karşı tavır nasıl olmalı?

Kur’ân-ı Kerîm’de Mu’cemü’l-Müfehres’ten tesbit edebildiğimiz
kadarıyla yirmi dört âyet-i kerimede ehl-i kitaba hitap vardır. Bir âyette
“ehl-i İncil” tabiri, birçok âyette de “Yahudi ve Nasara” isimleri
zikredilmektedir. Bu hitaplardan Allah’ı tümden inkâr eden ateistler ile,
Allah’a inanıp sıfatlarında hataya düşen ehl-i kitap arasında bir farklılık
olduğu göze çarpmaktadır. Aslında elh-i kitap da “kâfir” sayılmaktadır. Kur’ân-ı
Kerim’de ehl-i kitaba ayrıca hitap edilmesi ise, hakkı bilip de gizledikleri,
bir gün bu hakkı kabul etme ihtimalleri bulunduğundan dolayı olabilir. Bu
sebeple onlarla ilgili âyetlerde “ikaz” noktasının ağırlık kazandığını
görüyoruz. “Ey ehl-i kitap! Niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”34
“Ey ehl-i kitap! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? Bildiğiniz halde hakkı
gizliyorsunuz?”35 gibi âyetlerde onların uyarıldıkları görülmektedir.
Dikkat edilirse en son zikrettiğimiz âyet-i kerime mealinde, “bildiğiniz halde”
tabiri geçmektedir. Gerçekten de ehl-i kitap hitabına mazhar olan Hıristiyanlar
ve Yahudiler, Tevrat ve İncil’de Hazret-i Muhammed’in geleceğine dair müjdeleri
bilmekte, ama o geldikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı inkâr yoluna
sapmaktaydılar. Tevrat ve İncil’in bu kadar tahrif edilmesine rağmen, Hüseyin-i
Cisrî gibi bir alimin onlarda Peygamberimiz ile ilgili yüzden fazla cümleye
rastlaması, bu “bildiğiniz halde” tabirinin halen de geçerli olduğunu
göstermektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, müşrikler ve ateistler ile ehl-i
kitap arasında bir farklılık bu bakımdan sözkonusudur. Nitekim onların bu
bilgilerine istinaden Kur’ân-ı Kerim onları doğru olan inanca gelmeye çağırmakta
ve şöyle seslenmektedir: “Eğer ehl-i kitap iman etseydi onlar için daha hayırlı
olurdu.”36

Bu temenniden sonra bir başka âyet-i kerimede de nasıl bir
şekilde iman etmeleri gerektiği dile getirilmektedir: “Ey ehl-i kitap! Sizin ile
bizim aramızda eşit olan kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim,
Allah’a hiçbir şeyi şirk koşma-yalım. Allah’ın dışında birbirimizi rab
edinmeyelim.”37

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şöyledir:

Rivâyete göre Yahudiler Hazret-i Peygamber’e gelerek,
“Hıristiyanların İsa’yı rab edinmeleri gibi biz de seni rab edinmek istiyoruz”
dediler. Hıristiyanlar da Peygamber’e (s.a.v.) gelerek “Yahudiler Üzeyir’e ne
diyorlarsa biz de sana öyle diyelim” teklifinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine bu
âyet-i kerime nazil olmuştur.

Bu nüzul sebebine istinad eden Fahreddin-i Razi, âyette geçen
ehl-i kitap tabirinin yalnızca Hıristiyanlara mahsus olabileceği gibi, hem
Hıristiyanları hem de Yahudileri kapsayabileceğini ifade etmektedir.

Peki, niçin ehl-i kitap tabiri kullanılmıştır? Razi’ye göre, bu
tabir muhatabı yüceltmek, kalbini hoş etmek, okşamak içindir. Burada “gelin”
mânâsındaki “tealev” kelimesi, “aşağı yerden yukarıya gelin” demektir.

Âyette geçen “eşit” mânâsındaki “sevâun” kelimesi de “adl ve
insaf” demektir. Buna göre âyetten, “Sizinle aramızdaki insaflı kelimeye gelin”
anlamını çıkarmak mümkündür. İnsaflı olmak ise haklıya hakkını vermektir.
Zeccac’a göre bu, “İstikametli olan kelimeye gelin” demektir. Cenab-ı Allah,
gelinmesi gereken kelimenin ne olması gerektiği şeklinde mukadder bir suale üç
hususla cevap vermektedir: 1-Ancak Allah’a ibadet etmek. 2-Allah’a hiçbir şeyi
ortak koşmamak. 3-Allah’ın dışında birbirlerini rab edinmemek. Esasen bu üç
unsurun zikredilmesi, öncelikle, bi-rinci derecede Hıristiyanların muhatap
alındığını göstermektedir. Ki Razi de bu konuya temas etmektedir. Çünkü
Hıristiyanlar bu üç hususun mânâ-yı muha-lifini benimsemektedirler. Bir defa
onlar, Allah’tan başkasına, yani Mesih’e ibadet ediyorlar. Teslis akidesini
kabul ederek Allah’a şirk koşuyorlar (Allah üçtür, Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs).
Ruhbanlarını ve ahbar denilen din alimlerini de rab ediniyorlar. Meselâ günah
hususunda ruhbanlara inanıyorlar.38

Kur’ân-ı Kerim’in ehl-i kitaba farklı bir şekilde hitap ederek
onların kalplerini okşaması, bâtıl itikatlarından vazgeçmeye çağırması
vicdanlarda makes bulmuştur. Bilhassa da Hıristiyanlardan binlerce kişi
İslâmiyeti seçmiştir, halen de seçmeye devam etmektedir.

Ehl-i kitaba nasıl dost olunmaz?

Kur’ân-ı Kerim’in bir taraftan ehl-i kitabın kalbini İslâm’a
karşı yumuşatıcı bir üslup kullanırken, diğer taraftan, müminleri ehl-i kitapla
dost olmaktan sakındırması bir tezat gibi gözükmektedir. Ve günümüzde birçok
kimse tarafından bu âyet yanlış anlaşılmakta, bu yanlış anlama ise hatalı
hükümlerin verilmesine sebep olmaktadır.

Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmanın yasak olduğunu ifade eden
âyette, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz”39
buyurulmaktadır. Elmalılı’nın buradaki yasaklanmayı izahı şu şekildedir:
“Yardaklık etmeyiniz, tuzatlarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.”40
Aynı zatın tefsirinde: “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli
davranmaktan men etmez”41 âyetine dayanılarak, onları dost
edinmemenin onlara iyilik etmeyi engellemediğine dikkat çekilmektedir.42

Bu izahlardan onlara müsamahanın bir ölçüsü karşımıza
çıkmaktadır. O da, onlara yardaklık edecek kadar bir gevşeme ve iltifattan uzak
durma, ama onlara iyilik edebilme ölçüsüdür.

Peygamberimiz’in (s.a.v.) Yahudi ve Hıristiyanlara karşı
muamelesine baktığımızda, onlara iyilik yapmaktan hiçbir zaman geri durmadığını
görmekteyiz.

Bir defasında Peygamberimiz(sav) Yahudilerden birinin hastalanan
oğlunu ziyarete gitmiş, çocuğun hal ve hatırını sorduktan sonra onu Müslümanlığa
davet etmiş, çocuk babasının yüzüne bakmıştı. Yahudi oğluna, “Peygamber ne
diyorsa onu yap” demiş, çocuk da Müslüman olmuştu. Bir defasında da Yahudilerden
birinin cenazesi geçiyorken Resul-i Ekrem ayağa kalkmıştı.43

Yahudiler, Resul-i Ekrem’e, “Selamun aleyküm” yerine,
“kahrolasınız” demek olan “Sâmün aleyküm” derlerdi. Bir defa Hazret-i Âişe
Yahudilerin bu hareketinden müteessir olarak onlara mukabelede bulunmuş,
Hazret-i Peygamber Âişe’yi teskin etmiş, ona “Geniş ol. Çünkü Cenab-ı Hak geniş
olmayı sever” buyurmuştu.44

Necran’dan gelen Hıristiyan heyet, Resul-i Ekrem (sav)
tarafından kabul olunduğu zaman Resul-i Ekrem bunları mescidde misafir etmiş,
hatta onların mescidde ayinlerini yapmalarına müsaadede bulunmuştu. Müslümanlar
buna itiraz ettikleri zaman Resul-i Ekrem onları susturdu.45

Bütün bunlar, ehl-i kitaba barış zamanlarında iyilikte
bulunmanın müminlerin görevleri arasında olduğunu göstermektedir. Özellikle de
Hıristiyanların ülkelerinde çalışmak zorunda kalan Müslümanların hatırı sayılır
bir ekseriyeti teşkil ettiği ve ekonomik, askerî bakımlardan yardımlaşmanın
zarurî olduğu bir devrede, bu âyet-i kerimenin gerçek mânâsına ne kadar muhtaç
olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde doğru İslâmiyeti bize anlatan isimlerden biri olarak
Said Nursî’ de bu hususta Hazret-i Peygamber ve Kur’ân’dan aldığı dersle bize
aynı güzel ölçüleri sunmaktadır. Münazarat isimli eserinde, Hıristiyanlık dinine
mensup olan Ermenilere düşman olmaya “istibdadın sebeb olduğuna” işaret etmekte
ve dostluğun ölçüsünü, “Fakat mütezellilâne (alçalarak) dost olmak değil, belki
izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musafaha elini uzatmaktır” şeklinde
koymaktadır.46

Said Nursî bu izahlardan sonra, “Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyiniz” âyetini, hem Kur’ân’ın hükmüne uygun, hem de Hazret-i Peygamber’in
tatbikatına muvafık bir şekilde şöyle açıklığa kavuşturur:

“Demek bu nehiy, yahudiyet ve nasraniyet olan ayineleri
hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet sıfat veya
sanatı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım
olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım
gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle
iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (eşin) olsa elbette
seveceksin.”47

Burada Said Nursî, dostluk ve düşmanlık kavramlarına yeni
anlamlar kazandırarak, elh-i kitaba karşı nasıl davranılacağını tesbit
etmektedir. Buna göre, ehl-i kitapla “din” dostluğu değil, “sıfat ve sanat”
dostluğu âyetin nehyinin şümulüne girmemektedir. Elbette bir ehl-i kitabın
dinine muhabbet duymak, imanın zaafiyetini gösterir. Ama onların meselâ
“doğruluk” gibi sıfatlarına sevgi beslenebilir, teknolojileri hoş
karşılanabilir, işbirliğine gidilerek istifade edilebilir. Bunlar, Kur’ân’ın
kasdettiği “dostluk” kavramının içine girmemektedir. Nitekim ehl-i kitap
hanımlarla evlenmenin caiz olması, Müslüman erkeklerin o hanımların kadınlığa
mahsus şefkatlerini ve insanî yönlerini, güzelliklerini ve mallarını sevmenin
caiz olduğu hükmünü ortaya çıkarmaktadır.

Said Nursî, bu âyetin nehyinin, “âmm” değil “mutlak” olduğunu,
mutlakın ise kayıt altına alınabileceğini belirterek, “Delil katîü’l-metin
olduğu gibi katîü’d-delalet olmak gerektir” demek suretiyle, zamanın büyük bir
müfessir olduğuna, kaydını izhar ettiği zaman itiraz edilemeyeceğine dikkat
çekmektedir.48

Said Nursî, zamanın bu âyet-i kerimeyi nasıl tefsir ettiğini de
açıklamaktadır. Ona göre, Asr-ı Saadette büyük bir dinî inkılab meydana geldi.
Bu inkılab bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, sahabiler bütün sevgi ve
düşmanlığı o noktada toplayarak sevgi veya düşmanlık beslerlerdi. Bundan dolayı
gayrimüslimlere muhabbetten “nifak” kokusu geliyordu.

Bu zamanda ise, acib bir dünyevî ve medenî inkılab vücuda
gelmiştir. Bütün zihinleri zapteden ve bütün akılları meşgul eden medeniyet,
terakki ve dünya noktasıdır. Onların ekserisi dinlerine o kadar da bağlı
değillerdir. Bu sebeple, onlara dost olmak, medeniyet ve terakkilerini güzel
görüp almaktır ve her dünya saadetinin esası olan asayişi muhafazadır. Said
Nursî’ye göre bu çerçevede bir dostluk katiyyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.49

Bediüzzaman’ın asrın idrakine uygun bu isabetli tefsiri, günümüz
Müslümanlarını büyük bir sıkıntıdan kurtarmaktadır. O, teknolojinin dinsizlikle
veya din dostluğu ile bir alâkası olmayacağı gerçeğinin altını çizerken, bunu da
bir âyete dayandırmaktadır.

İşte Kur’ân’dan çıkan bu prensipler, Müslümanların ehl-i kitaba
hoşgörülü olmasının çerçevesini de çizmektedir. Kaldı ki, Bediüzzaman,
dinsizliğin, zındıkanın yaygınlaştığı bir zamanda Hıristiyanların dindar
ruhanîleri ile dinsizliğe karşı “ittifak” edilmesini de zarurî görmekte, bunu da
bir hadis-i şerife dayandırarak söylemektedir.50

Müslümanın Müslümana Hoşgörüsü

“Ancak mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.”51

“Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver; bir de bakarsın,
aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”52

“O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar,
öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik
yapanları sever.”53

Bediüzzaman Said Nursî Uhuvvet Risalesi adını verdiği eserinde
bu âyet-i ke-rimeleri tefsir ederken, müslümanın müslümana karşı hoşgörüsünün
temel prensiplerini belirlemektedir. “Mümin kardeşini sever ve sevmeli. Fakat
fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır”54
derken, aslında hoşgörünün kötülükleri görmezden gelmek veya hoşgörmek değil,
görüp acımak ve “lütufla ıslahına çalışmak” mânâsına geldiğini bildirmektedir.
Burada ıslahın adavete dönüşmemesi için, “üslûp” meselesine dikkat etmek
gerekmektedir. Lütufla ıslah, incitmeden ıslahtır. Hatalı şahsın deşifre
edilmemesi, hatasının o şahıs yalnız iken düzeltilmesi de bu üslûbun içerisine
girmektedir. Üslûp sert, zaman ve zemin de uygun olmadığı takdirde, “ıslah”
yerine, “ifsad” yapılmış olabilir. Burada mü’minin mü’mine karşı hoşgörüsünün
onun hatasını mümkün olduğu kadar örtmekle gerçek anlamına kavuşacağı
söylenebilir.

Said Nursî’nin dikkatle üzerinde durduğu bir önemli konu da bir
mü’minde bulunması mümkün olan “cani ve masum sıfatlar” meselesidir. Gerçek
kardeşlik, bir cani sıfat yüzünden, bir mü’minde bulunan yüzlerce masum
sıfatları görmezden gelip ona düşmanlık beslemeyi reddeder. Bu noktada, “Hiçbir
günahkâr, başkasının günahını yüklenemez”55 âyeti Said Nursî
tarafından, “Bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünde sair masum sıfatları
mahkûm edilemez” şeklinde de tefsir edilmektedir. Burada mü’minlerin
birbirlerine “adalet-i ilahiye”nin gözlüğü ile bakmaları ölçüsü getirilmektedir.
Mü’minin işlediği sevapları çoksa, diğer günahları affedilmekte ve direkt olarak
cennete gideceği belirtilmektedir. Günahı çoksa, günahı miktarınca cezasını
çekecek, ondan sonra yine iyiliklerinin karşılığını görecektir. Çünkü Kur’ân-ı
Kerim’de zerre kadar hayır işleyenin de, şer işleyenin de bunun karşılığını
göreceği belirtilmektedir.56 Buradan da anlaşılmaktadır ki, adalet-i
ilahiyede “toptancılık” yoktur. Bazı kötülükler yüzünden iyilikler görmezden
gelinmemektedir. Bu sebeple hadis-i şeriflerinde mü’minlerin birbirlerinin
hatalarını örtmeleri tavsiye edilmektedir.57 Hatalar örtbas edildikçe
cemiyette kötü örnekler çoğalmayacak, kötülüğü yapanlar da bir gün bu
yaptıklarından utanıp vazgeçebileceklerdir. Bu, İslâm’ın yüce bir hoşgörüsüdür.
Bu, kötülüğü hoşgörmek değil; kötülüğün, fitneye vesile olabileceğinden dolayı,
yayılmamasını hoşgörmek demektir. Bugün toplumda bu İslâmî prensibin tersine
işletildiğini görü-yoruz. Medya tarafından, “haber alma hürriyeti” adı altında,
nazarlara verilmediği takdirde kendiliğinden etkisi kaybolacak olan bir hata,
bütün insanların gözleri önüne getirilmekte ve böylece toplumda insanların
birbirlerine karşı güvensizlikleri artmakta, daima hatalar manşetlere ve
ekranlara yansıtılmaktadır. İslâm’ın hoşgörüsü karşısında, İslâm’ı her fırsatta
eleştirenlerin “hoşgörüsüzlüğü” de böylece su yüzüne çıkmış olmaktadır.

Peygamberimiz (s.a.v.) “Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü
kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allah’a sığının”58 buyurarak,
bu hoşgörünün ölçüsünün kaynağını bildirmektedir. “Söz araştırmayın, gözünüzle
kusur aramayın, ayrılmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları,
kardeş olun”59 hadis-i şerifi de aynı mânâyı kuvvetlendirmektedir.

Nitekim, “Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah
kıyamet gününde kusurlarını örter”60 hadisi de “kusur örtme”
haşgörüsünün dinimizde ne kadar ciddi bir davranış olduğunu göstermektedir.

Said Nursî’nin vurgu yaptığı bir mühim husus da, hoşgörünün
“fenalığa iyilikle mukabele etme” yönüdür. Ancak bu prensip, “şahsımıza karşı
yapılan kötülüklere müsamaha” şeklinde anlaşılmalıdır. O, bu hususu açıklarken,
“Fert mütekellim-vahde olsa (kendi olsa) müsamahası, fedakârlığı, amel-i
salihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir”61 ifadesini
kullanmaktadır. Buna göre bir mü’minin şahsına bir başka mü’min tarafından
elinde olmayan sebep-lerle bir kötülükte bulunulmuşsa, onu affetmek, onu
hoşgörmek faziletli bir ameldir. Ama umumun mukaddes malı olan İslâm’a bir
saldırı vaki olmuşsa, Kur’ân’a bir saldırı meydana gelmişse onu affetme,
hoşgörme cüretini hiçbir mü’min göstermez. Gösterirse bu hıyanet olur. İşte bu
inceliğe dikkat edilmediği takdirde, İslâmî şeairi tağyir eden, dini ortadan
kaldırmaya çalışan ve nifakla hareket eden bazı dehşetli canilerin “alicenâbâne
affedildiği” görülebilmektedir. Böyle bir affetmenin hıyanet olduğunu tekrar
hatırlatalım.

Said Nursî, “hasmane” bir tavır içindeki bir şahsın mağlup
edilmesinin yolunun, onun fenalığına karşı iyilik yapmak olduğunu belirterek,
“Çünkü eğer, fenalıkla mukabele etsen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlup bile
olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen,
nedamet eder, sana dost olur” der.62

Kardeşlik çerçevesindeki hoşgörünün bu boyutunu, “Boş sözlerle,
çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza
ederek, oradan geçip giderler”63 ve “Eğer onları affeder, kusurlarına
bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet
edicidir”64 âyetleri teyid etmektedir. Malik bir Enes, “O zaman,
seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu
görürsün”65 âyetini, “O öyle bir adamdır ki, başkaları kendisine kötü
sözler sarfettiği takdirde, doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni
affetsin, der” şeklinde tefsir etmektedir.66

Cemaatlere karşı hoşgörü

Bu konu başlıbaşına bir araştırma konusudur. Ancak şunu ifade
etmek mümkündür: İslâmî cemaatler, “kitleselleşme” adı altında İslâmî bir hayat
yaşamayan “izm” mensuplarına gösterdikleri hoşgörünün çok daha fazlasını
birbirlerine göstermek zorundadırlar. Kur’ân ve Sünnete uymaları şartıyla
birbirlerini tenkid etmemeli, kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamalı, kendi
güzelliklerini, kendi mesleklerinin revacını ön plana çıkarmalıdırlar. İttifak
noktalarının Uhud dağı azametinde ve mübarekiyetinde, ihtilaf noktalarının ise
küçük çakıl taşları hükmünde olduğunu unutmadan, birbirlerinin hizmetlerine
engel değil, yardımcı ve duacı olmalıdırlar.

Sonuç ve değerlendirme

Günümüzde estirilmek istenen havanın aksine, İslâm bir hoşgörü
dinidir. Ancak bu hoşgörü sınırsız değildir. Özellikle kâfirlere ve ehl-i kitaba
karşı olan hoşgörünün, bâtıl dinlerine veya dinsizliklerine olmadığı, güzel
sıfat ve maharetli sanatlarına, terakkilerine olduğu dikkatlerden kaçırılmaması
gereken en mühim hususlardandır. İslâm’ın öngördüğü hoşgörüde ölçü kaçmadığı
müddetçe dünyanın barış içinde yaşaması mümkündür.

Diğer taraftan müslümanların birbirle-rine olan hoşgörüsü de
düşmanlık değil, kardeşlik; hataları deşifre etmek değil, örtmek; kötülüklere
kötülükle mukabele değil, iyilik etmek temelleri üzerine oturmaktadır. Bu
hoşgörülü ortam, müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve güveni artıracak,
toplumda kötü örneklerin değil, çok muhtaç olduğumuzun iyi örneklerin
çoğalmasına sebeb olacaktır. Elbette İslâmî cemaatler de bu hoşgörüden nasibini
alacaktır. Cemaatler, birbirlerinin kendi hizmet tarz-larına uymayan, fakat
Kur’ân ve Sünnete uygun yönlerini hoşgörecekler; başkalarının kusurlarını
aramakla değil, kendi meslek ve meşreplerini sevmekle meşgul olacaklardır.
Böylece toplumun bütün katmanlarında bir hoşgörü meltemi esecek, herkesi huzur
ve mutluluğa eriştirecektir.

Dipnotlar

1. en-Nisa, 93; el-Maide, 90; el-A’raf, 71.

2. el-Fetih, 49.

3. Seyyid Kutub, Fîzılâli’l-Kur’an, (Terc. İ. Hakkı Şengüler
vd.), c. 13, s. 470.

4. Ebu Davud, Sünnet, s. 15.

5. Said Nursî, Münazarat, İst. 1991, s. 70.

6. Hafız İbn-i Kesir, Tefsiru’l- Kur’âni’l-Azîm, c. 4, s.
218, Beyrut 1987.

7. M. Celâleddin el-Kasımî, Mehasinü’t-Tenzil, c. 14, s.
432, Kahire, tsz.

8. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 7, s. 181, İst.,
tsz.

9. Mahmud Hicazî, Furkan Tefsiri (Terc. Mehmet Keskin), c.
7, s. 181, İstanbul, tsz.

10. Mevlânâ Şibli, Asr-ı Saadet (Terc. Ö. Rıza Doğrul) İst.
1974, c. 2, s. 107.

11. Mevlânâ Şibli, a.g.e, c.. 2, s. 108,

12. el-Bakara, 256

13. İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an Tefsiri, (Terc. Bekir
Karlığa vd.) c. 3, 1024, İstanbul, 1988

14. el-Kehf, 29

15. el-Kehf, 16

16. en-Nisa, 94

17. Fahrü’r-Razi, Tefsîru’l-Kebir, c. 7, s. 14-15, Beyrut,
tsz.

18. Seyyid Kutub, a.g.e, c. 2, s. 45-46.

19. et-Tevbe, 60

20. en-Nahl, 125

21. Fussilet, 40

22. er-Ra’d, 14

23. Fâtır, 14

24. Şuara, 26

25. Gâfir, 60

26. er-Razi, a.g.e, c. 32, s. 147-148

27. Muhammed b. Cerir et-Tâberî, Muhtasar Tefsir-i Tâberî,
c. 2, s. 560, tsz, yy.

28. Abdurrahman Ali b. Muhammed el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, c.
9, s. 254, Beyrut, 1986

29. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, a.g.e, c. 10, s. 12-13

30. Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, s. 71

31. el-En’am, 108

32. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 494

33. Ömer b. Muhammed eş-Şirazî el-Beyzavî, Tefsir’ül-
Beyzavî, Beyrut tsz.

34. Âlu İmran, 70

35. Âlu İmran, 71

36. Âlu İmran, 110

37. Âlu İmran, 64

38. er-Razi, a.g.e., c. 8, s. 85-86

39. el-Maide, 51

40. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 265, 266

41. el-Mümtehine, 8

42. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 265-266

43. Şiblî, a.g.e, c. 2, s. 117

44. eş-Şibli, a.g.e, c. 2, s. 117-118

45. eş-Şibli, a.g.e, c. 2, s. 118

46. Nursî, Münazarat, s. 67-68

47. Nursî, a.g.e, 70-71

48. Nursî, a.g.e, 70

49. Nursî, a.g.e, 71

50. Nursî, Lem’a’lar, s. 155, Germany, 1994

51. Hucurat, 10

52. Fussilet, 34

53. Âlu İmran, 134

54. Nursî, Mektubat, s. 254, Germany

55. Fâtır, 18

56. Zilzâl, 7-3

57. Buhari, Mezalim, s. 3

58. İmam Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 2, s. 449, İst.

59. Buhari, Nikah, 4-5

60. Müslim, Birr, 58

61. Nursî, Sünühat, s. 12, İstanbul, 1977

62. Nursî, Mektubat, 256

63. Furkan, 72

64. Tegâbün, 14

65. Fussilet, 34

66. İmam Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din (Terc. Ahmet
Serdaroğlu), c. 3, s. 400, İst. 1977