"Sırtındaki akrebi gösteren
kardeşine kızılmaz ve kızılmamalı"

a.

Ülke insanlarının ortak değer yargılarının ve temel birleştirici
unsurlarının bir kısım insanların-fırkaların tekeline geçmesi siyasî ve içtimaî
işleyişin en önemli müşküllerindendir. Genelde “devlet” mefhumunun yanlış
anlaşılmasından ortaya çıkan bu problemin aslî sebebi; devletin “bir teknolojik
alet, bir ma-kina, toplumun eğilimlerine göre şekillenen bir kurum” olarak değil
de; yaptırımcı, sınırlayıcı, baskıcı, toplumu yönlendirici bir halk çobanı yahut
bir aile babası olarak yorumlanmasıdır. Fikirlerin başkaları tarafından
kabullenilmesine yarayacak yaptırımcı bir kurum olarak da görülen devletin; en
küçük ilişkilerden en büyük felsefî tartışmalara kadar her birimde tartışılması,
onun vazgeçilmez-liğini ortaya koyuyor. Devletin nimetlerini bir zorlama aracı
olarak gören zihniyet, cemiyetin inkişaf etmesine sebep olan sosyolojik
birimlerin parçalanmasını netice verecektir. Devletin âdil bir hakem rolünden
diktatör bir hâkim şekline sokulması, her ne ad altında olursa olsun,
insanlarının riyakâr olduğu bir ülkeyi de beraberinde getirecektir. Otoritenin
zayıfladığı anda ise tam bir anarşi ortamı doğacaktır.

Devlet hizmet yeridir; ister müslümana, ister sosyaliste, ister
dinsize… Devletin yönetim usulünü belirleyecek olanlar, ülkenin ekseriyetini
teşkil eden vatandaş kısmıdır. Şu meselenin belirginliğinin tepe noktası ve
rejim saatinin kurma kolları insanların sadırlarındaki vicdan-inanç-fikir
üçlemesidir. Devletin bir kimliğe bürünüşünün prosedürü millette oluşacak olan
uyuşma-uzlaşma ile başlayacaktır. Sonuçta, bu uzlaşmanın tecelli tarlası olan
mecliste şu hususun rütuşlanıp, yani kanun ve nizamnamelerle sınırları çizilip;
kaziyye şeklini alması hem mantıkî hem insanî, hem de gerçek İslâmî yöntem
olacaktır. Demek ki işin fıtrî yapıcıları tavandaki “meclis-parti-hükümet
kombinezonu” değil; taban olan ve temelleri oluşturan milletin kendisidir. Eğer
bu çark böyle işlemiyorsa, o zaman ülkede bir diktatörlüğün varlığından söz
etmek yanlış olmayacaktır. Devlet milletiyle çatışma halindeyse, temel hak ve
hürriyetler çiğnenebiliyorsa, fıtrata muhalif bir siyasal ve sosyal yapının o
ülkede yerleşik olduğunu söyleyebiliriz demektir.

Meşhurdur, bir Emevî valisi olan Haccâc-ı Zalim, huzuruna gelip
Hz. Ömer gibi adaletli olmasını isteyenlere şu karşılığı veriyor: "Sizler bir
Ebu Zer-i Gıfârî gibi olmadıkça, ben de Ömer (r.a.) gibi olmayacağım!.." Demek
ki idarecilerin rengi, toplumun renklendirmesiyle oluyor. Hıristiyanca düşünen
ve dolayısıyla o tarz yaşayan, nüfus cüzdanlarında ise “müslüman” yazan bir
toplulukta İslâmî bir devlet “diktatör bir devlet”ten başka bir şey
olmayacaktır. Olması da mümkün değildir. Görünen o ki bir İslâmî devlet
idealinin gerçekleşmesinin çözümü “insanların müslüman edilmesine çalışmakta”
düğümleniyor. Peki şu merhalede sorun nedir? Sorun, başarının hangi yolla elde
edilebileceğidir. Resmî kurumlar olan partilerle mi, yoksa içtimaî müesseseler
olan cemaatler-tarikatlerle mi? Kalkış noktası olarak önce birey ve ardından
toplum mu seçilecek; yoksa işe devletten mi başlanacak? Hak ve hakikate uygun ve
sünnetullaha muvafık bir şekilde, ihlas ve samimiyeti yitirmeden ve adâleti
gözeterek tebliğ nasıl gerçekleştirilecek?

b.

Geniş İslâm coğrafyasında, İslâm’ın insanlara ulaştırılması
çalışmaları iki tarzda devam etmekte; a) Sivil Yöntem, b) Resmî Yöntem… Sivil
yöntem dediğimiz şey, esasen katılıma dayalı —çoğulculuğa değil— ümmet’i ön
plana çıkaran; aşağıdan yukarıya, halktan devlete bir değişimi öngören yapıdadır
ve çekirdeğinde pozitif ilimlerle birlikte İslâmî ilimleri de kaynaştırarak,
klasik millî eğitim ve öğretimi aşıp modernist ve rasyonalist dünyaya
alternatifler saçmaktadır. Bu değişim planının tuğlalarını ise evrensel düzleme
değılmış olan yüzlerce cemaat ve tarikat oluşturmaktadır.

Resmî yöntem hakimiyet ve otoriteyi, iktidarı ve devleti ele
geçirmek düşüncesindedir ve yukarıdan aşağıya bir çözümü öngörür. İdeologyasının
odağını “ahlâk ve insan (birey)” değil, siyaset ve askerî otorite oluşturur.
Darbeye sıcak bakan bir yapıdadır. Küresel düzlemde, etnik-sosyopolitik ve
kültürel farkların olması sebebiyle birkaç versiyona ayrılmıştır. Hemen aklımıza
gelenler; İran’da Devrimci Radikaller, Sudan ve Suriye’de İhvan-ı Müslimîn
Cemaatleri, Ürdün’de Hizbü’t-Tahrir Örgütü, Cezayir’de İslâmî Kurtuluş Cephesi
(FİS) ve Türkiye’de MNP-MSP-RP zinciri… Bir de Türkiye’de ve Senegal’de yer
alan, bahsedilenlerden ayrı olarak devletin kontrolünde hizmet veren Diyanet
İşleri var ki, bunları bahsimizden hariç tutmak durumundayız. Şüphesiz,
saydığımız oluşumları birbirlerinden ayıran net çizgiler de olmasına rağmen,
temelde “siyaset” eksenli olmaları hepsinin ortak noktasıdır.

Şunu açıklıkla vurgulamak gerekiyor ki; İslâmî coğrafya üzerinde
Pakistan, Malezya, İran, Türkiye, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde “resmî yöntemin”
iktidara geldiği görülmesine rağmen, genel gidişatta hissedilir bir iyileşme
olmadı. Kimi yerlerde mezhepçilik, kimi yerlerde de siyasî ayrılıklar sebebiyle
İslâmî yapılanma sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilemedi. Hemen bir örnek
verecek olursak, Francis Fukuyama’nın yazdığına göre İran’da, mil-yonlarca
insanın Devrim’in cazibesi ve görkemli atmosferi altında "Amerika’ya ölüm!" diye
bağırdıkları bir zamanda; bir gazeteci Tahran’daki reklam tabelalarına dikkat
çekerek şunları söylüyor: “Korkacak birşey yok, çünkü reklam tabelaları hâlâ
yerinde duruyor."1 Reklam tabelaları; yani kapitalizmin yaldızlı
ahtapot kolları.

Ülkemizde, hangi tonda olursa olsun, TV kanalları ve radyo
istasyonları evlere, mutfaklara, çarşı-pazar ve işyerlerine modern, kapitalist
ve nefsanî dünyanın alterna-tiflerini sundukça korkulacak birşey yok gerçekten.
Demek ki, tek başına siyaset ve iktidar, evrensel bir alternatif ve ittihad-ı
İslâm ‘a bir dayanak noktası olamıyor.

Burada, hemen bir hususun altını çizmek istiyorum: Kurtuluşun
“düşmanın silahıyla silahlanmak” düşüncesinde olduğu muhakkak olmakla beraber,
bu yanlış bir yorum ile pekâlâ geri tepecek bir yöntemdir. Meselâ sadece
ekonomiyi mutlaklaştırıp “ağır sanayi hamleleri” hazırlamak yeni bağımlılıklara
zemin hazırlayacaktır. Aslî gücü, modernizmin materyalist vasıtalarında değil;
insanî dinamiklerde, ruhî atmosferlerde aramak gerekir. Çünkü, eşyayı
anlamlandırışın merkezi onlardadır. Bunu anlamak için Bedir Savaşı örnek olarak
bize yetecektir.

c.

Colin Turner’ın yazdıkları hâlâ hafızamdadır. Asrın ihtiyacı
olan hizmet tarzının iman’ı esas alan bir halk dirilişi olduğundan bahsediyordu.
Son devrin iki önemli İslâmî hareketini karşılaştırdığı yazısında şöyle diyordu:
"Bediüzzaman’ın müdafaa ettiği inkılab; Tahran, Kahire ve Cezayir sokaklarında
çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılab değildir. Risale-i Nur’un inkılabı
zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde bir inkılabdır. Bu bir ‘İslâm
devrimi’ değil bir ‘iman inkılabı’dır. Bu da iki seviyede gerçekleşecektir:
Müslümanları taklidî imandan tahkikî imana; inanmayanları da ‘ene’nin
kulluğundan Allah’ın (c.c.) kulluğuna eriştirmekle…”2

Bilindiği üzere Bediüzzaman, kendine “müslüman” diyen kitlelerin
İslâm’ın ana umdelerinden, en başta imanın tahkike muhtaç olan esaslarından uzak
kaldıklarına; her türlü fıkhî-siyasî-içtimaî meseleden daha öncelikli olarak,
materyalist-tabiatpe-rest felsefelerin kalplerini ve kişiliklerini zayıflattığı
müslüman kitlelerin imanî ve kalbî yönden tahkikî (sarsılmaz) bir sevi-yeye
getirilmeleri gerektiğine işaret ediyordu.

Şüphesiz Turner’ın vurguladığı “iman inkılabı”, Said Nursî’nin
hedeflediği tecdit (yeniden yapılanma) hareketinin birinci safhasını
oluşturuyordu. İman tohumlarının kökleşip filizlenmesi sürecinde, İslâm’ın ana
umdelerinin, sosyolojik tabanda, yani hayatta icrasına geçilmesi hareketin
ikinci basamağını oluşturuyordu. Hukuk ve iktidar, daha geniç bir anlatımla
ittihad-ı İslâm ve hilafet, hayatın rayına oturma sürecinde tartışılacak ve
neticeye vardırılacak konular olmak üzere, tecdit hareketinin üçüncü sırasını
teşkil ediyorlardı.3

d.

Hayat safhasından kastımızın İslâm’ın toplumsal dinamiklerini
işletebilmek olduğu açıktır. Yani, düzenin paradigmalarına, kurum ve
kuruluşlarına, özel giri-şimciliğin şartlarıyla tutarlı ve hakikaten İslâmî
alternatifler üretmek. Eğitime, ekonomiye, san’ata, yayıncılığa kadar
sos-yolojik karaktere sahip her alanda örnekler geliştirebilmek. Yani bir
peygamber mesleği olarak insanları hâlen ve kâlen ikna edebilmek. Tabiî ki, bu
alternatiflerin gerçekleştirilmesi esnasında; üçüncü basamakta zikredilen
hususların teşkil edilmesi yönünden hukukî ve siyasî alanlarda somut, açık,
takiyyesiz, programlı, inandırıcı örnekler sergilenmesi de önemli bir husus.
Sanıyorum ki resmî yöntemcilerle sivil yöntemciler arasındaki sun’î problemler
hayat safhasının olgunlaşması sırasında eriyecektir. Her iki tarafın da,
İslâm’ın toplumsal dinamiklerinin hayata tatbik olunması sürecindeki
çalışmalarda, birbirlerini tanıma ve karşılıklı olarak motive etme yönünden
hayli yakınlaştıkları durum, onların ayaklarını yere daha bir kuvvetlice
basabilmelerine yardımcı olacaktır. Hayalî ve hamasî şeylerin zamanı değil,
isbat ve icraat zamanı olduğunu farketmeleri lazımdır.

Ne kadar İslâmî oldukları tartışmalı olsa da, “dinî” radyo ve
TV’lerin çoğalması, İslâmî müzik ve matbuat endüstrisinin son demlerde en
parıldayan kesimler olması, “ittihad- İslâm ve hilafet nasıl olabilir?”
tartışmalarının yoğunluk kazanması, cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere pek çok
bürokrat ve politikacının “laik Türkiye” söylemini bırakıp “demokratik Türkiye
Cumhuriyeti ve anayasal vatandaşlık”ı telaffuza meyletmeleri sanıyorum ki
“hayat” safhasının sinyalleri… Bunlardan sonra, artık hilafet, ittihad-ı İslâm
vs. gibi siyasal meselelerin tartışılmaya başlanması bizi şaşırtmamalı. Lakin,
hayat safhasında halledilmesi gereken o kadar problem var ki! Müslüman
kesimlerin hâlâ kapalı sos-yolojik birimler ve ekonomik teşekküller halinde
kalmaları; iletişimin, dolayısıyla modern dünyanın dayatmaları karşısında zayıf
kalmalarına sebep olmaktadır. Şirketleşmenin çok önemli olduğu şu zamanda, küçük
oluşumlar olarak kalmak ve küçük hedefler peşinde koşmak ne yazık ki hâlâ
müslümanların ısrar ettikleri bir durum. Modernizmin maddî ve manevî saldırıları
karşısında maddî ve manevî şirketler oluşturmak şimdiki asrın bir gereğidir. Bu
oluşumu önleyen şeylerin —özellikle siyasî endişelerin— izale edilmesi lazımdır
ki, böylece birbirleriyle çatışmayan bir makinenin çarklarını işletebilmek
mümkün olsun.

e.

Şu zamanın çarşısında en önemli metalar haline gelen siyaset ve
ekonomiden çok daha önemli bir husus olan ve iman ve hayat safhalarıyla içkin
olan bir konu da kültür olgusudur. Son yetmiş-seksen senedir dünyayı sarsan
olaylar, her ülkede çeşitli oranlarda depremlere sebep olmuştur. Ülkemizde de
bir “fetret” dönemi yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Herhangi bir kültürün en önemli
unsurlarından olan dil büyük bir erozyona uğramıştır. Tarihimizle bizi bağlayan
nakışlar kazınmış; mekanik ve metalik bir hale girmiştir. Bugün kaçımız Namık
Kemal’i, Naima’yı, Evliya Çelebi’yi, Said Nursî’yi, Menâkıb-ı Sultan Süleyman’ı,
Ahmet Hamdi’yi, İskilipli’yi anlayabilecek kelime dağarcığına ve dil aşinalığına
sahibiz? Üstelik, tüm kudretleriyle, İslâmî kültürün dil dahil her bir ögesini
tüm zenginliğiyle kuşağımıza ve gelecek nesillere aktarmaya çalışan şu insanları
karışık kuruşuk ve anlaşılmaz ifadeler kullanmakla suçlayabiliyoruz. Hatta,
ihtiyarlık dönemini zindanlarda, insafsız memurların baskı ve tarassutları
altında geçiren; ilim, makam ve şereflerini, gelecek kuşakların imanlarını ve
kişiliklerini kurtaracak olan eserlerine ve hizmetlerine zarar gelmemesi için
feda edebilen, ayakları öpülesi iman ve kültür mimarlarımıza son raddede bir
vefasızlık örneği gösterebiliyoruz. Eğer vefa denilen şey, sadece İstanbul’da
bir semt ve üçüncü ligden çıkamayan bir takım değilse; Elmalılı gibi,
Bediüzzaman gibi insanlarımıza; Necip Fazıl, Tarık Buğra, Peyami Safa, Cemil
Meriç gibi kültür mühendislerimize göstermemiz gereken bir davranış değil mi? Şu
bir gerçek ki, bu insanlara hâlâ soğuk bakışımızın bir sebebi de, özellikle
siyasî endişelerimizdir ve “sadece benim mesleğim haktır” olan yanlış
düşünüşümüzdür.

Siyaset ve ekonomiye harcadığımız zaman, para ve enerjinin
kırkta birini kültür alanına kaydırabilsek, göreceğiz ki, o zaman iktidara kimin
geldiğinin pek önemi yok. Eğer bizler son yetmiş yıldır enerjimizi sarfettiğimiz
alanlar olarak imanî ve İslâmî altyapıyı, irfanî ve kültürel sahaları seçmiş
olsa idik, bugün zaten durum böyle olmazdı. Çünkü İslâmî hayattan uzak
kalışımızın ve imanî bir fikir atmosferine sahip olamayışımızın ana sebebi, bu
noktalarda erozyona uğramış, uğratılmış oluşumuzdur. Padişahlığın ve sadece
siyasal bir görüntüye bürünmüş hilafetin kaldırılması değildir bugünkü halimizin
sebebi. Bu bakımdan, düşünülecek her türlü intifada hareketinin, her tadilat
girişiminin temelini siyasal yapılanma ve iktidar olayı değil; kültürümüzün
altyapısını oluşturan iman hakikatlerinin inkişafi oluşturmalıdır.

f.

Halkın iradesinin ve hakimiyetinin ilk tecelligâhı, insanların
fert-be-fert kalplerindeki vicdanî sorumluluk duygusudur. Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir sözünden anlayacağımız; ülkedeki otoritenin asıl kaynağının
milletin dininin, örfünün ve vicdanî sesinin bir karışımı olmasıdır. Yoksa
herşeyi kuşatan ve halkın iradesi gibi mecalsiz ve vehmî bir olgunun çok
ötesinde bulunan küllî hakimiyetin Allah’ta (c.c.) olduğu izahtan varestedir.
Halkın hakimiyeti, insandaki cüz’î irade şeklinde anlaşılmalıdır. Kendi halkı
“düşünme tembeli” olan bir politikacı, iktidar dahi olsa; ya kendi nefsinin
esiri ya da ihtilalci-kurtarıcı akbabaların yemekliği olacaktır. Halkın
fikridir, politikacının fikri denilen. Ve, “layık olduğunuz şekilde
yönetilirsiniz” biçiminde düsturlaşan, prensipleşen de bu değil midir?

g.

Aylaklığa ve lumpenliğe methiyeler düzülen şu ülkede,
meselelerin hallolabilmesi pek güçtür. Hele eğitim seviyesi —tabiî ki eğitimden
kastımız millî eğitim değil— çok düşük olan insanlara bir arada yaşamayı
öğretebilmek; demokrasiyi ve meşvereti anlatabilmek hiç de kolay değil.
Özellikle münevverlerimiz, her kesimden insanı demokratik düzleme çekebildikleri
oranda kıymetli şeyler yapabilmiş olacaklardır. Siyasal alanlara çekilmeye
çalışıldıkça, zaten halkın gözünde özellikle tek parti döneminde ciddi şekilde
sicillenmiş olan siyasetin çamurlarına bulanılacaktır. Demokratik düzlemden
kastımızın bireysel ve kurumsal faaliyetlerimizin arenası olan ve sosyal
dinamiklerin kaynağını oluşturan toplum hayatı olduğu aşikârdır.

İnsanlar eğer İslâm adına, kurulu düzeni hayırlıyorlarsa,
kitlelere hamasî değil sahici örnekler ve hedefler göstermeliler. Bunu
yapmazlarsa, sonuçta, iki asırdır Batıcıların savunageldikleri hedef-leri,
İslâmî terim ve söylemlerle savunmak zorunda kalacaklardır. Şüphesiz ki bu,
İslâm için bir düş kırıklığından başka bir şey değildir ve bunun sorumluluğunu
üstlenebilecek kimdir?

h.

Yetmişli yılların gürültülü atmosferinden seksenli dönemin
uykulu günlerine sürüklenen Türkiye’de, siyasî hayatta tek adam rolünü oynayan
Özal, dindarlığı gerekçesiyle halkın teveccühüne de mazhar olmuştu. Lakin, İsmet
Özel’in de atıfta bulunduğu gibi, Kemalizm’in “motor değişimi”ni de üstlenmişti.4
Kapitalizm, bireycilik, liberalizm, vs. gibi temelde mo-dernist dünyaya ait olan
ve İslâmî tüm kurum ve kuruluşlara mukabelede bulunan kurumları, kanun zoruyla,
medyatik bir illüzyonla hayatımızın seyline akıttı. Neticede, işin farkında
olanların bile kendilerini kontrol edemedikleri bir durum ortaya çıktı. Bu ise
milletin hayatını ahlâksızlığın ve düşünmemenin sınırlarına itiverdi.

Yetmişli yıllarda, Türkiye, ideoloji savaşlarının maddî-manevî
arenalarda yapıldığı bir durumdaydı. Öyle ki, sağcı-solcu, ülkücü-komünist,
vs’ler arasında başka şeylerin esamesi bile okunmuyordu. Pek çok insan öldü,
yaralandı, tutuklandı. Fakat bu insanlar, insanî şeyler için mücadele
ediyorlardı. Ve bu yüzden “saygın”dılar. Seksenli ve doksanlı yıllar, herkesin
ekonomi ve siyaseti konuşageldiği bir fikir mezarlığı ya da uykulu yıllardır.
Özal’ın, daha başbakanlığının ilk döneminde sarfettiği "Herkes ekonomi
konuşacak" sözlerinin bizi bu boyutlara taşıyacağını kestiremezdik. Enflasyonist
ve faizci ekonomiye dayalı düzen, insanları, pa-ralarını kullanmada da
kararsızlığa itiyor. İslâmî hizmetlere harcamak, Bosna’ya yardım etmek; dolar ya
da marka yatırım yapmaktan; repo’ya ve faize yatırmaktan daha az “akıllıca”
görünüyor. Sayın Hüseyin Hatemi’nin dediği gibi “paranın tuğra tarafını gösterip
yazı tarafını cuk oturtan” Özal’ın Türkiye insanını getirdiği nokta "homo
economicus"luktur. Müslümanımız, ateistimiz, aydınımız, herkes işin sonucunu
iktisadî ölçülerle değerlendirmeye başladı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Müslüman hayatla ve tabiatla
barışıktır, ama müslüman içinde yaşadığımız gayr-i insanî düzenle musalaha
edemez. Bazı “dinî” medya kuruluşları müslümanların bir kısmının, bu bozuk
düzene kuzu kuzu teslim olmalarını sağlıyor. Sözkonusu kuruluşlar, statükonun
istediği uyumlu, pasif ve protestan ahlâklı müslüman portresini her gün
evlerimize taşıyor. Müslümanların “gerici” damgası yememek uğruna ya da şüpheli
bir “maslahat” uğruna kendi hayat anlayışlarından böylesine tavizler
vermelerinin sonucunda gelinen nokta pragmatist ve makyavelist müslümanların
ortaya çıkmasıdır. Kendilerini kapitalizmin sınırlarında tutmaya çabalayan bu
insanların istedikleri hakikaten “şeriat” olabilir mi?

i.

Dil ile beraber zikredebileceğimiz başka bir unsur da, müziktir.
Nisan ’94’te okuduğum bir sohbette, "özgün İslâmcı müzik"in ilklerinden olan
Emirhan Ertürk, müzik kalitesi olarak çok yüzeysel olduklarını söyledikten
sonra, başlangıçta orgla sahneye çıkmaları yadırganırken, şimdi gitarın dahi
alkışlandığını ifade ediyordu. Yaptıklarının doğru olduğuna inanmadığını
söylüyordu. Şüphesiz, sadece müzik kalitesinin ne olduğu değildir sıkıntının
kaynağı. Sıkıntı, insanların ölçüsüzlüğüdür. İslâmî sezgi, terbiye ve kültüre
sahip olmayan kitleler, taklidî ve mevhum bir İslâm ile kuşandıklarından ifrat
ve tefrite düşebiliyorlar. Bu insanlara, İslâmî hayatın teferruat türünden olan
unsurlarını uzatmak; alın size TV, alın size İslâmî müzik vs. demek; insanların
putlarına yenilerini eklemek olacaktır.

Anlatmaya çalıştığımız şey; medeniyetin nimetlerinden “sahih”
bir tarzda faydalanmak olayıdır. Sinemaya, TV’ye, tiyatroya, müziğe sadece
“İslâmcı” denilmesi yetmiyor. Önemli olan, müziği icra edenlerin de, müziği
dinleyenlerin de hakikaten müslüman olmaları ve hele manen böyle bir altyapıya
sahip olmalarıdır. İsmet Özel "Bazıları vardır, rağbette olan ne varsa, ona
rağbet ederler; ama bazıları da rağbet edilecek şeyleri arar bulurlar.
Türkiye’de müslümanlığın küfre karşı siper kılınmasını sağlayanlar, bu
ikincilerdir" diyor. Amerikan uçak firmalarına 120 milyar dolar yatıran
Suud’luları Bosna’ya yardım etmemekle suçlayan bizim mahalle bakkalının onlardan
pek farkı yok aslında; birisi dolar milyarderi, diğeri dolarzededir, lakin ikisi
de aynı aylaklıktaki müslümandır.

Burada şunu da belirtmek gerekiyor: İslâm dininin hedeflediği
toplum düzeni “uygar” değil, “medeni” olan bir tondadır. Çünkü uygarlığın
getireceği şey teknolojiyi ve maddeyi mutlaklaştırmaktır. Medeniyet ise sosyal
dinamikler açısından mükemmele koşmaktır. Çünkü mutlaklaştırılmış, hazmedilmiş
bir dindarlığın karşısında madde ve teknoloji, ancak i’la-yı kelimetullah için
anlamlıdır.

j.

Bediüzzaman’ın "Siyaseti aslî maksad yapanlarda din ikinci
derecede kalır" tesbitinin bizlere müslümanın siyasete bakış açısının normlarını
uzattığını düşünüyorum. Siyasî bir oluşumun hedefleyeceği nihai sonuç kitleleri
kendine çekmek olacaktır. Bunun demokrasilerdeki adı oy çokluğudur. Eğer tekelci
bir zihniyete, meselâ sadece ben milliyetçiyim ya da sadece ben dindarım gibi
bir inhisarcı düşünceye sahip iseniz, bu meselelerin yolu benden geçer
diyorsanız, ya ilkelerinizden büyük tavizler vererek, yani kitleselleşerek
farklı olduğunuza inandığınız insanlara benzeyeceksiniz, ya da ilkelerinize sıkı
sıkıya sahip çıkıp küçülmeye başlayacaksınız. Tabiî ki, “ilkeler”den kasdımız,
toplumun ekseriyetinin mâlik olduğu değerlerdir. Yoksa şahsî bazı prensipler
değildir. Siyasetçimizin ayakları yere değmedikçe, kendilerinden başkalarının da
bulunduğunu görmedikçe ıslah olması mümkün değil. Ayrıca salahat ve maharet
ayrımının iyi yapılamaması da en büyük çıkmazlarımızdan. Bazılarımız en dindar
insanın en maharetli olabileceğini, en milliyetçi olanın en iyi belediye
başkanlığı yapabileceğini zannediyoruz. Halbuki en dinsiz adam iyi bir ekonomist
olabilir, mason bir zat ekonomiden iyi anlayabilir vs…

Siyasî parti iseniz; oy miktarınız ideolojinizin boyutlarını da
belirtir diye düşünmeniz yanlış olacaktır. Çünkü siyaset bir ideoloji işi değil,
daha çok bir hizmet ve teknoloji işidir. Ve size oy verenleri hayal kırıklığına
uğratıyorsanız; kendinizi iyi ifade edemiyor, siyasetin ne olduğunu oy verenlere
anlatamıyorsunuz demektir. Tek başına bir siyasî parti hiçbir zaman bir dini ya
da bir ideolojiyi sırtlayamaz.

Ayrıca, insanları daima siyasî atmosferin içinde tutmak; ondan
başka alterna-tifin olmadığını söylemek, tek kelimeyle insanları aldatmak
demektir. Vatandaşı, dört-beş yılda bir yapılan seçimlere her gün, her hafta,
her ay motive etmek yozlaşmayı da beraberinde getirecektir. Ayrıca, politikadaki
her çalkantıyı hayatımıza aksettirmek, en önemli vazifemizi unutmayı da
beraberinde getirecektir. Birbirini yutmakla beslenen ve menfaat üzerine dönen
halihazırdaki siyasetten insanların fazla birşey beklememesi gerekirken,
herkesin herşeyi siyasetten beklediği bir ortama ulaşılmış ise; suçu kendimizde
aramamız gerekmez mi?

Bir örnek olsun diye yazıyorum: Meselâ, devletin şeriatla
yönetilmediğinden şikayet edenler kendi hayatlarının ne kadar “şer’î” olduğuna
bakıyorlar mı? Sıcak evle-rimizde ve garantili işlerimizde “sömürü edebiyatı”
yapmak nasıl bir çelişki, değil mi? Şeriatı istemek, düşünce hayatımızdaki
lüksümüz. Böylece, damarlarımızdaki ihtilalci tarafı tatmin ediyoruz. İbadet
etmek, yalan söylememek, gıybet etmemek; bunların hayatta yerleşmesi için
çabalamak bizim için hilafetten ve iktidardan daha mı az kıymetli? Ne zaman
gıybeti tahkike, yalanı sıdka, hasedi gıptaya çevirebilmişsek; işte şeriat
evimize gelmiştir. İlk önce ülkeyi değil, ilkeyi sahiplenmek lazımdır. Eğer,
ülkede şahsiyetli bir politika yapılmadığından dem vuruyorsak, kendimizin bu
noktadaki katkı payını da düşünmeliyiz. Genel mânâda hepimize düşen önce İslâm’ı
yaşamak ve sonra da tebliğ etmektir. Ekonomi ve hukuk gibi ülkeyi kaplayan
konuları da ihtisas sahiple-rine bırakmak ve herşeyi bilemeyeceğimizi bilmek
gerekiyor. Sayın Muhsin Yazıcıoğlu’nun belirttiği gibi uzlaşma, siyasette değil,
sosyal hayatta sağlanmalı ki, yani millî bir mutabakat sağlanmalı ki herşey
yerli yerine oturabilsin. Tüm milletin mukadderatıyla ilgili meselelerin, en
hassas noktalar da dahil olmak üzere sokaklarda, kahvehanelerde konunun
mütehassısı olmayanlarca tartışılması, işi içinden çıkılmaz hale gitiriyor.

k.

Resmî yöntemcilerin, kuvvetin organizasyonundan ve
aklîleştirilmesinden ibaret olan iktidara yönelişleri, asrın dimağının “Kuvvetli
olan üstündür ve kudretli olan konuşur” prensibini benimsemiş olduklarındandır.
Yani resmî yöntemciler bu kuvvetin ıslahına çalışıyorlar. Sivil yöntemcilerin
hedefleri ise “kült”ün İslâmîleştirilmesidir. Çünkü, diyorlar, peygamber “âlet”e
(otori-teye, kuvvete) değil “kült”e (halka ve hayata) yönelmişti. Mekke devrinde
iktidarı (Mekke reisliğini) reddetmesi ve Medine’den, İslâmî kültürün
oluşmasıyla ‘âlet’in de fıtrî bir şekilde İslâmî tarza bürünmesi bu bakımdan
anlamlıdır.

Şüphesiz, müslümanların parti ile dine hizmet etmeleri
mümkündür; fakat bunun getireceği sorumluğunun da bilincinde olmak ve siyaseti
birinci maksat yapmamak kaydıyla. Ya müslüman kimliğini öne çıkararak herkesi
kucaklayacaklar, ya da partizanlık damarıyla hareket edip haklıyı değil,
bizden’i; hakkı değil menfaat’i; kardeşliği değil partidaşlığı vs. seçmek
zorunda kalacaklar. Üstelik, eylemlerinde yapacakları en ufak bir yanlış sadece
kendilerinde kalmayıp tüm müslümanlara ve İslâmiyete maledilecektir. Allah
hepimizin yardımcısı olsun.

İktidar olmak aynı zamanda muktedir olmayı da getirmiyor. Halkın
istediği ile Hakk’ın istediği örtüşmediğinde ne yapacağız? Hz. Ali gibi hakkı
sahiplenip, gerektiğinde iktidarı bırakabilecek miyiz; ya da kuvvetimiz
yettiğince, zorla hak bildiğimizi dikte mi edeceğiz? Eğer halka açılmak haktan
taviz vermeyi de getiriyorsa, hakta sebat etmeli.

Sonuç

Ülkenin kozmopolit yapısı gözönüne alındığında, aslî hizmet;
insanların kalbine gerçek kimliklerini koyabilmek, düşünmelerini
sağlayabilmektir. Böyle bir toplumsal düzlemde İslâm’ın ihyası bir zümrenin
üzerinde ve tekelinde olamaz. Temel olgularda birleştiğimiz halde,
metodlarımızda ayrışıyoruz. Hepimiz birer hazine taşıyıcıları hükmündeyiz. Bu
hazineyi beraber taşımak zorundayız. Yapmamız gereken her işimizde “haklı” olmak
değil, her işimizde “hakkı” gözetmeye çalışmaktır; çünkü, eninde sonunda hak ve
hidayet Allah’tandır. Lütfen, artık insanlara “sahih” bir imanı ve “doğru” bir
İslâm’ı öğretelim ve daha önce de kendimiz bu işi öğrenelim. Mekke ve Medine
bağlantısını iyi yorumlamak; sadece müslümanların bulunduğu bir siperin ancak
iman tarafında olabileceğini; Turner’ın bahsettiği gibi asra bir fıkh dersi
değil, bir iman talimi verilmesi gerektiğini anlamak zorundayız. Hayat ortak
yaşanıyor ve gafil müslümanlar ve kâfirler de bu müştereklikte pay sahibidirler.
Bu nedenle “iman birliği,” Medine Vesikası’ndan binler defa yüksektir. Hakiki
hizmet adamının ve idealist insanın ilk safhada muhatabı “devlet” değil; devlet
havuzunun rengini oluşturan şahıslar kitlesidir. Asr-ı Saadet’te insanlar ikna
ediliyorlardı, vesselam…

Dipnotlar

1. Nur, the Light, March’93.

2. Nur, the Light, March ’93.

3. Kastamonu Lahikası, Envar Neşr., s. 90.

4. Cuma Mektupları I, s. 22.