“Medeniyetten istifam sizi düşündürecek!”
—Said Nursi

Modernizm dediğimiz şey, en kapsamlı bir şekilde materyalizm ve
emperyalizmin birkaç asırdır hayatımızı istila eden sistemleşmiş halinden
başkası değil. Çok esnek telleri olan şeffaf bir kafestir bu. Sokaklarda nasıl
asıp kestiğinin senfonisini icra eden külhanbeylerinden çok daha kaba ve
softadır. Hiç de yabancısı olmadığımız bir kısım ayak oyunlarıyla, çağdaşlık,
bilimsellik, moda gibi herhangi bir sahih temele oturmayan sloganlarla her din
ve her kültürden insanı birkaç cihetle kendisine çeken büyülü bir dünya. Bu
onmaz kıskaçtan kurtulmanın yegane çaresi ya intihar etmek, ya hapishaneye
girmek ya da tımarhaneye sığınmaktır. Edgar Morin’in teknoloji için söylediğini
biz modernite için kullanabiliriz : Bu bir “megamort”,1 külli bir
ölüm, kitlevi bir son. Böyle bir dünyada insin, insanca yaşama hakkını
kaybetmiş. Fıtratımıza ecnebi kalan bezirganları var. Varlığını
tanımlayamadığımız zengin bir karmaşa; fizik alanımızı devşirdiği gibi metafizik
de metafiziğimizi de mahvediyor. Seyyal bir ruhu olduğundan; yerleşmek istediği
bir bedeni sinsice nasıl istila ettiğini hissetmek imkansız gibi. Milletleri,
kültürleri yani bizzat beni ademi kendi tecrübeleri için bir fırsat olarak
görüyor. Adğas-u ahlam2 gibi çok şey söyleyip hiç bir şey anlatmıyor.
Tıpkı bir çehre nümayişi. Hayat üzerine efsane dokuyan bir ihtilal-i şuur, yani
delilik. Görsel olduğundan avam için sevimli bir soytarı, ehl-i kalp için bir
maraz-ı Frenk, içimize tercümelerle taşınmış bir “salname-i tuğyanmeal”. Cebir
ve şiddetini zevklerle süsleyen böylesi bir fitnenin seyr ü sülûkundan nefsin
ustalaşarak çıkmasını beklemek normal bir durum. Eşyaya tek gözüyle bakan kısmı
bir şuur ancak tedirginlik doğurabilirdi. Modern insan bir şüpheler yığını.
Müminlerine surî bir teneffüs veren; muhaliflerini ya cehennemine atan ya da iki
arada bir derede, “el-menziletü beynel menzileteyn”3 bırakan bir
müstebit. Kendine has engizis-yonu; nefs-i natıka gibi, her köşe başında
propaganda-i siyasetini yapan dellalları var. Maddi bir iskelet üzerine
sibernetik bir doku bezediğinden bizden biriymiş gibi duruyor. Pandomimik bir
anlatı olduğu için herkesin kendisinin farkında olduğu ama kimsenin
tanımlayamadığı bir tiyatro sunuyor bizlere, “İyi olan, ancak yeni olandır” diye
iddia ettiğinden ona modernite diyoruz. Ziyaüddin Serdar’a göre4
Mister Columbo’nun Aztekler’in topraklarında yaptığı fiziksel bir soykırımdan,
asr-ı hazıranın zihinsel engizisyonuna yuvarlanan “sivilceli” bir döneme, kanser
olunan bir çağa geldik. Bu “şey” Afrikalıyı ve Asyalıyı kendi oyuncağı olarak
görüyor. Emperyalizmi, gerçekte beşeri olanın ilahi olana galebe çalma isteği ve
Oryantalizmle antropoloji’yi, modernitenin “önyargıları”nı bilimsel bir
platforma dayandırma çabaları olarak görenleri ciddiye alışamaz bundan,
fıtratımızın en hassas taraflarını; güzel ve çirkini, sıdk ve yalanı, iyiyle
kötüyü mercisiz ve mesnedsiz bıraktığından, ahlakımızı da “tüketilir” bir
pozisyona getiriyor. Batılılar moderniteyi alem-i insaniyete bir cennet vaadi
olarak sundular. Kendi kurguladıkları evrensel bir modern kültür uğruna
insanlığı kendi irfanlarını reddetmeye davet ediyorlar. Fakat, biz, Avrupalı
olmayanlar moderniteyi ne zihinsel, ne de kültürel olarak kabul edemez ve ona
gerçek bir katkıda bulunamazlar di-yoruz. Karşısında edilgen kalıp hep bir
önceki karesini izleyebildiğimiz bu sinemayı, üçyüzelli senedir anlamaya
çabalıyoruz. Avrupalının, modernizmin karakterinden kaynaklanan hastalıklarını
dehşet ve hayretle izliyor; taklitten doğan bir kişiliksizliği yaşıyoruz. Taklit
şahsiyeti reddediyor çünkü. Batının karşısında bir rehineymiş gibi davranıyoruz.
Silahını bize doğrultmuş bu psikopatik vak’a karşısında, büyüklenişine, etrafa
salyalar saçışına yaltaklanaraktan karşılık verdiğimizden kendini bizler için
bir “nimet” olarak görüyor. Kâh bir kas yığını şeklinde karşımıza çıkıyor, kah
şık kadın misali, ziynetlerini sergileyerekten. Hayatımızı bir dedikodu
panayırına çevirdiğinden düşünüyor kanılan insan yığınlarını ortaya çıkarıyor.
Pozitivizme inandığından rüyayı—yani kalbi olan her şeyi— inkâr etmek zorunda
kalıyor. Çünkü rüya kaderidir ve pozitivizme reddiye yazabilen bir şeydir.
Modern insan günü birliğin ve tekasürün arasında, tek yönlü bir anlatıma maruz
kaldığından, modernitenin tebliğ dili diyebileceğimiz BİLİM’in söylediklerine
inanıyor, sabit olmayan şeyleri sabit varsayarak bir kısım neticelere varan
bilimin günahlarının hesabını kim verecek? Kozmopolitlik ve manasızlığı beraber
kuşanan modern insan, hayvan gibi hayatını keyif ve lezzetle geçirmek için,
sefahat ve eğlencelerin ve şeyleri düşünmeyerek yaşaması gereken bir ayrıntıdır.
Bu dünyanın matbuatı, slogan pankartlığından öteye gidecek yetenekte değildir.
Yoğun fakat boş, denkli fakat kasvet dolu, bilgili lakin hikmetsizdir.

a- Alacakaranlığın dünyası…

Modernite devrimcilerin sırtında yükseldi. Kendini inanılır
kılmaya çabalayan beniademin yaramaz çocuğu, bir hülya uğruna bizleri uçurumun
kenarına getirdi. Evlerimize arka merdivenden tırmanan bu davetsiz misafirin
fikir namusumuza, genetiğimize, saadetimize tecavüz edeceğini bilemezdik!
İnsanlık, peygamberlerin kurduğu bir sarayda, vezaif-i ubudiyetini sürdü-rürken
mutluydu. Nuh Tufanı yeni bir tarih uzattı bizlere. Yeni bir fırsat yani.
Mitolojinin devr-i saadetinden sonda nesebi belli olmayan bir (me)deniyet,
şiirler söyleyerek karşımıza dikildi. Heraklit, Eflatun, Sokrates, Epikür ve
Zenon. Vecde kapılmış bir nesil, ne söyledikleri anlaşılmadan hayatımızdan
çıkıverdi. Eşyanın muamma-yı hilkatini arayan bu adamlar hiç de razı
olmayacakları bir dünyanın müsebbibi oluverdiler. Gerçi Sofistler, Eski Yunan’ın
Yedi Bilgesi5 için bu raddeye varacağını tahmin edemezlerdi. Nesnel
bilgiye, şimdi bizim tapınırcasına teslim-i silah ettiğimiz “data”lara
yabancıydılar. Tam yirmi üç asır, onların masallarıyla uykuya daldık.
Alacakaranlıkta bizi uyandıran 18. asır felsefe devrimi oldu. Buna bir devrim
değil dünyada iken ikinci bir rüyaya dalmak demek daha doğru. Bir fecr-i kâzibdi
bu. Yirminci asrın kudretli atmosferinden sonda doğacak olan bir tuğyan,
kromozomlarını onlardan aldı. Nihillerin dünyasını mahvettiği gibi dindarları da
zulümata fırlattı.

Barbarların istilalarıyla üretici bir yalnızlığa, manastıra
kapanan bir irfan asırlarca orada pinekledi. Saint Augustinus Anselm Von
Cantenburry, Aqinolu Thomas ve diğerleri soğuk iklimin insanlarına kurtuluşu,
cenneti vaadettiler; tevekkülü, diğergamlığı şefaati tilkin etmeye çabaladılar.
Yüreği tedirgin bir antropoloji asırlarıydı. Manastır öğrencilerine Latince fiil
çekimini öğretmek adamların canlarını sıkıyordu. Ne de olsa onlar semanın
çocuklarıydılar. İnanmasaydık anlama-yacaktık diyorlardı. Skolastik dünyası bir
çilehane gibi ancak birkaç cüretkârın girmeye cesaret edebildiği bir yerdi. Bu
insanlar inançla aklı evlendirebilmek için hayli uğraştılar. Thomas cüretkâr bir
yenilikçiydi; çünkü nesnelerin mahiyetini benliğini deşer-ken 700 sene sonra
kokusu çıkacak olan modern çağların enaniyetini tahrik ettiğini bilmiyordu.
Nicolaus sonsuzluğu fehme takrib için az uğraşmadı; sonunda tanrıyı aklın dışına
atmakla “bay çokbilmişler”e yani filozoflara terk etti. Sofistler şüpheci bir
dünya kurgulamışlardı; rahipler—yani skolastikler—imanı inşa ediyorlardı.
Tahkiki olmayan bir imandan şüphe ve büyük günahlar doğdu. Tanrıyı plüral bir
varlık olarak gören anlayıştan teslise geçiş. Eflatun’un kaosu düzenleyen
tanrısından bir kaos çıktı. Descartes “dü-şündüğü için varolduğu”nu çıkarsayan
bir kuşku olarak metafiziği yeniden kurgulamaya kalkışmakla moderniteye bir
sayfa hediye etti. “Pense” sahibi Pascal Öklid Geometrisi’ni soframıza koydu. O,
paradoksu savunuyordu. Bizlere “sen bön bir solucansın” diye hakaretler
savururken insanlığın zafiyetinden doğan o dayanılmaz acıyı haykırdı. Felsefeden
vazgeçmişti; çünkü bu, felsefe yapmanın tabii bir sonucuydu. Spinoza, Leibniz,
Hume: Ahırlarından kaçıp tımarhanemize ucuz yollu bir teşrif bahşeden felsefenin
problem çocukları. Leonardo, Goethe ve Newton kendi uzamlarında, imandan ateizme
geçiş devirlerinde birer kilometre taşı olarak rahip-sofist karakterini
taşıyorlardı. Ansiklopedistler çağdaş intelijansiyanın ilkleriydiler.
Voltaire—şu, Aydınlanma’nın babası olarak vasfedilen adam—arasatta kalmaktan
bıkıp şüpheye kaçtığını haykıran en güçlü sesti. “Tanrıyı daha çok sevdiği için”
Hıristiyan olmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Rousseau: “Biz bir bunalım dönemini
ve ihtilaller yüzyılına yaklaşıyoruz”6 kehanetinde bulunaraktan
hayatımıza renkli kelimeler fısıldayıp aramızdan kayıverdi. “Toplumsal Sözleşme”
yazarı sözlerinde haklı çıktığını göremedi Montesquieu, Helvetius ve d’Alembert.
Rahiplerin saltanatını deviren “uzmanlar” kadrosu. Kant, saf aklın eleştirisini
yapar ve “yakiyn”e ulaşılamamasının sebebini bizzat aklın yetersizliğindendir
sonucuna ulaşır. Nietszche, Schelling, Schopenhauer, Kierkegaard, Feuerbach,
Hegel, Fichte. Daha çok ateizme nağmeler yakan bu neslin tavassutuyla modernite
bir heyula gibi Avrupalının damarlarında dolaşmaya başladı. İlmünnefs Freud’la
ahlaki bir evrime maruz kaldı, “psikoloji” ye dönüştü. Psikanaliz, güzel bir
bahçedeyken çöplüğü işaretleyen parmağı ile önce Avrupalı’nın sonra Asyalı’nın
gözlerini körleştirdi. Heidegger, Witgenstein, Russel, Engels ve Marx…
Felsefenin silüetler dünyasından çıkıp düşünceyi pratiğe dökmeye cür’et edebilen
bir nesil. Heraklit: “Yoldan yukarıya çıkış, iniş gibi aynı şeydir” derken
düşüncenin devinimini ne de güzel anlatıyordu. Batı’nın tarihi şüpheden imana ve
imandan tekrar şüpheye kaçışın hikayesidir. Nuh Nebi’den beridir her Resulün
ümmetini kendisine karşı şiddetle uyardığı bir şahs-ı manevi7
Olimpus’un rahminde, büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik bir
ayrıştırma olacak ama, modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm ve
Emperyalizm suretinde; büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik
bir ayrıştırma olacak ama, Modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm
ve Emperyalizm suretinde; Hıristiyanlık ve İslamlık’ın ikilemine de Deccaliyet
ve Süfyaniyet olarak giriverdi. Tarih her şeyi ezip geçen bir değirmendi. İman
üzerine temellenmiş imparatorluklardan Baud-rillard’ın “çöp sepeti uygarlığı”na
gelişimiz modernitenin tekemmülatının hikayesidir. Kanaatkâr bir insanlığın
üretici konuma geldiği sanayi devrimin-de, bütün tarihçe-i hayatımızda
üretilenlerden daha fazlasını ortaya koymuştuk. Kısa bir çalışkanlık devrinden
sonra, Vandalizm tamtamları iki dünya savaşında tüm kazancımızın harap olduğunu
ilan ettiler. Birbirini doğu-ragelen, ve her defasında daha beter versiyonunu
öne çıkaran küfür dünyasına karşı kim “dur” diyecek; ehl-i imanı bir kez daha
Kızıldeniz’ den kim geçirecek?

Modernite analitik bir aklın ve geometrik bir zihniyetin
ürünüydü. Psikiyatrlar Avrupalının megalomanisini sömürgelere aktardılar. Mağrur
bir şüphenin karşısında zevke ve hatıratına dalan mütevekkil bir iman, aşağılık
duygusuna kapılmaktan kurtulamadı. Sadece “Bedeviyet-haderiyet-medeni-yet”
üçlemesinden haberdar olan bir insanlık için modernizm tanımı kurgulanamayan bir
sayı sistemine giriş demekti. Hindistan, Yunanistan, İs-kenderiyye, Milel-i
İslamiyye arasında tanıdık bir misafir edasıyla cevelan eden medeniyyet;
haysiyetine tecavüz eden bir zorbanın elinde tüm zerafetini kaybediverdi. Bunun
bir taaşşuk değil bir pornografi olduğunu çok geç anladık. Danilevski’nin8
söylediklerini nazara alacak olursak eğer; bir medeniyetin istihale ile yek
diğerine dönüşemeyeceğini kabul etmemiz lazım geliyor. Zaten, bir irfanın
başkasına olan özentisine dekoratif kısımlarında hayat bulabilir. Ancak maddi
kısımlarında yapılan ameliyye başarılı olabilir.

Entelektüeller filozoflardan sonra “prematüre” bir zihniyet
olarak ortaya çıktılar. Dünyevi bir ahlakın peşine düşmüşlerdi. Küre-i arzı
küçük bir köy şekline getirenler teknotratlar ve laborantlar ise, bunu
kurgulayanlar da işte bu aydınlardı. Entelektüellere “münev-ver” diyebilir
miyiz? Bence hayır. Çünkü münevver imanını ve fıtratını dinleyen bir tecessüs
demektir. Şimdi aydınlarla birlikte popüler olan bir sınıf var: Bilim Adamları.
Onların prodüksiyonları medyatik bir hale bürünüyor, dekoratif ve sanal bir
dünya evlerimize taşınıyor. Bilimsel buluşlar modernitenin ergenlik çağından
olgunluk devresine geçişinde en önemli rolü oynadılar.

Zamanın Sultan-ı zîşanı Osmanlı Devleti masal kahramanlarının
dünya-sında, maddi ve manevi ikbalin parıltısında yaşıyordu. Bir grip salgını
besatetinde başlayan hastalıklar zinciri, levend-i bimisalin ilk önce gözlerini
zayıflatmaya başladı. İhtiyar ve şefkatli dev en büyük darbeyi evlatlıklarından
yedi. Devşirmeler, devşirme bir zihniyeti sarayın sütunlarına nakşettiler. Ne
Kitab-ı Mukaddes’ten ne de Ahd-i Atik’ten gelmişe benzemiyordu bunlar. Öyle
olsaydı ulema-yı güzinimiz bir cevab-ı münasibini verirlerdi. Sonrası çorap
söküğü gibi geldi. Maalesef Osmanoğulları da İbn-i Haldun’u haksız
çıkartamadılar: Devlet-i ebed müddet yoktur!

Bir salgındı bu. İhtilal-i Kebir’in yamakları Fransa’dan
Avrupa’ya yaydılar bu yeni gerilimi. Rusya’da Dekabristler9,
Osmanlı’da III. Selim ile parlayan bir nesil, sonra Tanzimatçılar damarlarımıza
zerkettiler. Bizde mo-dernistler sarığını çıkarmayan bir Ali Suavi şeklinde
türedi. Osmanlı toplumu reflekslerini—yani tahkiki imanını—kaybettiğinde
sarıklarını atan ve şapkalarını çıkartan bir nesil zuhur etti. Meclis-i evvelde
kafa koparmaktan bahseden Yunus Nadi dişlerini çıkartan bir modernistti. Hüseyin
Avni ise fikirlerde gerçekleştirilecek bir inkılabı serdediyordu. Devlet
teb’asından itaatle beraber kendisine iman da etmesini isteyince cıngar
kopuverdi. Batı meftunu bu rical-i devletimiz karşılarında bir havari buldular;
Said-i Nursi ma’şeri vicdanımızın sesiydi. Üzerine kir boca edilmiş bir fıtrat-ı
selimenin kelime-leriyle bizdeki modernitenin en azından teorik öngörülerini
kırmayı başarabildi. Batılılaşmak bizdeki modernizmin ilk safhasıydı;
çağdaşlaşmak cumhuriyet devirlerindeki sloganı oldu.

b-Feraceli kadının dünyası

İnsanların birtek oldukları halde, sonradan anlaşmazlığa
düştükleri zamandan; Nuh Nebi’nin saltanat-ı maneviyesini yaşadığımız günlerden
beridir kurumlaşmış bir şirk endüstrisi ve genelde vahşet sahralarında ve tozlu
kitap raflarında gezinmiş ateizm hep varolageldiler. Hz. İdris ışıktan bir cisim
olarak insanlığa hikmeti anlattı. Kendisine hikmet öğretilenle10 Musa
ve Süleyman aleyhimüsselam. Nuh nebi ile Muhammed-i Arabi arasında ayet-hadis ve
hurafe karışımı bir kitaptan başka aydınlığına sığınacağımız bir kandilimiz
yoktu. Ne gururlarından ve zengin kabirlerinden maada bir şey kalmayan
Mısırlıların Osiris’i, ne Gılgamış destanı yetmiyordu artık. Upanişatlar,
Vedalar, Bhagavad Gita, İbranilerin Hezekiel’i ve Afrika’da Nok medeniyeti.
İsa’dan dört asır önce açan çiçekler, kısa bir nefis muhasebesinden öteye
gidemediler. Feyzini hala saçabilen Konfüçyüsle Buda tahtlarını peygamber soluğu
taşıyan kelimelerine borçlular.

Mazopotamyanın verimli topraklarından Endülüs üniversitelerine
kadar olan coğrafyada, şen ve şakrak bir je-nerasyon “Allah iki doğunun ve iki
batının sahibidir”i okuyarak, yitik malları hikmeti arıyorlardı. İlmi bir
fetişizmleri yoktu yani. Kader ve hürriyet milel-i saire ile (Hıristiyanlar ve
Yahudilerle) girişilen ilk “felsefi” konular oldular. Yazıyla değil hitap ile
anlaşılan bir dönemdi. Nevzuhur bir din, henüz dindarlıklarını kaybetmemiş Hint,
İran ve Babil ile saygıya dayanan bir mülakiyet kurabilirdi. Yunan felsefesinin
ve Kilise dogmatizminin bu yeni dine “feodalitelerini ve hakimiyetlerini
bozabilecek bir bilge” olarak bakmaya başladıklarından beridir dünyamız bir
çalkantıdan diğerine sürükleniyor. Bakir bir coğrafyadan çıkan çöl bedevilerinin
tanrıların oğullarına filozofi öğretmeye kalkışmaları da neyin nesiydi! Eğer
Kur’an, yazılı bir metin haline getirilmeseydi onu da seleflerinin yanına
yollayabileceklerdi. Fakat kitabî olmak o zamanların olmadığından bilmecbu-riyye
marazi bir kıskançlığa duçar olmuşlardı.

İslam Tarihi’ni bir Arap Tarihi olarak gören oryantalistlere
göre ge-rileme miladi 660’da Hz. Ali’nin şehadeti ile başlayıp Moğolların
Bağdat’ı yağmalamalarına dek sürer. Ondan sorası hüzün ve çöküş yıllarıdır.
Halbuki Emevilerle hanedanlık gele-neğini dönüşen siyasi tarihimiz Arapların
aksiyon hayatından çekilişlerinden sonra da Safeviler ve Osman-lılar gibi büyük
devletleri çıkarabilmiştir. Muhammed Gori’nin Delhi’yi ele geçirmesiyle
Bağdat’ın yağmalanması aynı zamanlara denk düşer. Müslümanlar İstanbul’u 1453’te
fethe-derken Gırnata’yı 40 yıl sonra kaybettiler. Şaşaayla beraber hezimet. Bir
tavr-ı dua içinde yaşayan Ebubekir ile muzaffer kumandanını adi bir nefer
konumuna getirebilen Ömer’den (r.a.) sonda cesedi üç gün boyunca gömülmeden
ortada kalan şefkat abidesi Osman (r.a.) ilk yirmi beş yılda gelinen noktayı
gözlerimize sokuyor. Hariciler tarafından Hakem Olayı’ndan sonda tekfir edilen
Hz. Ali’yi izleyen ısırıcı bir saltanat. Emevi halifelerinin mezarlarını yerle
bir eden Abbasi zihniyeti Binbir Gece Masalları’nın hükümdarı Harun Reşid’i
çıkartabilmişti. Sondaları İslam medeniyetini Avrupalılara takdim eden Endülüs
Emevileri ileride İngiliz üniversitelerince üstad-ı manevi olarak saygı
göreceklerine inanamazlardı. Taberi, İmam Hanbel, el-Biruni, Farabi, İmam Malik,
el-Mesudi, Ebu Bekr-i Razi, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Hazm, Şiilerin
milliyetçiliğini edebi bir temele oturtan Firdevsi, İbn-i Teymiyye… Günümüze dek
sürecek olan tartışmaların odağında hep bu yıldız insanlar yer aldılar. Walter
Scott’a ilham kaynağı olacak olan Selahaddin Haçlı zihniyetinin tarihsel
deviniminde Avru-palılar için acı bir hatıra, Müslümanlar için de bir
ufuk-şahsiyet olarak beliri-yordu. Sekizyüzlü yılların tarihçemize hediye ettiği
bir başka husus da mehdilik hareketleriydi. Bunlar mehdiyi doğuramadılar belki,
ama asırlar boyu sürecek bir olgunlaşmanın spermlerini içtimai hayatımıza
karıştırdılar.11

Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafetleri konusundaki tartışmalar
“imamet” sorununu önümüze koymuştu. Biat mı olmalıydı, vasiyetle mi hareket
edecektik? Politikanın çirkin yüzü kendisine nazar edenleri çarpılmışa döndüren
bir “mah-i şer” şeklinde önce Hariciler’i sonra Mürcie’yi ve Şiiler’i
büyüleyecekti. Siyaset kokan bir atmosfere ilmi bir nesim-i bahar üfleyen
Mutezile, kargaşadan entellektüalizme, bir nevi epistemolojiye geçişi
sağladılar.12 Bir ganimet taksimi esnasında peygamberine “Adaletli
davran ya Muhammed!” diye çıkışan bedevi zihniyetin dünya-mızda böylesi bir
hercümerce sebep olacağı kestirilemezdi.

İki büyük mezhep iki büyük imparatorluk kurabilecek reflekslere
sahip olduklarından günümüze kadar varlıklarını hissettiren bir şekilde
gelebildiler. Şah İsmail Şiiliği Safevi Devleti’nin merkezine yerleştirdi.
Osmanlılar Sünni geleneğin takipçileri oldular. 18. yüzyıla geldiğimizde Şii
ulema şahların tahtlarını sarsmaya başladı. Kendilerini Pers’lerle tanımlayan
yöneticilerle, küresel bir İslami anlayışa göz kırpan ulema arasında oluşan
gerilim üç yüz sene sonra İran Devrimi’ni doğuracak boyutlara ulaşacaktı.
Sarayın mahzenlerinde şarap fıçılarını itlaf ettiren Muhammed Meclisi, bunun ilk
muharriki olmuştu. İmam Humeyni bu sürece son noktayı koyuverdi. Moğol
gelenekleri ve Hindu atmosferi içinde hayat süren Şah Veliyyullah Dihlevi, belki
de Hindistan Yarımadasındaki gelişmelerin odak noktası oldu denebilir.
Hüccetullah-il Baliğa’yı Farsça değil Arapça kaleme almakla Müslüman halkın
tahsinini, ulemanın tenkidini kazandı. Oralar hakkında bildiklerimiz çoğunlukla
O’nun, Muhammed İkbal’in Cemil Meriç’in bizlere sunduklarıyla sınırlıdır dersek
yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde. Mevlana Halid’i Bağdadi’nin manevi
saltanatı da masallar ülkesinin hamuruna katılmış bir gül-ü reyhan oldu.

İmam Malik Muvatta’sında Hadis Usûlünü, Ebu Hanife Rey’i (Kıyas
ve İçtihadı), Kur’an’ın yaratılmadığını savunduğundan zindanlara atılan Ahmed
Bin Hanbel’le İmam Şafii ve El-İsfehani Haber’i (hadis rivayeti ilmi)
metodolojik bir tabana oturttular. Kelam’la uğraşmayı “haram” sayabilen bu
güzide insanlar Haris El-Muhasibi, Fahreddin Er-Razi, Sadettin-i Taftazani ve
İmam-ı Gazali gibi “tevhid’i delil ile anlatan” haleflerinin çıkabileceğini,
herhalde, hesap etmemişlerdi. Buhari, Müslim ve Kütüb-ü Sitte’nin diğer beş
meşhur hadis toplayıcısı Sünnet-i risaletpenahiyi zamanımıza kıyasla iletişimsiz
denilebilecek bir zamanda büyük bir titizlikle bize aktardılar. Bu zatlar, bir
ilmin haysiyyeti demek olan metodolojiyi Avrupalılardan 700 yıl önce ortaya
koyabilmişlerdi.

Mutezile’nin aklı vahye önceleyişi “tavakkuf ahlakı”na13
sahip Sünni ulemaca hayli eliştirildi. Şiat-ül Velayet’ten Şiat-ül Hilafet’e14
açılan Şii mezhebi… Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın avantajı, hemen bütün
mezheplerden sonra şekillenmesi; dolayısıyla en geniş bir perspektifle
problemlere cevaplar sunabilmesiydi.

Siyasal yapısı tam oturmamış Emeviler’den sonra, Abbasiler
zama-nında bir devlet olmanın keyfini çıkartıyorduk. Halife Me’mun zamanında
Beyt ül Hikme’nin kuruluşu ilimde bir demokrasi ortamının doğuşunu getirdi.
“Kur’an’ı beşer kelamı olarak düşünerek”ten hakikatin bilgisine varmayı
hedeflediğimiz şu zamanlarda, sonraları çok kereler ısırılacağımız bir deliği
açtığımızın farkında değildik. Mütercimler kadrosu şüpheyi imana
karıştırdıklarını anlayamadan sinemamızdan akıp gittiler. Aristo’yu evimize
taşıyan iki Meşşai, Farabi ve İbn-i Sina, peygamberliğin hakikatini yaralayan
sözler sarfettiler. İnsan, hakikatin bilgisini ve tevhid-i hakikiyi peygamberler
olmadan da bulabilir di-yorlardı. El-Kindi, Yakup el-Miske-veyh, Behram
Es-Sicistani ve diğerleri, muhayyilemize bir nebi evsafı giydir-meye çalıştılar.

Ebu Hamid El Gazali’ye bakarsak çoğumuz jimnastik olsun diye
namaz kılmaya; perhiz niyetiyle oruç tutmaya başlamıştık. Çünkü felsefenin
söylediklerine kapılmıştık. İllet-i hakikiyi Allah’ın dilemesinde değil
sebeplerde arıyorduk. O’nu “Hüccet-ül İslam” yapan Yunan filozoflarını
eleştirilmez bir konuma getiren Meşşailer’e “anladıkları dil ile” cevap
vermesiydi. “el Makasıd ül Felasife”, filozofların büyülü dünyasını sıbyan
mekteplerine indirgeyen bir ustalık olarak düşünce dünyamıza katıldı. Bir nevi
haddini bildiriş manifestosuydu bu. Felsefe ile değil, felsefe yapanlarla
girişilen bir mücadeleydi.

Gazali ve İbn-i Rüşd’ün zaman-ı sadaretlerinde artık semamızda
parıldayan yıldızlar çoğalmıştı. Felsefe ve Tasavvuf ile fıkhı, kelamı ve ilm-i
hal’i çevreleyen Şeriat İlimleri. Hayy Bin Yakzan’la gözlemcilik ve deneyciliği
hayatımıza kazandıran İbn-i Tufeyl, Sosyolojiye bir ilmi şahsiyet bahseden İbn-i
Haldun, bizi bir süpermen olmaktan kurtarıp bir insan-ı kamil olmaya çağıran
İbn-Arabi, üç bilinmeyenli denk- lemi Descartes’tan beş küsür asır evvel
çözebilmiş şair Ömer Hayyam. İlk insan bilimci el-Birûni. Kelimelerimizi
kifayetsiz bırakan tasavvuf dünyası, delil’e değil müşahede’ye dayanan yapısıyla
hem tecdidin hem çöküşün yuvaları oldular. Her asırda yeni bir fitne, her asırda
yeni bir tecdid hareketi bir döngü olarak hayatiyetini sürdürdü. Bu devr-i daim
beniademin medeniyet destanını taçlandıran bir parça olarak, kozmosun kaosa
döneceği zamana, kıyamete kadar devam edecektir.

c- Yahudiliğin dünyası…

Yehova’nın oğulları hayat-ı ilmiyye-yi insaniyeye Tevrat’ın
Yunancaya çevrimiyle girebildiler. Filon Museviliği felsefeye karşı savunan bir
Yahudi olmakla sahramıza duhûl etti. Ammo-nius Saccas “Eflatun Yunanca konuşan
bir Musa’dır” söylemekle, Yahudilerin o bilinen her şeyi kendilerine mal etme
histerilerine tercüman oldu. Sonra asırlar sürecek bir inzivaya kapanış;
cebirsel dünyaya sırtını dönen ve simya gibi büyüsel bir derinliğe dalan
beniisrail, ancak İslamın şarkılarıyla uyanabilirdi. İbn-i Yusuf el-Feyyumi,
İbn-i Meymun, Jehuda Hal-Levi, İbn-i Cabriol. En azından bir skolastizm kadar
bile olamadan, bir ekol kuramadan sahneden tekrar çekilen insanlar.15
Yahudiler, 18. Asır Felsefe Devrimi’yle tekrar ortaya çıktılar. Materyalizm,
komünizm, pozitivizm gibi hayatımızı derinden sarsan akımların mümessilleri
oldular. Montes-quieu, Voltaire, Diderot, D’Alembert, Turgot, Mirabeau, Spinoza,
Rousseau, Condorcet, Darwin, Engels, Durkheim, ve Marks… Kargaşayı fitneye
döndüren şu adamlar, ahirzamanda deccalin mühim bir kuvvetinin Yahudiler
olacağını ihbar eden ehadis-i nebeviyyenin mucizekârlığını ispat ettiler.

d- Feracesini çıkartan kadının dünyası…

Ahmed Yesevi’nin müridleri, O’nun Anadolu’ya doğru fırlattığı
meşalesini bir ocağa kalbetmek niyetiyle misyo-nerlik faaliyetlerine giriştiler.
Horasan Erenleri, ileride bir sefine-i Nuh aleyhisselam vaziyetini alacak olan
topraklara iman tohumlarını serpiştirmeye başladılar. Mevlana Celaleddin
Urume-li’nin çocuklarına, 900’lü yılların Ebu’l Hasan el-Maverdi’sini andıran
kelime-ler sarfediyordu. Asırlar boyu çiçeklerini öküzlerden sakınan bir
mekteb-i irfan, terbiye-yi nefsi anlattılar. Ehl-i tasavvufun Anka-misal
hayatları, bizleri cezbeye getirip etrafında Mevleviler gibi döndürebilmişti.
Osmanlı bir rüya toplamaya. Osman-ı Zişan bir şeyhe bağlıydı. Sultan Muhammed
Han Kostantiniyye’yi fethederken rüyalarını Akşemseddin yorumluyordu. Biz rüyaya
inanmayan riyazi de olamayan bir kırılma nesli’nin torunlarıyız. Batılılaşmak
uğruna getirilen kanunlar, her şeyi mevzuattan bekleyen lümpen ülkesini ve kendi
insanını Piar-Gallup istatistiklerinin kaypak verileriyle tanımaya kalkan
yarı-aydınları doğuracaktı.

Ukaz Panayırı’nda kırmızı devesinin üstünde insanlığa beşaretler
dağıtan Kus Bin Saide’den önce Fransız sonra İngiliz hayranı olan Mustafa Reşit
Paşa’nın zamanı sadaretine geldiği-mizde Avrupa modernizmin ergenlik dönemine
girmişti, üniversiteye giden ağabeyleriyle sokak aralarında kumar oynayan
sabiler gibiydik. Neler kaybettiğimize aldırmadan bir “adam sayılma” havasına
kapılmıştık. Ortaya imanımızı koymuştuk. Almak istediğimizin cazibedar bir fitne
olduğunu henüz bilmi-yorduk. Bizim için kazanmak da kaybetmek de hüsrandı. Biz
hem kazandık hem kaybettik Bekaretini kaybeden bir irfan için iki yol vardır:
Cinnet yada intihar. Biz her ikisin de yapabildik; alacakaranlığa, yani Batı’ya
aşık olduk. Coğrafi bir yöneliş değildi bu. Erkan-ı devletpenahimiz erkeğinin
istediği bir evi düzenlemeye başladı. Maaşlı vak’anüvisler yeni bir tarih
yazdılar; eğitimciler evrimci-tabiatperest ladini bir sistemi inşa ettiler. Önce
eskiye olan nesebi tarafımızı dinledik: “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Din-i
İslamdır”. Sonra neye uğratıldığımızı fark edemeden birer birer tatbik
ediliveren devrimler. Siyaseten karşı çıkılmaz bir seyl-i huruşandı
kapıldığımız. Laiklik’e yuvarlanmakla sınır değerlere varmıştık. Kisve
inkılabıyla feracesini çıkartan bir kadının yılışıklığını takınıp bütün
mukaddeslerimizi birer safray-mışlar gibi atmaya başladık. Harf devrimi bin
senelik bir allame-i bimisali cahil bırakıverdi. Bütün kütüphanele-rimizi
yeniden kuracaktık. Sonradan siyasal bir pragmatizme dönüştürülen Kemalizm bunu
hızlandırdı. Tek başına kağıt oynamaktan sıkılan politika dünyamızı; çok
oturumlu (partili) bir konkene dönüştürmek istediğinde olan oldu. Bir sene
içinde üç yüz senede yapılamayacakları başaran birinci safha-i cumhuriye
yükselme trendini düşürdü. Efendisine bekaretini veren devlet, kandisini
beğendirmek için bir dizi reforma girişti. Bedenimize uymayan bir tezyindi bu.
“Çelik bir korseyle incelmeye çalışan bir toplum” oluvermiştik.16 Her
milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise isterdi, bilemedik.

Teb’a-yı Şahaneyi lağım farelerine çeviren bir atalet, ademî
olan ne varsa üzerimize boşaltmıştı. İyi-kötü, çirkin ya da güzel demeden,
Batının ideologya enkazından hırsızladıklarımızı yatak odalarımıza girebilecek
kadar imtiyaz tanımıştık. Bilmiyorduk bunlar ne işe yarıyorlardı. Avrupa
Hıristiyanlıkla beraber Feodalite’yi, Burjuvazi’yi ve Sosyalizm’i tecrübe
etmişti. Bunlar minarelerin dünyasına yabancı olan şeylerdi. Teknolojide 150 yıl
gerideysek; ecnebi siyasasına beş yüzyıllık bir mesafeden bakıyorduk. Parlamento
ithal etmekle Avrupalılaşabileceğimizi çıkarsıyorduk. Ne Leviathan yazarı
Hobbes’u, ne Locke’ı, ne Machiavelli’-yi ne de Anjulu Jehan Bodin’i
tanımı-yorduk halbuki. Devletin Altı Kitabı’nı da, Sivil Hükümet üzerine
Deneme’yi de okumamıştık. Sormuyorduk, bu sultan-ı nazenin ne yer ne içerdi.
Cumhuriyet eğer “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet”ten ibarettiyse;17
Osmanlı, kendi içinde adı konulmamış bir Cumhuriyet yaşıyordu diyebilirdik.
Dolayısıyla, yaşanan bir olayı ilan edişimizin bu yönden bir anlamı kalmıyordu.
Meşrutiyetin mehasinini sahiplenmeyip, seyyiatını nazar-ı itibara alan ehl-i
din, yarım asır sonra İkinci Abdülhamit’in zayıf istibdadını arar bir duruma
geleceklerdi.

“Fransa’nın vesait-i umran ve maa-rifine dahi layıkıyla kesb-i
ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri” için Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yi
Paris Elçiliğine tayin eden Damat İbrahim Paşa; İkinci Meşrutiyet zamanında pek
yoğun bir şekilde yaşanacak olan Batılılaşma sürecini başlatmış oldu. Askeri
usûllerin ve sefaret kaidelerinin Avrupadan alınması fikri bunun ilk
basamağıydı. İshak Bey Fransızlarla askeri notadan fikir teatisinde bulundu.
Ebubekir Ratib Efendi aşağılık komp-leksimizi haykıran ilk ses olarak tarihe
geçti. Mustafa Sami Avrupa Risalesi’n-de bunu ispata girişti. “Terakkiyat-ı
Cedide” kirpiğini kırpan bir nadire-i endame olarak sahra-i medeniyyemizde
dolaşmaya başladığında en efsunkâr kelimemiz “alafranga”ydı. “Takıldı kaldı
aklım nokta-i tevhide”18 diye meczub Mevleviler misali nokta-i
Avrupaiyeyi tavaf eden adamlar, Türk neslinin ıslahı için damızlık erkek ithal
etmenin gerektiğini savunuyorlardı. Artık ya Hafiz Levhaları’nın altına si-gorta
şirketlerinin reklamlarını yaza-biliyorduk. Kılıçzade Hakkı Bey, sonradan
Cumhuriyet neslinin marşlar söyleyerek hayata geçireceği fes ve kalpağın
kaldırılıp yerine yeni bir milli başlığın getirilmesi, tekke ve zaviye-lerin
ilga edilmesi, yeni bir ahlak telakkisinin yerleştirilmesi, mezheblerin
birleştirilmesi, dilde bir reformun yapılması ve kanunlarda rekonstrüksiyona
girişilmesi gibi fikirleri ileri sürebilmişti. Celal Nuri, Batı’nın hiçbir zaman
bizlere dost olmayacağını vurguladığı halde, Batı’ya rağmen Batılılaş-mak
gerektiğinden dem vuruyordu. Taşköprüzâde’nin Miftahüssaade’sinde belirttiği
felsefî ilimlerin din bakımından da gerekli olduğu sözlerine çok sesli muhalefet
edilen zamanlardan Erkan-ı Osmaniyyenin Fransızlardan adab-ı muaşeret dersleri
aldığı yıllara gelmiştik.19

Sadık Rıfat Paşa’nın “Mizac-ı asr ve efkâr-ı zamane cuş u huruşa
gelmiş bir nehr” olarak tanımladığı yeni hal kendisine karşı duranları da
yutuyordu.20 Karakterimizi şekillendiren Din-i Hak, artık Devlet-i
Aliyye’yi ayakta tutmak için bir bahane olarak algılanmaya başlanmıştı.21
Müsavaat tartışmaları, henüz bize yabancı olan ve ileride devletin selameti için
gözden çıkartılabilecek, pekala hakları yenebilecek ayrıntılar olmamızı
sağlayacak olan vatandaşlık kavramını ortaya çıkaracaktı. Kah ahlaki kah siyasi
amaçlar için ayetlerin manalarının deyim yerindeyse “genişletilmeye” çalışılan
bir dönemde 31 Mart gibi bir hadisenin vukuu normal bir sonuçtu. “Şeriat
isteriz” demenin—İsmail Kara’nın deyişiyle—“yapılanları istemeyiz” anlamına
geldiğini kavrayamamıştık. Ulema sınıfının kaybettiği nüfuzunu tekrar kazanmak
uğruna siyasallaşması İslamcılık hareketlerini başlattı. Laisizmin ve
sekülerizmin siyasi hayatımıza intikali şeyhulislamın da meclise gelip izahat
vermesi, Batıdan alınan kanunların şer’i şerife uygun olup olmadığını izah
etmesi isteği ile başlamıştı dersek yanlış olur bu, bilmiyoruz. Hakimiyet-i
millet’in ayak sesleri Devlet-i Osmani-ye’nin çöküşünü ilan eden seslere
karışıyordu. Ne yapacağımızı bilemeden, bir oraya bir buraya koşuyorduk. Bir
fırtınanın geliyor olduğunu hissetmeyen yoktu. 1699 Karlofça Antlaşma-sı’nda
tanıştığımız Diplomasi’ye “Allah’ın düşmanlarını dost edinmeyin!” emrine
istinaden cevaz vermeyen Şahinzâde Efendi’den sonda ecnebilerin karşısında
tamamen edilgen kalınan bir zamanı görmek hüznümüzü muzaaf bir hale getiriyordu?

1839 Tanzimat Fermanı Batılıyı Fransız penceresinden bizlere
tanıtan bir nesil türetti. Nizam ve Terakki felsefelerinin en çetin tartışmaları
bu dönemde gerçekleşmişti. Şinasi, Ahmed Münif ve Ali Suavi tercümelere önem
verdiler. Lamarck’ın transformizminden biyolojik materyalizme uzanan bir
yelpazede pusulası kırılmış bir nesil Sedd-i zülkarneyni şarkılar söyleyerek
yıkıverdiler. “Filozof” lakaplı Rıza Tevfik, Ahmed Rıza, Abdullah Cevdet, Beşir
Fuad, Celal Nuri, Baha Tevfik… Kur’an-ı Kerim’i Fransızca tercümesinden
okuyabilecek kadar kendi irfanına yabancı kalmış insanlar, Peygamber-lerinin
hayatını da marazi bir psikolojiye indirgemekle halk içinde “dinsiz” olarak
anılmaya başlıyorlar. Ernast Renan, John Stuart Mill, Herbert Spencer,
Nietszche, Comte ve Büchner… Maddiyyun Mezhebi’nin rahipleri, bir neslin
kendilerine olan meftuniyetini bilemezlerdi. Ne idüklerini anlayamadığımız
Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un belki de tek müspet tarafları İttihad-ı
İslamı savunmalarıydı. İsmail Fenni’nin şakirdi kalmamış İbn-i Arabi’nin
felsefesiyle, İsmail Hakkı’nın da İslam Felsefe tarihiyle uğraşması ne gibi bir
müsbet etki ortaya çıkardı, bilmiyoruz. Mehmed Akif, Muhammed Hamdi Yazır,
Süley-man Hilmi Tunahan ve Bediüzzaman Said Nursi; Devlet-i Aliyye’nin
seke-ratını Çamlıca Tepesi’nden hüzünle seyreden bir nesil, Cumhuriyet devrinde
de iğdiş edilmiş insanımızın sarıldığı yıldızlar oldular.

Encümen-i Daniş, Meclis-i Kebir-i Maarif, Dar-ül Hikmeti’l
İslamiyye, Cemiyyet-i İlmiyyeyi Osmaniyye… İrfanımızı deney faresine çeviren bu
meclislerde gelenekle nevzuhur arasında gidip gelen ulema-i şerifimiz bir pers-
pektif kuramadan dünyamızdan kayıp gittiler. Birinci Cihan Harbi maddi-yatımızı
da, hafızamızı da durgunlaştırdı. Tesbih taneleri misali dağılan ümmet-i
Muhammediyye, her biri birer diktatörlük ya da sömürge olan küçük küçük
devletlere ayrıldılar. Mızıka-yı Hümayun’dan Devlet Senfoni Orkest-rası’na
yuvarlanılan bir dönemde Donizetti Paşa’nın torunları hazinele-rimizi gübre ile
değiştiler.

Konuşmayacak ve yazamayacaktık. Asker millettik ne de olsa!
İstibdat soluyan bir nesil köstebeklerini de büyütüverdi. Görmedim, duymadım ve
bilmiyorum demeliydik. Kalbi ihtimamla yok eden bir riyakârlık her hücremize
sirayet etti. “İstibdat mani-i herkemaldi” çünkü alnımızda “ Haza Kafirun”22
yazılı olarak dolaşmaya, şapka takmaya mecbur edildik. Zaten hendesesi yıkılmış
endamımız üstünde sarığımızın da bir anlamı kalmamıştı.

Veli bir padişahın “seyl-i huruşan”a kapılıp hayatımızda
ikircikli bir devri başlatması o zaman maalmemnuniye kabul görmüştü. Cübbemizi
çıkartıp redingotumuzu giymekle Batılı olabilemeyeceğimizi düşünmüyorduk.
İdeolojilere, yani dünya görüşlerine alışık olmayan bir milletin istihalesi
ortaya bir “ucube” çıkardı. Bir müessese ithalinin, teknoloji transferinden çok
daha ciddi sonuçlar doğuracağını kestiremedik. Her ithal ettiğimiz şey
beraberinde bir yığın buhranı da getiriyordu. Alfabe değiştirmekle analfabet
duruma düştüğümüzü söylemeye kimsenin gücü yetmedi. “Ahlak”ı basit bir zabıta
olayı olarak gören anlayış, girişinde umumhane çıkışında birahane olan şehirleri
intac edecekti. Gökalp “Müslüman-Türk-Garplı” olmalıyız diyordu. Peyami Safa
Batının spiritüa-lizmine, Mümtaz Turhan Avrupa’nın ilmine vurulmuşlardı.
Nurullah Ataç “Haza Müstağrib”di;23 kıvırmadan Batıyı kucaklamak
lazımdır diyordu. İrticadan korkan fakat ona bir tanım bahşetmekten de uzak
duran devlet erkanımız, kendi insanını görmezden geliyordu. Evlenmemiz başka,
miras davalarımız başka, cezalandırışımız daha başka kanunlara göre
düzenlenecekti. Rejim meselesinden iktisat meselesine geçtiğimizde Batı biraz
daha uzaklaşıverdi bizden. Amerika uzaklardan nağmeler dağıtıyordu etrafa. Onun
Avrupadan bir farkı vardı; biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Sabah vakti
kapımızı çalıp mahmur gözlerimize gülümseyerekten hiç işimize yaramayacak
şeyleri satmaya çabalayan pazarlamacı zihniyetin “Büyük Şeytan” olacağını kim
düşünebilirdi?

Ne Sultan Mahmud-u Sani’nin kurumsal reformlarına, ne de
Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Jön Türkler’in siyasal bir yapı değişikliği
önerilerine benzemeyen bir tarzda; toptan bir reenkarnasyona tabi tutulan
bi-rinci kuşak, modernitenin ne vahşi yüzlerinden birisine şahit oldu.
Materyalist fünun ile ünsiyet etmeyen bu insanlar, yüzyıl önce yaşamış bir
Batıyı taklit etmeye kanun zoruyla itilmişlerdi. Köy enstitülerinde inkılapların
propagandasını yapacak dinsiz bir nesil yetiştirildi. Yurdumuzdan çıkarmakla
övündüklerimizi on sene sonra kendi ellerimizle buyur ediyorduk. Tövbenin
ardından tekrar inkisar. İmtihan üstüne imtihan, hata üstüne hata. Tam suçlu
olduğunu itiraf edecek derken, ihtilallerle tekrar şımarttığımız yaramaz
çocuğumuz. Bizi bir küstah edasıyla karşılıyor; biz bir tabansızlıkla mukabele
ediyoruz. Kendi aramızda düşmanlıktan başka hiçbir şeyde anlaşamıyorduk. “Düzen”
kendisini ayakta tutmak için, vatandaşlarını birbirlerini jurnalleyen
köstebeklere dönüştürüvermişti.

Kâbe’yi Araplara bırakıp Çankaya’-yı mabed-i hakiki ilan eden
Kemalettin Kamu’dan, İnkılapların bir numaralı adamına Esma-i Hüsna atfeden Aka
Gündüz’e “Bizim mevlüd”ü yazan Behçet Kemal’e kadar ekseri insanımız slogan ve
vecizeler tarihimizin seyrini çizdiler. Talebe bulunamadığından(!) dini okulları
kapattık. Soyolojimizi zoolojiye çeviren kitaplarımızda Adem-i Evvel’i
Neanderlanth Adamı’na tebdil ediverdik. Düşünmenin haberleşmeyle başladığı
kaziyesini göz önüne alırsak; postahanelerimiz diyebileceğimiz tekke ve
zaviyeleri, medreseleri, vakıfları hülasa herşeyimizi dışlamakla düşünmemeye
başladık. Devletimizin altı esası olarak ilan ettiklerimizden günümüze elimizde
sadece “Laiklik” kalıverdi. Takvimleri takip etmek, her sabah, günün mana ve
önemine dair söylevler hazırlamak Babıali’nin en mühim meselesi olmuştu.
Musıkîmiz Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmediğinden şen ve
şatır olan medeni dünyanın müziğine yenik düşmeliydi, düştü de. Said Halim
Paşa’nın dediği gibi tıbbiye kitaplarını okuya okuya kendimizi her hastalığa
duçar olan birisi gibi görmeye başlamıştık. Şizofrenik bir refleks her hücremizi
istila etmişti. Latin Alfabesi Fransız metrik sistemi, Frenk Şapkası, İsviçre
Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Hukuku, Gregoryen takvimi, Kilise müziği, Batı
klasikleri…Çağdaşlık namına ne varsa(!), çağdışı(!) olan kimliğimizin üzerine
boca ediverdik.24

Bizler “kişiliksizlik” namına ne varsa bir bir tadıyorken,
bunamaya başlayan peri-i ruhsarımız Avrupa, kendini sorgulamaya başlamıştı bile.
Kilisenin kendisini yargılaması, herkes için şaşırtıcı bir gelişmeydi. Polonya
ve Çekoslovakya’da dindar Hıristiyanların Komünizme karşı kazanılan zaferde
bi-rinci rolü oynaması,25 Kateşist düşünce-nin yaygınlaşması, Papanın
Müslüman-lardan özür dileyerek onları “kardeş” i-lan etmesi maşukumuzun nasıl
bir de-ğişime koştuğunun sinyallerini veriyor.

Modernitenin insanlığı getirip bıraktığı noktaya baktığımızda
hiç de iç açıcı şeyler göremiyoruz. Peygamberin, (a.s.m) ahirzaman için
söylediklerini düşünürsek, o fitnenin nekâhet dönemini yaşadığımızı iddia etmek
sanırım yanlış olmaz. Bu karmaşanın içinde, ahirzamanın dağdağalı hengamında
İslam’ın tedavi şekillerini ve Tevhid’in inceliklerini insanlığa anlatacak olan
bir kurum olarak Mehdiyet ve onun bir mümessili olan Mehdi ile Hz. İsa ve O’nun
yardımcıları hakkında neler söylenebilir? Eğer fıtrat her Firavun’a bir Musa
gerektir dediğinde haklıysa, Firavun’un şahs-ı manevisi diyebileceğimiz
moderniteye, hem Ehl-i Kitap arasında hem de Müslümanların dünyasında Hz.
Musa’nın şahs-ı manevisi nasıl ortaya çıkacak?

e- Gül derleyen adamların dünyası…

—Bir perspektif önerisi—

“Mehdi kırk yaşında olacak”26 diyor muhbir-i sadık
(a.s.m). Yani kırk yaşından sonda eski mesleğinden nedamet edip dergah-ı
İlahiyeye dönecek, seyyidinden kaçmış bir köle gibi yalvaracak; kırk yaşın
getirdiği bir vakarla bizim dünyamıza karışmadığını ilan edecek. İnsanlar
yekdiğerlerinin “grip” olduklarını söylerken, O “kanser” teşhisi koyacak.
Elbette teşhisi olanın tedavisi dahi farklı olacak. Peki, biz neyi bekliyoruz?
Kırk yaşına gelmeyi mi? Mehdi olmamız mümkün değil; fakat “taleb eden” de mi
olamıyoruz?

Muhyiddin-i Arabi: “Mehdi ism-i Hadi’nin, Deccal ism-i Mudill’in
mazhar-ı kamilidir”27 diyor. Vakti taayyün etmeyen bir bilmece, bir
ümit çeşmesi bu. Mehdiyet bir şahs-ı manevi, Mehdi onun bir mümessili. Küçük bir
haneyi ve dar bir mahalli değil, kalb-i umumiyi ve hayat-ı insaniyeyi tamir
etmeye çabalayacağından; kutbiyetini değil cemiyet-i nuraniyesini nazarlara
vazedecek.

Mehdi bir isimden çok bir sıfat; şahıstan ziyade tesanüdden
hasıl olan bir şirket-i kudsiyye. Tek bir soliste yıkılmayan, çok sesli bir
icraat. Ömer bin Abdülaziz’den beridir özenle büyütülegelen bir kurum.
Birikegelen bir küfür karşısında takviye edilen bir iman. Zaman ve mekânları ne
kadar faklı olsa da, aynı gaye-i hayale sahip olanlar bir nevi ordu
oluşturabilirler. Telahuk-u efkar var, çünkü. Tam 30 deccalden haber veriyor
hadis-i nebevi.28 Onları teşhis ve zararlarını tamir edecek mehdi
manasında bir kısım zatlar gelecek: Hallac-ı Meşhur bir mehdi, Mevlana Halid bir
mehdi, Şeyh İdris ve Seyyid Yahya birer mehdi…. İbn-i Arabi, Abdükadir-i
Geylani, Yevakidül Cevahir sahibi ve Şah-ı Nakşibend birer mehdi. Büyük Mehdinin
arkasında saf bağlamış nurani üstadlar. Bu bir yakiyn değil, bir zann-ı galib
olduğundan—Şiilerin iddia ettiklerinin rağmına—29 imanın çartlarından
olmuyor. İmandan çok bir inanç, bir belirsizlik bu. Zamanın Arafatı’na çıkmış,
ezeli bir kelimenin tercüme-i halini insanlığa haykırıyor.

Mehdiyi üçüncü sınıf bir masal kahramanı haline getiren
sofimeşrebin anlattıkları birer menba-ı tebessüm. Küçük mehdileri haber veren
hadisleri Büyük Mehdiye tatbik etmekle mütehayyir kalan bir ulema. Bu insanlar
kendi zamanlarında yaşanılan zayıf karakterli içtimai hayata aldanıp, küre-i
arzı bir köy şekline sokacak olan sefih bir medeniyette hakkındaki müteşabih
hadisleri ya “mevzudur” diyerek yalanladılar; ya da şahıslar noktasından
yorumlamaya çabaladılar; sonunda içinden çıkılmaz bir karmaşaya düştüler; kendi
istinbatlarını hadise uyarlamakla dünyamıza bir karmaşayı daha hediye ettiler.
İbnü’l Cevzi’yi bile çileden çıkartan bir durum bu. Mehdi çıkartan bir durum bu.
Mehdi ile Mesih’i, Süfyan ile Deccal’ı30 birbirine karıştıran
insanlardan da bu beklenirdi. Bir işaretle uçakları vuran, tankları deviren bir
Rüstem-i Zal. Bir batışıyla aşk-ı imani aşılayan bir hipnotizan. Mevdudi bir
bahtiyar ki bunları ıslah edebilmiş; bizlere ayakları yere değen bir mehdiyi
anlatabilmiş.

Mehdi bir savaşçıdan çok bir alim; kılıçtan ziyade kalem; bir
ordu değil bir darü’l-fünun; politikacıdan ziyade bir ehl-i tefsir; bir şeyhten
çok bir muhakkik; kerametle değil bürhan ile konuşan bir keyfiyettir. Şerri
defetmeyi celb-i nef’a tercih ettiğinden31 sansas-yondan münezzeh bir
ihlas-ı mücessem. Ömer Muhtar bir şakirdi, Mehmet Feyzi bir şakirdi, Ahmet Yasin
bir şakirdi. Bernard Shaw ve Eva Vitray birer muavini, Seyyid Kutup ve
İzzetbegoviç talebeleri. Fakat, bundan onların da haberleri yok. Şuuru taalluk
etmeyen organik bir birliktelik. Velayet bir makam-ı iddia değil, bir makam-ı
isbat ve delil olduğundan “Ben mehdiyim” demiyor. Çünkü dava değil, dava içinde
bir bürhan olduğunu biliyor.

Bin iki yüz küsûr senedir küçük bir ğaybubiyete32
kapılıp ehl-i Sünnet ile aynı hizaya gelen şaşırmış bir ehl-i Şia. İbn-i
Haldun’dan beridir mehdiyi kabul etmeyen Goldziher ve yamakları. Sen doğru
söyledin, biz yanlış anladık ey nebi! İman, hayat ve şeriat33 olan üç
daire-i uzmanın en dıştaki olanından, siyaset dairesinden başlamış çürüme.
İspanyol hastalığı gibi aklı hezeyana uğratan bir milliyetçilik salgını
hilafet-i İslamiye’yi mecraından kaydırmış. Bin küsûr senedir, Din-i Mübin’in
kalbi olan iman’a doğru ilerleyen bir küfür salgını. Her adım da küfre karşı bir
kahraman, bir nevi mehdi çıkarmış kalb-i İslami. Her asırda yeni bir hile
türetmiş mülhidler; her asırda bir adım daha gerilemiş hiss-i İslami. Tarihin
hiçbir zamanında görülmeyen bir şe-kilde küfür, inkâr-ı uluhiyete bir sistem
rengi verebilmiş; müterakim bir felse-feye, ennihaye bir ceset giydirebilmiş.
Bütün gedikli sorularını soran bir ilhad karşısında, konuşma sırası imanın
tarafına geçmiş. Telahuk-u efkar silsilesiyle zamanımıza kadar büyütülegelen bir
şahs-ı manevi Mehdi namında bir mümessilinin diliyle tüm sorulara teker teker
cevap yetiştiriyor. Ehl-i imanın tüm tabakalarını arkasına alıp, ittihad-ı
İslamın ve hakiki İsevilerin muavenetiyle34 hayat ve şeriat
dairelerini de tamir edecek bir şirket-i hususi bu. O’nun ve cemaatinin
büyüklüğü merhamet ve sabırlarından bilinecektir. Sahibü’s seyf değil, bir
hüccet; rüya değil, bir tahkiktir. Yani tarikatten çok bir hakikat mühendisidir.
Göğsüne vuruldukça kuvveti artan, sesi yükselen bir ders kürsüsü. Kendisine
muaraza edildikçe inbisat ediyor.35

Kitab-ül Burhan Mehdi dünyayı adaletle dolduracak36
diye yazıyor. Medine-i Fazıla hayaline kapılacak olursak, herkesin kuzu
olacağını düşünüyoruz demektir. Halbuki adalet, hak ve hakikatin temayüzüyle var
olabilir. Mehdisini peygamberinden öne çıkartan bir din, hakikatli bir din
olamaz. Evet, Mehdi hak ve hakikati ilan edecektir. Şeriat-ı Ahmediye’yi
(a.s.m), ders verecektir. Hadiste denildiği gibi, Taberiyye Gölü’ne fırlatılmış
olan Tabut-u Sekine’yi37 bulacak; Kur’an’ın okyanusuna bir gavvas-ı
muhteşem gibi dalıp, Asa-yı Musa’nın bu zamanda bir mümessili olan eserleriyle
ehl-i küfrün yılan-misal zulümkârane fikirlerini tardedecek; bununla Mehdi
olduğu bilinecektir. Kendisinden sonra, kür-süsünden ders alan bir kısım
insanlar, ekonomi de, hukukta, eğitim de, aile yaşantısında, coğrafyalar arası
ilişki-lerde, kısacası hayatın tüm katmanlarında O’nun vazettiği prensipleri
hayata geçirecekler. Bir medeniyet önerecekler yani. Yoksa, bütün dünyaya,
siyaset cihetiyle hükümran olacağını ve mahkemelerde mevhum bir adaleti
yerleştireceğini düşünmek, en hafifinden safdillik demektir. Çünkü adalet,
mahkemelerde değil kalplerde ve akıllarda tesis edilirse gerçek bir adalettir.
Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Mehdi bir işciden çok bir fikir babası;
bir teknokrattan ziyade bir teorisyendir. Temsil ettiği şahs-ı manevi ile
hakikat-ı adaleti tüm dünyaya ilan ve ispat edecek. Evrensel hukuku ve kavanin-i
fıtratı gözlere gösterecek. Puslu, kuduretli, “flu” bir saadet devrini inşa
edecek.

Hz. Ali, (r.a) Hizb-ül Mehdi için “Onların sayısı Talut ile
nehri geçenler kadardır” buyuruyor. Ne azlıklarına yerinirler, ne çokluklarına
sevinirler. Kemiyete değil keyfiyete istinad ederler. Ashab-ı Kehf’i takliden
onlar da mağaralarında (evlerinde) zamanın Dakyanus’una karşı strateji
geliştirirler. Tekbir getirerekten Rumiyye’nin duvarlarını yıkacaklar; yani
Lailahe illallah’ı ilan ve ispat ile fetihlerini yapacaklardır. Silahları
kelimeler olacak. Üstad’ın söyleyişine göre Süfyan-ı Deccal onları üç kere
bölecek fakat dördüncüye muktedir olamayacak.38

Muasırlarımızın Mehdiyi kabul etmeyişleri bir tahkikten
kaynaklanmı-yor. Mehdiye bir peygamber evsafı yükleyen müfessirler yüzünden.
Kava-nin-i adetullaha muvafık düşmeyen, tevilden çok tefsir ile anlatılan bir
mehdiyi çocuklar bile ciddiye almazlar elbet. Mehdiyi mesih olarak da
tanımlamıyoruz; çünkü şeair-i İslamiyeyi ve ahkâm-ı diniyeyi değiştirmeye değil
tecdide, yani yeniden tesis etmeye çabalayan birisi bu.

Alfred Jeremias’a39 bakılırsa Mehdi tasavvurları
Sümerliler’den başlıyor; Kral Sargon bir mehdi, Hamurabi bir mehdi… Snefru’nun
kahini “Ameni” denilen bir kurtarıcıyı haber vermiş. Hemen her dinde bir mehdi
inancının varlığı, Hz. Nuh’tan beridir her peygamberin ümmetlerini Deccal’e
karşı uyarmasıyla ortaya çıkmış. Zerdüşt kendisinden sonra gelecek bir
torunundan haber veriyor: Saoşyant bir mehdi edasıyla gelip dünyaya hükme-decek.
Quetzalcoatl Aztekler’in, Kalki Hindular’ın, Maytreya Budistler’in mehdisi.40
Mehdi’nin öncülerinden de bahsediyor tarih: Pramiti Kalki’ye bir zemin
oluşturacak. Şakyamuni Maytre-ya’ya, Kansava Gölün’de Zerdüşt’ün tohumlarından
hamile kalan Namikpit bir öncüyü doğuracak. Vaftizci Yahya İncil Cemaati’ne
göre;41 İlya Musevile-re göre mehdinin öncüsü olacak. Horasan’dan
çıkan siyah bayraklılar—yani Türkler—Sünnilerin; İmam Hasan El Askeri Şiilerin
öncüsü.42 Görüyorsun ya, Ademoğlunun hamurunda yatan bir hakikat bu.
Fıtrat yalan söylemez, fakat manipüle edilebilir.

Mehdi hakkında çıkan bunca karmaşanın mühim bir sebebi de,
insanlarda kendi şeyhlerine karşı müfritane muhabbet göstermelerinden doğan
şiddetli hüsn-ü zandır. Bir bakıma haklı, bir bakıma batıl bir hırsla, herkesin
kendi mürşidini mehdi olarak görmesi, bu gerçekliğin ciddiyetini bir nebze
selbetmiş. Ziyade hüsn-ü zan her zaman devam etmiş ve ediyor.

Mehdiyet, bir kurum olmak hasiye-tiyle, bin küsûr senedir
yıpranagelen Şeriat-ı Ahmedi’yi ve Şeair-i İslamiyeyi yeniden tesis edeceğinden,
kendisinden sonra da hizmeti devam edecektir. Mesleğinin en mühim bir esası
ihlas ve halklardan bitemamiha istiğna olacağından; tamir’in esaslarını ve
hizmetin prensiplerini vazedecek; vefatından sonra da oluşturduğu cemaati
vesilesiyle hizmeti idame olunacak. Hatta, Siyaset-i İslamiyenin hakimiyeti ve
Şeriat-ı Furkaniye’nin icrası zamanında, askerlerinden müteşekkil bir şahs-ı
maneviye ve bu şahs-ı manevinin bir mümessiline mehdi nazarıyla bakılacak;
hakiki mehdi olan o zat-ı nurani de kabrinde, pişdarı olduğu bahar güllerini;
kendisine Kehtani de denilen Cehcah43 namındaki halifesini ve ardına
takılan kardeşlerini temaşa edecek.

Nasıl ki Mehdilik’e böyle bakmak lazım geliyor; Süfyan’ı dahi,
bir şahs-ı manevi olarak düşünmek ve öyle hareket etmek elzemdir. Çünkü Mehdi
Süfyan’ın cinsinden olmak gerektir.

f- Sonuç yerine…

Asırlar boyu sürüklenen bir kar tanesinden böylesine bir fitne
doğacağı, bunun ahirzamanın büyük fitnesi olacağını beklemek ancak “rasihun
tavrı”na44 sahip bir kısım zevata mahsus olabilirdi. Kendisine ister
modernite ister başka bir şey denilsin; küresel boyutlara ulaşmış olan bu fitne
her insanı pek çok cihetle insanı kendisine çekiyor, her şeyi kendi hesabına
işletebiliyor. Fukuyama gibi bir kısım ilim adamının “modern insanın en son
insan olduğu”nu iddia etmeleri üzerinde durulması gereken bir husus.
Postmo-dernistlerin buna karşı çıkmaları yeni bir insan modeli önerdiklerinden
değil. Sadece bir “kaporta” değişikliğini savunuyorlar.

Aralarındaki iletişim şimdilik ne kadar zayıf olsa da, Müslüman
toplumların kendi içlerinde küçüklü-büyüklü tecdid hareketlerini canlı tutmaları
ve küresel iletişim ağlarını kullanmada gerçekleştirdikleri her hamle, çağlar
boyu değişik trendlerde seyreden çöküşün yeni bir müjde olarak tersine
çevrilmeye başladığını gösteriyor. İsmail El Faruki, Hasan El-Benna, İmam
Humeyni, Abdüsselam, Mevlana, Mevdudi, Seyyid Kutub , Muhammed Hamidullah,
Muhammed Esed, Seyyid Hüseyin Nasr, Ayetullah Muntazari, Bediüzzaman Said-i
Nursi, Kral Faysal, Ziya-ül Hak ve diğerleri yeni bir doğuşun yapı taşları
olarak kalbimize rahatlık veriyorlar. Son yüz elli yılın fetişi olan “devlet”in
sınırlarını ve milliyetçilik damarlarımızı aşabildikçe bu nesim-i baharın
göğsümüzü serinletmesine imkân vermiş olacağız.

Global bir fitne halini alan moderniteye karşı özellikle ilk
müceddid olarak kabul edilen Ömer Bin Abdülaziz’den beridir sistemleştirilmeye
çabalanan bir şahs-ı maneviyi Mehdiyet Kurumu’nun yapıtaşları olarak ele
alışımızın önemli sebepleri var. Resul-ü Ekrem’in ahirzamana ve bilhassa
Mehdi-Süfyan, İsa Mesih-Deccal ve diğer ahirzamanın hadisatı hakkında söylediği
ve gerek “gayb Allah’ın elindedir” olan hükm-ü ilahiye saygıdan doğan mecazi ve
mübalağalı bir anlatımı tercih ettiği hadislerinin pek çoğunun fertler bazında
ve mecazi değil de gerçek anlamlarıyla ele alınarak; sosyal hayatın böylesine
giriftleştiği ve ferdi özelliklerin cemaatsal niteliklere devredilme
zorunluluğunun ortaya çıktığı zaman-ı hazıra düşünülmeden yorumlanmasıyla
çoğunun mevzu olarak damgalanması—işin teknik yönü bir tarafa—bizi böylesine bir
tasvirname oluşturmaya sevk etti. Deccal’in boyunun minare gibi olacağı, Hz.
İsa’nın ancak zıplayarak onu öldüreceği türünden olan peygamber hadislerinin şu
zamanın genel manasıyla dindar kesiminin modernitenin iletişim ve silah sanayii
karşısındaki zayıf ama hızla gelişmekte olan durumları göz önüne alındığında,
nasıl muciz bir anlatım konumuna yükseldiğini ibretle temaşa ediyoruz. Deccalin
alnında “bu kafirdir” yazısının bulunacağı, Allah Allah diyenin kalmayacağı, bir
su içeceği, hiç kim-senin onun fitnesinden kaçamayacağı, bir günde tüm dünyayı
dolaşacağı, bir eşeğinin olacağı, tek gözünün kör olacağı vs. gibi imtihan
sırını bozmamak ve “sırr-ı teklifi incitmemek için” örtülü ve mecazi bir şekildi
varid olan müteşabih hadis-i şeriflerin ya aklın kabul etmeyeceği bir şekilde
yorumlanması veya “uydurmadır” damgası yemeleri gayba dair pek çok mucizevi
hadisin hakikatlerini bir derece örtmüş. Bu ise bizi ahirzaman fitnesinin
kendisinin kendisini anlatmak yerine, onun bir seyir defterini çıkarmaya; global
bir köye dönüşen, bizi yedi defa yok edebilecek silahlara sahip olan, başta
materyalizm olmak üzere esbabperestlik ve ladinilik gibi iki gözümüzü de bu
dünyaya baktırıp bizi kendisi gibi tek gözlü bırakan, siyaseten de ekonomik
olarak da karşısında durulmaz boyutlara ulaşan durumunun o ehadis-i nebeviyyenin
mucizeliğini nasıl ispat ettiğini bir nebze gösterme gayretkeşliğine sevketti.

Dipnotlar

1. Büyük ve kütlevi ölüm.

2. "Karışık ve anlaşılmaz rüyalar…", Kur’an, Yusuf/44.

3. " İki menzil arasında bir yer", Mutezile ıstılahında
büyük günah işleyenin durumu. İman ve küfür arasında bir yerde kalmak.

4. "Futures-1992", Çeviren: Naim Öztürk, Yeni Dergi, Sayı.
7-8, s. 103

5. Tales, Anaxagoras, Anaximenes, Empeklodes, Pisagor,
Sokrates, Eflatun.

6. Felsefenin Arka Merdiveni, Wilhelm Weischedel, İz yay.,
s. 233.

7. Hadis: “ Hiçbir peygamber yoktur ki ümmetini Deccal’e
karşı uyarmış olmasın”.

8. Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, İletişim yay., s.
108-109.

9. Rusya’da 1825’de otokrasiye ve keyfi idareye karşı
ayaklanan asilzade ve subay sınıfı.

10. Lokman, 12.

11. İslamın Keşfi, Ekber S. Ahmed, İz yay. 1994.

12. Din-Felsefe Vahiy-Akıl ilişkisi, Ali Bulaç, Beyan yay.
s. 92-93

13. Bulaç, age., s. 94. …Sünni ulemanın Kur’an’da geçen
“Allah’ın eli” gibi tamlamaların anlamı üzerine yorum yapmayıp susmaları.

14. Lem’alar, Said Nursi, Yeni Asya Neş. 1994, 4. Lem’a 4.
Nükte, s.28-30.

Şia-yı Hilafet; Halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu halde halifeliğin ondan
gasbedildiğini savunan Şiilik, Şia-yı Velayet; Hz. Ali’nin velayetini ve manevi
makamının yüceliğini ön planda tutan Şiilik.

15. Bulaç, age., s., 320-322

16. Bir Facianın Hikayesi, Cemil Meriç, Umran yay. s.127,
Ankara, 1976.

17. Divan-ı Harb-i Örfi, Said Nursi, Yeni Asya Neş., 1993.
s. 65,

18. Abdullah Cevdet.

19. T. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt 5, s. 148,
149.

20. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim yay.,
s. 15-17.

21. İslamcıların Siyasi Görüşleri, İsmail Kara, İz yay., s.
17.

22. Müslim, 2:228, 3:211

23. Müsteşrik’in zıddı olarak kullanılan bu kelime
batılılaşmak isteyenlere atfen kullanılıyordu. Mağaradakiler, Cemil Meriç,
İletişim yay., s.195,

24. Batılılaşma İhaneti, Mehmet Doğan, Beyan Yayınları,
6.bsk, s. 114

25. Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar, Burhan Bozgeyik, Yeni
Asya Neşriyat, s. 21, 22,

26. El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar, 4328.

27. Et Tedbirat-ı İlahiye Tercüme ve Şerhi”, Avni Konuk,
Yayına haz. Doç. Dr. Mustafa Tahralı, İz yay. s. 126.

28. “Her biri Allah’a ve Resulüne yalan söyleyen 30 yalancı
Deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz”, Hadis, .Sünen-i Ebu Davud, Kitab ül Melahim,
4334.

29. Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı, İsmail Mutlu, Mutlu yay.
2. bsk. s. 223.

30. Şualar, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, 1994 bsk. s.
501-512; “El Mecmuat ül Ahzab” Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi, Ercuze blm.

31. Bediüzzaman’ın müsbet hareket telakkisinin bir basamağı.

32. Gaybubiyyet-i Suğra; Şiilerin 12. İmam’ın kaybolduğu ve
tekrar ortaya çıkacağına olan inançları. Bu inanç bir kısım Şiilerce imanın
şartlarına dahil edilmiştir.

33. Kastamonu Lahikası, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat. s.
62, Eylül 1994.

34. Buhari 1:83, Riyazü’s salihin, 3:333. “Hazret-i İsa
aleyhisselam gelir ve Hz. Mehdi’ye namazda iktida eder”

35. “Artık o zatın (Mehdinin) karnı dövüle dövüle
genişletilir” Hadis, Sahih-i Müslim 11-393. Mehdilik ve İmamiyye, s. 37.

36. El Burhan-Varak 85b Naim Bin Hammad’ın Ebu Said el
Hudri’den tahrici.

37. Kıyamet Alametleri, El Hüseyni s. 151-152. Hz. Musa ve
Hz. Harun’dan kalan Tevrat Levhalarının ve bir Rivayete göre Asa-yı Musa’nın
bulunduğu bir tabut.

38. Ahmet Feyzi Kul’dan nakleden Ahmet Vehbi Ünlü, İlk
Talebelerinden Hatıralar.

39. “Die Ausserbiblesche erlissererwartug” Leipzig 1927..
“Dinlerde Mehdi Tasavvurları” Prof. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu, Sidre yay.

40. age., s.13-14

41. Matta-III, 1-17, “Dinlerde mehdi…”

42. Sünen-i İbn-i Mace, Hadis No:4082-4084-4088.

43. “Cehcah adındaki bir adam idareyi alıncaya kadar günler
ve geceler dalalet karanlıkları (Süfyan’ın ve Deccal’ın istibdatları ve
saltanatları) bitmeyecektir”. Tac-988… Münci Lügatine göre Cehcah iyiliklere
süratle koşan kimse demektir.

44. Al-i İmran, 7