Çağdaşlaşma; Ahlâk ve Hukuk’un temel yargılarında geçerli
olabilecek bir kavram değildir. Müspet ilimlerin kanunlarında da bu kavrama yer
yoktur. “Çağdaş” dediğimiz yargılar “doğru” değil iseler; “çağdaş” nitelemesi
onlara hiçbir yarar sağlamaz. Doğru iseler, “çağdaş” diye nitelenmelerinin
onlara muntazam bir değer kazandırdığı söylenemez. Doğru; bu anlamda “çağdaş”
olmasa da doğrudur. “Doğru”nun değeri düşmez. Yanlış ise; “çağdaş” olsa dahi
değersizdir.

Ahlâk ve hukuk’un temel ve evrensel ilkeleri alanında
çağdaşlığın anlamı olmadığını anlamak için; “Asr” Suresi’ne bakalım. Bu Sure’yi
okuduğumuzda görürüz ki çağdaşlık akıntısına kapılarak akıntı çağanozuna
dönenler; “hüsran”dan kurtulamazlar. “Hüsran”dan kurtulanlar kimlerdir? İman
edenler, salih amel sahipleri, Hakkı ve Sabrı öğütleyenler ve bu yönde
öğütleşenler! İmanın konusu bellidir, nisbî ve izafi değildir. “Salih ameller”in
kıstası, ölçütü de bellidir. “Hakk”da belirli “artikl” ile anılmaktadır,
herhangi bir hak anlayışı değil, El-Hakk!

Şu halde “çağdaşlığın” anlamı ne olsa gerektir? Olsa olsa
teknoloji alanındadır: Teknoloji alanındaki ilerlemeleri kavrayamayan,
izleyemeyen bir toplum; Osmanlı’nın başına geldiği gibi, bir süre sonra “niçin
geri kaldık?” sorusuna cevap bulmaya uğraşır. Bu sırada da “intizâm-ı kaar için
düşmenden istifsâr-ı rey/Rah-ı Firdevs-i berîni sormadır iblis’den” beytinde
belirtildiği gibi, İblis ve yardımcılarını “danışman” seçerse, şu vahîm
yanılgıya düşer: Teknolojide geri kalmasının kusuru; inançlar ve Ahlâk
alanındaki yanılgı ve yanlışlarındandır. Şu halde her şeyden önce bu alanda
Pozitivizm, agnostisizm, materyalizm ve rölativizmi kabul etmelidir.

Bu yanılgıya düşen bir toplum için; bu yanlışından dönmedikçe,
artık kurtuluş yoktur. Gitgide daha fazla batağa, fasit daireye saplanır-kalır.
Oysa yapacağı şudur: Bilgide ve teknolojide geri kalmış ise, bu alanda çağın
vardığı çizgiye ulaşacak, Evrensel ve İlahi Tabiî Hukuk ve ahlâk alanında ise
“çağdaş” olmaya değil, Hakkın doğru bilincine dönmeye ve aklının ve gönlünün
yardımı ile bu bi-linci korumaya çalışacaktır.

Osmanlı bunu yapamadığı için başarıya ulaşamadı. Yeni Türkiye
yalnızca teknoloji alnında değil inanç ve ahlâk alnında da doğrunun değil
“çağdaş”ın izini izlediği için, bir süre Milli Sanayi’i kurmaya çalıştı ise de,
kısa bir süre sonra ümidini ve hızını yitirdi. Çünkü yenileşme ve çağdaşlaşma
çabaları sağlam bir felsefî temele değil, taklide dayanıyordu. Örnek olarak da
Osmanlı’nın “Düvel-i muazzama”sının bileşkesi olan soyut bir “Batı” alınmıştı.
İkinci Dünya Savaşı ise; artık bu Batı’nın değil daha Batı’nın, ABD’nin daha
güçlü olduğunu göstermişti. Bu sebeple her üçü de yine köksüz ve sırf şekilci
bir taklide dayanan üç tür Batıcılık; Sovyet İmparatorluğu çökünceye kadar;
Türkiye’de varlığını sürdürdü: Sovyetler güçlü göründükçe, Osmanlı Batıcılığı
artık modadan düşmüştü, buna rağmen bir tür Tanzimat nostaljisi ile, Dünya
görüşünde ve dış Politikada değil de, “günlük yaşamda”, zararsız bir zarafet ve
kültür belirtisi olarak korunmak isteniyordu. “Dostum Mozart” diyebilmenin yine
de bir itibarı vardı. Dünya görüşü ve dış politika alanında ise, iki tür
Batıcılık (taklitçilik) çarpışıyordu: Kapitalizm ve komünizm. Her iki Batıcılık
da kendi içinde ikiye ayrılıyordu; Sırf Amerikancı veya Sovyetçi olanı ile, Batı
imbiğinden, Avrupa imbiğinden geçirilmeye çalışılanı.

Bu “Batıcılık” (taklitçilik) türlerinden ikincisi, Komünizm;
Kapitalizme karşı tepki olarak doğmuştu. Bu dünya görüşü; “çağdaşlaşma”nın
İlâhi-Tabiî Hukuk alanında değil Teknoloji alanında olması gerektiğini tesbit ve
teşhis edememiş, bu sebeple de binmesi gereken dalı önceden kesmişti.

Hınçtan doğan tepkinin ilk hızı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan
galip çıkmanın barutu bir kırk-altmış sene sonra tükendi. Can çekişen Sovyet
Sistemi Afganistan’a bir kuyruk darbesi vurduktan sonra iflas etti. Oysa bizim
tak-litçi sosyalistler İkinci Dünya Savaşı’-nın bize komşu olan galibinin;
yakında tek süper güç olacağını bekliyorlardı. Şimdi; “harakiri”mi yapacaklardı?

Bir şaşkınlık dönemi geçirdikten sonra, ABD’nin kendilerine
“bizim dergâhımız değişmez ilkeler dergahı değil, sadece bize itaat dergâhıdır,
eski materyalist olsan bile, sadece komü-nizme tövbe et ve bize gel” dediğini
fark ettiler ve bu kez de Amerikancı kucaklara koştular.

İlâhi-Tabiî Hukuk ve Ahlâk yine “garib” kaldı. Esasen Resûl-i
Ekrem (S.A.) “din garib başladı ve yine garib olacaktır” buyurmamış mı idi?
Şimdi işte bu “gurbet”i yaşamaktayız. Kur’an-ı Kerim’in belirttiği gibi;
Dâbbetülarz (Leviathan) tekrar ortaya çıkmıştır ve insanlığın mahvı bahasına,
evrensel İlahi-Tabii Hukuk ve Ahlâk’ı Yeryüzü’nden silmeye çalışmaktadır. Bundan
başarılı olamayacaktır. Akıbet; takva sahiplerinindir. Allah; Nûrunu
tamamlayacaktır.

Körü körüne taklitçilik ve şekilcilik anlamında bir çağdaşlaşma;
teknolojik bir üstünlüğü bile sağlayamaz. Biz de Sovyetler’in düştüğü hataya
düşmeyelim. Bindiğimiz dalı keserek hiçbir uzun vadeli kalkınma hamlesine
girişemeyiz. Bir Dünya Savaşı’nın galibi de olamadığımıza göre, çökmemiz için en
fazla yetmiş yıllık bir süre de gerekmez. Zamanında tedbir alınmazsa,
bindiği-miz dal çatırdayarak düşerken, Gorba-çov-vari “Perestroyka, Glasnost?”
fer-yatları da, “yetiş yâ Amerikan Başkanı, meded yâ President!” çığlıkları da
fayda vermez. Merhum İkbal’in ve merhum Akif’in söyledikleri gibi, hakim güçler
kendilerine körü körüne itaat eden taklitçilerine merhamet duyarak onları
ezmekten vazgeçecek değillerdir. Zulme tabi olarak—sadece teknoloji alanında da
olsa—kalkınmanın hiçbir örneği tarihte görülmemiştir. Köleliği kabul edenin
sadece süslü-püslü, yal-dızlanmış zincirleri olur o kadar! Yoksa silahı bile
olmaz.

Köksüz taklitçiliğimizin son ibret verici örneklerinden birisi
de; İlâhî ve evrensel Tabiî Hukuk’a dayandırılmayan “Başkanlık Sistemi”
hevesleridir.

Dinleneceğinden emin olsa idim, daha çok şeyler söylerdim.
Heyhat! Doğruyu apaçık söyleyen; şimdi dokuz köyden değil doğrudan
doğruya—Dâbbetülarz tarafından—Arz’dan kovuluyor. İyisi mi siz de Köprü’yü
geçin-ceye kadar zamane dayılarından birisinin köşe yazısını okuyun. Fakat
unutmayalım ki Sırat Köprüsü var! Bu köprüden geçebilmek için de zamane Deli
Dumrulları’na bac ödemek değil değişmez ve evrensel değerlere dönmek gerekiyor.

Geçen yüzyılda Osmanlı “çağdaşlaşma” için İslâm’dan uzaklaşmak
gerektiği noktasında iğfal edildi. Bu yüzden de Doğruya dönüş yapacak yerde,
yerli gelenekçiler ile Batıcı taklitçiliği bir düalizm biçiminde uzlaştırarak
ilerleyebileceğini sandı. Tamamlanmak üzere olan yüzyılımızda ise gelenekçilik
tasfiye edilmek istendi ve önce Avrupa usulü bir tekçilik, fakat o da maalesef
sadece şekilcilik ve taklitçilik görü-nümünde, gerçekleştirilmek istendi.
Ardından da kapitalizm ve komünizm ikilemi arasında tam anlamı ile bînamaz
kalındı. Bu gün bize ister gelenekçilik anlamı ile olsun, ister gerçek ve öz
anlamı ile olsun evrensel İlâhi ve Tabiî Hukuku terk ederek teknolojide
montaj-cılık ve pazarlamacılık, ideolojide ise tamamen—ABD’ye bile
değil—oligarşinin asıl hakim odağı olan Leviathan’a tabi olmamız dayatılıyor.
Bir uyanış belirtisi gösterecek yerde zorbalara yaranmak için tersine bir
hoşgörü yarışına giriyoruz. Bu yarışın “Motto”su şudur: Zorbaya hoşgörü (yani
geç yiğidim geç), zulüm görene ise bir tekme de senden!

Beğenene—olabiliyorsa—mübarek olsun. Bu ilke altında
toplanabilecek herhangi bir çağdaşlık anlayışına mensup olmaktansa ben, çağdışı
sayılmayı ve çağlar üstü değişmez ve evrensel ilkelere bağlı olmayı üstün
tutarım.