Cehâlet ağanın, inat efendinin, garaz beyin,
intikam
paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyâsetlerinde,
insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.

—Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat.

Siyasal Temsil ve Siyasal Katılma

Modern anlamda siyasal temsil; yönetme hak ve yetkisine sahip,
Thomas Hobbes’un deyimiyle “gerçek” bir kişiyle onun yokluğunda bu yetkiyi
kullanma izin ve hakkı kendisine gerçek kişi tarafından verilmiş olan “yapay”
kişi arasındaki bir ilişkidir, yani bir yetki tescilidir. Böylece temsil
ilişkisi, kendini yönetme hakkının kişinin kendisinde olduğu, fakat bazı pratik
zorluklar dolayısıyla onu simgeleyen, onun yokluğunda bu yetkiyi kullanan, ona
hesap vermekle yükümlü bir ikinci kişi aracılığıyla kullanılmasını ifade
etmektedir.

Buna bağlı olan bir kavram da siyasal katılma kavramıdır.
Siyasal katılma, vatandaşların (kişilerin) siyasî liderlerin verebilecekleri
veya verdikleri kararları etkileyebilmek için giriştikleri, liderlerin
seçilmelerine ve/veya seçildikten sonra alacakları kararları etkilemeye yönelik
eylemlerinin tümüne verilen isimdir. Kısacası siyasal katılmanın amacı, siyasî
liderlerin kararlarını etkilemektir. Siyasî katılmanın vasıtaları olarak da;
seçim, partiler, meslekî ve ictimaî baskı gruplarının oluşturduğu oda, sendika,
dernek, vakıf gibi müesseseler ile basın sayılabilir.

Biz bu çalışmada, siyasal temsil ve siyasal katılmanın Osmanlı
meşrutiyetindeki1 seçimler ve parlamento (bundan sonra parlamento
yerine daha çok meclis deyimini kullanacağız) boyutunu konu edindik. Çünkü
inanıyoruz ki; demokrasi tarihimizde önemli bir yere sahip olan meşrutiyet
dönemi “hürriyet”in kavranması ve toplumsal bilince dönüşmesi yolunda değerli
katkılar sağlamıştır. Bu katkının daha iyi anlaşılması yolunda, 1876’nın Aralık
ayında Kânûn-u Esâsînin ilânı ile başlayıp kesintilerle 1920 başlarına kadar
süren yaklaşık elli senelik bir devrin ana duraklarını hatırlatmaya çalışacağız.

Osmanlıda Meclisin Nokta-i İstinadı

Osmanlıda merkezî bir meclisin ortaya çıkması ve yönetimde
mihver makamına yükselmesinin, elbette Tanzimat sonrası gelişen hadiseler ve
fikir akımlarıyla yakın ilgisi vardır. Evvela; dönemin yapısı içinde, bunda en
etkili faktörün Batılılaşma tartışması olduğu söylenebilir. Tanzimatın akabinde
yaygınlaşan ve bilhassa, Avrupaya gönderilen veya firar eden Yeni Osmanlıların
başlattığı tartışmalarla kuvvetlenen batılılaşma düşüncesi, Batının yönetim
tarzına ve müesseselerine dikkat çekiyordu. Batıda birkaç asırdan beri
kurumlaşan parlamento olgusu anayasayla birlikte, giderek Batılı-laşmacı ıslahat
tartışmalarının merkezine oturtmuştur.

Saniyen; 1789 Fransız ihtilâl-i kebiri ile kuvvetlenen
milliyetçilik cereyanı, Osmanlı birliğini tehdit ediyordu ve buna karşı Osmanlı
münevver ve ricâli, Osmanlılık fikrini siyasî bir ideolojiye dönüştürmeye
çalışıyordu. Bu birlik fikrinin tahakkuku için de, Osmanlı ülkesinde yaşayan
bütün unsurların temsil edildiği, yani yönetime ortak edildiği bir merkezî
meclisin teşekkülü gerekliydi. Nitekim Osmanlı meşrutiyet meclisleri halkın ve
onun içindeki sosyal tabakaların temsilini değil, önce müslim-gayrımüslim
ayırımına dayalı temsili, ardından gayrımüslim vatandaşların da etnik esaslı
temsilini hedeflemiştir. Bunun sonucunda, mesela I. Meşrutiyet döneminde
meclisteki gayrımüslim/müslim oranı Meb’usân’ da 47/119, Âyan’ da 11/36 şeklinde
gerçekleşmiştir.

Salisen; Avrupada kralın yetkilerini sınırlamak amacıyla kurulan
ve savunulan parlamento, Osmanlı bürokrasisi (Bâb-ı Âli) ve aydınları tarafından
aynı amaçla, yâni “değişen hükümdarlar karşısında değişmeyen müesseseler
oluşturarak hükümdarın yetkisini sınırlama” düşüncesiyle savunulmuştur.

Rabian; ulemanın ehliyetli olanları bir meclis kurarak sultanın
yetkilerini sınırlamayı Kur’ân’ın bir emri saydıklarından bu konuda ikna edici
bir kamuoyu oluşturmuşlardır. “Weşâvirhum fil emr” (Âl-i İmran,159: Yapacağın
işler hakkında onlara danış) ve “We emruhum şûrâ beynehum” (Şûra,38: işleri
aralarında danışma iledir) âyetleri doğru yorumlanarak meclis fikri ve
müessesesi sağlam bir temele oturtulmuştur. Bu ayetlerden mülhem; meşveret-i
şer’iyye, meclis-i meşveret, meşrûtiyet-i meşrûa, icma-yı ümmet gibi tabirler
kullanılarak genelde meşrutiyete ve özelde onun mihveri sayılan meclise hukûkî
meşrûiyet zemini sağlanmıştır.

Son olarak; 1868 Vilâyet Kanunu ile geçilen vilâyet sisteminde
oluşturulan mahalli meclisler de, yukarıda saydığımız unsurlara ilave olarak
merkezî meclisi Osmanlı insanına âşina kılmıştır. Kısaltarak saydığımız bütün bu
nokta-i istinatlar sayesinde, Osmanlıda meclis kendisine bir hayat alanı
bulabilmiştir. Ancak, Osmanlı meclisinin, batıdaki seyirden çok farklı bir
üslupta kurumlaştığını hemen belirtmek gerekir. Osmanlı meclisini batıdaki
benzerlerinden ayıran bu üslub farkı, muhtemelen, hem Kânûn-u Esâsînin hem de
meclisin kurtarıcı bir sihirli değnek olarak görülme-sinden neş’et etmektedir.

Meşrutiyetin Hukuki Teminatı Kanun-u Esasi (1876)

Kanûn-u Esasînin ilânı (23 Aralık 1876)

Hukuk tarihimizde ilk anayasa olarak kabul edilen 1876 Kanun-u
Esasisi aynı zamanda meşrutiyetin de hukukî teminatı sayılmaktadır. Mezkur
anayasa, Server Paşanın başkanlığında 16 mülkiye memuru, 10 ilmiye mensubu, 2
ferik rütbeli asker ve 3 hıristiyan müsteşardan müteşekkil bir heyet tarafından
hazırlanmıştır. Mithat Paşanın “Kanun-u Cedit” adını verdiği tasarıyla Sait
Paşanın tercüme ettiği Fransız anayasası ve 1831 Belçika anayasası örnek
alınarak Kanûn-u Esâsî taslağı hazırlandı ve Mithat Paşa başkanlığındaki Heyet-i
Vükelâya sunuldu.

Anayasa hazırlıklarına bigane kalamayan Osmanlı efkar-ı
umumiyesinde şiddetli bir inşikak ortaya çıktı. Ahmet Mithat Efendinin taktığı
isimle hilafgirân ve tarafgirân arasındaki tartışmalar belki “nazenin hürriyeti
ürkütüp istibdadın avdetine” sebep olacak kadar şiddetliydi. Tarafgiranın
anayasaya niçin tarafgir olduğu az çok belli olmakla birlikte; hilafgirânın
muhalefet sebebi aynı derecede mütecanis değildi. Hilafgiranı oluşturan
kesimleri, tenkitleriyle birlikte şöyle tasnif edebiliriz:

a) Bir kısım ulema, yukarıda zikrettiğimiz şûra ayetlerindeki
“hum” yani “onlar” zamirinin tefsirinde, “onlar”a gayrimüslimleri katmıyorlar ve
müslümanlarla aynı mecliste yer almalarını doğru bulmuyorlardı. Aslında, dine
aykırı kanunlar yapabileceğinden bahisle bir teşri’ meclisinin teşekkülüne
ihtiyatla yaklaşıyorlardı.

b) Ulemadan etkilenen muhafazakâr bir grup Osmanlı aydını;
hıristiyanların “millet-i mahkûme” olmasından hareketle devlet yönetimine
iştiraklerini doğru bulmuyordu. Onlara göre bu durum, istikbalde İslam-Osmanlı
hakimiyetini bir tehlikeye düşürebilirdi.

c) Bazı devlet adamları, mevki ve makamlarını padişaha borçlu
olduklarından milletin temsil edildiği bir meclisin mura-kabesine tabi olmak
istemiyorlardı. Padişah üzerinde etkili saray mensupları da benzer şekilde,
kendi durumlarının sarsılacağı endişesiyle anayasal meşrutiyete karşı
çıkıyorlardı.

e) Etrafındaki olumsuz havanın etkisiyle padişahın bizzat
kendisi de bu yeni anayasal rejime mütereddit bakıyordu.

Hilafgirân içerisinde Cevdet Paşa, Mütercim Rüştü Paşa,
Şeyhü’l-vüzerâ Namık Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Kazasker Şerif Muhittin, Mirmiran
Ramiz Paşa, sabık Meclis-i İcraat üyelerinden Rıza Paşa gibi etkili isimler de
yer alıyordu. Muhaliflerin etkisini göstermek için, padişaha sürgün yetkisi
tanıyan meşhur 113. maddenin Mithat Paşaya zorla kabul ettirildiği
söylenmektedir. Bu teze göre; kişi güvenliğini tehdit eden bu yetki,
hilafgiranın baskısı neticesinde ve onların tenkitlerini yumuşatmak maksadıyla
anayasaya vazedilmişti. Halbuki Mithat Paşanın, muhaliflerden yukarıdakilerin
son üçünün de içinde bulunduğu bir grubu sürgüne göndermesi, bu maddenin
anayasaya derpişi konusunda pek de zorlanmadığını göstermektedir.

Tartışmalı bir hazırlık devresinin ardından, Sultan II.
Abdulhamid tarafından da kabul edilen Kanun-u Esasî 23 Aralık 1876 (1293)’ da
ilan edildi. Bu tarih, manidar bir tevafukla Tersane (Haliç) Konferansının ilk
gününe rastlıyordu. Bu tevafuk bazılarının aklına, anayasanın aslında dahilî
ihtiyaçtan değil Avrupayı susturma ihtiyacından kaynaklandığı şüphesini
getiriyordu. Zira Haliç Konferansı 23 Aralık 1876-20 Ocak 1877 tarihleri
arasında Avrupalı devletlerin Balkanları görüşmek üzere topladığı konferanstı.
Avrupalılar bu konferansın sonunda aldıkları bir kararla Osmanlı devletini
Balkanlarda ıslahat yapmaya çağırdılar. Islahat talebi içeren bu kararı görüşmek
üzere Sultan Abdulhamid, anayasada öngörülen Meclis-i Umumî henüz
oluşmadığından, 60’ı hıristiyan toplam 240 üyeli olağanüstü bir meclis topladı.
Bu meclis mezkur talebi kabul etmedi. Bunun üzerine Avrupalılar 31 Mart 1877’de
Londra Protokolünü imzalayarak bu talebi yinelediler. Osmanlı Hükümeti 10 Nisan
1977’de bu talebi de reddedince Rus hükümeti 24 Nisanda savaş ilan etti. İctimaî
hafızamızda 93 Harbi olarak yer eden ve hatırladıkça kalbimizi inciten elim
hadiseler böylece başlamış oldu. Sonradan yaşananlar, Balkanlarda İslam-Osmanlı
hakimiyetini sona erdirdiği gibi meşrutiyetin ömrünü de kısaltacaktı.

Kanun-u Esasînin tahlili ve değeri

Yakın tarihi hızlandıran hadiselerin ortasında doğan 1876
Anayasası, devrin Fransa, Belçika ve İngiltere anayasaları örnek alınarak
hazırlanmıştır ve bunlar gibi yine ferman-anayasa özelliği taşımaktadır. Yani,
millî bir hareket neticesi oluşan kurucu meclise dayanmamaktadır. Kendinden
önceki Tanzimat fermanı gibi fermanların noksan bıraktığı “temel hukuk nizamını
gösterme” boşluğunu doldurmuştur. Başka bir deyişle, temel hukuk nizamı ilk defa
yazılı bir belgeye bağlanmıştır.

Anayasada, insan hakları bir bütün olarak ve bütün halk için
kabul edilmektedir. Halkın bütünü siyasal haklar bakımından eşit tutulmuş,
kanun/hukuk önünde eşitlik prensibi kabul edilmiştir. Halkın yönetime katılması
ve idareyi denetlemesi, meclisler yoluyla, yani parlamenter bir sistemle
sağlanmaktadır. Padişahın hak ve yetkileri sayılmış ve tahdit edilmiştir.
Yasama, yürütme ve yargı fonksiyonları—organ olarak olmasa da—belirlenmiş ve
alanları sınırlandırılmak istenmiştir.

Bu olumlu yanları ile birlikte anayasanın önemli kusurları
bulunmaktadır. Devlet kuvvetleri arasındaki muvazenenin tam olarak kurulamadığı
bir gerçektir. Meclisin yasama yetkisi, padişahın lehine oldukça sınırlanmış ve
yasamaya Şûra-yı Devlet ortak edilmiştir. Kanun teklif etme yetkisinin sadece
padişaha tanınması, mebusların kanun teklif ederek görüşememesi meclisi adeta
padişahın bir danışma kurulu derecesine indirmektedir.

Hükümet de doğrudan padişaha bağlı ve ona karşı sorumludur.
Meclis önünde sorumluluğunun olmaması, sadrazam ve nazırları doğrudan padişahın
tayin etmesi meclis ile hükümetin uyumunu bozan hususlardır. Ayrıca bugün
hükümetin siyasî denetimini sağlayan güvenoyu gibi kurallar da kabul
edilmemiştir.

Anayasanın epeyce tenkit edilen yönlerinden biri de, siyasi
doktrininin olmadığı iddiasıdır. Halbuki, cins ve mezhep farkı gözetmeden halkı
devlet idaresine katarak yani halkın idareyi murakabesini temin ederek, dağılma
eğilimi taşıyan tebaayı “menfaat birliği” etrafında toplamayı hedef-leyen
“Osmanlılık” fikri anayasaya sinmiş bulunmaktadır. Millî hakimiyet prensibini
getirmemesi ise, Osmanlı toplumunun milli bir bütünlük taşımamasıyla
açıklanmaktadır.

Kanûn-u Esâsînin en çok eleştirilen maddesi, meşhur 113.
maddedir. Bu madde Mevadd-ı Şetta bölümünün başında yer almaktadır ve son
cümlesindeki hükme göre; “Hükûmetin emniyetini ihlal ettikleri idare-i zabıtanın
tahkikat-ı mevsukası üze-rine sabit olanları memalik-i mahruse-i şahaneden ihraç
ve teb’id etmek münhasıran zat-ı hazret-i padişahinin yed-i iktidarındadır.”
Sadeleştirerek özetlersek; bu hüküm padişaha, polis kayıtlarına dayanarak, yani
yargı kararı olmaksızın vatandaşları sürgün etme yetkisi tanımaktadır. Böylece
siyasi bir suç ihdas ederek sürgün cezası öngörmesi, kişi haklarına yönelen en
önemli anayasal tehdit sayılmakta ve anayasanın en zayıf tarafı olarak
görülmektedir.

Sonuç olarak; insafla hükmedecek olursak 1876/1293 tarihli
Kanûn-u Esâsînin, bütün kusurlarına rağmen yine de ileri bir adım sayılması
gerekir. Zira anayasal meşrutiyet için önemli dersler taşıyan bir tecrübeyi
başlatmış ve aynı zamanda Osmanlı toplumunun nabzını ölçmeye yarayacak zengin
bir tartışma zeminini hazırlamıştır.

Birinci Meşrutiyet Meclisi

Meclis-î Umumînin kuruluşu, çalışmaları, tatili

1876/1293 Anayasasının 42-80. maddeleri arasında düzenlediği
merkezî meclise verdiği isim Meclis-i Umumî olup iki ayrı meclisten teşekkül
ediyordu. Âyan Meclisi de denilen Heyet-i Âyan ve Meb’usân Meclisi de denilen
Heyet-i Meb’usân, Meclis-i Umumînin iki kanadını teşkil etmekteydi. Âyan
Meclisinin (Md. 60-64) üyeleri ve başkanı doğrudan padişah tarafından seçiliyor
ve üye sayısı, Meb’usân Meclisinin üye tam sayısının üçte birinden fazla
olmayacak şekilde sınırlanmıştı.

Anayasaya göre (Md. 65-80), Meb’usân Meclisi üyelerinin
seçimleri gizli oyla yapılacak ve özel bir seçim kanunu çıkarılacaktı (Md. 66).
Meb’us sayısı tespit edilmeyip her elli bin erkek nüfusa bir meb’us seçileceği
öngörülmüş (Md. 65), Türkçe bilmeleri (Md. 67) gibi özel şartlar da
getirilmiştir.

Haliç Konferansının zorlamasıyla, va’d edilen seçim kanunu
çıkarılamadan ve daha anayasa bile ilan edilmeden seçimlerle ilgili emirler
yayınlanmış ve seçim hazırlıklarına erken başlanılmıştır. Kanun
çıkarılmadığından, sadece ilk seçimlere mahsus olmak üzere, 28 Ekim 1876 (10
şevval 1293) tarihli “Meclis-i Meb’usân Âzasının Suret-i İntihâbı ve Tayinine
Dair Tâlimat-ı Muvak-kate” başlıklı bir genel seçim talimatnamesi hazırlanarak
bu talimat mucibince seçimlere gidilmiştir. Yedi maddelik bu talimata göre;

a) Bu Tâlimat yalnızca bu ilk seçim için geçerli olacaktır.

b) Meb’us sayısı asgari 130 olacaktır. Hazırlanan bir cetvelde
hangi vilayetin ne kadar meb’us çıkaracağı belirlenmiştir. Buna göre meb’usların
80’i müslüman, 50’si gayrimüslim olacaktır.

c) Anayasaya göre her elli bin kişi için bir meb’us seçileceği
öngörülmüşse de Talimât-ı Muvakkate meb’us sayısını 130’la sınırlamıştır.

d) Anayasada seçimin nasıl yapılacağına dair bir hüküm yer
almazken, Talimât seçimleri iki dereceli olarak belirlemiştir.

Bu Talimâtın şumülü dışında tutulan İstanbul Seçim çevresi için
de 1 Ocak 1877 (16 Zilhicce 1293) tarihli bir beyannâme yayınlanmıştır.

Seçim mevzuatı böylece hazırlanmış olmasına rağmen, gergin
siyasî ortam sebebiyle tamamen uygulanamadı. Seçimlerde halk oy kullanamadığı
gibi, iki derecelilik öngörülmesine rağmen müntehib-i sâniler (ikinci seçmenler)
de belirlenemedi. Meb’us seçimleri Vilâyet meclisleri tarafından yapıldı. Tespit
edilen 130 mebus sayısına erişilemedi ve meb’us sayısı 115 (117?)’de kaldı
(Müslim: 69, Gayrımüslim: 46). Bunun sebebi; Tunus, Mısır, Romanya, Sırbistan,
Karadağ, Sisam, Umman, Necid gibi bazı vilâyetlerden, bir tek meb’usun dahi
gelmemesidir. Bu vilâyetler, içişlerinde bağımsız olmaları yüzünden Osmanlı
meclisine kayıtsız kalmıştır. Zaten bir süre sonra, bütün bu eyaletler Osmanlı
Devletinden tamamen kopmuşlardır.

Sayılan bu zorluklarla kurulan meclise, Sultanahmet’teki
Darülfünûn binası tahsis edildi. Meşrutiyetin ilk meclisi, 19 Mart 1877 günü
Dolmabahçe sarayının merasim salonunda yapılan resm-i küşadla, yani açılış
töreniyle çalışmaya başladı. Meclisi açış konuşması Padişah II. Abdulhamid adına
Ethem Paşanın tayiniyle Mabeyn başkatibi Sait Bey tarafından okundu. Bu konuşma
metni, devrin dünya görüşünü de yansıtan bir ayna özelliği taşımaktadır.

Ethem Paşanın sadrazamlığı döneminde açılan meclis, Ahmet Vefik
Paşa riyasetinde 28 Haziran 1877 tarihine kadar yaklaşık üç aylık bir süre
çalıştı. 31 Mart tarihli Londra Protokolü 10 Nisan 1877’de reddedilip Ruslar
savaş ilân edince, durumu iyice zorlaşan saray yönetimi, bu gerginlikte meclisin
iyi çalışamamasını da fırsat bilerek meb’usları memleketlerinde mecburî tatile
gönderdi. Ardından vilayetlere gönderilen bir “irade” ile, memleket meselelerine
vâkıf, söz anlayan mebusların seçilerek gönderilmesi istendi. Bu “irade”, ilk
meclisin meb’usları hakkında gizli bir adem-i liyakat ithamı içeriyordu. İlk
meclisin birinci çalışma dönemi işte meb’uslara karşı bu itimatsızlık beyanıyla
sona ermiş oldu.

Birinci meclisin ikinci dönemi ise, 13 Aralık 1877-13 şubat 1878
arasıdır. Bu dönem mebusları da aynen birincide olduğu gibi seçilerek
gelmişlerdir. Meb’us sayısı 56’sı müslim, 40’ı gayrimüslim olmak üzere 96’ya
düşmüştür. Bu ikinci dönemde meb’uslar, birinciden daha zor bir zamanda, 93
Harbinin en şedit anlarında çalışmıştır. Meclisin, Plevne’nin düşmesinden üç gün
sonra açılması hangi hissiyatla çalıştığını göstermeye yetecek bir durumdur.

Padişah II. Abdulhamid, meclisin ikinci dönem açılışında
yaptırdığı konuşmada ilkine benzer şekilde “Kanûn-u Esâsînin suret-i mükemmelede
fiil ve nüfuzunu icra etmesi(nin) devletimizin çare-i münferid-i selameti”
olduğunu belirtiyordu. Bu konuşma, padişahın anayasal meşrutiyete
taraftarlığının ve inancının devam ettiğini gösteri-yordu. Fakat padişahın
meclise güvendiği kadar meclis padişahın yönetimine güvenmiyordu. Bunu, savaşın
sorumluluğunu imalı bir biçimde padişaha ve hükümetine yükledikleri cevabî
bildiriden öğreniyoruz. Bildiride “(…) tebaa-i şâhânelerinin her suretle ibraz
ettikleri fedakârlık nispetinde tedâbir-i siyasiyye ve askeriyyede vesait-i
icraiyyece de hakkı ile davranılmış olsaydı bugünkü günde mevkiimizin daha
şanlı, şerefli bir halde bulunacağı vâzıhattan ise de …” denilmekteydi.

Savaşın ve mağlubiyetin sorumlusunun arandığı gergin bir siyasî
ortama girilmişti. Rus orduları Yeşilköy (İstanbul) önlerinde bekliyordu ve buna
karşılık İngiliz donanması da İstanbul’a gelmek üzere Çanakkale boğazını
geçmişti. Bu bunalım karşısında padişah Meclis-i Meb’usanı unutmuş görünerek
Yıldız Sarayında eski usul 43 kişilik bir meşveret meclisi topladı.. Toplantıya
devlet ricali ile birlikte Meb’usan Meclisi reisi ve üç meb’us da katıldı. Bu
toplantı, meclis ile saray idaresi arasındaki gerginliği iyice su yüzüne
çıkardı. Toplantıya katılan İstanbul meb’usu Astarcılar Kethüdası Ahmet Efendi
yaptığı konuşmada, savaşın sevk ve idaresindeki başarısızlığı saraya yüklemeye
kalkınca, bu nutuk bardağı taşıran son damla oldu. Padişah II. Abdulhamid
“bundan sonra ceddi Sultan Mahmut’un yoluna gideceğini” söyleyerek toplantıyı
sona erdirdi.

Aynı gün, yani 13 Şubat 1878’ de meclisin tatili için Meclis-i
Vükelâ bir mazbata hazırladı. Bu mazbatada, meclisle hükümet arasında savaş
sebebiyle bir kopukluk bulunduğundan bahisle meclisin çalışamadığı
vurgulanıyordu. Mazbatayı onaylayan irade-i seniyyede Padişah II. Abdulhamid
“usul-ü meşvereti bizzat ve bilhassa tesis buyurduğu ve meclis çalışmalarını
takdir ve memnuniyetle karşıladığı halde meclisi tatil etmek zorunda kaldığını”
bildirdi.

Otuz yıl boyunca meclis bir daha toplanmayacaktı. Fakat 1878’den
Nisan 1880’e kadar, kamuoyunda meclisin toplanacağı yönünde bir ümid vardı. Bu
ümidi canlı tutacak şekilde Âyan Meclisine hala yeni üye tayini ediliyor ve
salnâme-lerde meclis üyelerinin isimleri her yıl yayınlanıyordu. Bazı
tarihçiler, bu ümidin Nisan 1880’de iyice azaldığını ve “anayasalı istibdat”
döneminin bu tarihte başladığını iddia ederek, bunu İngiltere’ de aynı yıl
yapılan seçimlerin sonuçlarıyla açıklarlar. İngiltere’de Muhafazakarlar seçimi
kaybederken Türklere duyduğu husumetle tanınan Gladstone liderliğindeki
Liberaller iktidara gelir. Böylece İngiltere’ ye “sevimli” görünme şansı tamamen
yok olur ve Sultan II. Abdulhamid istibdat yönünde kesin kararını verir. Bunun
tartışmaya değer bir konu olduğu söylenebilir.2

Birinci Meşrutiyet Meclisinin Değeri

1876 Anayasasına göre yasama gücü padişahta toplanmakta idi.
Meclis ancak padişahın vereceği emir ve direktiflere göre kanunları görüşebilir
ve yasama yapabilirdi. Meclis üyeleri kanun teklifi veremez ve bunları
oylayamazdı. Padişahın gönderdiği kanun tasarıları üzerinde değişiklik de
yapamazdı. Bu yetki hükümete aitti. Meclisin hükümeti denetlemesi için gensoru,
güvenoyu gibi kurallar getirilmemişti. Meclis bir kanun tasarısını reddederse
padişahın meclisi feshetme yetkisi vardı (Md. 35). Hükümet üyelerinin ve
kabinenin meclise karşı sorumluluğu yoktu.

Meclis, bu yapısıyla yasama değil danışma meclisini
andırmaktadır. Yasama fonksiyonunu hakkıyla yapabilecek cihaz-lardan mahrum
bırakılması ona bu görüntüyü vermektedir. Bütün zayıflığına rağmen, meclisin
müspet yanları da bulunmaktadır. Bunları şöylece sayabiliriz:

a) Meclis, bütçe ve vergi alanında etkili bir çalışma ortaya
koymuştur. Bu da anayasanın ona tanıdığı bir durumdur. Her yıl meclisin onayına
sunulan bütçede öngörülmeyen dolayısıyla onaylanmayan vergileri hükümet
toplayamaz ve harcamaları yapamazdı (Md. 97 ve 100). Bu konuda padişaha bile
değişiklik yapma yetkisi tanınmamıştı.

b) Mecliste bütün unsurların temsil edilmesine gayret edilmiş ve
gayrımüslimlerin oranı oldukça yüksek tutulmuştur. Meclisin bu karma yapısı,
bazıları tarafından tenkit edilse de zamanının parlamentoları içerisinde temsil
yeteneği bakımından en ileri durumda olduğunu göstermektedir. Bu durum diğer
ülkeler için öğretici olmuş ve emsal teşkil etmiştir.

c) Gayrımüslimlerin meclise kabul edilmelerini İslam-Osmanlı
hukuk düzenine aykırı sayanlar, kısa da olsa bu meclis tecrübesinden ders almış
olmalıdırlar. Çünkü bu tecrübe ile; devletin temel hukuk nizamının, çoğunluğu
müslüman üyelerden oluşan bir mecliste tehdit edilmeyeceğini görmüşlerdir.

d) Meclisin aslında müslümanların hakları için gerekli olduğu bu
uygulamada iyice anlaşılmıştır. Yüzlerce yıldır hukukî koruma altında yaşayan ve
Tanzimat ve Islahat hareketleriyle hürriyet alanları müslüman ahali aleyhine
genişleyen gayrımüslimler yanında—ki onları himaye etme iddiasıyla Avrupa
Osmanlı devletini baskı altında tutmaktadır—müslümanların hakları da meclis
denetimi yoluyla sağlanabilecekti.

e) 1877-78 Meclisi, meb’usların vilayet meclislerinden gelmiş
tecrübeli üyeler olması sebebiyle seviyeli ve düzenli bir çalışma göstermiş, bu
da meclis üzerindeki kuşkuları azaltmıştır.

f) Memleketin değişik bölgelerinden gelen meb’uslar, mahallî
meselelerin yanısıra ülkenin genel meselelerini görmek ve tartışmak imkanına
kavuşmuşlardır.

Sonuç olarak, I. Ortaylı’nın tespitiyle “bu meclisler (belediye
ve vilayet meclisleri de dahil) tartışma, karar alma, yönetimi et-kileme ve
mahalli temsil ve seçim konularında imparatorlukta küçük görülemeyecek bir
geleneğin yaşamasını ve güçlenmesini sağladılar. En azından demokrasinin kurum
ve kuralları somutlaşarak toplumu “alıştırma” yönünde önemli bir birikim
sağlandı. Bu sayede Türkiye bugün, yönetim ve rejim yönünden 150 yıllık bir
meclis, tartışma, karar alma ve seçim geleneğine sahip ülkedir.”

Birinci Meşrutiyet Neden Sona Erdi?

Birinci meşrutiyetin kısa sürmesini, II. Abdulhamid’ in
istibdada olan temayülü ile açıklayanlar çoğunluğu teşkil etse de, bunun pek
insaflı bir değerlendirme olduğu söylenemez. Benzerleri gibi, bu hadisenin de
harici ve dahili pek çok sebebinin bulunduğu muhakkaktır. Bunları,—tafsilatını
tehirle—topluca ve kısaca şöyle tasnif edebiliriz:

1.Osmanlı toplumunun hem yönetici hem de halk kesiminde
meşrutiyetin mana ve ehemmiyeti yeterince anlaşılamamış, bu yüzden meşrutiyetten
çabuk ümit kesilmiştir. Asırlardır müslümanlara musallat olan yeis, yani “biz
adam olmayız” hastalığı burada da etkisini göstermiştir. Mani-i her-kemal olan
yeis, meşrutiyetin yerleşmesi için gerekli olan sabır ve tahammülü de kırmıştır.

2. Meşrutiyetin tesisi ve yaşaması için lazım olan cihazlar,
yani basın, parti, dernek gibi ara kurumlar Osmanlıda henüz yeterince oluşmamış
ve güçlenmemiştir. Bu durum, meşrutiyeti, çok muhtaç olduğu kamuoyu desteğinden
mahrum bırakmıştır.

3. Meşrutiyet, bidayette herkes tarafından bir “sihirli değnek”
olarak görülmüş ve dağılmanın çaresi olduğuna inanılmıştır. Fakat çözülmesi
beklenen bunalım, 93 Harbinin etkisiyle daha da ağırlaşmış ve sonuçta
meşrutiyete duyulan inanç kaybolmuştur.

4. Aslında, Osmanlı ricali, münevverleri ve halkı meşrutiyete
yeterince hazırlanamamıştır. Çünkü; meşrutiyet, asırlardır gelişen hakimiyet
telakkisine ve iktidarın paylaşılamazlığı geleneğine zahiren aykırılık teşkil
ediyordu. Dolayısıyla meşrutiyet, toplumun gerçek ihtiyacı olarak görülmek şöyle
dursun, hep şartlar gereği kendisine mecbur kalınan ve kuşku çeken bir yönetim
tarzı olmuştur.

5. Saraydaki bazı etkin görevliler, yüksek rütbeli devlet
adamları ve özellikle “torpil”, rüşvet gibi yollarla makam kazanan memurlar,
kısaca geçimini saraya borçlu olanlar, meclis denetiminden korkuyor ve bu
korkuyla padişahın da evhamını tahrik ediyorlardı. ilmiye ve seyfiye
sınıflarının bir kısım mensupları da aynı endişeyi paylaşarak meşrutiyet
aleyhine “efkarı teşviş ediyorlardı”. Ulemanın bir kısmı ise aynı işi farklı bir
sebeple, Kanun-u Esasî ve meşrutiyeti bid’at sayarak yapıyorlardı.

8. Galata bankerleri, mültezimler gibi mütegallibe ve eşrafın
çoğunluğu da çıkarlarına zarar geleceği korkusuyla meşrutiyete karşı
çalışıyorlardı.

9. Avrupa devletleri de, bir taraftan Osmanlıyı meşrutiyete
zorlar görünürken el altından meşrutiyeti engellemeye çalışıyorlardı. Zira, daha
önce padişah ve sadrazamı etkileyip isteklerini kolayca kabul ettirirken şimdi
karşılarına meclisler çıkıyordu. Bu gerçeğe Bediüzzaman, Münazarat’ta şöyle
işaret etmektedir: “Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ
ve ittihat ile hâsıl olan hablü’l-metin ve urvetü’l-vüska değme şeylerle
tezelzül etmez.(…) Eski padişahların irâdesini, Ermeni rüzgârı ve ecnebî
havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi.(…) Üç yüz ârâ-i mütekabile
ve efkâr-ı mütehâlife, hak ve maslahattan başka bir şey ile musâlâha etmez veya
sükût etmezler.” (s. 68). Bu ifadelerin de anlattığı gibi meşrutiyette Avrupanın
işi zorlaşıyordu. Eskiden bir veya birkaç kişiyi ikna etmeleri yeterliyken,
artık en az üç yüz kişiyi (meb’usu) ikna etmeleri gerekecekti. Buna ilâve
olarak, gayrimüslimlerin mecliste yer almaları da ellerindeki diğer bir önemli
baskı aracını daha ortadan kaldırıyordu. Meclisteki Ortodoks meb’uslar
Rusya’nın, Katolikler Fransa’nın, Protestanlar İngiltere’nin elindeki kozu
alıyordu.

10. Osmanlı ülkesinde faaliyet gösteren yabancı sermaye grupları
da meşrutiyet sisteminde, istedikleri kârı elde edemeyeceklerine inanarak
meşrutiyet aleyhinde propaganda yapıyorlardı.

Kısa bir zamanda bu kadar çok düşman kazanan meşrutiyet, kendine
sahip çıkacak kuvvetli bir efkâr-ı umumiye desteği de bulamayınca zaten yaşama
imkanı kalmı-yordu. Bütün bu sebepler ittifak ederek, anayasal meşrutiyetin
kırılganlığını artırmış ve istikbalde atılacak adımları da zayıflatmıştır. Fakat
kısa süreli bu meşrutiyet dene-mesinin, anılması gereken bir yönü vardır ki o
da, ardında ikincisi için alınacak önemli dersler bırakmasıdır.

Otuz Yıldan Sonra Yeniden Gelen Meşrutiyet

Meşrutiyetin iki devresi arasına Sultan II. Abdulhamid’in otuz
yıllık “istibdadı” girmiştir. Üzerinde haddinden fazla söz ve mürekkep sarf
edilen bu devir hakkındaki kelâm etme hakkımızı mahfuz tutarak, sözü “İkinci
Meşrutiyet”in seçimleriyle meclisine getirmek istiyoruz. Kimimiz nazlanarak
kimimiz de kemâl-i ümid ve şevkle yeniden bir seçime doğru giderken, meşrutiyete
atf-ı nazarda fayda mülahaza ediyoruz.3

“Hürriyetin ilânı”, “Temmuz inkılâbı” gibi isimlerle de anılan
ikinci meşrutiyet 23/24 Temmuz 1908’de birincisi gibi yine Sultan II.
Abdulhamid’in devr-i saltanatında ilân edilmiştir. Meşrutiyetin 1920’ye kadar
sürecek on iki yıllık bu ikinci döneminde toplam dört genel seçim yapılmıştır.
Sonucu bakımından önemli olan 1911 Ara Seçimini de sayarsak toplam beş seçimin
yapıldığını söyleyebiliriz. Aşağıda, bu beş seçim hakkında kısa bilgiler vermeye
çalışacağız.

1908/1324 genel seçimi

1908’in Kasım-Aralık aylarında yapılan ilk genel seçimde,
Osmanlının Rum, Ermeni, Bulgar menşe’li vatandaşları (azınlıklar), müslüman
çoğunluğun aleyhinde ittifak ederek İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı bir
cephe oluşturmuşlardır. Epeyce hareketli geçen seçimler İttihat ve Terakki
Cemiyeti listelerinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Henüz İttihat ve Terakki
Cemiyetinin bile tam olarak partileşmediği bir dönemde 300’e yakın mebus
Meclis-i Meb’usana girmiştir. Üye sayısı 281 olması gerekirken 275’te kalan
mecliste daha sonra gelişen olaylar, grupları ve partileri
belirginleştirecektir.

31 Mart olayından sonra büyüyen muhalefet, mecliste 70 meb’usluk
bir sayıya ulaşmış ve nihayet 21 Kasım 1911 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası
(Hİ) kurulmuştur. 1909’ un Aralık ayında partileşen İttihat ve Terakki
Cemiyetinin karşısındaki en büyük rakip bu parti olacaktır.

1911/1327 ara seçimi

İstanbul meb’usu ve Hariciye Nazırı Rıfat Paşa Londra
Büyükelçiliğine atanınca ortaya çıkan boş üyelik için Aralık 1911’de yapılan ara
seçimi; Hürriyet ve İtilafın adayı Tunuslu Hayreddin’in tanınmamış genç bir
gazeteci olan oğlu Tunuslu Tahir Hayreddin Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin
güçlü adayı Dahiliye Nazırı Memduh Beye karşı 195’e 196 oyla, yani tek oy farkla
kazanmıştır. Bu olay İttihat ve Terakki Cemiyetinde büyük bir panik ve
çözülmeye, Hİ’de ise bayram ve zafer sevincine yol açmıştır.

Bu olay üzerine, Meclis-i Meb’usandaki çoğunluğu kaybetmekten
korkan ittihatçılar, önce Kanûn-u Esâsî değişikliğine teşebbüs etmiş, başarısız
kalınca da meclisi, daha önce değiştirilmesini istedikleri 35. maddeden
yararlanarak feshetmişlerdir.

1912/1328 genel seçimi-sopalı seçim

Aralık 1912’de yapılan bu seçim, tarihimizdeki ilk erken genel
seçimdir. Dahilî ve haricî sarsıntılar içerisinde ve Trablusgarp savaşı
esnasında yapılan bu seçim, tarihe “sopalı ve dayaklı seçim” adıyla geçmiştir.
Bu isimle anılmasının sebebi, 31 Mart olayından sonra iki aylığına ilan edilip
bu tarihe kadar uzayan ve ittihatçıların istibdadını kurup koruyan sıkıyönetim
altında yapılmasıdır.

“Dipçik ve postal” gölgesi altında yapılan 1912 genel seçiminde,
muhalefet bir bakıma meclis dışında bırakılmıştır. Sonuçta, fiilen 278 üyelik
meclise (yasal tamsayı 286 idi) ancak 15 ittihatçı muhalifi meb’us
girebilmiştir. Bu 15 üye de açıktan muhalif olmayıp bir kanuna red oyu
verdikleri için “muhalif grup” sayılmaktadır.

Bu seçimin bir başka özelliği de azınlıkların ittifakının
dağılmasıdır. Ermeniler ikiye bölünmüş, Hınçaklar Hürriyet ve İtilâfa, Taşnaklar
İttihat ve Terakki Fırkasına dahil olup destek vermişlerdir. Yahudiler İttihat
ve Terakkiye, diğer azınlıkların ekseri Hİ’ye destek vermişlerdir.

Bu seçimle oluşan meclisin de ömrü uzun olmamış, iki buçuk ay
sonra feshedilmiştir. Özellikle Eskişehir ve İzmir’de çıkan hadiselerle,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendinin “Balıkesir ve mülhakatı ahalisine” gönderdiği
Hİ aleyhtarı bildiri dönemin en çarpıcı olaylarıdır.

1914/1330 genel seçimi

Mayıs 1914’de yapılan bu genel seçim de yine ittihatçıların
hakimiyetinde yapılmış ve İTF’nin tek parti egemenliğini güçlendirmiştir.
Nispeten uzun ömürlü olan bu meclis Birinci Harb-i Umumînin “çocukları
ihtiyarlatan dağdağalı günlerinde”4 çalışmış ve 1918’de imzalanan
Mondros mütarekesinden sonra feshedilmiştir.

1919/1335 genel seçimi

1919 yılının son aylarında yapılan bu seçim sırasında ittihat ve
Terakki Cemiyeti son kongresini yaparak Teceddüt Fırkasına dönüşmüş ve bu fırka
da İstanbul hükümetince feshedilmiştir. İttihatçıların bir kısmı Malta’ya
sürülmüştür. Ülkenin büyük kısmı işgal altındadır. Buna rağmen İstanbul
seçimlerinin çoğunu İttihatçılar kazanmıştır.

15 Mart 1920’de İngilizler İstanbul’u işgal etmiş ve hemen
ertesi gün de meclise baskın yapıp bazı meb’usları tutuklamışlardır. Geri kalan
meb’usların çoğu da Anadoluya firar edince meclis 11 Nisan 1920’de feshedilmiş
ve böylece yeni bir seçimin yolu açılmıştır. Aralık 1919 seçimleri Osmanlı
tarihinin son genel seçimi olarak kabul edilmektedir.

II. Meşrutiyet Seçimlerinin Cihet-i Vahdeti

Yukarıda özetlediğimiz meşrutiyet seçimlerinin tamamı, İntihâb-ı
Meb’usan Kanununa göre ve hepsi de iki dereceli olarak yapılmıştır. Seçimlerde
sadece erkekler oy kullanmıştır. Seçmen olmak için ayrıca, devlete doğrudan az
çok vergi vermek ve “başkasının hizmetinde bulunmamak” gibi özel şartlar
konulmuştur. Sonradan bu şartlara Türkçe bilme şartı eklenmiş, böylece seçme ve
seçilme hakkı iyice sınırlandırılmıştır.

1912 yılında askerler için bir yasaklama getirilmiştir. Bu yıla
kadar oy kullanabilen askerin siyasetle ilişkisini kesmek için bir Kanun-u
Muvakkatla seçme ve seçilme yasağı konmuştur.

Seçimler, vilayetler çok geniş olduğundan, sancak birimine göre
yapılmış ve her seçim dairesindeki 50 bin erkek seçmene bir meb’us düşecek
şekilde uygulanmıştır. Osmanlı seçimlerinin tümü çoğunluk esasına göre iki
dereceli olarak yapılmıştır. Nisbî temsil esasını savunanlar da bulunmuştur.

II. Meşrutiyet Seçimlerinden Renkli Tartışmalar

Bu dönem seçimlerinde yapılan tartışmalar toplumdaki
gerginlikleri yansıtmaktadır. Bilhassa meşrutiyet basını takip edildiğinde bu
konuda zengin bir malze-meye ulaşılmaktadır. Örnek olarak bazılarını
hatırlatabiliriz:

-Milletvekili maaşları önemli bir tartışma konusuydu.

-Masonluk, zamanın deyimiyle farmasonluk suçlaması rakiplerini
yıpratmanın önemli bir aracıydı.

-Azınlıklar ve etnik grup liderleriyle meb’usluk pazarlıkları
âşikar bir şekilde yapılıyordu.

-Seçim propagandalarının önemli bir unsuru da temel atma
törenleriydi. Bu törenlerin en çok ses getireni, 1912 seçimi öncesinde İttihat
ve Terakki Fırkasının Selânik’teki yeni binasının temel atma merasiminde Cavid
Beyi konuşturması olayıdır.

-Propaganda nutuk ve yazılarında, küfür ve argo kelimelerine sık
müracaat ediliyor, buna karşı “terbiye-yi ictimaiyemize uygun bir üslup” bulma
tartışması öne çıkıyordu. O zamanların siyasi üslubunu yansıtan bir örneği 1912
seçimi yapılırken Tevfik Fikret’te buluyoruz. Seçimlerdeki baskılara kızan
Fikret; arkadaşı Hüseyin Cahit’e, Hüseyin Fasid, gazetesi Tanin’e de Cenin
sıfatını yakıştırır. Fikret’in hücumlarından İttihat ve Terakki Cemiyeti’ nin
payına İrtikab ve Tedenni Çetesi sıfatı düşer. Tevfik Fikret bu halet-i
ruhiyenin bir ürünü olarak sonradan Hân-ı Yağma şiirini yazacaktır.5

II. Meşrutiyet devrinin bir başka renkli tarafı seçim sandığı ve
sandık alayıdır. 1908 seçiminde İstanbul’da 500’den fazla ikinci seçmenin oy
kullandığı, Matbaa-i Askeriye Müdürü Ziya Bey tarafından “pek san’atkârâne”
yapılmış olan sandık devrin basınında bahse konu olmuştur.

Sandık alayı ise 1908’den sonra halkın kendiliğinden düzenlediği
bir şenliktir. Bayram havasında geçen bu şenlik fener alayı, gelin alayı
motiflerinin siyasî izdüşümü gibi görünmektedir. Bilhassa müntehib-i sanilere
ait oy sandıkları, mahalleli tarafından süslü bir kağnı veya at arabasına
konulurdu. Sandığa davul-zurna ikilisiyle mahalle esnafı ve eşrafı refakat
ederek belediye binasına kadar götürürlerdi. Bu sandık alayı özellikle
İstanbul’da çok şaşalı olmaktaydı.

II. Meşrutiyet Meclisi

Meclis-i Meb’usan

İkinci Meşrutiyet meclisi 1908-1920 arasında 4.5 yılı biraz aşan
bir süre çalışmıştır. Çalışma dönemlerinin hepsi de fesihle sona ermiştir.
Birinci dönem İttihat ve Terakki Cemiyetinin, ikinci dönem Gazi Ahmed Muhtar
Hükümetinin (bu dönem meclisle hükümetin en çatışmalı dönemidir ve meclis
çoğunluğunu elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalefet
konumundadır), üçüncü dönem (Mütarekede) Tevfik Paşanın, dördüncü dönem
(Mütare-kede) Damat Ferit Paşanın padişahla anlaşmaları sonunda fesihle son
bulmuştur.

Meşrutiyet meclisi ilk olarak halkı mütecanis olmayan bir
devletin meclisi olma görevini büyük zorluklar içinde yürütmeye çalışmıştır.
Kozmopolit bir yapıya sahip olan meclisin en olumlu tarafı meb’usların hür ve
serbestçe tartışabilmeleridir. 1908 Meclisinde 275 Meb’ustan 142’si Türk, 60’ı
Arap, 25’i Arnavut, 23’u Rum, 12’si Ermeni, 5’i Musevi, 3’ü Sırp, 1’i Ulahtır.
Bu, tam bir “Osmanlılık” tablosudur. Tablo sonraki dönemlerde de hemen hemen
aynıdır.

Meclisin yapısında giderek büyük bir değişme yaşanmıştır. O da
milliyetçilik (kavmiyet fikri) alanında olmuştur. Türk olmayan meb’uslar tüm
millet-i Osmaniyenin değil, seçildikleri bölgelerin temsilcileri olmuşlardır. Bu
yoldan millî temsil (umumi vekâlet) teorisi yerine emredici etnik vekâlet
müessesesi doğmuş ve zeminin hararetiyle hızla gelişmiştir. Bu durum, 1912’den
sonra açıkça ortaya çıkmamış olmakla birlikte derinden hissedilmiş ve münferit
olaylarda kendini göstermiştir. Meselâ; Girit konusunda Rum meb’uslar, Ermeni
menfaatlerinde Ermeniler, Arnavutluk olaylarında Arnavutlar ilk tepkiyi
vermektedir. Fakat yine de Osmanlılık hep savunulan ortak bir fikir olmuştur.
“Osmanlılık” fikri, Osmanlı Devletinin bir etnik unsurlar birleşmesine
(ittihâd-ı anâsıra) dayandığı tezinden hareketle, her kavmi barış içinde bir
arada yaşama amacında yapısal bir birim sayan siyasal bir formül olarak
savunulmuştur.

Meşrutiyet meclisi bu özellikleriyle, hızlı bir siyasallaşma ve
siyasal katılma sürecine damgasını vuran en önemli mües-sese olmuştur. Meclis,
Osmanlıya has bir gelişim göstermiş ve batılı anlamda sağ-sol ayrımları onda
hiçbir zaman geçerli olmamıştır.

Meclis-i Âyan (Heyet-i Âyan)

II. Meşrutiyet Âyanı, sağ kalan eski iki üye ile otuz yeni
üyenin birleşmesinden oluşmuş ve görev yapmıştır. Aslında üye sayısı Meb’usanın
1/3’ü kadar yani 90’dan fazla olması gerekirken bu sayıya hiçbir zaman
ulaşılamamıştır. Meb’usan buna pek taraftar olmadığından Âyan sayısı 1909’da 44,
1910’da 48, 1911’de 58, 1914’te 48 olarak kalmıştır.

Âyan, yürütme-meb’usan sarkacında çalışmıştır. Kabine ve
Meb’usân İttihatçıların elinde olduğundan pek fazla bunalım çıkmamıştır. Ancak
Âyan siyasal sorunlarda hakem rolü de üstlenememiştir. Bazen Kabine bazen de
Meb’usan lehinde görüş bildirmiştir.

Osmanlı Parlamentosunda “Kardeş” Geçimsizliği

Osmanlı Meclis-i Umumîsinin mansup (atanmış) organı Âyanla
müntehab (seçilmiş) organı Meb’usanın diyalogu da hayli sert olmuştur. Bir Âyan
azasının “komşumuz” dediği Meb’usanla bir meb’usun “büyük biraderimiz” dediği
Âyan arasındaki soğukluk bir türlü giderilememiştir. Âyan Meb’usanı küçümsemiş,
Meb’usan da Âyanı seçimle gelmediği için ikinci derecede bir organ saymıştır.
Anayasadaki, meselâ hükümetin kanun tasarılarını ister Meb’usana ister Âyana
verebilmesinde olduğu gibi belirsizlik ve boşluklardan da kaynaklanan
geçimsizliğin dozu 1918’e kadar artan bir seyir izlemiştir.

Mütareke döneminde bu gerginlik iyice su yüzüne çıkacak ve
Müdafaa-i Hukukçu Meb’usanın karşısında, Âyan padişah (İstanbul Hükümeti)
yanlısı bir tutum takınacaktır.

Hulâsa ve Netice-i Kelâm

Bütün kusur ve noksanlarına rağmen Osmanlı seçimleri ve
meclisleri Cumhuriyet devrine önemli bir tartışma, müzakere ve meşveret
tecrübesini miras bırakmıştır. Bu miras memleketimizin çoğulcu siyasî ha-yatına
önemli katkılar sağlamıştır. Dolayısıyla siyasî temsil ve siyasî katılma
kavramlarının bizim toplumumuzda ve siyaset kültürümüzde neye tekabül ettiğini
tespit etmek, bizim sadece ana duraklarını özetlediğimiz bu mirası, yani
meşrutiyet olaylarını doğru okumaya bağlıdır. Toplumumuz parti, seçim, meclis,
hür basın gibi pek çok demokratik kurum ve kuralla bu dönemde tanışmıştır. Bu
sayede—kesintilere rağmen—Türkiye bugün demokrasiden vazgeçemeyen bir noktaya
ulaşmıştır.

Ortada yine de cevaplanmayı bekleyen bir soru durmaktadır. Bu
ülkede demokrasi neden sık sık kesintiye uğramaktadır? Sorunun cevabı uzun
olmakla birlikte bu konuda Bediüzzaman’ın veciz ve beliğ bir “cevabına” müracaat
edebiliriz. Münaza-rat’ta (s. 47) “Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti
takdir etmeyen kimlerdir?” sualine verdiği cevap, hem meşrutiyete hem de
günümüze ışık tutuyor.

Aslında, menba’-ı saadetimiz olan meşvereti, yani meşrutiyeti
inciten Bediüzzaman’ın ironi taşıyan hakikatli tespitiyle; “cehâlet ağanın, inad
efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin
taht-ı riyâsetlerinde, insan milletinden bir cemiyettir.” (Münazarat, s. 47). Bu
cemiyetin mensup-ları ise medar-ı ibret özellikler taşımaktadırlar.
“Benî-beşerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatına
feda etmeyen; hem de menfaatını ızrar-ı nâsta gören; hem de muvâzenesiz,
muhâkemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği
halde, mağrurâne millete ruhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya
tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtâriyet veya istibdâd-ı mutlak mânâsında bir
cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin
bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-ı
umûmiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin âsâbına dokundurmakla, tâ
heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir.”(s. 48). Bediüzzaman’ın
bu cevabı “mason ve dönmelerin ve bolşevizmi isteyenlerin cemiyetinden haber
vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hâkimiyeti gaybî
ihbar eden” bir cevaptır.(s. 48). Buradaki ihbar-ı gaybinin ne kadarlık bir
istikbale baktığı konusu, zamanın tefsirine ve muhatapların zekâvetine
bırakılmıştır.

Demokrasinin kesintiye uğramaması için en başta, kamuoyunun onu
koruyacak bir kıvama kavuşması zarurîdir. “Cehâletle hukukunu (haklarını)
bilmeyen bir milletin, (başındaki) ehl-i hamiyeti dahi müstebit edeceğini” (bkz.
Münazarat, s. 28) unutmadan; demokrasinin üç müthiş düşmanı olan cehâlet,
zaruret ve ihtilafa karşı, mârifet, sanat ve ittifak “silahlarına” müracaat
etmek gereklidir. Sözlerimizi, iyimserliğimizi elden bırakmadan meşhur Körler
Ülkesi isimli hikayeyle bitirmek istiyoruz.

Hikayeye göre, Körler Ülkesi isimli bir ülkede yaşayan bütün
insanlar kördürler. Etraflarındaki güzelliklerden habersiz kendilerine göre bir
hayat tarzı geliştirmişlerdir. Günün birinde gözleri açık bir insan dünyaya
gelir ve büyüdükçe etrafındaki güzellikleri fark etmeye başlar. Çevresindeki
insanların nasıl olup da bunları görmediğine şaşırmış bir halde yavaş yavaş
güzellikleri onlara da anlatmaya çalışır. İlk olarak onu duyanlar, buna pek önem
vermezler ve onun hayal kurduğuna inanırlar. Ancak gün geçtikçe bu gözleri açık
ada-mın anlattıkları kulaktan kulağa yayılır. So-nunda yakınları onun ciddi bir
hastalığa yakalandığına kanaat getirip yine kendileri gibi kör olan doktorlara
götürürler. Adamın anlattıklarını doktorlar da dinlerler ve ilk defa duydukları
bu bilgileri veri olarak kabul edip aralarında bir “konsültasyon” yaparlar.
Konsültasyonun sonucu, hasta yakınlarına bildirilir: Hastanın gözleri
bozulmuştur ve “dikilmesi” gerekmektedir. İttifakla alınan bu karar uygulanır ve
gözleri açık adamın gözleri cerrahi bir müdahale ile “dikilir”.

Kıssadan alacağımız hisse ile sözümüzü bitirelim: Hak ve
hürriyetine düşkün olanlar gözlerinin “dikilmesine” izin vermezler vesselam…

Dipnotlar

1. Malumdur ki; meşrutiyet denilince birinci (1876-1880) ve
ikinci (1908-1918) şeklinde bir numaralandırma yapılmaktadır ve bu durum
kimseyi, cumhuriyetin numaralandırılması gibi rahatsız etmemektedir. Osmanlı
meşrutiyeti dediğimizde biz bu iki devri birlikte kastediyoruz.

2. Sultan II. Abdulhamid; meclisi, anayasanın 7. maddesinde
kendisine tanınan yetkiye dayanarak ve Meclis-i Âyandan aldığı karar ile süresiz
olarak tatil etmiştir. Meclisin tatil (fesih değil) kararını bizzat reis Ahmet
Vefik Paşa okumuştur. 30 yıl süren tatil sonunda hayatta kalan üç Âyan üyesi
1908′ de toplanan meclise dahil edilmiştir. Hatta bu dönemin tatil dönemi
olduğu, çıkarılan kanunlara “kanuniyeti sonradan teklif olunmak üzere” kaydıyla
“kanun-u muvakkat” ibaresinin ilave olunmasından da anlaşılmaktadır.

3. Okurlarımız bu fayda mülahazasını zaid addedebilirler
diyerek, onlara yaşadığımız kimi ciddî kimi mizahî olayların, bize meşrutiyet
seçimleri yapılırken yaşananları hatırlattığını söyleyebiliriz. Bu tahatturun
gösterdiği benzerlik bazen öyle bir seviyeye çıkıyor ki insana, “aslında hâlâ
devr-i meşrutiyeti idrak edi-yoruz da hürriyetin verdiği sarhoşlukla galiba
kendimizi devr-i cumhuriyette tahayyül ediyoruz” dedirtiyor.

4. “Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya “yevme
yec’alü’l-vildanü şîba” sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları
ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir
vaziyette buldum.” (Bkz. Yirmi Altıncı Lem’a, Dokuzuncu Rica)

5. Bu üslubun benzeri I. Meşrutiyet döneminin önemli
isimlerinden Namık Kemal’de de görülür. N. Kemal meşrutiyet muhaliflerine
erbab-ı mefsedet (bozguncular), rüfekaa-yı şekavet (baş belaları denebilir),
moskoflu, cemiyet-i fesat, on-oniki budala, hain, hain değilse meclisin ne demek
olduğunu bilmez (cahil) gibi sıfatlarla hücum etmektedir.

 

Kaynaklar

Ahmet Cevdet Paşa, Tezâkir, Yay. Cavit Baysun, 4 Cilt,
Ankara 1991.

—————-, Ma’rûzât, Haz. Y. Halaçoğlu, İstanbul
1980.

Akşin, Sina vd., Türkiye Tarihi, Cilt: III-IV, Cem Yay.,
İstanbul 1993.

—————-, “I. Meşrutiyeti Son Verilmesinin
Sebepleri”, Hac. Ün. Ed. Fak. Dergisi, IV/1 (1986), Ankara, ss. 96-105.

Bayur, Hikmet, “İkinci Meşrutiyet Devri Üzerinde Bazı
Düşünceler”, Belleten, XXIII/90 (1959), Ankara, ss. 267-285.

Çay, M. Abdülhalûk, “1876 Meşrutiyet Meclisi”, Hac. Ün. Ed.
Fak. Dergisi, IV/1 (1986), Ankara, ss. 75-88.

Kalaycıoğlu, Ersin, Sarıbay, A. Yaşar (ed.), Türk Siyasal
Hayatının Gelişimi, İstanbul 1986.

Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, Ankara 1989.

Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, istanbul 1967.

Kili, Suna; Gözübüyük, Şeref, Türk Anayasa Metinleri,
İstanbul ty.

Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1984.

Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfî, Sözler
Yayınevi, İstanbul 1978.

——————————, Hutbe-i Şâmiye, Y. Asya
Neşr., İstanbul 1995.

——————————, Lem’alar, Sözler Yayınevi,
İstanbul 1986.

——————————, Münâzârat, Y. Asya Neşr.,
İstanbul 1991.

——————————, Sünuhat, Y. Asya Neşr.,
İstanbul 1996.

—————————–, Siyasî Tesbitler, Beyânât ve
Tenvirler, Y. Asya Neşr., İst. 1995.

Oktay, Cemil, “Hum” Zamirinin Serencamı, İstanbul 1991.

Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul
1987.

—————-, “II. Abdülhamit Döneminde Anayasal Rejim
Sorunu”, Hac. Ün. Ed. Fak.

Dergisi, IV/1 (1986), Ankara, ss. 55-62.

Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları,
Giriş: İsmail Arar, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul 1986.

Pantül, Mehmet, Türk Parlamento Hukukunda İkinci Meclisler,
Ankara 1982.

Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Haz. M.
Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 1993.

Shaw, Stanford J. , Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,
Çev. Mehmet Harmancı, 2 Cilt, İstanbul 1982.

———————–, “19. Yüzyıl Osmanlı Reform
Hareketinde 1876 Öncesi Merkezî Yasama Meclisleri”, Çev. Püren Özgören, Tarih ve
Toplum, Sayı: 76,77 (Nisan ve Mayıs 1990), ss. 11-16, 40-47.

Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye de Siyasal Partiler, Cilt: I,
III, İstanbul 1988,1989.

Türk Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı 1876-1976, Haz. Siyasi
İlimler Türk Derneği, Ankara 1978.