Günümüzde “hoşgörü” diye ifade edilen prensip ve anlayışa
eskiden “müsamaha” deniyordu. Sözlüklerde bu kelime “görmezliğe gelme,
aldırmama, bir kabahatlıya karşı şiddet göstermeyip geçivermek”1
şeklinde manalandırılmaktadır.

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında
Selçuklu-Bizans sınırlarında ortaya çıkan küçük bir beylikti. Bu beylik,
kuruluşundan kısa müddet sonra büyüyerek, tarihin akışını değiştirecek derecede
kudretli bir devlet haline geldi. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak
bölgeye, İslam-Türk damgasını vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hala
devam etmektedir. Tarihçiler, bunu henüz izah edilememiş bir mesele olarak
görmektedirler.

Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesi ve
şartların gerektirdiği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti,
sağlam temeller üzerine bina edip geliştirdiği ve kemal mertebesine ulaştırdığı
müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkanını buldu.
Devletin, hayatiyet sırlarını oluşturan ve onu, Anadolu’daki diğer beyliklere
göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de şüphesiz ki hoşgörü adını
verdiğimiz anlayıştır.

Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinat eden yapısı
ile şer’i hukuku hem nazari, hem de ameli bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,2
bu anlayışını devletin bütün sistem ve organlarında da devam ettiriyordu. Zira
“bu devlette din asıl, devlet ise onun bir fer’i olarak görülmüştür”.3
Bu bakımdan devletin sosyal bünyesini bu prensibe göre organizesi normal
karşılanmalıdır. Bu hoşgörü anlayışı sebebiyledir ki, Osmanlılar, Balkanlarda
idarelerine aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale
etmedikleri gibi, onların her türlü baskıdan da kurtarmışlardı.

İslam’ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak
ettiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlandığı ve emirlerini gereğini
yapmaya çalıştığı bu yeni dinin, başka dinden olanlara karşı toleranslı davranma
prensibini de benimsemişti. Onların bu konudaki rehberleri bizzat Kur’an-ı Kerim
idi.

İslam, Müslümanları fethettikleri topraklarda yaşayan hiç
kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde
serbest bırakır. Hak ile batıl arasındaki farkları, inançlar arasındaki doğru ve
orta yolun hangisi olduğunu ortaya koymakla yetinir. Zorlama sonunda Müslüman
olma keyfiyetinin İslami bir hareket tarzı olmadığını söylemekten çekinmez.
Tarihte geçmiş olan, pek çok Müslüman devletin idaresi altında sayısız gayr-i
müslimin yaşaması ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmesi, böyle bir
anlayışın sonucudur.

İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlılar, idareleri
altında bulunan gayr-i müslim vatandaşlarının dini hak ve hürriyetlerini koruma
hususunda titizlikle hareket ediyorlardı. Bu konuda arşiv belgeleri, Şer’iyye
Sicilleri, Piskopos Mukataası Kalemi Defterleri, gayr-i müslim cemaatlara ait
olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı
devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine adeta şahitlik yapmaktadırlar.

Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve
bölgedeki Moğol hakimiyetinin zayıflaması üzerine, Anadolu’daki siyasi birlik ve
bütünlük parçalandığından burada, sayıları yirmiye yaklaşan beylikler dönemi
başlamıştı. Bu dönemde de gayr-i müslimler için farklı ve olumsuz bir durumun
meydana geldiği söylenemez. Bu konu ile ilgili pek çok örnek, XIV. yüzyılda
İslam dünyası ile Türklük alemini gezip gören ve buralardaki sosyal yapıyı canlı
levhalar halinde günümüze aksettiren Mağripli ibn Batuta (1304-1369)
seyahatnamesi ve diğer çağdaş kaynaklarda bulunmaktadır.

Başlangıçta Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Beyliği’nde
de durumun farklı olmadığını düşünmek yanlış olmaz. Zira Osmanlıların mensubu
bulunduğu din (İslam), onların başka türlü hareket etmelerinde rıza göstermezdi.
Gerçekten daha devletin (beyliğin) kuruluşundan itibaren insanlar arasında din
farkının gözetilmediğini görüyoruz. Nitekim Hammer, Osman’ın Bey ünvanıyla
beyliğin başına geçtiği andan itibaren gayr-i müslim, yani Müslüman olmayan ve
hatta kendi vatandaşı bulunmayan insanların haklarını nasıl koruduğunu şu
ifadelerle dile getirir:

“Osman, bey ünvanını alıp, beyliğin başına geçtikten sonra
ikametgahı olan Karacahisar’da her türlü işlere bakmak ve halk arasında meydana
gelen davaları hafta sonu olan Cuma günlerinde karara bağlamak için, bir Molla
(Kadı) seçti. Kayınbabası Edebali ve dost silah arkadaşı (kardeşi Gündüzalp,
Turgutalp, Hasanalp, ve Aykutalp) ile istişare ettikten sonra, Şeyh Edebali’nin
talebesi olan Karaman’lı Dursun Fakih’i imam olarak tayin etti. Pazarlarda din
ve milliyet farkı gözetmeksizin düzeni koruma görevinin de ona verdi. Bir Cuma
günü Germiyan Türk Beyi Alişir’in tebaasından bir Müslüman ile Bilecik Rum
liderine bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyan’ın lehine
hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede, Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve
adaletseverliğinden söz edilmeye başlandı. Bunun sonucunda da halk, Karacahisar
pazarına daha çok gel-meye başladı.4 Osmanlıların, Müslüman olmayan
vatandaşlarına karşı olan bu hoşgörü ve toleransla hareket etme anlayışı,
devletin tarih sayfaları içindeki yerini almasına kadar hiçbir değişikliğe
uğramadan devam etti. Hatta bu devletin duraklama ve gerilemesinde, Osmanlı
toplumunun yüksek hoşgörüsünün de menfi tesirlerinin olduğu söylenmektedir.
Kuruluş ve yükseliş devirlerinde tek devlet idaresine ve huzura kavuşan gayr-i
müslimler, gittikçe çoğalmışlar, zenginleşmişler, tamamen hür bir şekilde dini
yaşayışlarını, örf ve adetlerini sürdürmüşlerdir. Devlet tarafından cemaat
işlerine asla müdahale edilmediği için onlar da din , dil ve milliyetlerini
korumuşlardır. Bu esnada Türkler, fetih ve fethedilen yerleri korumakla, başka
bir ifade ile askerlikle meşgul idiler. Bu yüzden ticaret ve sanayide
gerilemişlerdir.

Üç kıta üzerinde 10-50 derece Kuzey enlemleri ile 10-60 derece
Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir
kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının
(vatandaşının) din, dil, mezhep, ırk gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına
rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare
edebilmişti.5

Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslimlerin coğrafi dağılışı için iki
ayrı tablo çizmek gerekir. Bunlardan biri, gayr-i müslimlerin din ve mezheb
bakımından coğrafi dağılışı, diğeri de etnik bakımdan coğrafi dağılıştır.
Birinci grup için şöyle bir tablo çizilebilir:

1. Hıristiyanlar

a. Katolikler

Latinler (ayin ve ibadetlerini Latince yapan Avrupa
milletleri)
Katolik Ermeniler
Katolik Gürcüler
Katolik Süryaniler
Kildaniler
Maruniler
Kıptiler
Katolik Rumlar

b. Katolik olmayanlar

Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian, ve
Bogomiller)
Gregoryenler
Nasturiler
Yakubiler
Melkitler
Mandeiler

2. Museviler

a. Rabbaniler
b. Karailer
c. Samiriler

3. Sabiiler

Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlerin din ve mezheb
bakımından coğrafi dağılışlarının tafsilatına girmeden onların, etnik bakımdan
olan coğrafi dağılışlarını da sadece isim olarak vermek istiyoruz. Buna göre:

1. Rumlar
2. Yunanlılar
3. Bulgarlar
4. Pomaklar
5. Sırplar
6. Hırvatlar
7. Karadağlılar
8. Bosnalılar
9. Arnavutlar
10. Macarlar
11. Polonyalılar
12. Çingeneler
13. Ermeniler
14. Gürcüler
15. Süryaniler
16. Kildaniler
17. Araplar (Maruni, Melkit vs.)
18. Yahudiler
19. Romenler
20. Türkler (Gagavuzlar)
21. Kıptiler
22. Habeşler 6

Verdiğimiz bu tablolardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti,
gerek din, gerek mezheb gerekse ırk bakımından birbirlerinden farklı pek çok
unsuru idare edi-yordu. Özellikle ulaşım bakımından günümüzle mukayese
edilemeyecek derecede imkansızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında bunca
farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip insanı idare etmek ve bir arada insanca
yaşamalarını temin etmek zannedildiği kadar kolay değildi.

Gerek arşiv belgelerinden, gerekse yerli ve yabancı diğer
kaynaklardan anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti ve onun asil unsuru olan
Müslüman tebaası (vatandaşı), Müslüman olmayan tebaasının haklarına riayet
ettiği gibi, bu hakların kullanılması esnasında ortaya çıkacak bir müdahale,
ister bir Müslüman, isterse başka bir gayr-i müslimden gelsin fark etmiyordu. Bu
konuda birçok belge ve kanunname maddesi bulunmaktadır. Bununla beraber konuyu
daha fazla uzatmadan birkaç örnekle yetinmek istiyoruz. 7 Receb 972 (9 Şubat
1565) tarihini taşıyan, Rum Beylerbeyi ile Sivas ve Divriği kadılarına
gönderilen bir hükümde, Divriği’ye bağlı bir Hıristiyan köyünden Mehmed ile
Himmet adında Müslüman iki sipahinin zimmilere (devletin Müslüman olmayan
vatandaşı) haksızlık ettikleri ve köylülerden fazla para aldıkları tespit
edildiğinden, bu adamların ellerinden bir daha geri verilmemek şartıyla
tımarlarının alınması ve zimmilerin haklarının istirdad edilmesi
emrolunmaktadır.7 Bu hükümden anlaşıldığına göre, sipahilerin,
Hıristiyan vatandaşlara yaptıkları haksızlık, anında ortadan kaldırıldığı gibi,
kanun gereği kendilerine de bir daha tımar verilmemek üzere büyük bir ceza
verilmiştir. Dönemin sosyal ve ekonomik şartları göz önüne alındığı zaman bu
cezanın ne denli büyük olduğu anlaşılır. Benzer bir hüküm de Çorum Beyi’ne
gönderilmiştir. 21 Cemaziyülevvel 972 (25 Aralık 1564) tarihini taşıyan bu hükme
göre, 3300 akça tımara tasarrufu olan Veled adındaki sipahi, reayaya zarar
vermek ve onlara haksızlık etmek suretiyle yetkilerini aşıyormuş. Durumu,
müfettiş kadılar tarafından sabit görüldüğünden, yaptığı haksızlığa uygun bir
ceza olarak, kendisinin İstanbul’a gönderilmesi ve kürek cezası ile
cezalandırılması emredilmektedir.8 Bu arada Trabzon’da yaşayan Ermeni
vatandaşların şikayetleri, muhtemelen bir mezheb farklılığını gündeme getirmiş
olmalıdır. Buna göre şikayet sahipleri, eskiden beri kilise ve okullarında hem
ayinlerini icra ediyor, hem de çocuklarını okutuyorlarmış. Bu şikayetleri
yerinde bulan ilgililer, onların haklarını koruma hususunda gerekenleri
yapmaktan geri kalmamışlardı.9

Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslim tebaa, din farklılığının
getirdiği bazı uygulamaları (Zekat ile Cizye örneğinde olduğu gibi) bir kenara
bırakacak olursak, tamamen Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetlere sahip
idiler. Hatta belki Müslümanlardan daha fazla haklara sahip idiler de denebilir.
Zira Cizye veren zimmi bir tebaa, askerlik yapmak gibi bir mükellefiyetle karşı
karşıya gelmiyordu. O günün şartlarında müessese-ler ile buna bağlı uygulamalar
her ne kadar iç içe ve girift bir manzara arz ediyorlarsa da biz, gayr-i müslim
hak ve hürriyetlerini:

a. Din, inanç ve düşünce konusundaki hürriyetler,

b. Ekonomik ve sosyal hürriyetler olmak üzere bir tasnife tabi
tutabiliriz.

a) Din, inanç ve düşünce hürriyeti

Kur’an’ın ifadesiyle İslam, hiç kimsenin zor ve güç kullanılarak
dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve buna bağlı olan hareketlerinde
serbest bırakır. İslam’dan aldıkları anlayış sebebiyledir ki Osmanlılar,
idarelerinde bulundurdukları gayr-i müslim unsurların din ve vicdan
hürriyetlerine müdahalede bulunmadılar.

Bütün İslam hoşgörü sahibi ve onların hareketlerini müsamaha ile
karşılamak, devlet politikasının en önemli özelliğidir. Bu politikaya devletin
kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu bakından, Osmanlılar’ı sevmemekle
birlikte Gibbons, aşağıdaki sözleri söylemekten kendini alamaz:

“Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadası’ndaki
sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların da Hıristiyan kitlesini
tebaa edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı
idi.”10 Orhan Gazi, bundan başka türlü de davranamazdı. Zira mensubu
bulunduğu din ile babasının uygulamaları, farklı bir muameleye rıza
göstermezlerdi. Aynı müellif, Osman Gazi için de şunları söyler: “Mutaassıp
tabiri dini gayret ile müteheyyic olmak ve dinini hayatta en birinci ve evvelki
gaye yapmak” manasına alınırsa Osman mutaassıptı. Fakat ne kendisinin ne de
doğrudan doğruya haleflerinin müsamahakarlığına söz yoktur. Eğer bunlar,
Hıristiyanlara eza etmeye kalkışmış olsaydı, Rum kilisesi, yeni bir hayat
nefhasına mazhar olacak ve Osman, Osmanlı ırkını meydana getiren yeni
mühtedileri kazanamayacaktı.”11

Hıristiyan dünyada, değil başka dinden olanlar, aynı dini farklı
mezheblerine bağlı olan insanların bile ölümden kurtulamadığı bir dönemde
Osmanlı diyarında insanlar, ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı. Nitekim yine
Gibbons, bu konuya temasla: “Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve Engizisyon
mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idareleri altında bulunan
çeşitli dinlere bağlı kimseler barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı. Onların
müsamahakarlığı, ister siyaset, ister halis insaniyet duygusu isterse lakaydi
neticesi meydana gelmiş olsun, şu vak’aya itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni
zaman tarihinde milliyetlerini tesis ederken dini hürriyet umdesini (prensibini)
temel taşı olmak üzere vaz’etmiş (koymuş) ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen
Yahudi ta’zibatı (işkencesi) ve Engisizyona resmen yardım mesuliyeti lekesini
taşıyan asırlar esnasında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi
altında ahenk ve bakış içinde yaşıyorlardı” der.12 Gerçekten, gerek
devlet, gerekse toplum olarak Osmanlı’ya baktığımız zaman onların Müslüman
olmayan vatandaşlarına karşı nasıl iyi muamelede bulunduklarını rahatlıkla
görürüz . 5 Mayıs 1837 günü Şumnu’da halka hitaben bir konuşma yapan Sultan II.
Murad Han şöyle diyordu: “Siz Rumlar, siz Ermeniler ve siz Yahudiler, hepiniz
Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebaamsınız (vatandaşımsınız).
Dinleriniz başka başkadır. Fakat hepiniz devlet kanunlarının ve irade-i
şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen (konulan) vergileri ödeyin.
Bunların kullanılacakları maksatlar, sizin emniyetiniz ve refahınızdır.”13

Osmanlı dönemi günlük hayatını çok parlak ve canlı tasvirlerle
bize aktaran Raphaela Lewis, Osmanlıların, Müslüman olmayan vatandaşlarına karşı
olan muamelesini şu ifadelerle dile getirir:

“Osmanlı idaresinin insani yönünü ortaya koyan bir faktör de
şudur: Kendi idaresi altında yaşayan Hıristiyan ve Museviler vergilerini
zamanında verdikçe ve Müslümanları kızdıracak kışkırtıcı bir harekette
bulunmadıkça onlara en güzel bir şekilde muamele etmek”14 Bu
ifadeler, aslında sadece Hıristiyan ve Museviler için değil, Müslümanlar için de
geçerlidir. Zira herhangi bir Müslüman, vergisini vermediği veya başka dinden
olan birisine hakaret edip onu rencide ettiği zaman aynı cezaya çarptırılırdı.

İslam araştırmaları sahasında büyük bir mütehassıs olarak kabul
edilen Brockelmann ise Osmanlı müsamahasına şu ifadelerle temas eder: “Müslüman
Türkler, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok
edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden
Fatih Sultan Mehmed, nasıl ki daha önce dedeleri, kendi kilise teşkilatında
serbest bırakmak suretiyle, Bulgarları rahatsız etmedilerse o da eski dini
gelenekle tanınmış İslami devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum
ruhani sınıfının silsile-i meratibini bütün selahiyetleri ile tanıdı. Hatta o,
Hıristiyanlar üzerindeki medeni hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle
kilisenin nüfuzunu arttırdı bile.”15

Osmanlıların dini müsamahası o kadar geniştir ki, başka
ülkelerden kendi memleketlerine gelen gayr-i müslim din adamlarına bile her
türlü kolaylığı göstermekten çekinmiyorlardı. Nitekim Fatih Sultan Mehmed,
Bosna’daki Latin papaz-larına verdiği fermanda” “Ben ki, Sultan Mehmed Han’ın,
cümle avam ve havassa malum ola ki, iş bu darendegan-ı ferman-ı hümayun Bosna
ruhbanlarına mezid-i inayetim zuhura gelüp buyurdum ki, mezburlara ve
kiliselerine kimse mani ve müzahim olmayup ihtiyatsız memleketimde duralar. Ve
kaçup gidenler dahi emn u emanda olalar. Gelüp bizim hassa memleketimizde
havfsız (korkusuzca) sakin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce
hazretimden ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reayalarımdan ve cemi-i
memleketim halkımdan kimse ne mezburlara dahl ve taarruz edüp incitmeyeler.
Kendilere ve canlarına kiliselerine ve dahi yabandan hassa memleketimize adem
gelürler ise yemin-i mugallaza (ağır ve büyük yemin) ederin ki, yeri göğü
yaradan Perverdigar (Allah) hakkı içün ve ulu Peygamberimiz hakkı içün ve
kuşandığım kılıç hakkı içün bu yazılanlara hiçbir ferd muhalefet etmeye, madem
ki bunlar, benim emrime muti ve munkad olalar..”16

Konuyu daha fazla uzatmadan şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı
Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Müslüman olmayan tebaasının inanç ve
bunun gerektirdiği gibi, onların, bu haklarını daha rahat bir şekilde
kullanmalarına zemin hazırlıyordu. Arşiv belgeleri ile mahkemelerde veri-len
kararların yazıldığı ve adına “Şer’iyye Sicilleri” dediğimiz defterlere
bakıldığı zaman, Osmanlı tebaası arasında sırf dinlerinden dolayı bir ayırımın
yapılmadığı görülür. 1839’daki Gülhane Hatt-ı Hümayunu ise bu konuya daha bir
açıklık getirir. Bu Hatt-ı Hümayun’da : “… tebaa-ı saltanat-ı seniyemizden
olan ehl-i İslam ve milel-i saire bu müsaadat-ı şahanemize bilaistisna mazhar
olmak üzere can ve ırz ve namus ve mal maddelerinden hükm-i şer’i iktizasınca
kaffe-i memalik-i mahrusemiz ahalisine taraf-ı şahanemizden emniyet-i kamile
verilmiş ve diğer hususlarda dahi ittifak-ı ara ile karar verilmesi lazım gelmiş
olmağla…” denilmek suretiyle devletin, vatandaşı olan herkesin can, mal ve
namusunun güvenlikte olduğu açıkça belirtilmektedir.

b) Ekonomik ve Sosyal Hürriyetler

Osmanlı idaresi, vatandaşı bulunan gayr-i müslimlerin sadece
din, gelenek, örf ve eğitim gibi konulara hasredilen hürriyetlerini sağlamakla
kalmamış, aynı zamanda onların, ekonomik bakımdan da refah düzeyi yüksek bir
yaşantıya sahip olmaların hedeflemişti. Hatta bu sebepledir ki, Hıristiyanlar
çalışmıyor ve alışveriş yapmıyorlar diye Pazar gününe tesadüf eden semt
pazarının gününü, başka bir gün ile değiştirmek suretiyle onların mağdur
olmalarını önlemeye çalışıyordu.17

Osmanlılar, idareleri altında bulunan milletlerin iç yapılarına
(din, örf ve adet) müdahalede bulunmazlardı. Bu yüzden azınlıkların muhtariyeti,
günümüz dünya ülkelerindeki azınlıklardan birçoğununki ile mukayese edilmeyecek
durumda idi. Herkes kendi dininin icaplarını en ufak bir engelle karşılaşmadan
yerine getirebiliyordu. Şark Ortodoks mezhebindeki Hıristi-yanların can ve mal
güvenliği emniyet altında idi. Onlar, tamamiyle Patriğe bağlı idiler. O,
piskoposları azledebiliyor, suç işleyen Hıristiyanları cezalandırabiliyordu.
Nitekim 14 Cemaziyelahir 1016 (6 Ekim 1607) tarihli İstanbul, Galata, Haslar ve
Üsküdar kadılarına yazılan bir hükümden bu husus açıkça anlaşılmaktadır.18

Osmanlı Beyliği, fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak ve
yaşantılarına karışmayarak vicdan hürriyetine saygı gösterdiği gibi daha önceki
idarecileri tarafından ağır vergiler altında ezilmiş bulunan Müslüman olmayan
vatandaşından belli bir vergi (cizye) almakla yetiniyordu. Devlet, kanunlara
aykırı olan keyfi hiçbir muameleye müsaade etmiyordu. Nitekim 1595-1640
yıllarını ihtiva eden kronolojisinde Kemahlı Rahib Grigor, Sultan I. Ahmed’den
bahsederken aynen şu ifadeleri kullanır:

“Sultan Ahmed sulhsever, şefkatli, dindar ve Hıristiyanlara
karşı muhabbetli bir padişah idi. Vezirlerden biri, Ermenileri kürek akçası
vergisin tabi’ kıldığı vakit, cami inşaatında çalışmakta olan Ermeniler,
padişaha şikayet ettiler. Alınan para padişah iradesiyle geri verildikten maada
(başka), sözü geçen vezirin kellesinin uçurulmasına ramak kaldı. Padişah,
papazları çağırarak ne kadar para alındığına dair makbuzları sordu ve vergilerin
geri verilmesini irade etti. Padişah emri ifa edilerek verilen para son puluna
kadar geri alındı.”19 Bu anlayış ve hareket tarzlarından dolayıdır
ki, Osmanlı Türklerinin süratle ilerlemeleri ve fethedilen bölge halkının bu
yeni idareyi kendi idarelerine tercih etmelerine sebep olmuştur. Gerçekten,
gerek Sultan II. Murad, gerekse oğlu Fatih Sultan Mehmed zamanında Müslüman
olmayan birçok vatandaş, gördükleri hizmet karşılığı birçok vergiden muaf
tutularak onların daha az mali mükellefiyetle karşı karşıya gelmelerini
sağlamıştı. Nitekim 11 Cemaziyelahir 869 (17 Mayıs 1456) tarihini taşıyan bir
ferman, derbent bekleyen yirmi kadar Hıristiyan’ın haraç, ispenç, koyun adeti,
konak ve hisar yapmak, ula ve suhreden muaf olduklarını göstermektedir.20

Benzer uygulamalarla ilgili, ilk dönem Osmanlı kaynakları (Aşık
Paşazade, Neşri gibi) ile arşiv belgelerinde epey bilgi bulunmakla birlikte biz,
Hıristiyan bir müellifin bu konudaki sözlerine yer vermek istiyoruz:

“Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Süleyman (Kanuni Sultan
Süleyman)’ın hakimiyeti altında, sızıltısız, gürültüsüz, yaşadılar. Reayanın,
Müslüman olmayanlar dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildi. Buna mukabil
onlara bazı mükellefiyetler yükledi. Birçok Hıristiyan, vergileri ağır ve
adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Türkiye’ye
gelip yerleştiler.”21

Osmanlı’nın hoşgörü ve müsamahasını ortaya koyan 17
Cemaziyelahir 1222 (22 Ağustos 1807) tarihli bir arşiv belgesi,22 bu
devletin, Hıristiyan din adamlarının kendi dindaşları arasında faaliyet
gösterebileceğine, sadaka toplayabileceğine işaret ettiği gibi, bu insanlardan
herhangi bir verginin alınmayacağını da emretmektedir. Tur-i Sina keşiş ve
rahiplerinden bahseden bu belgeye göre bunlar, dindaşlarından sadaka
toplayabilmek için memleketi dolaşacaklardır. Kendilerinden baç, haraç vs. gibi
vergilerin alınmaması gerektiğini ifade eden belgeye göre gerek kadı, gerek
mirmiran, gerek mütesellim ve gerekse diğer yetkililerden hiç biri bunlara
müdahalede bulunamayacaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Osmanlı Devleti, vatandaşı
olan herkesi, kendi iç bünyesinde tamamen serbest bırakarak onların inançlarına
göre yaşamalarına müdahalede bulunmuyordu. Osmanlı toplumu da din farkına
bakmadan herkes ile kanun çerçevesinde muamele yapıyor, hatta Müslüman olmayan
vatandaşların zarar görmemeleri için elinden geleni yapmaktan çekinmiyordu.

Dipnotlar

1. Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, İstanbul 1317, II, 1333.

2. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat ve
Müesseselerinin Şer’iliği Meselesi” İÜHF. Dergisi (1945) XI/3-4,209.

3. Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü’l-Beyan fi kavanin-i
Al-i Osman, Bibliotheque National (Paris) Ancien Fonds Turc, nr.40, va.134 a.

4. Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, trc. M. Ata, İstanbul
1329, I, 103, 104.

5. Geniş Bilgi için bk. Şinasi Altundağ, Osmanlı
İmparatorluğunun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Araştırma, Ankara 1947, s.189.

6. Geniş bilgi için bk. Yavuz Ercan, “Türkiye’de XV ve XVI.
Yüzyıllarda Gayr-i müslimlerin Hukuki, İçtimai ve İktisadi Durumu”, Belleten
(1983), XLVII/188, 1127- 1130.

7. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme Defteri, nr. 6.
s. 305.

8. BOA: Mühimme Defteri, no. 6.s. 251.

9. “Medine-i Trabzon reayalarından haraç-güzar olan
Ermeniyan taifelerinden Girg (?) ve keşişleri Evans ve tevabileri bi-isrihim
meclis-i şer’-i ile ayinlerimizi icra ve çocuklarımızı ta’lim ve taallum
ettirmeye hala medine-i mezburda mütemekkin Ermeni Karabaşısı Kirkor ve Dedeoğlu
Kirkor ve terzi Ovak (?) kendi zu’m-i bâtıl ve fasidleriyle hile-i
batılalarından bizleri öteden beri ve ma’bedleriniz olan kenise (kilise) ve
tamilhanelerimizede ayinlerimizi icradan men’ ve def’ ve fuzuli ızrar ve taleb-i
raşvet daiyesinde olmalarıyla ber nehc-i şer’i lede’s-sual taaddilerinin men’ ve
ref’i metlubumuz dediklerinde mesfur Karabaş ve tevalilerine lede’s-sual
ayinlerini keniselerinde ve talim-hanelerinde rahiblerini ikrar etmeleriyle
kenise-i mezkur ve ta-limhanelerinde ayinleri üzre icra etmeden men ve ref’
etmemeleri ile tenbih olunup, ba’dezin vechen mine’l-vücuh taaddi etmeyüp
ayinlerini icar eylemek içün ber mucib-i fetvay-ı şerif izin ve ruhsat verildiği
ma-vaka bi’t-taleb ketb ve ita olundu.”

(21 Zilhicce 1243), TSMA, Trabzon 1957, vr, 25b.

10. Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun
Kuruluşu, trc. Rağıp Hulusi, İstanbul 1928, s. 58.

11. Gibbons, age., s. 38.

12. Gibbons, age., s. 63.

13. Yılmaz Öztuna, “Osmanlı Devletinde Padişah”, Tarih
Mecmuası (1976), I, 13.

14. Raphaela Lewis, Osmanlı Türkiyesinde Gündelik Hayat,
trc. Mefkure Poroy, İstanbul 1973, s. 39.

15. C. Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi,
trc. Neşet Çağatay, Ankara 1964, I, 258.

16. Osman Nuri Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi
İnkişafı, İstanbul 1936, s. 93, 94.

17. BOA. C. Belediye, nr. 1592.

18. BOA. Mühimme defteri, no. 76, s. 9.

19. Hrand D. Andreasyan, “Bir Ermeni Kaynağına Göre Celali
İsyanları”, Tarih Dergisi (1962-1963), XIII/17-18, 29.

20. Topkapı Saray Müzesi Arşivi, no. 10737/1.

21. Fairfax Downey, Kanuni Sultan Süleyman, trc. Enis Behiç
Koryürek, İstanbul 1975, s. 99.

22. BOA. C. Adliye, no. 125.