Osmanlı Devleti, sadece ülkemizde değil dünyada, artan bir ilgi
ile incelenmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivine beş-altı sene önce üç-beş
araştırmacı gelip gitmekte iken, bugün yerli ve yabancı araştırmacılarla dolup
taşmaktadır. Çok geniş topraklarda, çok kültürlü bir toplum yapısı ile altı asır
gibi uzun bir süre dünya medeniyetine çok büyük katkısı olmuştur Osmanlının.
Adaleti, hoşgörüsü, vakıfları ve Ahi teşkilatları ile oluşturduğu dengeli sosyal
yapısının çok daha iyi anlaşılması belki de dünyanın geleceği açısından çok
önemlidir. Çünkü çağımızda hakim olan Kapitalizm, Komünizm ve Faşizm gibi
ideoloji ve sistemler dünya dengelerini iyice bozmuş, iki dünya savaşını netice
vermiştir.

Osmanlı Devletinin,—özellikle gelişme döneminin—adalet, hoşgörü,
maddeten ve manen dengeli insan ve toplum yapısı açısından ilgi uyandıran,
günümüzde de örnek olabilecek bir idare-sosyal yapısı vardır. Fakat gerileme
döneminden itibaren bu yüksek değerlerin ve dengelerin yavaş yavaş bozulmaya
başladığını, Ortaçağı kapatıp Yeniçağı açan bir milletin özellikle iktisadi
olarak “Ortaçağlaşma” gibi bir zihniyet yapısı içersine düştüğünü görmekteyiz.
Tarihi öğrenmekten bir amaç ibret almaksa, geçmişi doğrusu ve yanlışı ile olduğu
gibi ortaya koymak gereklidir. Türkiye’de bu konuda ifrat ve tefrit vardır. Bir
yanda Batıcılık adına—Batının anlamaya çalıştığı—Osmanlının değerlerini
göremeyenler olduğu gibi, diğer yanda Osmanlıyı en ufak bir tenkide bile
tahammül edemeyenler vardır. Osmanlı devletinin bir çok güzelliklerine hayran
olduğumu belirttikten sonra, iktisaden geri kalışındaki zihniyet yapısı üzerinde
duracağım.

Ortaçağda iktisadi zihniyet ve Avrupa da reform, rönesans
hareketi

1071 zaferinden sonra Anadolu’ya yayılan Türk halkının
çoğunluğunu göçebe Oğuzlar teşkil etmekteydi. İktisadi hayat hayvancılığa,
yaylacılığa dayanıyordu. Gerek göçebe hayatı yaşayanlardan, gerekse fethedilen
yerlere iskan politikası ile zorunlu göçe tabi tutulanlardan, tekke, cami,
medrese ve bunları yaşatan vakıflar yoluyla, birer Türk şehri teşekkül
ettiriliyordu. Esnafa, Ahi Teşkilatına dayanan iktisadi faaliyetlerle aynı
zamanda o yerlerin şehirleşmesi ve Türkleşmesine çalışılıyordu.

13. asırda Anadolu, Ege, Marmara tamamen Türklerin egemenliğine
geçtiğinde, Sinop ve Antalya, önemli ticaret limanları haline gelmişti. Ticaret,
Orta Anadolu’ya doğru sarmıştı. Türk dokumacılığı Bizans dokumacılığından üstün
duruma gelmişti. Batılı tüccarlar, Bizans’ın Rum ve Hıristiyan mezhepli
aha-lisini sömürüyordu. İstanbul’un fethi ile İtalya’nın ticaret kolonileri
çekip gittiler. Bizans’ın tüccarları da bu sömürü ve gasp-lardan kurtularak daha
emniyetli bir iş ha-yatına girdiler. Çiftçileri köleliğe zorlayan, Bizans
aristokrasisi yok oldu; fakat Türkler, yeni rejimde, askerliğe ve memuriyete
sürüklendiler. İtalyan ticaret kolonilerinin de gitmesiyle emniyete kavuşmuş bir
tüccar sınıfı türedi. Fakat bunların çoğunu Hıristiyan ve Yahudiler teşkil
ediyordu. Bunlar devamlı kuvvetlenmekte idi.1

Gelişme döneminde iktisadi hayatın endüstri kolları olarak
tarım, hayvancılık, küçük el sanatları, zenaat, demircilik, dericilik,
dokumacılık, çinicilik, gemi ve silah yapımını sayabiliriz. Bu ürünlerin bir
kısmı Avrupa’ya ve Arap ülkelerine de satılabilmekteydi. 16. ve 17. yy.da
Osmanlı’da sanayi Batı’dan üstün idi. Baharat, ipek ve kürk ticaretini Osmanlı
elinde tutuyordu. Kervansarayların, ticaretin güven ve selametle yapılmasında
pek çok katkısı vardı.

Gerek Batı’da, gerekse Osmanlı Devleti’nde, Ortaçağda, her
bakımdan hakim olan zihniyet, ekonomi dışı değerlere dayanıyordu. Başta, büyük
toprak mülkiyeti ve toprağa dayalı hakimiyet şekli, yine toprağa dayalı bir
rütbe ve mansıp silsilesi vardı. Toprağa dayalı kalındığı sürece, paranın ve
genellikle menkul değerlerin ikinci planda olduğu, aynî iktisat şekli geçerli
idi. Müteşebbis olarak, küçük işletme ve esnaf loncaları vardı.2

İnsanlığın henüz dünyevileşmediği, paranın sadece bir araç
olduğu, idealizmin ve ahlak ilkelerinin çok üstün olduğu bir dönemdi, Ortaçağ.
İktisadi ilişkilerde güven unsuru ve dengeli davranış hakimdi. Yani ihtiyaç
kadar üretim yapılmaktaydı. Ve üretici, malını satacağından emindi. Büyük bir
kazanç hırsı olmadan, herkes kendine bir gelir temin etmekteydi. Usta-çırak
ilişkilerinde ekonomik faktörlerden çok, dini ve moral faktörler hakimdi.3

Ortaçağdan sonra, Yeniçağla birlikte Avrupa ve Osmanlı’da, iki
farklı zihniyet gelişmişti. Avrupa’da İtalyan Leonardo da Vinci. İngiliz Thomas
More gibi entelektüellerin öncülüğünde düşünce alanında, “Rönesans”
gerçekleştirilmiş ve Antik düşüncenin yeniden dirilişiyle, uygarlığın yeniden
doğuşu amaçlanmıştı. Bunun sonucunda maddeci düşünce, ideal düşüncenin yerine
geçmişti, para artık ön plandaydı. Böylece zenginleşme hırsı, kazanç hırsı ve
lüks ihtiyaçlar önemli hale gelmişti.4

Daha sonra, bilindiği gibi Luther, yeni bir Hıristiyanlık yorumu
getirmiştir. “Allah, zengini sever” diye zenginliği teşvik ettiği ve mistik,
skolastik bir kilise taassubuna karşı çıktığı için, iktisatçılar Kapitalizmi
onunla başlatırlar. Neticede 15. yy.da ticari Kapitalizm gelişmiştir. İlk
kapitalistler, Avrupa’nın gangsterleri olmuştur. Afrika’nın, Amerika’nın tabii
kaynaklarını Avrupa’ya taşımışlar ve kölelerin kanı üzerinden zengin
olmuşlardır. 1830’lardan itibaren ise Avrupa’da, sanayi devrimi gerçekleşmiştir.
Avrupa, maddeten çok güçlenip dünyayı etkisi ve sömürgesi altına almıştır. Bu
arada gelişen Pozitivizm, maddi çıkar hırsıyla birlikte manevi değerleri birer
birer yıkmıştır. Kısaca, Avrupa’nın materyalist medeniyeti insanlığın
maddi-manevi dengesini bozmuş, bütün değerlerinden koparmış, tüketim ve
eğlenceyle avunan bir insan tipi yetiştirmiştir. Kapitalizm, iktisaden de küçük
bir sömürü sınıfı doğurmuş, büyük insan kitlelerini sefalete sürüklemiştir. Batı
medeniyeti heves, his, heva, rekabet ve tahakküm üzerine yürüyen bir mahiyet
almıştır. Bu bakımdan da mensuplarının saadetini temin edememiş, bunalımlara ve
ihtilallere sebebiyet vermiştir. Bu hususiyetleri ile insanın yaşama şartlarını
ve ihtiyaçlarını ağırlaştırıp çoğaltmıştır. Moda ve buna benzer alışkanlıklarla
zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruret derecesine çıkarmış ve böylece israf
kapısını açmıştır. Maddi meşguliyetler içinde boğduğu insanı, manen ihmal ve
huzursuz etmiştir. İnsanın en mühim yönü olan dini ve manevi ha-yatıyla ve moral
ihtiyaçlarıyla ilgilenmemiş, adeta esir duruma getirmiştir. Bunun içindir ki;
“medeniyetteki maksud-u hakiki olan, istirahat-i umumi ve saadet-i hayatiye
bozulmuştur.”5 Çünkü, “İnsandaki kuvve-i akliye, Sâni (Allah)
tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini
temin etmek için bu kuvveler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve
tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye,
çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin
aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki,
fertler o külli akıldan istifade etsinler.”6

Osmanlı Devleti’nin iktisaden geri kalmasının sebepleri

Buna karşılık, Yeniçağla birlikte Osmanlı Devleti’nde, tersine
bir gidiş vardı. Batı’da, Luther’in topluma verdiği motivasyon ve şevkle, yeni
zamanlar diye adlandırılan ve gerçekten de bütün hayat sahalarında yenilenme
olurken, Osmanlı’da “Ortaçağlaşma” denilen bir zihniyet gelişi-yordu. Parlak bir
ticaret sona ermiş, teşebbüs olarak “esnaflaşma”, değer anlayışı olarak da
kapanma ve katılaşma; en küçük bir yeniliğe göz yummayan meslek ve sanat
taassubu, “gelenekçilik” hakim olmaya başlamıştır. Ayrıca ağalık ve efendilik
şuuru toplumda gelişmiş, kendini gündelik iktisadi kaygıların üstünde görmeye
alışık, üretimi ve değer yaratmayı kendinden başkalarının sırtına yüklenmiş
görmek isteyen insan tipi ortaya çıkmıştır.7

17. yüzyıldan itibaren Osmanlı devletinde her bakımdan gerileme
dönemi başlamıştır. İktisadi olarak Avrupa’daki Yeniçağın iktisadi gelişmelerine
ayak uyduramamış, rekabet yönünden adım adım sönmeye başlamıştır. Pre-kapitalizm
denilen ticari kapitalizmin Avrupa’da gelişmesi ile Avrupalı tüccarlar, Türk
pazarlarındaki yerli sanayinin ihtiyacı olan hammaddeleri Avrupa’ya taşıyıp,
mamul maddelerini daha ucuza satarak, Osmanlı’nın rekabet gücünü her geçen gün
azaltmıştır. Ayrıca, ülkeye giren maddeler içerisinde, zenginlere hitap eden
lüks malların çoğunlukta olması, üretimden ziyade tüketime yönlendirilen bir
toplumu işaret etmektedir.

Osmanlı’nın, iktisaden gerilemesinin başlıca sebepleri
şunlardır:

1- Gerçekten üretimi ve kaliteyi denetleyen bir sosyal işlev
gören Ahilik gibi sivil esnaf kurumları, sanayiin gelişmesinde pek başarılı
olamamıştır. 17. yy.da Batı’da sanayi manifaktür düzeyinde gelişmeye başlayarak,
sanayi devrimini gerçekleştirmişken, Osmanlı sanayii küçük el sanatlarını,
Ortaçağ düzeni içersinde yürütmek istiyordu. Ayrıca, tekelci yaklaşımları
yeniliklere ve gelişmelere açık değildi. Oysa İslam’ın ön gördüğü iktisadi
faaliyetlerin ahlaki ve vicdani boyutunu, bu esnaf kurumları vermekteydi.
Gerileme döneminden itibaren bu değerler azalmış, menfaat ve tekelcilik
başlamıştır.

2- Osmanlı ilerlemeye de istekli olmayan bir anlayışa sahipti.
Çünkü refah durumu Avrupa’ya göre çok iyiydi. Kendilerinin Batılı’dan üstün
görüyordu. Ayrıca, Türk insanı ile Avrupa insanının arasında “madde”
karşısındaki tavır ve tahayyüllerinde, adeta bir uçurum vardı. Batı’nın insanı,
maddeye her cihetten sahip olmaya çalışırken, Osmanlı insanı maddeyle arasında
tekamüle kapalı, sabit bir mesafe koymaktaydı. Avrupalı, mad-deye sahip olma
adına bilimsel deneylere geçmiş, eşyaya ait hakikatleri aramaya yönelmişti.8

Oysa İbn Haldun; “tarihte daha ziyade, ‘eşyanın hakikatine
ermek’ gerekir. Bu ise bir oluş ve bozuluş aleminde, bir kevn ve fesat diyarında
vukua gelen hadiselerin esasını aramak, illetlerini bulmakla olur” demekteydi.

3- Osmanlı, toplum hayatiyetini bireye dayanmadan sürdürmüştü.
Zira, Osmanlı ekonomik gerçeğinde, “şahsi teşebbüslerle ferdi servetler meydana
gelmemiştir.”9 Aslında İslamiyet’in, “kelime-i şahadet”le ve “İnsan
için ancak, çalıştığı kadarı vardır” gibi ayet-i kerimelerle ifadesini bulan
libe-ral ve ferdiyetçi yönü gelişememiştir.

4- Bazı devlet idarecilerinin kifayetsiz-liği ile beraber,
ilmiye sınıfından bazılarının telkinatlarının, iktisadi gelişme üzerinde olumsuz
rolü olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Kınalızade, Müslümanları ticaretten ve
müteşebbislikten ziyade, el işçiliğine teşvik ediyordu. El işçiliğini; sahibini
soygun ve vurgun peşinde koşturmayan, dilencilikle yüzünü yere getirmeyen,
ifrattan, tefritten de uzak olduğu için “vasat ve itidal” ölçüsüne en fazla
yaklaşan ve o yüzden de en çok övülmeye hak kazanan, geçinme tarzı olarak
gösteriyordu.10 Bediüzzaman, eskiden zengin olan İslâmların, şimdi
fukara olmalarındaki hikmeti soranlara, şu cevabı verir:

“İki sebebi biliyorum: Birincisi:

(İnsan için ancak, çalıştığının karşılığı vardır. Necm Sûresi, 53:39.) olan
ferman-ı Rabbanî’den müstefâd olan meyelân-ı sa’y ve

(Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur) olan fermân-ı Nebevî’den müstefâd
olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelân kırıldı ve o şevk de söndü. Zira
İlâ-yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen
ve dünya (Âhiretin tarlası olması…) cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve
Kurûn-u vusta ve Kurûn-u uhrânın ilcaatını tefrik eylemeyen ve birbirinden gayet
uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kisbde olan kanaatiyle, mahsul
ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ
biri tembelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü—ki,
biri, meşietin muktezâsı olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde
olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tembelâne; diğeri, İslâmiyetin
muktezâsı olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlâhiyeye
karışmamakla terettüp-ü neticede mü’minâne tevekküldür—ikisini birbiriyle
iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve

(İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, hadis no: 4044.) hikmetini anlamayan
bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vâizlerdir ki, o meyelânı kırdılar, o şevki
de söndürdüler.

“İkinci sebep: Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu
okşayan imâret maişetine el atıp, belâmızı bulduk.

“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîha-yat, san’attır,
ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir.
Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar
ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete
gi-ren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve
menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder.Haşiye İşte, memuriyet
fil-cümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip
neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik.
İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de
mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer’iye
olabilir.”11

Tanzimat sonrası Osmanlı’da Batıcı iktisat anlayışları ve
tepkiler

Batılı anlamda iktisadi düşünce, Tanzimatla birlikte gündeme
gelmiştir. Mısır’da Mehmet Ali Paşa sorunu gibi siyasi sorunlar, diğer yandan
Avrupalılaş-mak adına serbest dış ticaret politikası be-nimsenmiştir. Ülke 1838
Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile Avrupa’nın sanayi ürünlerinin pazarı haline
gelmiş, bunun sonucunda, rekabet edemeyen küçük sanayi yok olmuştur. Halbuki,
Almanya’da List’in, Amerika’da Cary’in himayeci milli iktisat politikaları,
Osmanlı için de zorunlu idi. Almanya ve Amerika, ülkelerinin gelişmekte olan
ekonomilerini sanayisi gelişmiş olan İngilizlere karşı korumuşlardır.

Liberal iktisat anlayışı gereği, serbest dış ticaret
politikaları ile Tanzimatçılar küçük sanayii yok ettikleri gibi, sanayi inkılabı
daha çok iyi anlaşılmamış, tarıma dayalı iktisat politikalarına ağırlık
ve-rilmişti. Yabancıların da bu yönde telkinatları vardı.

1839-1840’larda, Osmanlı Devleti’nde bulunan bir İngiliz
gazeteci, “sizin toprağınız geniş ve verimli, havası güzel, siz tarıma önem
verin” gibi telkinlerde bulunmuş, 1870’lerde Ohanes Paşa (Maliyeye ve iktisada
yön verenlerde) bu telkinatı kabul etmiş ve devam ettirmiş.12 İttihat
ve Terakki döneminde Maliye Bakanı olan Mehmet Cavit de (Yahudi asıllıdır)
tarıma dayalı iktisadı savunmuştur. Ancak, I. Dünya Savaşı yıllarında,
sanayideki gelişmenin gücü ve önemi anlaşılmıştır.

1916 yılında yayımlanan İktisadiyat Mecmuasında, Tekin Alp:
“Harb-i Umumi bize mühim bir ders vermiştir. Bugün artık bütün milletler
anlamışlardır ki bir memleketin ruhu, asar-ı hayatı, medar-ı kuvvamı
iktisadiyattır. Top, tüfek kuvvetinden evvel, kuvve-i iktisadiyenin tesiratı
gelir. Bundan dolayı her yerde, devlet iktisadiyatına yeni istikametler
veriliyor. Her yerde, yeni yeni iktisadi teşkilat vücuda getiriliyor. Devlet,
bugüne kadar müdafa-i nefis ile uğraşırken, memleketin iktisadiyatı kendi
kendine yükselemezdi. Ne ziraat hal-i iptidaiyeden kurtarılabilmiş ne de sanayi
tesis edilebilmiştir.”13

Avrupa’nın teknolojisi transfer edilemiyordu, fakat kültürel
kavramları Avrupa’ya tahsile giden yeni aydın tiple-rince kolayca
benimseniyordu. Bryan S. Turner, bu noktaya işaret ederek şunları yazmaktadır:
“İslam reformu, dışsal askeri ve kültürel tehdide bir tepkiydi. Osmanlı
üstünlüğünün çözülmesi bağlamında İslam reformu, dıştan doğan ve ithal edilen
bir Kapitalizmin sosyal sonuçlarını meşrulaştırmak ve haklılaştırmak için,
Avrupalı güdüleri, var olan kültürel kavramlara tercüme etmeyi içeriyordu.

“Bu nedenle İslam’ın “Protestan Ahlakı” bir kopyaydı. İslam
reformunun başlıca liderleri ya Avrupa’da eğitilmişlerdi veya Avrupalı çözümleme
geleneklerini kabul etmişlerdi. Paris, entelektüel dünyalarının merkezini
oluşturuyordu. Bir anlamda İslam reformunun üstadları Rousseau, Comte, Spencer
ve Durkheim’dı. Weber’in İslam reformuyla doğrudan bir bağlantısı yoktuysa da,
Protestan Ahlakı tezi kabaca İslam toplumuna uygun görül-meye başlandı. Çünkü
Müslüman reformcular, ‘modern ve akılcı bir kapitalist toplum’ sayılan bir
Avrupalı görüşü kabul etmeye başladılar.”14

Abdulhamid dengeli bir iktisat politikası gütmüş,
Avrupalılaşmanın milli iktisat ve milli kültürün korunarak yapılması gereğini
vurgulamıştır. Başta demiryolları olmak üzere, bir çok iktisadi gelişmeler, bu
dönemde olmuştur.

Liberal düşüncenin sonuç vermediği kısa sürede görülmüş. Yusuf
Akçura ve Ziya Gökalp gibi teorisyenlerin de etkisiyle, milli iktisat anlayışı
ön plana geçmiştir. Liberal düşünce, kapitülasyonlarla ayrıcalıklı kılınan,
gayri Müslimlerin işine yaramıştı. Birinci Dünya Savaşı sıraşında dış iktisadi
ilişkilerin de kesilmesi ile Osmanlı, kendi kaynaklarına doğru yöneltmişti.15
Tanzimat sonrası Batıcı Osmanlı aydınları, materyalist veya ırkçı anlayışlara
dayanan, iki asırdır sadece, dünyada küçük bir zümreye hizmet eden iktisat
anlayışlarını ülkeye getirmeye çalışmıştır. Bunlardan en ehveni olan milli
iktisat politikası, İkinci Meşrutiyetle temelleri atılıp, bugün halen uygulanan
iktisat politikasıdır. Temel felsefesi,—Yusuf Akçura’nın dediği gibi—Türkler
kendi içlerinden Avrupa sermayesinden de istifade ederek “sermayedar bir burjuva
sınıfı” çıkaramayacak olursa, Türk topluluğu çağdaş bir devlete ilelebet
dönüşemez.16 İttihatçıların bir kısmı, Alman tarihçi okulundan
esinlenerek ve kimliklerinde de henüz yok olmamış olan “manevi değerlerin de göz
ardı edilmemesini” istiyordu. İktisadi gerçek aranırken, salt maddi boyutla
yetinilmemeli, manevi unsurların da etkisi değerlendirilmelidir. Birey ve
insanlık arasında ulus denilen bir gerçek vardır. Bir ülkede ihtiyaç ve menfaat
ortak bir nitelik taşımalı, birey ortak çıkar uğruna her türlü özveride
bulunabilmelidir. Vicdan ve milli şuurun olmadığı yerde, milli iktisattan söz
edilemez.”17

Avrupa’nın, iktisadi hayattan vicdanî ve ahlakî değerleri yok
eden vahşi kapitalist anlayışına ve Osmanlı’daki yanlış telkinatlara en yüksek
sada ile karşı çıkan kişilerin başında gelen Bediüzzaman, iman cephesini tahkim
etmeye çalıştığı gibi, maddeten de Avrupa’yı geçmemiz gerektiğini vurgulu-yordu.
Her bir mü’min, “İla-yı Kelimetullah” ile mükelleftir. İla-yı Kelimetullah bu
zamanda maddeten terak-kiye mütevakkıftır. Zira ecnebiler fünun ve sanayi
silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar18 diyordu. Bu
şuura erişmiş, maddi ve manevi cephesi kuvvetli bir nesl-i cedid’in
yetiştirilmesini arzu edi-yordu: “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru,
fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile
talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup,
ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.”19 “Sureten medeni ve dinde
lakayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslamiyet’i bırakan, iki ayaklı mezar-ı
müteharrik bedbahtlar, gelen neslin kapısında durmayınız mezar sizi bekliyor; ta
ki hakikat-ı İslamiyeyi kâinat üzerinde temeyyüz edecek olan nesl-i cedid
gelsin.”20

Yine Bediüzzaman, “Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona
mal etmek, İslamiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters
dönmesine delilidir.”21 diyerek dinin, çalışmayı ve üretmeyi
engellemediği görüşünü savunmuştur. Şöyle ki: Beşerin saadet-i hayatiyesi
iktisat ve say-ü gayrettedir. Sa’y (emek) asıl esastır. Yani iki temel ilke
çalışmak, üretmek ve iktisatlı olmak, israftan kaçınmaktır. Bediüzzaman, Necm
suresinin 39. ayetinin “teşebbüs-ü şahsiyeyi teşvik ettiğini” belirtmiş,
“servet-i insaniye zalimlerde toplanamaz, ellerinde saklanamaz” diyerek bir
emekçi sınıf ve burjuvazi sınıfının doğmaması gereğini vurgulamıştır. “Garp
medeniyeti… Kur’an’ın kanun-i esasisi olan, vücub-u zekat, hurmet-i riba (faiz
yasağı) vasıtasıyla, avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karışı
şefkatini temin eden o kudsi kanunu bırakıp, burjuvaları zulme, fukaraları
isyana sevk etmeye mecbur etmiş, istirahat-i beşeriyeyi zir-ü zeber etti.”22
ifadeleriyle mevcut ekonomik sistemi eleştiren Said Nursi, başka bir yerde,
sosyal hayatın diğer hastalığını şu şekilde tespit eder: “Beşerin hayat-ı
içtimaiyesinde, bütün ahlaksızlığın ve bütün ihtilalatın menşei iki kelimedir.
Birincisi; ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana… İkincisi; sen
çalış ben yiyeyim.”23

Bu tahlilleriyle Bediüzzaman, Osmanlı-nın gerileme-çöküş
dönemlerinde ortaya çıkmış olan; “geri kalmışlığı İslam’a fatura eden,
Batılılaşma adına, insanı, bütün değerlerden soyutlayan, homo-ekonomicus insan
yetiştirme” projesi ve bunun devlet gücüyle yapılmak istenmesi anlayışını
reddetmiş ve ideal olanın—yukarıda bazı örneklerini sunduğumuz—İslam’ın
vazet-tiği hükümlere uygun, yeni bir ekonomik anlayış ve yeni bir toplumsal
düzeninin sağlanması olduğunu ifade etmiştir.

Dipnotlar

1. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi-I,
s. 359-368.

2. Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet
Dünyası, s. 15.

3. Ali Özgüven, İktisat Bilimine Giriş, s. 47.

4. Age., s. 47.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 134.

6. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 88.

7. Ülgener, age., s. 15, 28.

8. Ahmet Güngör Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin
Çağdaşlaşması, s. 100, 101.

9. Age., s. 104.

10. Ülgener, age., s. 81.

Haşiye: Ey memurlar, Eski Said’in kırk beş sene evvel
söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.

11. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 78.

12. Sayar, s. 105.

13. İktisat Mecmuası, yıl: 2, sayı: 68, 22 Teşrinisani 1333.

14. Bryan S. Turner, Max Weber ve İslam, s. 194, 195.

15. Zafer Toprak, “Milli İktisat,” TCTA, Cilt: 3, s. 740.

16. Agm., s. 744.

17. Agm., s. 742.

18. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 49.

19. Münazarat, s. 127.

20. Age., s. 89.

21. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, s. 61.

22. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-I, s. 139.

23. Hutbe-i Şamiye, s. 124.