Yetmiş beş yılını geride bıraktığımız Cumhuriyet döneminde
üzerinde en çok konuşulan konulardan biri din-devlet ilişkisi, diğer bir
ifadeyle laiklik konusudur. Bu tartışmanın Batı kaynaklı olduğu aşikar olmakla
beraber, yeni bir görüş hatta inanış şeklinde ortaya konulduğu da bir vakıadır.
Yetmiş beş senedir konuşulduğu, tartışıldığı ve yorumlandığı halde, henüz
mutabakat sağlanabilecek bir noktadan çok uzaklarda bulunan laiklik konusu en az
yetmiş beş sene daha konuşulacağa benzemektedir. Laiklik meselesinin bu şekilde
ele alınması ve yorumlanması halinde üzerinden bir buçuk asır geçtikten sonra
bile henüz tam olarak çözümlenmiş olmayacaktır. Konunun çözümlenmesinin bu kadar
uzun bir zamana ihtiyaç göstermesi, onun özü itibariyle anlaşılması zor,
kavranması güç karmaşık bir mesele oluşundan değil, bakış açılarının farklı,
değerlendirmede ele alınan konuların birbirinden değişik, hatta birbirine karşıt
oluşundan, çoğu zaman bu görüşlerin arkasında bir takım ön kabullerin ve
yargıların, hatta bunun da ötesinde ideolojilerin bulunmasındandır. Laiklik
belli bir ideolojiyi egemen kılma, bu ideoloji dışındaki düşünce ve inanış
şekillerini geçersiz hale getirme, en azından etkisiz kılma aracı olarak
görüldüğü ve kullanıldığı sürece çözümlenmiş olmayacaktır. Vakıa laiklik
meselesini çözümlenmiş bir husus olarak görenler çoktur. Fakat önemli olan bu
kavramın belli zihinlerde çözümlenmiş olması değil, çevresinde milli bir
konsensüsün meydana gelmesi, bunun da sosyal barışı ve huzuru sağlayacak
mahiyette olmasıdır. “Laiklik din-devlet işlerinin ayrılmasıdır” yada “laiklik
dinsizliktir veya değildir” gibi basit önermeler konuyu çözümlemeye
yetmemektedir.

Cumhuriyet dönemi aydınları, düşünürleri siyaset ve devlet
adamları, hukukçuları laiklik konusunu tartışırken iki şekilde Osmanlı tarihini
bu konunun içine çekmektedirler.

a. Laiklik kavramı modern ve çağdaş düşüncenin ürünü olup, Türk
milletine Cumhuriyetin armağanıdır. Osmanlı Devleti ise teokrattır, yani şeriat
temeli üzerine kurulmuştur. Bu nitelikteki bir devletin yapısı köhne ve
çağdışıdır.

Aşikârdır ki bu söylemde laiklik, Cumhuriyeti yüceltme, Osmanlı
yönetim tarzını aşağılama aracı olarak kullanılmaktadır. Onun için de hukuki,
siyasi ve felsefi bir temele dayanan kavram olmaktan çok, ideolojik bir kavram
daha doğrusu bir slogandır.

b. Laiklik Türk toplumuna yabancı değildir, Osmanlı devleti de
laiktir. Osmanlıların bir takım kanunnameler düzenlemeleri, örfi hukuka ağırlık
vermeleri, başta padişahlar olmak üzere vezirlerin ve diğer yöneticilerin
siyasi, idari, hukuki ve sosyal problemleri halletmek için çok serbest ve
pragmatik hareket etmeleri, genellikle şer’i hükümleri görmezlikten gelmeleri,
özellikle Kur’an ve sünnette açıkça ortaya konan hadları (ukubat, ceza hukuku)
uygulamamaları, mesela alenen içki içildiği halde içki içenlere ceza verilmemesi
Osmanlı hukukunun laik nitelikler içerdiğini göstermektedir. Bu tür nitelikler
ve eğilimler Lale devrinden başlayarak Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı,
Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Dönemlerinde daha belirgin hale
gelmiş ve Cumhuriyet döneminde varması gereken noktaya varmıştır. Yani Laiklik
bir süreç olup Osmanlılar döneminde başlamıştır. Hatta süreci İslam öncesi Türk
hanedanlarından başlatanlar da çoktur. Bundan daha tuhaf olan İslamın da
Laikliğe imkân veren, hatta onu teşvik eden bir din olduğunun savunulmasıdır.

Açıktır ki bu söylemde bir gerçeklik payı bulunmakla beraber,
esas amaç Laikliği gelenekçi ve muhafazakar halka, dindar çevreye şirin
göstermek, böylece bu ilkeyi gönüllü olarak benimsemelerini sağlamaktır.

İlginç olan husus şudur: Batıcı kesime ait olan yukarıdaki iki
çeşit laiklik yorumunun farklı biçimlerde de olsa gelenekçi, muhafazakar, dindar
kesim tarafından da benimsenmiştir. Birinci yorum şeklini doğru bulan İslami ve
muhafazakar kesim bu anlayışı laikliği red için gerekçe olarak göstermektedir.
Çünkü laiklik, kimliğini İslamın belirlediği bir topluma ithal edilen yabancı
bir kavram olup, ithalin gayesi söz konusu toplumu İslamın etkilerinden
arındırmaktır. Zira bundan böyle kimliğini İslamın belirlediği bir toplumun
kimliği özü itibariyle din dışı ve İslam dışı bir kavram olan laiklik
belirleyecektir. Yani laiklik toplumun kimlik değiştirmesinin bir aracı olarak
kullanılmakta, bunun için de toplumsal sancılara, çalkantılara ve
rahatsızlıklara yol açmaktadır. Kısaca laiklik toplumun uzun bir süreç içinde
edindiği alışkanlıkları, gelenekleri, görenekleri, inançları, töreleri, yaşama
tarzını, kısaca tarihten gelen değerleri bir tarafa atıp yerine Batı kaynaklı
değerleri koymanın bir aracı olduğu için son derece muzırdır, hele hele İslamla
bağdaşması asla mümkün değildir.

Laikliğin kökenlerini Osmanlı toplumunda, hatta daha evvelki
Türk hanedanlıklarında, özellikle İslam öncesi Türk hanedanlıkların görenlerin
görüşleri de zaman zaman gelenekçiler ve İslamcılar tarafından red ve inkar
edilmekle beraber bazı gelenekçiler ve İslamcılar tarafından da benimsenmiştir.
Daha ihtiyatlı bir ifade ile tartışılmaya ve üzerinde düşünülmeye değer olarak
görülmüştür. Son birkaç senede bu konuya sıcak bakanların sayısında bir artış
gözlenmektedir.

Osmanlılarda din-devlet ilişkisinin bir çok boyutu vardır.
Konunun açıklığa kavuşması meselenin bütün boyutlarıyla ele alınmasına bağlıdır.
Bununla beraber biz burada konunun diğer boyutlarını bir kenara bırakıp sadece
laiklik çerçevesinde meseleyi ele alacağız.

Laikliğin hangi tanımına göre

Osmanlı Devleti laik midir, değil midir? Konusuna doğru olarak
yaklaşmak için önce şu soruyu sormalıyız: Osmanlı Devletinin laik olup
olmadığını hangi ölçütlere ve temel kavramlara göre tespit edeceğiz? Laiklik
kavramına göre mi? İşte burada ikinci bir soru daha sormalıyız: eğer bu tespit
laiklik kavramına göre olacaksa gerek teoride, gerekse uygulamadaki laiklik bir
midir, yoksa birden fazla mıdır? Mesela Ali Fuat Başgil’in zihnindeki laiklik
kavramı ile Hıfzı Veldet Velidedeoğlunun kafasındaki laiklik bir ve aynı mıdır?
Aynı şekilde gerek teorik gerekse pratik olarak 1991 öncesi SSCB ile Doğu Bloğu
ülkelerindeki laiklik Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki laiklik bir ve aynı
mıdır? Hatta birbirine komşu olan iki Avrupa ülkesi olan İngiltere ve
Fransa’daki laiklik bir ve aynı mıdır? Osmanlı Devletinin laik olup olmadığını
tespitte yukarıdaki devletlerin hangisinin hukuk sistemi temel ölçüt
alınacaktır? Yoksa onlar değil de Cumhuriye-tin yetmiş beş senelik uygulaması
ölçüt ve ana esas olarak alınacaktır? Bugün laik bir toplum ve devlet olan
İngiltere’deki uygulamaların bir kaçının bile Türkiye’de uygulanması bütün
taşların yerinden oynamasına yetecektir: devlet başkanının din yönünden de
halkını temsil etmesi, Pazar yerine Cuma gününün tatil olması, imam nikahının
kanunen geçerli sayılması, hükümet başkanının Kur’an üzerine yemin ederek göreve
başlaması v.s.

Osmanlı Devletinin laik bir devlet olup olmadığının tespitte
karşılaşılan zorluklar bu devletin bir şeriat devleti olup olmadığının tespit
noktasında da kendini göstermektedir. İslam hukukuna göre yapısı, örgütlenme
şekli ve çalışma tarzı belirlenmiş bir şeriat devleti modeli var mıdır? Eğer
Kur’an ve Sünnette öngörülen böyle bir model varsa bu uygulanmış mıdır? Raşit
halifeler döneminde görülen ve adına Hilafet Devleti denilen örgütlenme biçimi
Kur’an ve Hadiste öngörülen devlet şekli midir? Yoksa Sahabenin kendi siyasi ve
hukuki kanaatlerine göre oluşturduğu bir devlet şekli midir? Eğer ikinci şık
doğru ise bu anlamdaki hilafet ve devlet zamana, mekana ve toplumların
ihtiyaçlarına göre değişir mi, değişmez mi? Yine farz edelim ki Raşid halifeler
döneminde uygulanan hilafet islamın öngördüğü devlettir; bu durumda ondan sonra
İslam ülkelerinde kurulan yüzlerce hanedanlıklar, Sultanlıklar, emirlikler, yarı
bağımsız devletler, (derebeylikler, müluk-i tavaif) gibi devletler ve
devletçikler İslam açısından meşru mudur, değil midir? Bir İslam devletinin
meşru ve şeriat devleti olabilmesi için halifenin bulunması şart ise Yavuz
Sultan Selim’den önceki Osmanlı Sultanları halife olmadıklarına göre devletleri
Şeriat devleti mi idi yoksa değil mi idi? Yavuz Selim Mısır’ı fethetiği zaman
Abbasi Halifesi Mütevekkil hilafeti gerçekten devretmiş midir? Yoksa bu hususta
söylenenler asılsız bir takım rivayetler olup Mütevekkil 1543’te Mısır’da ölene
kadar Halife sıfatını taşımış mıdır? Ayrıca Akaid kitaplarında yazıldığı gibi
Kureyş soyundan gelmek halife olmak için şart mıdır, değil midir?

Yukarıdaki sorulara daha fazla soru eklemek de mümkündür. Ancak
bahis konusu edilen sorular bile meselenin kolay halledilir basit bir mesele
olmadığını göstermeye kâfidir.

Demek ki laik olmadığının farz edilmesi halinde Osmanlı
Devletinin şeriat devleti olduğunu göstermek için ortak ölçütler yoktur. Vardır
denilen ölçütlerin tümü tartışmalıdır. Bu durumda eğer Osmanlı Devleti laik ve
teokratik değilse nedir?

Laiklik çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bu konudaki farklı
tanımların bazı ortak noktaları vardır. Mesela laiklik gereği din ile devlet ve
siyaset işleri belirli ölçüde birbirinden ayrılır, din devlete karışmaz devlet
de dine karışmaz. Yine laik devletler din, mezhep ve her çeşit felsefi inanışa
ve kanaate karşı tarafsızdır, eşit mesafededir, bunlardan birinin savunuculuğunu
yapamaz, diğerlerini baskı altına alamaz, faaliyet alanlarını daraltamaz.
Hepsine eşit imkan verir eşit muamele eder. Yine laik devlet din ve vicdan
özgürlüğünü güvence altına alır. Herkesin dilediği gibi inanma, din ve mezhep
seçme, dilediği bir felsefi görüşü benimseme (materyalist, pozitivist, komünist,
ateist, deist olma gibi) hakkını kabul eder, yurttaşların seçtiği inanç ve
kanaat şekillerini ifade etmelerini ve buna göre yaşamalarını güvence altına
alır.

Acaba yukarıda anlatılan hususlar Osmanlı Devletinde var mıdır?
Bu sorunun cevabı şudur:

a. Osmanlı devletinde din işleriyle devlet işleri kısmen
birbirinden ayrı, kısmen birbirine bağlıdır. Müslüman halklar tarafından kurulan
bütün hanedanlıklarda, sultanlıklarda ve emirliklerde şöyle veya böyle belli bir
ölçüde din-devlet, din-siyaset ayrışması vardır. Bu husus ilk Emevi hükümdarı
Muaviye ile başlamış, bugüne kadar gelmiştir. Osmanlı Devletinin örfi hukuka
geniş bir yer vermesi, Tanzimattan sonra bazı Batı kökenli kanunların
uygulanması, Şer’iye Mahkemelerinin yanı sıra Nizamiye Mahkemelerinin kurulması,
sosyal koşulların ve değişmenin gereği olan söz konusu farklılaşmanın, yani
din-devlet ayrışmasının Osmanlı Devletinde normal sayılacak bir süreç izlediği
ve eski uygulamalara göre daha geniş boyutlara ulaştığı muhakkaktır. Bu
gelişmeyi belli ölçüde Batıdaki ilmi ve fikri gelişmelerin etkilediği de bir
gerçektir. Bu yüzdendir ki Osmanlı Devleti din-devlet ilişkilerinin girift bir
şe-kilde iç içe, sıkı bir şekilde birbirine bağlı olmanın meydana getirdiği
sıkıntıları yaşamamıştır. Osmanlılarda böyle bir sıkıntının varlığı gerekçe
gösterilerek laiklik savunulmamıştır.

Kısaca Osmanlı Devletinin din-devlet işlerinin ihtiyaçlara ve
gelişmelere göre bir ayrışma süreci izlediğini kabul etmek gerekir. Buna laiklik
denip denemeyeceği tamamıyla bir adlandırma meselesidir.

b. Diğer taraftan Osmanlı devleti egemenliği altındaki bütün
halklara, onların çeşitli dinlerine, mezheplerine ve tarikatlarına tam bir
serbesti vermiş, her çeşit inanca ve ibadete saygı ve hoşgörü göstermiş, onlara
temel hak ve özgürlükler konusunda, imkanlar ve şartlar elverdiği oranda kanun
önünde eşit muamele yapmıştır. Kısaca din, vicdan, felsefi kanaat hürriyetini ve
serbestisini sağlamış, gerçekleştirmiş ve güvence altına almıştır. Bu hususu
gerçekleştirmiş olması hasebiyle Osmanlı Devletine laik denip denmeyeceği yine
bir adlandırma meselesidir. Önemli olan ad değil anlamdır. Anlam ve kavram doğru
olarak anlaşıldıktan sonra o kavramı herhangi bir kelime ve terimle ifade etmek
fazla sakıncalı değildir.

Gerçi Osmanlı Devletinin uyguladığı aile ve miras hukuku, vakıf
kurumu Müslümanlarla gayrimüslimleri bir ve eşit tutmaz, aralarında fark
gözetir, fakat unutmamak gerekir ki bu devlet gayrimüslim zümrelere ve
cemaatlere kendi hukuk sistemlerini ve geleneklerini uygulama hakkını
tanımıştır. Gayrimüslimler bazı özel ve zorunlu haller dışında İslam hukukuna
uymak mecburiyetinde kalmamışlardır.

Dini bir hukuk sistemine bağlı kalmak ne ölçüde laikliğe
engeldir? Bu da tartışılabilir. Mecellenin İsrail, Bulgaristan ve İngiliz
yönetimindeki Kıbrıs’ta kısmen uygulanması onların laiklik anlayışına veya
Hıristiyan etkilerini taşıyan İsviçre medeni hukukunun Türkiye’de uygulanması
Türk laikliğine aykırı mıdır?

Şeriatın ve hilafetin hangi tanımına göre?

Osmanlı Devletinin laiklik karşısındaki konumunu kısaca böyle
belirttikten sonra şimdi de “Osmanlı Devleti teokratik (şeriat) bir devlet(i)
midir?” sorusuna cevap ara-yalım. Aslında teokrasi “ilahi yönetim” anlamına
gelir. Bu anlayışa göre egemenlik Tanrınındır, devleti o yönetir; Mısır
Firavunlarının Tanrı oldukları savıyla devleti yönettikleri gibi. Bu anlamda
teokratik bir devlet anlayışı, İslam inancına aykırı olduğu için kavram ve terim
olarak Müslüman toplumlarda yoktur. Egemenlik Tanrıya ait olmakla beraber, onun
bu yetki-sini belli bazı kişiler aracılığıyla kullandığı görüşü de İslam’da
yoktur. Gerçi böyle bir anlayış Batınilik, Karmatilik ve Caferilik gibi bazı Şii
zümrelerde mevcuttur, bunun Sünni çevrelere bazı yansımaları olmuştur, fakat bu
temelli, ciddi, esaslı bir temele dayanmaz, sadece basit bir söylemdir. Bunun
için bugün ulemanın çoğu İslam’da teokrasinin olmadığı görüşündedir.

Hilafet devleti kavramı da çok tartışmalıdır. Eğer bir hadiste
ifade edildiği üzere şer’i (meşru) hilafet (hilafetü’n-nübüvvet) otuz yıl
sürmüş, bundan sonra onun yerini baskıcı (totaliter, despot) bir sultanlık
(monarşi, mutlakıyet) almışsa (hadis için bkz: Ahmet b. Hanbel, Müsned, V, 22;
Tirmizi, Fiten, 48.) bundan sonraki İslam devletleri şer’i, dolayısı ile de
meşru değildir. Osmanlı sultanlığı da bu devletlere dahildir. Eğer saltanat
hilafetin yerini tutu-yorsa veya Memluklularda ve Osmanlılarda olduğu gibi ikisi
bir arada bulunabiliyorsa ancak o zaman bu devletlerin şer’i bir devlet
oldukları söylenebilir.

Bir devleti şer’i (şeriat) devlet yapan unsurlar nelerdir?
Siyaset ve idare tarzı mı, devletin yapısı, örgütlenme ve işleme tarzı mı?
Güttüğü amaçlar mı? Uyguladığı hukuk mu? İslediği ekonomik ve sosyal politikalar
mı? Eğitim-öğretim sistemi mi? İbadet-haneler mi? Eğer yukarıdaki hususların
Kur’an ve hadisteki kesin ve açık hükümler tarafından belirlendiğine inanılıyor,
devlet ve siyaset adamları kendilerini bu hükümlerle bağlı sayıyorlarsa,
şüphesiz bir şeriat devleti söz konusudur. Fakat diğer bir takım
çalışmalarımızda gösterdiğimiz gibi (bkz: Süleyman Uludağ, İslam-Siyaset
ilişkileri, İst. 1998.) çerçevesi ayet ve hadislerle çizilen bir siyaset teorisi
ve devlet modeli İslam’da yoktur. Uygulamada var olan, ta-rihte örnekleri
bulunan siyaset teorileri ve devlet modelleri ilahi (teokratik) değil,
beşeridir. İslam tarihinde görülen hanedanlıklar ve devletler, genellikle daha
evvel mevcut bulunan (Sasani Devleti gibi) hanedanlıklara ve devletlere göre
yapılanmış, şekillenmiş ve örgütlenmiştir. Amme hukuku alanlarında bu durum
açıkça görülür. Bu niteliğiyle söz konusu hanedanlıkların ve devletlerin
meşruiyeti (kanuni-liği, hukukiliği) ulema tarafından da onaylanmıştır. İslam
düşünürleri ve hukukçuları bu hususu fazla tartışmamışlardır.

Osmanlı Devleti kendisinden önce veya İslam ülkelerinde Müslüman
aileler ve hanedanlıklar tarafından kurulan devletlerin mirasçısı ve devlet
geleneğinin izleyicisidir. Çağdaşı olan Müslüman ve gayrimüslim devletlerden de
etkilenmiştir. Ayrıca altı asır süren egemenliği döneminde ihtiyaçları dikkate
alarak bazı yeni devlet kurumları oluşturmuş, bunları zamanla geliştirmiş, diğer
hanedanlıklardan aldığı bazı kurumları olduğu gibi korurken, bazılarını da ıslah
ve ta’dil edip, amacına uygun hale getirerek bünyesine ithal etmiştir. Sonuç
olarak Osmanlı Devleti kendisinden önceki İslam veya Türk-İslam devlet
geleneğini devam ettirirken, belli bir ölçüde de nev-i şahsına münhasır, özgün
bir devlet yapısını ve örgütünü vücuda getirmiştir.

Osmanlı Devleti laik mi idi, değil mi idi? Sorusundan önce
Müslüman aileler ve hanedanlıklar tarafından kurulan bütün devletler için aynı
soruyu sormak lazımdır. Bu açıdan Osmanlı Devleti Selçuklulardan,
Memluklulardan, Harizmşahlardan, Timur-lardan pek farklı değildir. Bununla
beraber bir Akdeniz ve Avrupa devleti olarak Batıdan etkilenmesi, altı asır
yaşaması, ona bazı özellikler kazandırmıştır.

Osmanlı Devleti, şeriat devleti mi, yoksa laik bir devlet mi?
Sorusu sorulunca, bir devleti illa da bu iki kategoriden birine koyma
zorunluluğu var mıdır, varsa bu zorunluluk nereden kaynaklanmaktadır? Biz böyle
bir zorunluluğun bulunmadığını düşünüyoruz. Ayrıca Osmanlı Devletinin laik, yarı
laik, teokratik, yarı teokratik bir devlet kalıbına konularak yapay bir biçimde
şekillendirilmesinin konunun anlaşılmasına yardımcı olmayacağı kanaatindeyiz.

Konunun anlaşılmasını güçleştirilen bir başka sebep de İslam
alemindeki teorik devlet kavramıyla pratikteki devlet kavramının birbirinden
farklı oluşu, çoğu zaman teorik devletin pratikte de var olduğunun sanılmasıdır.
Maverdi gibi yazarların el-Ahkâmu’s-Sultaniye adını taşıyan eserlerinde genel
çerçevesini çizdikleri teorik devlet şablonuna Osmanlı Devletini sığdırmak
zordur.

Şüphesiz ki laiklik kavramında bir takım olumlu unsurlar vardır.
Dinde baskının olmaması, devletin inanç farkını gözetmeden bütün vatandaşlarına
eşit muamele yapması, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alması, siyasi
işlere ve kamu yönetimine din adamlarını ve din adamları sınıfını (İslam’da
böyle bir sınıf yoktur) karıştırmaması gibi. Fakat bunlar laikliğe özgü şeyler
değildir. Laiklik olmadan önce de insanlığın tanıdığı ve gerçekleştirmeye
çalıştığı değerlerdir. Bu değerler Müslüman devletlerin geleneklerinde geniş
ölçüde mevcuttur. Söz konusu olumlu unsurlar başka terimlerin ve kurumların
içleri boşaltılarak laiklik terimine yüklenmiştir.

Unutmamak gerekir ki laiklik kilisenin ve ruhban denilen din
adamları sınıfının iktidarı ele geçirmesi, devlet örgütü içinde ayrıcalıklı
mevkiler işgal etmeleri, halkın üzerindeki maddi ve manevi nüfuzlarına dayanarak
onları ezmeleri, sömürmeleri ve onları baskı altında tutmaları neticesinde tepki
olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Eğer baskı ve sömürü İslam ülkelerinde
bulunsaydı orada da bu veya benzeri bir kavram ortaya çıkardı. İslam gibi bir
din veya devlet anlayışı Batıda mevcut olsaydı, laiklik kavramı orada da ortaya
çıkmazdı. Şu halde laiklik belli bir siyasi, iktisadi, ta-rihi ve sosyal
şartların tesiriyle ortaya çıkmış, ortaya çıktığı Batılı toplumlara ve halklara
göre de farklılık göstermiştir. Bir Katolik laikliği ile Protestan Sekülarizmi
birbirinden farklı olduğu gibi, Katolik toplumların laiklik anlayışı da
birbirinden farklıdır. Ortodokslar için de aynı şey söylenebilir. Osmanlı
Devleti bünyesinde zaman zaman bir takım taassup hareketlerinin görüldüğünü,
bazı cemaat ve zümrelerin baskı gördüğünü, her şeyin her zaman iyi gitmediğini
de söylemeliyiz.

Birbirinden çok farklı toplumlardaki siyasi ve dini anlayış ve
uygulamaların ne-ticesinde ortaya çıkan laiklik kavramını, onlardan çok farklı
bir din ve siyaset anlayışına sahip olan Osmanlı toplumunda aramak, o anlamda
Osmanlı Devletini laik saymak elbette ki mümkün değildir. Hatta bize göre ne
kadar aksi iddia edilirse edilsin dini idareyi (diyanet işlerini) ve din eğitimi
bünyesine alan ve kendine tabi kılan, diğer taraftan bir tür din mahiyeti
taşıyan Bektaşi ve Alevi mezhepleri başta olmak üzere tarikat faaliyetlerini
yasaklayan Cumhuriyet dönemi laikliği de Batı laikliğinden apayrı bir şeydir.
İki laiklik içerik, anlam ve uygulama bakımından değil, sadece söz ve söylem
olarak birbirine benzemektedir. Osmanlı Devletinin laiklik açısından gösterdiği
manzara, Cumhuriyet laikliğinin manzarasına hiç benzemez.

İbn Haldun siyaseti biri dini (İslami), diğeri akli olarak ikiye
ayırdıktan sonra İslam’da hanedanlıkların çıkarlarına öncelik veren bir
siyasetin uygulandığını, bunun da şer’i hükümlere, ahlak kurallarına, sosyal
hayattaki tabii kanunlara, varlığı zorunlu olan haşmet ve asabiyetin
gözetilmesiyle ilgili hususlara dayandığını ve bu konularda önce şer’i
hususların örnek alındığını, filozofların tespit ettiği kurallara ve sultanların
gidişatını bakıldığını söyler. Buna en güzel olmak üzere Tahir b. Hüseyn’in,
oğlu Abdullah’a yazdığı mektubu kaydeder. Halife el-Me’mun tarafından dikkate
almaları kaydıyla bütün valilere gönderilen bu mektup, Müslüman hanedanlıklarda
uygulanan siyasetin en güzel örneğini teşkil eder. Buradaki teşhis ve tespitler,
Osmanlı Devleti için de geçerlidir.

Netice olarak Osmanlı Devletine bakıldığı zaman, İslam öncesi ve
sonrası kurulan çeşitli hanedanlıklardan etkilenerek ve esinlenilerek kurulan,
belli bir gelişme seyri izleyen Osmanlı Devletinin gerek devletin yapısı ve
örgütlenme şekli, gerekse izlediği politikalar dolayısıyla sert ve aşırı bir
laiklik uygulamasına ihtiyaç bırakmayan bir niteliğe sahip olduğu, laiklik
ilkesinin sağladığı yararları ve kolaylıkları gerçekleştiren bir takım
mekanizmalar ihtiva ettiği söylenebilir.