Yaşlı gezegenimiz yeni bir yüzyıla doğru hızla ilerlerken, çok
ilginç ve dikkat çekici gelişmelere de şahit olmaktadır. Bu olguyu,
insanların/insanlığın tüm dünyada dini ve manevi değerlere yönelmesi olarak
açıklamak mümkündür. Zaten son zamanlarda sosyal bilimcilerin din, maneviyat ve
kadim geleneklere önem vermesinin temelinde de bu gerçeğin yattığı
görülmektedir. Yüzyılın başında bilim ve teknolojinin gelişmesi, insan aklının
her tür bağdan (burada özellikle din ve gelenek kastediliyor) tam olarak
özgürleşmesi ile din ve tüm geleneklerin önemini yitireceği ve zamanla da
ortadan kalkacağına inanılı-yordu. Şimdilerde ise, kaderin garip bir cilvesi
olsa gerek, din ve dini değerler yeniden keşfediliyor. Yeniden anlaşılıyor ve
yaşanıyor. İnsanlar hayatlarını bu manevi boyut ışığında tanzim etmeye, böylece
modernizmin getirdiği sorunların üstesinden gelmeye çalışıyorlar.

Bu çerçevede Dünya Dinler Parlamentosunun üzerinde durmak
istiyorum. Dünyadaki tüm dinlerin ve manevi geleneklerin temsilcilerinin bir
araya gelmesiyle teşekkül eden Parlâmento ilk kez 1883’te Chicago’da toplandı.
Bu toplantıya Müslüman temsilciler katılmadı. Daha doğrusu zamanın İslam
Halifesi ve Osmanlı Padişahı kimseyi göndermedi. Ancak Amerikalı bir Müslüman’ın
kişisel olarak bu toplantıya katıldığını biliyoruz. Tam yüz yıl sonra 1993’te
yine Chicago’da yapılan toplantıya Müslümanlar da dahil olmak üzere daha büyük
bir katılım oldu. Bu Parlâmentonun temel amacını çağdaş medeniyetin kayıp boyutu
olarak nitelenen dini değerler boyutunun keşif ve yeniden toplumsal ha-yata
hakim kılınması olarak özetlemek mümkündür.

Bu tesbit, bu düşünceye gönül veren insanları anlamanın da ip
uçlarını içermektedir. Bildiğimiz gibi, sonuna yaklaştığımız yüzyılın
başlarındaki hakim değerler bilim ve teknolojiydi. Bunun bir sonucu olarak din
ve dini değerler önemini yitirmişti. Dinin bıraktığı boşluğu ise kısa bir süre
sonra ideolojiler doldurmaya başladı. Dindeki Tanrının konumu bu ideolojilerin
liderleri/diktatörleri tarafından dolduruldu. Şehirlerin büyük meydanlarına ve
hakim tepelerine yine bu liderlerin büst ve heykelleri yerleştirildi. Mao,
Lenin, Stalin veya Hitler’in görkemli heykellerini hatırlamak yeterlidir.
Böylece ünlü yazar George Orwell’in 1984 adlı romanındaki öngörüsü gerçekleşmiş,
“büyük birader” herkesi izler olmuştur. Daha doğrusu her yerde ve herkesi
izlediği imajı vurgulanmıştır.

Kendi yandaş ve taraftarlarına her türlü nimeti, rahatı, makam
ve mevkii sağlayan ideolojiler, “öteki” yanda “düşman” olarak algıladıkları
kişi/kesimlere ise hayat hakkı tanımamışlardır. Bunun bir sonucu olarak Nazizm,
Komünizm ve Faşizm başta olmak üzere bu ideolojiler milyonlarca insanın ölümüne
ve yine milyonlarca kişinin ise çalışma kamplarında açlık, sefalet ve yokluk
içerisinde; başka bir ifadeyle insanlık onuruna sığmayan ve yakışmayan şartlarda
yaşamaya mahkum etmiştir. Böylece kendilerine baş eğmeyen veya öteki olarak
algıladıkları kişi/kesimlere hayat hakkı ve-rilmemiştir.

Bunun en tipik örneklerinden birisi Stalin’in bir gecede ve beş
satırlık bir emirle 25.000 Polonyalı subay ve aydını katletmesiydi. Diğer
katliamları da hesaba katıldığında sadece Stalin’in 25 milyona yakın insanın
ölümünden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir. Hitler, Lenin, Mussoloni, Mao ve
diğer kendilerini tanrılaştıran diktatörlerin zulümleri de buna eklenmelidir.

İşte tüm bunlara şahit olan ve bazen bu zulüm ve barbarlıkları
bizzat yaşamış insanlar 21. yüzyılın daha iyi bir yüz olması için çalışıyorlar.
Adeta hayatlarını ve tüm varlıklarını bu yolda feda ediyorlar. Bu çabaların da
başından beri içerisinde olan ve yaptığı çalışmalarla çeşitli uluslararası
ödüller alan Dr. Robert Muller barış, diyalog ve hoşgörü davasına gönül vermiş
bu insanlardan sadece birisi. BM Genel Sekreter Yardımcılığı da yapan Dr. Muller
şimdilerde BM Uluslararası Barış Üniversitesi Rektörü.

Kendisi aslen bir Fransız. İki savaş ve tabii olarak iki de
muhaceret yaşamış. Yukarıda zikrettiğimiz kendini adeta ilahlaştıran
diktatörlerin sebep olduğu zulüm, acı, ızdırap ve sıkıntıları ilk elden yaşamış.
Bu nedenle özgürlükler ülkesi olarak geldiği Amerika’da tüm ömrünü barış ve
diyaloga; açlığın, fakirliğin, işsiz-liğin ve her tür çevre sorunlarının
çözümüne adeta adamış. İşte bu ruh ve anlayışı paylaşan insanlar, sonuna
geldiğimiz yüzyılda, kendi yaşadıkları tüm sıkıntıların bir daha yaşanmaması ve
daha güzel bir yüzyıl için işbirliği yapmaktalar. Hem de tüm dünya dinlerine
çağrıda bulunarak. Onlarla eşit şartlar ve karşılıklı diyalog çerçevesinde
yapmaya çalışıyorlar bu hizmeti.

Dünya Dinler Parlamentosu başkanı Dr. Hovard Sulkin ise konuyu
şöyle ortaya koyuyor : “20. Yüzyılın I. ve II. Dünya savaşlarının yanında irili
ufaklı bir çok savaşa sahne oldu. Bu savaşlarda yaklaşık olarak 200 milyona
yakın insanın hayatını kaybettiğini tahmin ediyoruz. Ayrıca 20. yüzyıldaki
bilimsel ve teknolojik gelişmelerin başta çevre sorunları olmak üzere bir çok
soruna neden olduğunu, bu nedenle insanlığın yeni bir yüzyıla girerken bir kez
daha manevi geleneklere ve dine yöneldiği görülmektedir. 21. yüzyılın barış,
hoşgörü ve sevgi yüzyılı olması için bütün dinlere ve bunların müntesiplerine
büyük sorumluluklar düşmektedir. Komünist Rusya’da bütün açıklığıyla görüldüğü
gibi bir dini inancı şiddet ve güç kullanarak yok etmek mümkün değildir. Ayrıca
tarihte yaşanan din savaşlarından da ders alarak, 21. yüzyılı Medeniyetler
Savaşına sahne etmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Bu nedenle hepimize
büyük görevler düşmektedir. Farklılıklarımızı koruyarak, manevi
geleneklerimizden aldığımız güçle insanlığın sorunlarına çare, dertlerine derman
olmalıyız.”

Aslında asrın başında beklendiği ve sanıldığı gibi, bilim ve
teknoloji insanın tüm beklentilerini karşılayabilseydi veya sanıldığı gibi
ekonomik gelişme mutluluk ve barış için yeterli olsaydı tüm bu çabalara ihtiyaç
kalmayacaktı. Bilim ve din adamlarına göre 20. yüzyıl bilim ve teknolojideki tüm
başarılarına rağmen, kaybettiği bir boyut yüzünden insanlara vadet-tiği barış,
huzur ve mutluluğu vermedi. Savaş, soykırım ve açlıkla savaşmak zorunda kalmayan
insanlar bile, bu kayıp boyut yüzünden tüm maddi servetlerine rağmen mutlu
olmadıkları/olamadıkları görülmektedir. Çağdaş insan kendine, topluma ve tabiata
yabancılaşmanın, adeta ruhunu kaybetmenin sıkıntısını yaşıyor. Bu nedenle bu
insanların kendileriyle, aileleriyle ve toplumlarıyla barışık olmadıkları
görülmektedir. Aksi takdire ailenin parçalanmasını, uyuşturucu bağımlılığını ve
modern şehirlerde artan suç oranlarını nasıl izah edeceğiz. Peki nedir bu kayıp
boyut?

Bu kayıp boyut: Manevi, yüksek, aşkın, derin ve evrenselliği ile
hepimizi kuşatan boyut anlamına gelmektedir. Dünyadaki tüm dinlere anlam veren
ve tüm dinlerin de insanlara vermeye çalıştığı manevi ve kutsal boyuttur
kaybettiğimiz. Zira bilimin, ekonominin, siyasetin ve sosyolojinin ulaşmaya ve
gerçekleştirmeye çalıştığı bir çok önemli şeyin bu manevi boyutta mevcut
olduğunu ve insanların bunları daha önceden bildiğini görmekteyiz. Sorun şurada:
Bu yüzyılın başında bilim ve teknolojiye materyalistçe bağlılık bu manevi boyutu
kaybetmemize neden oldu. İşte bu yüzyılın kustuğu tüm zulüm ve soykırımlar bunun
bir sonucudur. İşte Dünya Dinler Parlamentosu projesi bu kayıp boyutu yeniden
keşfetmeye ve canlandırmaya çalışıyor. Tüm semavi dinlerin ve diğer din ve
geleneklerin mensupları bu kayıp boyutu yeniden tesis etmede ve canlandırmada
göreve çağrılıyor. Zira ancak böyle yeni bir ruh, manevi sorumluluk, karşılıklı
hoşgörü ve saygı çerçevesinde ihtiyar dün-yamızın 20. yüzyılda devraldığı
kirleri temizleyebiliriz.

Son zamanlarda tüm dünyada gözlenen dini canlanma; maneviyata,
ahlaka, dürüstlüğe, diğerkâmlığa ve hatta çevreye sahip çıkma bilincini başka
nasıl izah edebiliriz? En basitinden hiç bir manevi değere inanmayan, içinde
yaşadığı zamanın keyfini çıkarmayı en büyük amaç olarak gören nihilist ve ateist
varoluşçu bir anlayış neden ilgi duysun çevrenin bozulmasına? Ya da diğer
insanların açlığına, sefaletine? Gelecek nesillerin daha sağlıklı bir çevrede
yaşamasına? Bu kayıp boyutun en ilginç göstergelerinden birisi, bir zamanlar
ilkel ve vahşi olduklarından yok edilmek istenen Kızılderililerin çevreyle
ilgili anlayış ve geleneklerinin tüm dünyadaki çevre duyarlı insanlarca
benimsenmesidir.

Bu durumu en iyi fark edenlerden birisi kendisi bir ateist olan
Andre Malraux’tur. Bu düşünüre göre: “21. yüzyıl ya manevi değerlerin hakim
olacağı bir yüzyıl olacak, ya da hiç olmayacaktır”. Yine kendisi ras-yonalist
bir ekonomist iken, BM’lerdeki çalışmaları ve deneyimleri sonucu mistik bir
konuma gelen Dan Hammarskjöld bu durumu şöyle vurgulamaktadır: “Sürekli barış
için hiç bir umut görmüyorum. Bunu yapmaya çalıştık ancak başaramadık. Dünya
yeniden manevi bir doğuşu gerçekleştiremezse, medeniyetimiz yok olmaya
mahkumdur.” Buna son yirmi yılını teknolojinin sebep olacağı sorunları çöz-meye
harcayan çağdaş filozoflardan Hieddeger’in “Bizi ancak bir Allah kurtarabilir”
tespiti de ilave edebilir.

İşte dünyada ve ülkemizde gözlemlenen dini uyanış ve
bilinçlenmeyi bu çerçevede görmek gerekmektedir. Yine ABD Başkanı Clinton’un son
zamanlarda dini hoşgörüyle ilgili aldığı ve başta Amerika’da yaşayan Müslümanlar
olmak üzere herkesi sevindiren kararlarının altında da bu tespitler yatmaktadır.
Amerikan toplumu yeni yüzyıla, bu eğilimleri hesaba katarak hazırlanıyor. Aksi
takdirde başta Amerikan toplumu olmak üzere insanları nasıl sorunların
beklediğiyle ilgili ellerinde çok ciddi veriler bulunmaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerdeki, siyasi, ekonomik, çevresel ve diğer
sorunların da bununla ilgisi bulunmaktadır. Politik kokuşmuşluk ve kendi
çıkarlarını toplumun ve gelecek nesillerin çıkarından üstün tutan insanlar artık
tutulmuyor. Dünyanın eroz-yonla kaybolan topraklarıyla mücadele edilirken,
manevi dünyaları erozyona uğramış; kendi çıkarından başka bir derdi olmayan,
ancak bunu çeşitli ali cambaz oyunlarıyla saklayan politikacılar artık
tutulmuyor. Herkes adeta elinde lambayla gün ortasında insan arayan büyük
düşünür gibi, gerçek insanları arıyor. Peki nerede bulacak bu insanı? Yitirdiği
yerde. Yani asrın başında bazı ütopyaların etkisiyle terk ettiği ve unuttuğu
manevi ve aşkın değerleri yeniden hatırlayarak, keşif ederek ve yaşayarak.

İşte tüm bunlar da göstermektedir ki, karşılamaya çalıştığımız
ve sadece iki yıl kalan 21. yüzyıl manevi ve dini değerlerin hakim olacağı bir
yüzyıl olacaktır. Aslında bunu anlamak için bu kadar uzun lafa da gerek yoktur.
Ülkemizde son zamanlarda cereyan eden tartışmalara bakmak kafidir. Tüm
tartışmalar dolaylı-dolaysız İslam, Kur’an ve Müslümanlarla ilgilidir. Seküler
insanlar bile temiz, dürüst, namuslu insan aramaktadır. Asrın başında insanlığın
ilaç diye sarıldığı, komünist, sosyalist, nasyo-nalist ve faşist ideolojileri
tartışan yok. Bu ideolojilere gönül verenlerin, şu anda resmi ideolojiye
yaslanarak son savunmalarını yaptıkları ve zapt ettikleri son güç noktaların
kaybetmemek için bütün güçleriyle çalıştıkları gözlenmektedir. Tüm sıkıntıların
temelinde ise hala 20. yüzyılın ayakta tutulmaya çalışılan tekçi ve monist;
başkasına söz ve yaşama hakkı tanımayan anlayışı yatmaktadır. Buna kaybolan
manevi boyutun nasıl ve ne şekilde anlaşılmasında karşılaşılan sıkıntı ve
sorunlarda eklenmelidir. Ancak tüm bunların üstesinden gelebilmenin yolu da yok
değildir. Yeter ki iyi niyetli olunsun. Yapılan tartışma ve araştırmaların
sağlıklı ve mümkün olduğu kadar objektif olması gerekmektedir.

İşte Dünya Dinler Parlamentosu bunun tipik bir örneğidir. 1993
toplantısında be-nimsenen ve tüm dinlerin temsilcileri tarafından ve imzalanarak
benimsenen Evrensel Bir Ahlaka Doğru Beyannamesine şöyle bir göz atmak
yeterlidir. Bu beyannameyi dikkatlice okumak, eğitim sistemini yeniden dizayn
edenlere ışık tutabileceği gibi, özellikle 20. yüzyılın başında hakim olan ve o
zamanlar gerçekten de cazip olan fikirlere dönüşü savunanlara da ışık
tutacaktır. Kısacası sadece ülkemizin ve milletimizin değil, tüm insanlık için
endişe ve kaygı duyanların bu evrensel beyannameden öğreneceği şeyler ve alacağı
dersler bulunmaktadır. Ancak bu başlı başına başka bir yazının konusu olacak
kadar uzundur.

Evet, 21. yüzyıla girerken tüm insanlık bir kez daha yüzünü
semaya, yani aşkın ve kutsal olana çevirmiş bulunmaktadır. Öyle ki, materyalist
ve ateist düşünürler bile insanlığın ve dünyanın geleceğini bu kayıp boyutun
yeniden keşfinde görmektedirler. Ancak tarihte yaşadığımız bazı tecrübeler bazı
kaygıları da beraberinde getirmektedir. Bu da dinin siyasi ve sömürgeci
amaçlarla kullanılmasıdır. En tipik örneklerini Haçlı savaşlarında gördüğümüz bu
tecrübeler tekrar edilmemelidir. Bu nedenle bir çok Hıristiyan din adamı ve
düşünür Parlamento çalışmaları çerçevesinde bu acı tecrübelerden dolayı
üzüntüsünü belirtmiş ve özür dilemişlerdir. Bundan sonra yapılacak olan şudur:
Tüm dinler barış ve karşılıklı anlayış içinde insanlığın ortak sorunlarını
çözmek için işbirliği yapmalıdırlar. Dr. Müller’in vurguladığı gibi hayati ve
can alıcı nokta şudur: Yeni bir bin yılın eşiğinde dinlerin en temel görevi
kendi inançlarının ve doğmaların propagandasını yaparak yeni üyeler kazanmak
olmamalıdır. En önemli manevi görev, 20. yüzyılda kaybettiğimiz ve şimdilerde
dünyanın içine düştüğü materyalizm ve ahlaki kokuşmuşluk ve bozulmalarla çok
muhtaç olduğu manevi Rönesans’ı gerçekleştirmemizdir. Sorun kişisel olarak el
açmamız, diz çökmemiz veya çökmememiz, başımızı açmamız veya kapatmamız
değildir. Sorun açıktır: Uyuşturucu ve alkolün pençesinde kıvranan gençlere ümit
verebiliyor muyuz? Açlara, işsizlere, etnik ve ırkçı ayrımlardan ızdırap
çekenlere, yıkılan ve parçalanan ailelere, sokaklara terkedilmiş çocuklara,
evsizlere, sakatlara, kimsesizlere, yalnız yaşamak zorunda kalmış yaşlılara,
göçmenlere, hastalara ve şiddete maruz kalanlara bir mesaj ve çözüm önerimiz var
mı? Tüm dinlerin mensupları insanlığa ümit, diğerkâmlık, dürüstlük ve manevi
sorumluluk aşılamalıdır. Bu noktanın altını en iyi çizen ise, Cape Town’da
yapılan 1999 Dünya Dinler Parlamentosuna bir konuşma yapan Nelson Mandela oldu:
“Dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmeye çalışanlar, dinlerin ve
moral değerlerin etkisini ve katkısından yararlanmadan bu sorunları çözmede
başarılı olamayacaklardır. Bu nedenle, 21. yüzyıl dini ve manevi değerlerin
yeniden keşfedildiği bir yüzyıl olacaktır.”

Mandela bu iddiasını bizzat kendi ha-yatını örnek göstererek
destekliyor:

“Bugün burada sizin huzurunuzdaysam, 28 yıllık hapishane ve
işkenceler beni yok edemediyse bu aldığım dini eğitim ve inancımın bir
sonucudur. İnsanoğlunun insanoğluna layık gördüğü en şiddetli zulüm ve
işkenceler altında bile Tanrıya olan inancımı hiç kaybetmedim. Hiçbir şeyden
yılmadan. Her türlü işkenceye katlandım. İnancım olmasaydı kesinlikle bu davayı
kaybederdim. Böyle bir inanca sahip olmayan bir çok arkadaşımın bedenlerinden
önce ruhlarının öldüğüne şahit oldum. Ayrıca şu noktayı da özellikle belirtmek
istiyorum: Bizler hapishanede iken Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi dindar
insanlar ve kuruluşlar bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Bizlere ellerinden
geldiğince destek oldular. Dış dünyayla irtibatımızı sağladılar. Onların
sayesinde hapishaneden eğitilmiş kişiler olarak çıktık.”

Mandela yeni bir milenyuma girerken dinlerin önemli rolüne
işaret ederek, dinlerin ve manevi değerlerin 21. yüzyılı şekillendireceğini
belirtti. Ona göre 1999 Dünya Dinler Toplantısının Cape Town’da yapılması ve
buradaki insanların varlığı bunun en açık deliliydi? Ancak 20. yüzyıla damgasını
vuran ve çeşitli savaş, soykırım ve zulümlerin kaynağı olana ideolojileri
küçümsememek gerekir. Yeni bir yüzyılın eşiğinde iken bile dünya çeşitli zulüm
ve soykırımlara sahne olmaktadır. Tüm bunlardan ders olarak, dini değerlere
sahip insanlar daha hazırlıklı olmalı ve bu tür sorunların yaşanmaması için
işbirliği yapmalıdırlar. Mandela’ya göre 20. yüzyıldaki belli başlı dikta
rejimleri, askeri darbe ve güç kullanmaktan ziyade, sıradan insanların tüm bu
dayatmalara direnmesi ve özgürlükten yana tavır koymasıyla yıkılmışlardır. Bunun
bir diğer anlamı ise, çeşitli geleneklere mensup sıradan dindar ve manevi
değerlere sahip insanlar insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü temelinde bir
ortak zemin oluşturdukları takdirde, hiçbir güç onları birbirine karşı
kışkırtmaya ve yeni çatışmalara sürüklemeye muvaffak olamayacaktır.

Mandela’nın konuşmasındaki şu ifadeler adeta tüm dünyanın (dini
ve dünyevi) liderlerine bir çağrı niteliğinde: “Din tarihte şahit olduğumuzdan
daha derin bir şekilde karşı karşıya bulunduğumuz devasa sorunları çözmede
insanlığa rehberlik edecektir. Kendi ülkem olan G. Afrika’da maddi ve sosyal
gelişmeyi ve yeniden yapılandırarak gerçekleştirmek için yeni bir program
başlattık. Bunun adı: Moral olarak yeniden yapılanma ve kalkınma programdır.
Bizim için geçerli olan bu formülün tüm dünya için geçerli olduğunu
düşünüyorum.”

Sonuç olarak, din ve dini değerlerin yeni yüzyılda daha çok
görünür olacağı görünüyor. Ancak, dinden beklenen bu olumlu taleplerin
gerçekleşmesi, büyük ölçüde kendini dindar olarak tanımlayanlara bağlı
olacaktır. Başka bir ifadeyle, dindar insanların tarih ve yaşanan tecrübelerden
ders alarak; dini değerleri ve metinleri yorumlama, yeni çözümler üretmede
gösterecekleri başarıya bağlı olacaktır.