Yirminci Yüzyılda İslam Medeniyeti

İnsanlık tarihi bir bütün olarak devam ediyor olmasına rağmen,
bu tarih içinde sanki kesintili olarak ortaya çıkan ve devamlılık arzetmeyen
birtakım yüksek kültürler müşahede etmekteyiz. Medeniyet olarak adlandırılan bu
kültürler mahallî kalma özelliklerini aşarak küllî değerler oluşturan çok
dinamik bir yapıya sahiptirler. Bir kültürün, küllî değerlere ulaşması mahallî
kalma özelliklerini aşabilen faaliyetler sayesinde mümkündür. Bunlar da şüphesiz
ki fizik, kimya, tıp ve biyoloji gibi bilimlerin ortaya koyduğu ilmî; ve
felsefe, tarih, hukuk, sosyoloji, psikoloji ve sanat gibi bilimlerin
geliştirdiği tefekkürî faaliyetlerdir. Ancak bunlara ilaveten küllî hakikatlar
ortaya koyan dinlerin de bunda etkisi olduğunu İslam medeniyeti gözler önüne
sermektedir. Bu etkenler sayesinde bir kültür ilmî ve felsefî bir özellik
kazanarak mahallî yönlerini aşar; gittikçe kendi çevresi dışındaki kültürleri de
içine almaya başlar ve içinde birden fazla kültürü barındırmaya başlar. Bu dinî,
ilmî ve tefekkürî süreç sonunda bir kültürün ulaştığı duruma “küllîleşme”
demekteyiz. Buna göre medeniyeti, küllîleşmiş bir kültür olarak tarif
edebiliriz. Ancak bu tarifimiz medeniyetin üç önemli unsuru olarak gördüğümüz,
din, bilim ve düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki katkılarını dile
getirmemektedir. Bu açıdan bunların düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki
katkılarını kısaca şöyle ifade edebiliriz: 1. Din, bir kültürde küllî değerler
sistemi getirerek yol gösterici olma durumundadır; 2. Teknolojiyi de burada
dahil edebileceğimiz bilim, o kültürün âleme ve insana bakışını öznel
çerçevesinden çıkarıp nesneleri oldukları gibi anlama çabasına sürüklemektedir;
3. Düşünce ise, kültür içindeki bütün birikimlerin küllî bir şe-kilde
değerlendirmesini temin ederek bu değerlendirme çerçevesinde bir âlem anlayışına
(dünya görüşü) götürmektedir.

Medeniyetlerin, bu şekilde dinî, ilmî ve felsefî faaliyetlerle
küllîleşen kültürler olduğunu savunmamız onların ancak bu tür faaliyetlerle
ortaya çıkabileceklerini de savunduğumuzu gösterir. Diğer taraftan
medeniyetlerin çöküşü de ancak bu faaliyetlerin sönmesi ile olacağı sonucu
mantıken buradan çıkarılabilir. O halde medeniyetler, tarih boyunca bu şekilde
ortaya çıkıp çökegelmişlerdir. Onların bu “ortaya çıkma” veya “doğma”sı ve sonra
da “çökmesi” tarih içinde bir zaman dilimi içerisinde gelip geçtiklerini
gösterir. Bu yüzden tarih içinde sanki “kesintili” olarak ortaya çıktıklarını ve
“devamlılık” arzetmediklerini dile getirmek istiyoruz. Halbuki tarih, kesintili
değildir; yani kesintisiz olduğundan devamlılık arzetmektedir. Ancak mesela bir
Sümer veya Hitit veya Eskiçağ Yunan Medeniyetlerini ele alacak olursak bunların
tarihte devam ettiklerini savunamayız. Bunlardan eserlerin geriye kalması ve
bizlerde bunların izlerinin devam etmesi, tarihte devam ettikleri anlamına
gelmez; şayet bunu savunan olursa o zaman şöyle sorabiliriz: nerede bu
medeniyetlerin insanları ve nerede bunların etkin ilmî ve kültürel faaliyetleri?
Hatta bunların dilleri bile artık tarihe ölü dil olarak geçmişlerdir. Ancak
bunların bulundukları kültür ve coğrafyada tarih devam etmiştir. O halde tarihte
olan devamlılık ve kesintisizlik özelliği medeniyetlerde yoktur. Bu yüzdendir ki
bazı tarih felsefecileri, toplumların yani medeniyetlerin doğup yükselip zaman
içerisinde çöktüğünü tarihî bir olgu olarak değil de tabiî bir olay gibi
yorumlamışlardır. Durum nasıl olursa olsun bizi burada ilgilendiren bu tür
tartışmalardan ziyade İslam Medeniyetinin 20. yüzyıldaki durumunun bir
değerlendirmesidir. Fakat zaman zaman bu tür felsefî konulara girmeden böyle bir
değerlendirme yapamayacağımız açıktır. Bunu göz önünde bulundurarak konumuzu
açmaya çalışacağız.

İnsanlığın düşünce tarihi, devamlı bir değişme halindedir. Bu
değişme hiçbir zaman belli bir noktada durmayacaktır. Tam aksine küllîleşme
sürecine girmiş olan bir medeniyet büyür, gelişir, olgunlaşır ve ölebilir.
Burada “ölebilir” ifadesini bir medeniyetin çökme olgusuna atfen kullanmaktayız.
“Ölebilir” derken de bir imkanı ifade etmekteyiz, dolayısiyle medeniyetlerin
mutlaka çökmesi gerektiğini dile getirmek istemiyoruz, çünkü, aşağıda da
göstereceğimiz gibi medeniyetleri küllîleştiren faaliyetler, faal (dinamik)
olarak kaldıkları sürece medeniyet çökmez. Burada ele aldığımız konu içerisinde
bir çok ayrıntı arzeden mesele gündeme gelmektedir. Bunları mümkün olduğu kadar
kısa ve öz ifade ederek geçmek zorundayız. Bu açıdan konumuzu dağıtmadan tekrar
medeniyetleşme konusuna dönelim.

İnsanlık tarihi medeniyetlere ortamlık yapmıştır. Bu ortam
içerisinde çok çeşitli kültürler doğmuş ve bunların ancak bazıları mahallî
yönlerini aşarak cüz’îlikten kurtulmuş ve böylece medeniyet halini almıştır.
Küllîleşme medeniyetleşmenin bir ön şartı olduğuna göre, ancak küllî olma
özelliğindeki etkinlikler bir kültürü medeniyetleş-tirebilir. Bunlar da üç
önemli olgudur; 1. Din, 2. Tefekkürî faaliyetler, 3. İlmî (bilimsel)
faaliyetler. Bunlardan din, küllî kaide-ler içeren bir sistem olduğundan
cemiyetin kültürünün o yönde oluşmasını temin edeceği açıktır. Bilim ise temelde
insandan bağımsız olan konuları incelediğinden yapısı itibariyle küllîliğe
açıktır. Tefekkür de külli akıl ilkeleri ile olduğundan sonuçları aynı kapıya,
değişik yollardan da olsa çıkaracaktır. Şimdi medeniyetin bu unsurlarının
medeniyetleşme sürecine olan katkılarının ne olduğunu biraz açabiliriz.

Önce dini ele alınca, iki ayrı olgu ile karşılaşmaktayız:
Birincisi, hayatın her yönü ile ilgili genel, küllî ve mutlak ilkeler bütünlüğü,
ki bunlar vahiy ile verildiğinden bu olgu tamamen ilâhîdir; ikincisi, bu
ilke-ler bütünlüğünün, çeşitli durumlarda yorumlanıp uygulanmasıdır ki, bu da
âlimler tarafından yapıldığından tamamen ilâhî temele oturtulan beşerî olgular
bütünlüğüdür. Bu doğrultuda İslâm’ı ele alırsak onun da hem ilâhî, hem de beşerî
yönlerinin olduğunu gayet açık olarak görebiliriz. İslâm’ın ilâhî yönünü, sadece
Kur’an ve Kur’an’a dayanan Sünnet oluşturmaktadır. Beşerî yönünü ise, Ebu
Hanife, Şafiî, Gazalî, Eş’arî, Maturidî, Farabî ve Razî gibi yüzlerce âlimin,
Kur’an ve Sünnet’e dayanarak geliştirdikleri dünya görüşü teşkil etmektedir ki,
bu geniş dünya görüşünü, bizim geleneksel olarak bildiğimiz fıkıh, kelam, tefsir
gibi ilimlerin meydana getirdiği bakış açısı temsil etmektedir. Hatta Sünnet’in
bile tamamı vahiy mahsulü değildir. Peygamberimizin kendi şahsî ictihadı da
İslâm’ın beşerî yönlerine dahildir. Ancak Peygamberliğin beşerî katkısı ile
vahiy yönü “girgin bir içiçelik” arzettiğinden, Sünnet’i genel olarak ilâhî
kabul etmekte, bizce bir sakınca yoktur. Nitekim Peygamberimizin bu yönleri din
açısından dünyaya ilişkin haller olarak belirlenmiştir.

İslâm’ın kaynak olarak ilâhî yönünü Kur’an ve Sünnet ile
sınırlandırınca, beşerî yönünü de âlimlerin ictihadı olarak belirlersek bu
ikinci yönünü “İslâm Medeniyeti” diye rahatlıkla tanımlayabiliriz. Böylece
karşımıza iki türlü İslâm çıkacaktır: 1. Kaynak olarak İslâm (Kur’an ve Sünnet);
2. Medeniyet olarak İslâm (âlimlerin yorumları ve şahsî görüşleri). Medeniyet
olarak İslâm, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklandığı için “Kaynak İslâm”dan
koparılıp ayrı bir şekilde ele alınamazsa da; uygulamadan doğan yorum ve görüş
ayrılıklarını, burada dikkatle ve ictimâî-kültürel tarihî bağlamında ele almak
zorundayız. Aksi halde İslâm’ın medeniyet olarak anlaşılması bile söz konusu
olamaz. Nitekim bu yüzdendir ki, burada böyle bir ayırımı yapma ihti-yacını
duymaktayım. Bizce bu ayırım çok önemlidir. Çünkü şayet kaynak olarak İslâm
inceleniyorsa, o zaman Kur’an ve Sünnet’in doğru anlaşılıp anlaşılmadığı ve
doğru yorumlanıp yorumlanmadığı söz konusu olabilir. Ancak medeniyet olarak
İslâm eleştiriliyorsa, bu durumda nass’lara değil, yorumlara ve bunların
uygulanmasına yöneldiğimiz açıkça ortadadır. Medeniyet ortamına geçildiğinde
kaynak olarak İslam olan İlâhî alandan beşerî alana geçmiş durumdayız.

Kaynak olarak İslâm, Kur’an ve Sünnet olduğuna göre, bunlar nass
olarak esastırlar; küllî ve mutlaktırlar. Bunlar ilâhî yönden vahiyle
geldiklerinden yanlış olmaları söz konusu olamaz. İslâm, medeniyet olarak ele
alındığında ise, nassların yorumu söz konusudur. Diğer bir deyişle, İslam
medeniyeti, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklandığından bu temelinden ayrıldığı halde
onunla sadece çakışması söz konusu olabilir, ama özdeşliği ileri sürülemez;
burada medeniyet ile İslâm’ı karıştırmamak gerekir. Ancak din olarak İslâm ile
medeniyet olarak İslam yoruma dayandıklarından, bir medeniyet olarak İslâm
medeniyeti ile din olarak İslâm’ın birçok ortak yönleri vardır. İslâm
medeniyetinin temeli ise, kaynak olarak İslâm, yani Kur’an ve Sünnettir. Dikkat
edilirse, din olarak İslâm; Kur’an ve Sünneti içeren kaynak olarak İslam; ve bir
de bunların daha geniş faaliyetler içerisinde yoğrulmasından oluşan medeniyet
olarak İslam şeklinde üçlü bir ayırımı gündeme getirmekteyiz. Bunların üçü de
tarih içerisinde çok yakın bir ilişki içerisinde bulunmuşlardır, hatta bizzat
uygulamada üçü de çok içiçe olmuşlardır. Bu, elbetteki yanlış değildir, ancak
İslam medeniyetini burada değerlendirmemizde esas alınacağından bizim için bu
ayırım konumuz açısından bir önem arzetmektedir. Bu üçlüden, sadece yukarıda
belirtildiği gibi kaynak olarak İslam, tarihsel özelliğe sahip değildir veya
belli bir zaman diliminde vuku bulması hasebiyle ancak sınırlı bir tarihsel
özelliğe sahiptirler.

İslâm ile İslâm’ın temel kaynakları arasında bir ayırım
yaparken, İslâm’ın genel din anlayışı içerisinde bir medeniyet olarak ele
alınabileceğini böylece belirlemiş olduk. O halde İslâm’ın, temel kaynakları
olan Kur’an ve Sünnet’ten, yorumlanarak veya doğrudan yorumsuz alınan küllî
hakikatlar bütünlüğünü oluşturan İslam dinî yapısının insan hayatının bütün
yönlerine uygulanması ile ortaya çıkan umumî kültür birikimine “İslâm
Medeniyeti” diyebiliriz. İslâm Medeniyetinin oluşma şekli, diğer medeniyetlerden
pek farklı değildir. Çünkü bütün medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri temelde
beşerî olgular oldukları halde bunların oluşum sürecinde geçerli olan ilkeler
devamlı aynıdır. Kur’an’ın “sünnetullah” olarak adlandırdığı bu toplumsal
ilkeler hiç bir zaman değişmez. Fakat sünnetullah, devamlı ilâhî bir yön
içermektedir. Çünkü Kur’an bu terimi devamlı toplumların peygamberlere karşı
çıkmaları ile ortaya çıkan durumlara ilişkin kullanmıştır:

Bütün güçleriyle Allah’a yemin ederek; ‘Andolsun, eğer bir
peygamber gelirse, diğer bütün milletlerden daha çok doğru yolu takip edeceğiz’
dediler. Ancak kendilerine bir peygamber gelince doğru yoldan uzaklaşmaktan
başka bir şey yapmadılar; derken yeryüzünde daha fazla kibirlenerek dolaşıp kötü
tuzaklar kurmayı düşündüler. Halbuki kötü tuzağın etkisi neticede ancak sahibini
bulur. Onlar önceki toplumlara uygulanan ilkelerden başkasını mı umdular?
Allah’ın ilkesinde (sünnetullah) asla bir değişiklik olmaz. Allah’ın ilkesi
değiştirilemez. Kendilerinden önceki toplumların sonunun nasıl olduğunu
görebilmek için hiç yeryüzünde gezmediler mi? Halbuki onlar daha güçlü idi. Ne
göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç bir şey yoktur. O, bilendir;
güçlüdür. (35/Fâtır, 42-44)

Bu, Allah’ın önceki toplumlara uyguladığı ilkedir (sünnetullah).
Allah’ın ilkesinde asla bir değişiklik bulamazsın. (33/Ahzâb, 62; ayrıca krşz.
17/İsrâ, 77; 48/Fetih, 23)

Medeniyetlerin oluşumunu, yükseliş ve çöküşünü düzenleyen ilâhî
kaideler (sünnetullah) her medeniyette aynı ise de, bunların medeniyetleşme
süreci içerisinde takip ettikleri tarihî süreç farklıdır. Bu ilâhî kaideleri
açıklamaya çalışırsak zannedersem bundan ne kasdettiğimizi de açıklamış oluruz.
Medeniyetleşme sürecini, âdeta kontrolü altında tutan birtakım önemli unsurlar
vardır ki, bunlara “itici güçler” veya “ictimâî kanunlar” diyebiliriz. Bir
medeniyetin oluşmasında en önemli ve en zorunlu, bu yüzden de en baskın olan
itici güç, bilgidir. Kur’an’ın “ilm” dediği bu bilgi her hangi bir bilgi değil,
belli bir tür bilgidir. Bu bilgi, toplum fertlerine açık ve berrak bir dünya
görüşü kazandıran yaklaşımdır. Nitekim İslâm medeniyetinde bu bilgi, vahiyle
Peygamberimiz tarafından kazandırılmıştır. Bazı âyetler bunu gayet açık bir
şekilde dile getirmektedir:

Yemin olsun ki, sana Bilgi (el-ilm) gönderdikten sonra şayet
onların arzularına uyarsan, Allah’tan ne bir dost, ne de bir yardımcı bulursun.
(2/Bakara, 120)

Ayrıca diğer peygamberlere gönde-rilenin de bilgi olduğu
vurgulanmaktadır: “Gerçekten Biz, Davud’a ve Süleyman’a Bilgi verdik.” (27/Neml,
15); “Şüphesiz ki, Biz, onlara inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve
rahmet kaynağı olmak üzere Bilgi ile açıkladığımız bir Kitap getirdik.”
(7/A’raf, 52).

Bilgi unsuru genellikle her medeniyette aynı işlevi görür. Fakat
bilginin bu işlevi gerçekleştirme şekli medeniyetten medeniyete değişir. O halde
sünnetullah olarak bilgi her toplumda medeniyetleş-meye yol açar ve bu bakımdan
bilginin, her medeniyette aynı olan işlevi, bilginin toplum fertlerine açık ve
berrak bir dünya görüşü kazandırmasıdır. İslâm medeniyetini ele alacak olursak
Peygamberimizin vahiyle, kendi toplumuna nasıl bir dünya görüşü kazandırdığını
inceleyebiliriz. O toplumdaki her fert, kim olduğunu, neden var olduğunu, bu
dünya hayatının gerçek amacını, ölümün ne olduğunu İslâm dünya görüşü içerisinde
gayet açık ve berrak bir şekilde biliyordu. Bunun yanında, bu tür metafizik bir
anlayışın nasıl bir toplumda gerçekleşebileceğini ve ne tür ictimaî, siyasî ve
iktisadî bir anlayışla uygulanabileceğini de gayet iyi biliyordu. Bu tür fertler
yanında, ayrıca özel olarak seçilmiş (Ashab-ı suffa, vahy katipleri ve hâfızlar
gibi) ve eğitilmiş fertler de vardı ki, bunlar henüz doğmakta olan İslâm
medeniyetinin ilk âlimleri olarak belirlenebilirler. Bu âlimler sınıfı ise, daha
sistemli ve düzenli bir bilgiye sahip olduklarından kendilerine İslâm hakkında
bir soru yöneltildiğinde bunu İslâm dünya görüşü içerisinde daha sistemli ve
daha derli-toplu cevaplayabiliyorlardı. Bu yüzden Peygamberimiz, bu âlimleri
tebliğ için İslâm’ı öğrenme eğilimi gösteren yörelere gönderirdi ve ilimden
başka bir işle ilgilenmelerini pek istemezdi. Bu âlimlerin bir çoğu toplumu
eğitme görevi ile ilgilendikleri için pek bir eser vermemişlerdir. Tabiî ki,
Müslüman âlimin tek görevi, kitap yazmak olmamalıdır. Ancak Abdullah İbn Mes’ud,
İbn Abbas, Zeyd İbn Sâbit, Ali İbn Ebî Talib ve Ebu Hureyre gibi zatlar aynı
zamanda küçük risaleler ve kitaplar telif etmişlerdir. Bu şekilde bilgi
unsurunun İslâm medeniyetinin oluşmasında oynadığı işlev, harekete geçirilmiş
oluyordu.

Tabiî ki, İslâm medeniyetinin başlangıcındaki bilgi, daha
sonraki devirlerde aynı kalmamış, yeni bilgiler buna eklenerek İslâm dünya
görüşü daha bir derinlik kazanmıştır. İslâm medeniyeti ve aslında hiç bir
medeniyet her devirde aynen olduğu gibi kalamaz. Nitekim İslâm medeniyeti de ilk
devrindeki gibi kalmamış, Müslümanların geliştirdikleri yeni bilimlerin
kazandırdığı bilgiler çerçevesinde zenginleştirilmiştir. Böylece toplumda
beliren yeni sorunlara, devamlı yeni ve daha etkin çözümler getirilmiştir. Bu
çerçevede kelam (yani felsefe), hadis, tefsir, fıkıh, tarih, dil bilimleri,
fizik, kimya, matematik ve astronomi gibi bir çok bilimler geliştirilmiş ve
İslâm medeniyetine mal edilmiştir. Bunun yanında binlerce düşünür, filozof ve
bilim adamı yetişmiştir. Bu düşünür ve bilim adamlarının insanlık tarihindeki
önemine örnek olmak üzere, sadece Latince’ye ve Batı dillerine yüzlerce
eserlerinin çevrildiğini; böylece Batı medeniyetine öncülük ettiklerini
belirtmek yeterlidir.

İslâm medeniyeti böylece başladığı gibi hiç bir zaman kalmamış,
tarihî gelişim sürecini devam ettirerek sürekli bir değişim olgusu içerisinde
olagelmiştir. Şayet böyle olmasa idi, İslâm medeniyeti kendi temel kaynağı ile
de çelişki içerisinde olurdu. Zira Peygamberimiz bir hadisinde “İki günü bir
olan zarardadır” demektedir. İslâm medeniyeti de hiç bir zaman aynı kalmamış,
sürekli daha iyiye ve daha doğruya taraf bir değişim süreci içerisinde tarihî
seyrini sürdürmüştür. Bir medeniyet içerisinde birden fazla kültür bulundurduğu
gibi; İslam medeniyeti de içerisinde bulunan birden fazla milletlerin
kültürlerini, imha etmeden, benliklerini koruyabilecekleri bir şekilde
barındırmıştır. Yine her medeniyetin âdeta resmî diyebileceğimiz bir dili olduğu
gibi İslam medeniyetinin de Arapça resmî dili olarak alınmış ve değişik bir çok
millet Arap olmamasına rağmen Arapça’nın gelişmesine ve bir bilim dili olarak
yerleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Ancak 16. yüzyıldan sonra İslâm
medeniyetinde bir durgunluk başlamış ve nihayet 19. yüzyılda çökmüştür
diyebiliriz. Nasılki İslam medeniyetinin doğuşu için 610 senesi ile ilk vahyin
verilmesi mümkün ise, aynı şekilde çöküşü için de Osmanlı’nın dağılması olan
Birinci Dünya Savaşı’nın sona eriş tarihi, 1918 verilebilir. Zira bu tarihle
İslam medeniyeti küllîliğini kaybetmiş ve mahallîleşen bir takım küçük
kültürlere bölünmüştür. Yüksek bir medeniyet dili olarak Arapça da bilim dili
olmaktan çıkmış ve mahallî birkaç kültürün dili olarak kalmıştır. Aynen tarihin
geçmiş devirlerindeki çökmüş medeniyetlerde de görüleceği üzere bu mahallî
kültürler, kendi medeniyetlerini unutup kısa zamanda hâkim medeniyetin etkisi
altına girdiler; o kadar ki bunlardan bazıları kendi kişiliklerini kaybettiler.
Zaten yıkılan bir medeniyetin en önemli özelliği, kendi benliğini hızla
yitirmeye başlamasıdır. Bunun gibi günümüz Müslüman milletlerinin sergilediği
daha bir çok davranışlar çökmüş medeniyetlerin özellikleridir. Bunun, ictimaî,
siyasî, iktisadî ve eğitim gibi bir çok değişik alanlarda sebepleri vardır;
fakat bunlardan konumuzu ilgilendiren en önemli ve temel baş sebebi burada
“bilgi” unsuru olarak gündeme getirmek istiyoruz.

Müslümanlar 12. ve 16. yüzyıllar arasında yeni bir zihniyet
geliştirdiler. Bizce, bu zihniyet 16. yüzyıldaki bilimsel ve tefekkürî
duraklamanın, sonuçta da sosyal, ekonomik, siyasî ve eğitim alanlarına yansıyan
durağanlığın asıl sebebidir. Bu zihniyet, oluşmuş İslâm geleneğini hakikat-i
mahza (yani hakikatin bizzat kendisi) olarak algılıyordu. Böylece gelenek, yorum
ve şahsî veya mezhep görüşleri bizzat temel kaynaklar (nasslar) yerine
konmaktaydı. Durum böyle olunca eldeki kitaplara, gelmiş-geçmiş ve gelebilecek
tüm bilgileri içeriyor olarak bakılıyordu. Bu da bilginin sonu demekti. Âlime
düşen tek bir görev kalıyordu, o da bu bilgileri anlamaya çalışmak ve açıklamak
idi. Dolayısıyla şerhler ve haşiyeler dönemi böylece başlıyordu. Artık geçmiş
bir bilgiyi eleştirmek -yanlış bile olsa- pek mümkün olmuyordu. Dolayısıyla
İslâm Medeniyetinin gerilemesine sebep olan, bu medeniyetin temel kaynakları
değil, aksine temel kaynakların yorumundan çıkarılan zihniyettir. İşte burada
Müslümanların içinde bulundukları güç bir durumla bugün karşılaşmaktayız. On
sekizinci yüzyıla kadar Müslümanlar ilmî ve tefekkürî faaliyetlerde çok etkin
olmalarına rağmen bu etkinliklerinin zamanla gerilemesi onları güç bir duruma
sokmuştur.

Burada konumuzu ilgilendiren önemli bir ayırımdan bahsetmemiz
yerinde olacaktır. Medeniyetleri etkinlikleri açısından üç sınıfta
toplayabiliriz; 1. Canlı medeniyet, 2. Durağan medeniyet, ve 3. Ölü medeniyetler
olarak üç sınıfta toplayabiliriz. Bu medeniyetlerin her biri, şayet kendi
sınırlarını aşıp birden fazla dil ve millet topluluğunu kapsayacak duruma
gelebilmişse, bu medeniyetlere, “küllî medeniyetler” diyebiliriz; İslam, Eski
Yunan ve günümüzde Batı medeniyetleri gibi. Diğer taraftan, bu medeniyetlerin
her biri, kendi sınırlarını aşamayıp bölgesel nitelikte kalmışsa bunlara da
“mahallî medeniyetler” diyebiliriz. Bu medeniyetlerin kendilerine has bazı
özellikleri vardır; ancak bunlardan biz, önemli gördüğümüz bir kaç tanesini,
bunlardan ne anladığımızı açıklaması bakımından burada zikredelim.

Canlı medeniyetin özelliği, bu medeniyetin hakim olduğu bir
yerde ilmî ve felsefî faaliyetlerin diğer insan faaliyetle-rine öncülük
etmesidir. Böyle bir medeniyete mal olan bir toplum, “bilgi toplumu” olarak
adlandırılabilir. Bir canlı medeniyet toplumunda, hiç bir sorun, ithal
bilgilerle çözülmeye çalışılmaz; aksine o toplumda üretilen bilimsel bilgiler
ışığında, özgün kuramlar çerçevesinde çözülmeye çalışılır.

Durağan medeniyetler ise, artık bilimsel alanlarda pek bilgi
üretmeyen ve dolayısiyle teknolojik, ekonomik, politik ve nihayet askerî güç
olarak da çöken medeniyetlerdir. Böyle bir medeniyetin geçmiş tarihî birikimi,
miras olarak henüz paylaşılmadığından aslında ölü medeniyet olmasına rağmen bu
görünümü vermemektedirler. Bunun en belirgin örneği, İslam medeniyetidir.
Özellikleri ise, durağan Medeniyetlerin özellikleri ile çakışmaktadır. Ancak bu
medeniyette ölü medeniyetlerin bazı özelliklerini de görmek mümkündür. Nitekim
ölü medeniyetler, aslında mirası paylaşılmış durağan medeniyetlerdir. Şimdi
konumuza ışık tutması açısından, bir medeniyetin mirasının ne olduğunu
açıklamamız yerinde olacaktır.

Her şeyden önce bir medeniyetin, bilimlere yaptığı katkı, en
önemli mirasıdır. Bunun yanında diğer kültürel birikimleri, coğrafî
hakimiyetleri, bu coğrafya üzerinde yaşayan toplumları ve nihayet medeniyetin
bir de dili vardır. Ölü medeniyetlerde bu mirasların hemen hemen tamamı yeni
ortaya çıkan veya yaşamakta olan medeniyet tarafından paylaşılmış veya
paylaştırılmıştır.

İslam medeniyetinin dili Arapça idi ve bugün, Eski Yunanca gibi,
klasik Arapça olarak ölü bir dil olmaya doğru gitmektedir. Bu medeniyetin
bilimsel ve kültürel birikimleri, Orta Çağ’da henüz dirilmeye başlayan Batı
medeniyeti tarafından belli çerçevelerde özümsendi ve 17. yüzyıldan sonra Batı,
bu birikimleri aşarak, özgün ve kendi kültürel özelliğini içine yoğurduğu yeni
bir bilgisel anlayışa yöneldi. Yine bu medeniyetin coğrafî bütünlüğü, yavaş
yavaş kaybolarak bugün önemsiz devletlerin yer aldığı ve canlı medeniyet olan
Batı medeniyetinin akbabalar gibi üzerine çullandığı cesetler birikimine
dönüştü. Zaten tarihte genellikle henüz ölen durağan bir medeniyet, diri, bir
diğer medeniyet tarafından yutulmuştur; insanları da kendi millî özelliklerini
zamanla kaybederek başka millet veya kavimlere dönüşmüştür. Bu çerçevede şöyle
soralım: Nerede eski Babil kavimleri? Nerede eski Grek milletleri? Nerede
Asurlar, Fenikeliler, eski Mısırlılar? Bütün bunlar ölü medeniyetlerin ölü
milletleridirler. Bunları zaman yok etmemiştir; aksine fikren ve kültür olarak
diğer canlı medeniyetler tarafından yutulmuş ve sonuçta kendileri de o
medeniyetlerin milletlerine dönüşmüşlerdir.

Burada pek ayrıntılı ele almadığım, medeniyet kavramı
çerçevesinde ve İslam’dan ne anladığıma dair getirdiğim açıklamaları da dikkate
alarak, burada şu soruyu sorabiliriz; Yirminci yüzyılda İslam Medeniyeti nasıl
değerlendirilebilir? Cevabımız çok üzücüdür: İslam, durağan bir medeniyet olarak
yirminci yüzyılda artık çökmüş bir küllî kültürdür. Burada yanlış anlaşılan bir
durum her zaman dikkatimizi çekmektedir; denilmektedir ki, ezelden gelmiş ebede
gidecek olan İslam her türlü kaynağı ve canlılığı ile karşımızda bulunmaktadır.
Nasıl böyle bir medeniyete çökmüş diyebilirsiniz? Burada din olarak ve kaynak
olarak İslam ile İslam medeniyeti karıştırılmaktadır. Çöken, kaynak olarak din
değildir, din çökemez, yaşandığı sürece devam edip ayakta durur. Nitekim İslam
her türlü kaynağı ile ayakta durmaktadır. Çöken, bu dinin uygulanması ile
küllîleşen hiç bir kültürün olmayışıdır, yani İslam Medeniyetidir. Aslında din
olarak yukarıda kaynak olarak İslam’dan ayırdığımız vec-hesiyle de çökmüş
durumdadır. Elimizde sadece hurafe şeklinde kullanılmakta olan kaynak olarak
İslam durmaktadır. Yukarıda din, kaynak ve medeniyet olarak İslam ayırımımız
bunu yeterince açıklamış olmalıdır.

Burada özellikle üzerinde durmamız gereken bir konu da İslam
Medeniyetinin hâlâ bir katkıda bulunma potansiyeli mevcut olmasına ve yeniden
canlanma ümitleri bulunmasına rağmen; neden biz burada bu medeniyetin çöktüğünü
ileri sürmekteyiz? Evet, günümüzdeki İslâmî uyanış hareketleri olarak
tanımlayabileceğimiz ilmî ve tefekkürî faaliyetler gerçekten sevindirici
olmasına rağmen bunlar medeniyetimizin çökmediğinin delilleri değil aksine
çöktüğünün işaretidir. Zira tarihte çöken her medeniyet, yeniden dirilme
mücadelesi vermiştir. Ancak maalesef yeniden canlanmış ve tekrar ölü medeniyet
durumundan dinamik medeniyet durumuna geçmiş bir medeniyet görmemekteyiz; mesela
Eskiçağ Yunan medeniyeti çökünce yeni canlanma hareketleri bunu kurtaramadı onun
yerine yeni bir Roma medeniyeti kuruldu ve tamamen onun kalıntılarını ve kültür
mirasını kullandı. İslam medeniyeti de aynı şekilde kendinden önceki
medeniyetlerin yıkıntısı üzerine ancak Kur’anî temelleri yerleşti-rerek kuruldu.
İslam medeniyeti üzerine de Batı medeniyeti kurulmuştur. Yalnız İslam
medeniyetini, bütün bu diğerlerinden ayıran çok önemli bir özelliği
bulunmaktadır: İslam medeniyeti sadece beşerî bir olgu olarak medeniyet sürecini
geçirmedi; buna ilaveten ana kaynakları ilahî olduğu için onun medeniyetleşme
süreci aşırı, hatta mucize denecek bir sür’atte gerçekleşmiştir. Mesela, 610
tarihinde ilk vahyin gelmesinden sonra 50 yıl gibi kısa sürede, bir hiç olan
İslam öncesi kültür, küllîleşerek o zamanın dünya gücü haline gelmiştir. Ama bu
güç kaba kuvvetten ibaret bir güç değildir; yüksek bir kültür ve insanlık
anlayışı taşıyan bir medeniyetin doğuşudur. Nitekim tarihte hiçbir medeniyete
nasib olmayan bir hızla 300 sene gibi kısa bir sürede bu mahallî İslâmî kültür
küllîleşerek dünya medeniyeti haline gelmiştir. Yine hiçbir medeniyette
göremediğimiz kısa bir sürede bir çok ilim bu medeniyetin bizzat kendi içinden
neş’et etmiştir. Bu yüzden onun bu mucize olma yönü, ona tarihte hiçbir
medeniyete nasib olmamış bir özellik kazandıracaktır; çökmüş bir medeniyet
olmasına rağmen bu çöküntünün altından çıkıp yeniden dirilecektir. Bu konuda çok
ümitli olmamız için deliller ve işaretler de vardır. Ancak biz bu deliller ve
işaretlerden ziyade çökmüş olan bir medeniyetin yeniden dirilmesi için neler
gerektiği meselesi üzerinde durmak istiyoruz ki zaten mezkur deliller ve
işaretler de aslında bunlardır.

Durağan bir medeniyet ile ölü medeniyet arasındaki fark,
ikisinin nasıl yeniden faal bir duruma getirile-bilmesindedir. Şayet İslam
durağan bir medeniyet olarak algılanırsa yeniden “dinamik” bir medeniyet olması
için yapılması gereken ile “ölü” bir medeniyet olarak algılanırsa yeniden
dinamikleşmesi için gerekenin ne olduğu çok farklıdır. Bu yüzdendir ki biz İslam
Medeniyetinin “çökmüş”, yani “ölü” bir medeniyet olduğunu gündeme getirmekteyiz.
Aksi halde kimse kendi medeniyetini öldüğünü savunmak istemez. “Ölü” bir
medeniyetin yeniden oluşması ve dinamikleşmesi, tamamen yeniden faal bir duruma
getirilebilmesi, Bediüzzaman tarafından neredeyse bir yüzyıl önce çok veciz bir
şekilde şöyle ifade edilmişti: “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlâl”. Eski
halin muhal olması demek “ölene” geri dönmenin imkansız-lığını dile
getirmektedir; yeni hal ise, “ölenin” yeniden, ancak artık değişik bir kimlik
kazandırılarak diriltilmesi demektir. Bu durumda durağanın dinamikleşmesinde her
ne kadar bir geriye dönme söz konusu olabilirse de, tâbir yerinde ise “ölenin”
diriltilmesinde geriye dönme hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Burada tamamen
yeniden yapılanma söz konusudur. Yanlış anlaşılmasın, kaynak olarak İslam’a
bizzat yönelme burada söz konusu olduğu halde geriye dönme söz konusu değildir.
Zira kaynak olarak İslam hâlâ dipdiri karşımızdadır. Bunları esas alıp İslam
Medeniyetini beşerî olan yapısını yeniden oluşturarak bir çok ictimâî, siyasî ve
hatta dinî kurumunu geriye dönmeden ancak geride kalan mirasımızı da kullanarak
yeniden oluşturabiliriz. Hakikat şayet bizden önce bulunmuş ise bunu almak
geriye dönmek demek değildir; zira hakikat hiç bir zaman değişmez ve her zaman
dinamik bir özelliğe sahiptir, sadece hakikatın değişik bir açıdan sunulması
gerekebilir ki, bu da onun canlılığını yeniden topluma yansıtır.

İslam Medeniyeti, tarihte bir kaç defa durağanlaştığı halde
yeniden canlanarak 1700’lere kadar dinamikliğini korumuştur. Bu tarihlerden
sonra malesef durağanlaşma tekrar başlamış ve nihayet 1918’de çökerek ölü
medeniyet durumuna geçmiştir. Eski hal muhal olduğuna göre, bu durumda ne
yapmalıyız? Sünnetullah’a dönmeliyiz; yukarıda belirttiğimiz gibi toplumları ve
medeniyetleşmenin sürecini idare eden âdetullah olarak da tâbir edebileceğimiz
kanunlara sarılmalıyız. Ancak bu kanunlar bize ifade edilerek Kur’an’da
formüller halinde verilmemiştir, aksine yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde de
görüleceği gibi tarihteki medeniyet olaylarından ibret dersi alıp bunları
bulmaya teşvik edilmişizdir (35/Fâtır, 42-44; 33/Ahzâb, 62; ayrıca krşz.
17/İsrâ, 77; 48/Fetih, 23). Örnek olması kabilinden burada bu sünnetullah
olduğunu kabullenebileceğimiz bazı ictimâî kanunları zikredebiliriz. Bunlardan
ilkini ve medeniyetleşme açısından önemli olanını şöyle ifade etmek mümkündür:
Mede-niyetler bilgi üzerine kurulur. İkinci olarak diyebiliriz ki, Ahlâken çöken
bir toplum medeniyetleşemez. Üçüncü olarak mede-niyetleşmenin şöyle bir itici
gücünü daha zikredebiliriz: Eğitim, bilgi ve ahlâkın etkinlik vasıtasıdır.
Bunlar irdelenirse ve geçmiş medeniyetler incelenirse diğer bazı kanunlar da
çıkarılabilir. Ancak burada zikrettiğimiz, bilgi veya Kur’ânî tâbiriyle ilim,
ile ahlâk medeniyetin en önemli unsurlarını oluşturmaktadırlar. Bunların
açıklanması ve işlenmesi bunlara bağlı bir çok konuyu daha gündeme getireceği
açıktır; meselâ, ilme ilişkin, eğitim ve bilgi yayılım mekanizmasının topluma
yerleşti-rilmesi gibi. Ayrıca bunlara bağlı olarak tefekkürî bir yapının topluma
kazandırılması ve buna bağlı ilimlerin gelişmesi de bu bağlamda zikredilebilir.
Ayrıca ahlâka bağlı olarak, ahlâka temel teşkil edebilecek olan din ve bunun
medeniyetleşmedeki rolü göz önünde tutulmalıdır. Bunlar zannedersem dikkatle
incelenirse medeniyetimizin bugünkü durumu daha iyi anlaşılır ve gelecekteki
durumu ona göre daha şuurlu olarak belirlenebilir.