İnsanlık tarihinin asırlar boyu süren gidişatının hızlı bir
değişime uğramasına neden olan bir asrın üzerinden geçtik. Yaşadığımız yüzyılın
ürettiği akımlar, tarihsel geçmişi kökten değiştirebildiği gibi, doğdukları
dönemi de değiştirip dönüştürecek unsurlar içerdi. Bu açıdan, yüzleştiğimiz yeni
yaşama ve düşünme biçimi kendi içerisinde kabuk değiştirerek bambaşka bir 21.
yüzyıl hazırladı. Yıllarca karşısında mücadele ettiğimiz Batı, bir anda sığınmak
istediğimiz bir hürriyet alanı oluverdi karşımızda.
Bir asır içinde yaşadığımız hızlı değişimleri temel
dinamiklerinden oluşan uygun başlıklar altında analiz ederek, daha sağlıklı
yaklaşımlar geliştirebiliriz:
BİLİM DÖNÜŞÜYOR
Batı Aydınlanma hareketi ile birlikte bilim, dinlere bir tepki
olarak gelişiyordu. Bilim, Hıristiyan Batı ruhbanlığının gelenekselleştirdiği
skolastisizme meydan okuyuşun en güçlü aracı oldu. Doğu toplumları gelenekseli
taklit ede dururken, Batı iç çatışmaları yüzünden iyice ezilmiş ve bir çıkış
yolu arar olmuştu. Tüm çıkış ve kurtuluş kapılarının kapatıldığı feodal bir
vasatta bilim, dinin susturulması amacına hizmet eder hale getirilmeye
çalışıldı. Ruhban sınıfın yeni unsurlar kattığı din—muharref
Hıristiyanlık—bilimsel bulgularla çatışır hale gelmişti.
Descartes’ın rasyonalizmi sayesinde ilk kırılmayı yaşayan Batı
düşüncesinin ulaştığı nokta ikinci bir kırılmaya zemin hazırladı: August
Comte’un pozitivizmiyle yapılandırılan bilim, aklı ön plana çıkardı ve akılla
bulgulananların insanlık için tek doğru olduğu tezi hızla hakim olmaya başladı.
Din akılla sorgulanıyor, Hıristiyanlık kendi içinde bu sayede “dinsizleşme”
görüntüsü altında tasaffi ediyordu.
19. yüzyıl ve öncesi tartışmaların odağında hangi dinin tercih
edilmesi gerektiği konusu vardı. Bu defa tüm dinler tamamen dışlanıyor; bilimin
meydan okuyuşu, zaferle yetinmeyen Batılı cüretkarları ve Doğu’da onlardan
etkilenenleri tüm dünyaya yönelik bir meydan okuyuş arayışına itiyordu. Güncel
Hıristiyanlıkla çatışan bilim, aslında tüm dinlerle çatışıyor olmalıydı. Eğer
bilim mutlak doğruyu ortaya koyabiliyorsa ve bu doğru Batı’nın en sağlam ilahi
kaynak sandığı Hıristiyanlıkla çatışma alanları taşıyorsa, aynı bilim tüm
dinlerle çatışma alanları taşıyor olmalıydı. “Yaratılmış tabiat” düşüncesini
çürüttüğünü sanan bilimin dinleri tartışmaya değer bulması beklenemezdi zaten.
Bilim adamlarının aklına dinlerin kökenine inerek sağlıklı analiz yapma fikri
gelmediği gibi, aslında İslam uleması da —Efgani, Abduh, Namık Kemal gibi
isimlerin tartışılır teşebbüslerinin ve sınırlı reddiyelerinin dışında—
Bediüzzaman’a kadar, yeterince kapsamlı ve eksiksiz bir karşı materyal de ortaya
koymamıştı. Bu durum bilimin düşmanı olan inançlar kümesine İslam dahil tüm
dinlerin girmesine izin verdi. Osmanlı Dar-ül Fünun’una, “Madde ve Gücü” anlatan
materyalist kitaplar doluşuvermiş; ardından Darwin ve Marx tüm düşünce dünyası
üzerinde fırtınalar estirmişti.
Müslümanlar hiç beklemedikleri bir anda—19. Yüzyıl
ortalarında—kendilerini Batı’dan gelen bir saldırı ortamında buldular.
Materyalist bilim meydan okuyordu. Ateizmin tarihsel uzantıları için bu gelişme
büyük bir fırsat olarak değerlendirildi ve bu meydan okuyuş, Batıyla en fazla
temas halinde olan Osmanlı’dan başlayarak tüm Doğu toplumlarına yöneldi. İslam
dünyasının gelenekçi düşünürlerinin önemli bir bölümü, toplumu kurtaracak çözüm
arayışlarına girişmek yerine, çözüm arayışı içine girenleri “modernist,
reformist, mezhepsiz” gibi çirkin ifadelerle karalamayı ve dışlamayı tercih
ederek içine kapanıp küçüldü.
Bediüzzaman’ın İslam’la bilimin çatışmadığı tezlerini işleyişi
ve bunu ilk defa karşı konulmaz biçimde ortaya koyuşu bu çatışma ortamının tam
merkezine rastlar. Osmanlı ulemasının asıl örgütlü kesimi öylesine bir taklidin
içerisine girmişti ki, dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu, yerkürenin neyin
üzerinde bulunduğu, Ay’ın nur mu, uydu mu olduğu, Güneşin Dünyanın etrafında
dönüp dönmediği gibi konularda inanılmaz bir kısırlık yaşanıyordu. Dahası bu
ortamda Kur’an, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi din ilimlerinin öğretildiği kimi
medreselerde, bazı ulema Kur’an dışında bilgi içeren bilim metinlerinin
dünyeviliğini ve necasetini savunarak dışlıyorlardı. Dini dışlayan bilime hakim
olup, onu doğru biçimde yeniden tanımlamak yerine, ona cephe alarak geçmişe
saplanmak büyük bir hata olmuştur. Bediüzzaman bir yandan içerdeki bu sapmayı
tamir etmeye çalışmış, diğer yandan Batı’nın ürettiği bilimi yeniden
yorumlayarak “Muallimleri değil, bilimi dinleyin —yani öğreticilerinin bilime
yükledikleri felsefeyi yeniden yapılandırın—” fikrini ileri sürmüş, ancak bunu
yaparken çok köklü bir yenilik yaparak, bilimin dayandığı bulgulara yeni bir
yorumlanma biçimi getirmişti.
Söz konusu din-bilim çatışması Doğu toplumlarına geçiş noktası
olan Türkiye coğrafyasında kolay atlatılmadı—okuyamaz hale geldiğimiz için hala
atlatılamadı. Ama iki cephedeki çabalar bilimin kendini yeniden yapılandırmaya
başladığı günü-müze kadar devam ediyor.
Zaman içinde bilimin gelişmesi ve başlangıçtaki yüzeyselliğin
aşılması, buna paralel olarak insan aklının önceki dar ka-lıplarının ötesine
geçmesi, yeni sorgulamaları beraberinde getirdi. Çünkü bilimsel paradigmalar
kısa süre içerisinde derhal paramparça oluyor; yerlerini yeni bulgulara dayalı
paradigmalar alıyordu. Bu durum bi-lime dayalı olarak üretilen felsefelerin kısa
ömürlü olmasına, tarihin baş döndürücü bir hızla, felsefeler mezarlığıyla
dolmasına yol açıyordu.
Dinden kopamayan insan aklı, ilk şaşkınlığı atmanın ardından
kendini toparlamakta fazla gecikmedi. Reddiyeler birbirini takip etti. Özellikle
İslâm düşünce gele-neğinde bilimin İslâm’la çatışamayacağı, bir çatışma biçimi
üretiliyorsa, bunun ya dinin—İslam—yanlış anlaşılmasından ya da bilimin eksik
bulgulara dayanmasından kaynaklandığı veya bulguları yorumlayan insan aklının
bir yerlerde hata yapmasından doğduğu ortaya konulmaya başlandı.
Bu defa akılcı bilim iki cephe tarafından hırpalanıyordu: Bir
taraftan dinin konumunu—safsatalardan ayıklamak suretiyle—yeniden ayağa
kaldırmaya çalışan çabalar, diğer taraftan bilimin kendi içerisindeki
tutarsızlıklarını ve yanlışlarını tespit eden iç saldırılar, bilimin
sorgulanmasına ve yeniden yapılanmasına neden oldu.
Modernizm bu son aşama öncesinde, bilimin ürettiği bir
felsefeler manzumesidir. İnsan merkezli, akla dayalı, dünyevi ve nedensel,
determinist yaklaşımlar—mo-dernizm—yeni bir sanal tanrı üretmişti: Bilim. Bu
yeni tanrıya ihanet edenler, özellikle Darwinizm karşıtları, modern
engizisyonlarda infaz edildiler.
Tüm insanlık sistemi buna göre yeniden şekillendi. Dini dışlayan
akıl en doğruyu bulabilecek tek araç olduğuna göre, toplumlar, gelişmiş
akılların—felsefe üretenler— ellerine terk edilmeli ve tepeden —çağdaş krallar
tarafından—zorla değiştirilmeliydi. Bu zorlamalar zaten akla alışkın olan—çünkü
tarih boyunca Batı, aklın doğurduğu felsefelerin kaynağı olmuştur—Batı için bir
sorun oluşturmamış olsa da, vahye ve nakle dayalı Doğu toplumlarında çok büyük
tatminsizliklerin ve çatışmaların nedeni olmuştur. Çözümün bu iki uç arasında
olabileceği düşünülmemiştir. Açıkçası, Kur’an’ın gerçek mesajı, geleneksel ulema
ile Batı’nın kullandığı düşünsel aletlerle Batı’ya cevap veren Modern İslam
düşünürlerinin tezleri arasında bir yerlerde kalmıştır. Şimdi sistemli bir
çabayla ortaya çıkarılması gereken, Bediüzzaman’ın gelenekselle modern
arasındaki bu sentezi—her iki safın da dışında kalmayı—nasıl başardığı ve
ürettiği sentez denendiğinde ortaya nasıl bir sonuç çıkacağı sorusudur.
Türkiye de modernizmin sözünü ettiğimiz saldırısından nasibini
aldı. Devrimler gelenekleri birer birer yıktı. Bilimin ürettiği tanrılaştırılmış
akıl—mo-dernizm—dehşetli ideolojileri doğurmuş; Hitler Almanyası, Lenin
Sovyetleri gibi, Kemalizm Türkiye’si de bu süreçte kendi içini kemirmişti.
İlginçtir bugün artık mo-dernizm geri çekiliyor, modernizmin Batı’da hakim
kıldığı ideolojiler birer birer yıkıldı ve postmodern bir Batı veya “İkinci
Modernizm” ortaya çıktı ama, Doğu toplumları Batı’dan alıp bağırlarına
bastıklarını şimdi çöpe atan Batı’ya rağmen, aynı değerleri hakim kılmak için
çatışmalar üretmeye devam ediyorlar. Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı veya
Hafız Esad’ın Suriye’si, hep aynı modernizmin ürünü olarak insanlığın sırtında
bekliyorlar.
Batı, kaderin ilginç bir cilvesidir ki, bir zamanlar bize
dayattığı çöküşümüze neden olan kalıplardan bizi kurtarmak için çırpınıyor
bugün. Avrupa Birliği bizi kapısına davet ettiğinde, nedenini anlamakta güçlük
çekmiş miydiniz? Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde unutulmaz bir mesaj vermiş
ve Avrupa’nın tüm kültürleri barıştırabilecek bir yeni felsefi temele dayanmaya
hazırlandığını anlatmaya çalışmıştı. Bu geleceğin en açık ve nihai biçimini
Bediüz-zaman’ın cümlelerinde buluruz: “Nas-raniyet—Hıristiyanlık—, ya intifa
veya istifa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç
defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı.
Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin
esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.
İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir
ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel
edecektir.’” Clinton’un öngördüğü üzere, önümüzdeki yüzyılın belirleyici gücü
olmamızı sağlayacak düşünsel kaynağımızı, nerede arayacağımızı sanıyorsunuz?
Bilimden şüphelenmeye neden olan gelişmelere paralel olarak
bilim, kendi içerisinde, değişimine neden olan postmo-dern yaklaşımları üretti
ve şimdi Türkiye İkinci Cumhuriyeti, Dünya ikinci Modernizmi tartışıyor: Pekala
bilim ve din bir arada bulunabilirdi ve toplumlar yerel kültürleriyle birlikte
müstakil ideal şartlara sahip olabilirlerdi. Tek bir doğru yerine, birden fazla
doğrunun aynı derecede üstün ve değerli olması imkan dahilindeydi. Huntington’un
Medeniyetleri çatışmak veya birbirlerine göre üstün olmak zorunda değildi.
Farklılıkları koruyarak ortak evrensel değerler manzumesi içinde buluşma imkanı
mevcut olabilirdi. Uygulama sonuçları ortaya çıkınca, yalın aklı kullanan,
tabiat kanunları gibi kontrollü deneylenemeyenleri ve herkese istedikleri her
zaman görünemeyenleri reddeden mo-dernizmin aslında hiç de ideal ve barışçı bir
toplum üretemediği veya üretebileceğinin genellenecek bir tez olarak ileri
sürülemeyeceği anlaşıldı ve bu gelişme, toplumların yok oluşlarını hazırlayan
bir felsefeden dönülebilmesi gerektiğini düşündürdü.
İşte yaşamaya başladığımız en önemli değişim bu. Totaliter ve
dayatmacı zihniyetlere dayanak teşkil eden tanrılaştırılmış(?) pozitif bilim
hızla gündemin aşağısına iniyor, değişime uğruyor, yeniden yorumlanıyor. Kainatı
yorumlayan felsefelere kaynaklık teşkil eden fizik derinleştikçe, felsefeler,
quantum teorilerinin kafa karıştırıcı tezlerinin etkisi altında ne yapacaklarını
şaşırmış durumdalar. Felsefi açıdan çaresiz düşen “Modernizm Medeniyeti”, esir
askerlerini kaçırmamak uğruna, televizyona ve onunla sunduğu müziğe, görsel
sanatlara ve spora dikkatleri çekerek ürettiği renkli popülizm sayesinde,
insanları düşündürmemeyi başardı. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Ruhlarımızdan
dünyaya derin menfezler” açılmıştı. Popüler kültür, günlük 24 saatimizi bu denli
“aralıksız” işgal edemeseydi, asıl gündemimize dönmeyi çoktan başarmış
olacaktık. Terk etmek üzere olduğumuz bu geçiş döne-minin yeni bir istikrara
imkan tanıyacağı bir yüzyıl daha yaşamaya hazırlanıyoruz.
Son bir asır boyunca, fizik ötesini açıklayıcı önermeler sunan
din kaynaklı bilgilere meydan okuyan bilimin içerisine, yakın geçmişe kadar
şiddetle dışlanan fizik dışı olgular ve tespitler girmeye başladı. MIU—Maharishi
International Univer-sity—gibi üniversitelerde ruhsal güçleri geliştirme
pratikleri öğretiliyor. Üniversitelerin pek çoğunda parapsikoloji kürsüleri
kuruluyor. Pek çok istihbarat örgütü—CIA, MOSSAD, ayıplanmaktan korkarak gizli
şekilde—ruhsal güçler ve cinlerle temas gibi konular üzerinde uzmanlaşan
elemanlarla çalışmayı ihmal etmiyor. Ve dünyanın nereye gittiğini analiz etmek
bakımından örnek alabileceğimiz Amerika Birleşik Devletlerinde en çok satan
kitaplar yalnızca psikoloji kitapları oluveriyor. Bizim, “Düşün ve Başar” isimli
kitabımızın hızlı tükenişini gözlemlediğimizde, insan psikolojisini ön plana
çıkaran akımların Türkiye toplumunu da kuşatmakta olduğunu sezinleyebiliyoruz.
Newton’un mekanik evreninin—katı madde—yerine, Einstein’ı takip
eden Werner Heisenberg, Fritjov Copra gibi fizikçilerin ürettiği belirsiz evren
ve hatta fizik dışı kaynaklardan varlığa sıçrayan “hayal evren” kavramları
girmeye başlıyor. Ruhun yerine beyin hücrelerini, nazar olgusunun yerine x
ışınlarını, ilhamın ye-rine içgüdüyü koyan tezler; “yogi uçuşu”, “dervişlerin
tabiat kanunlarına muhalif pratikleri” gibi olguları açıklayamayınca
sorgulanmaya başlıyor. Bilimin kendisi—quantum tezleri—nedenselliği sorguluyor
ve hatta tüm bilimi mahv edercesine reddetmeyi gerektirecek matematik formüller
ileri sürüyor. Oysa Bediüzzaman’ın, hiçbir bi-limsel destek bulamadığı yıllarda,
nedensellik safsatasının “iktiran”—yani fiziköte-si/melekût tarafından bir arada
veya ardışık gerçekleştirilme—olgusu olduğunu izah ettiğini; bu izahlar yüzünden
bilimin tabiat kanunlarına ve içgüdülere verdiği “anlamı” gülünç bulmayı
başardığımızı biliyoruz. Bunlar bir yana, akıl her pratiğe ve sürece nesnel
nedensellikten bir açıklama getirmeyi denese de, Kainatı kurtarma iddiasıyla
ortaya çıkan pozitif bilimin ürettiği ruhsal tatminsizliğin, insanlığı daha
fazla ikna edici olması beklenemez zaten.
Bilim yeni bir fonksiyon icra etmeye hazırlanıyor: 20. yüzyılda,
Batı’dan başlayarak Doğu’ya doğru, ilahi gerçeklikle insan aklının çatışmasına
hizmet eden bilim, bu defa aynı yönde her iki alanı birleştirmeye hizmet etmek
için hazırlanıyor. Bediüzzaman’ın yorumladığı Hadis’in ifade ettiği gibi, bu
defa “Güneş Batı’dan doğacak” ve yeni yüzyılda farklı bir bilimle yüzleşeceğiz.
Teknik Değişiyor
Tabiattaki diğer varlıkları ve tabiatın yaratıcısını göz ardı
eden bilimin ürettiği teknik, insanlığı büyük bir felaketin eşiğine getirdi.
Günümüzün kıyamet senaryolarının ardında bilimin ürettiği tekniğin önemli bir
yeri var. Ne yazık ki, modern bilim sayesinde yeryüzünün hayata imkan tanıma
süresini kısaltmış bulunuyoruz.
Dinlere alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan bilim, insan
merkezli, bencil ve diğerlerini tahrip edici bir psikolojinin ürünü olan işleyiş
biçimleri üretti. Allah’a meydan okumaya kalkışma, tabiata meydan okumaya
kalkışma iddiasını beraberinde getirdi. Böylesine tahrip edici bir insan aklına
dayanan bilim kullanıldığında üretilen teknik, son derece tahrip edici olacaktı
ve oldu da.
Üretilen modern cihazların uzaya saldığı kloroflorakarbon (CFC)
gazları Yaratıcının bir kalkan olarak üzerimizi korumak üzere yarattığı
atmosferi tahrip etti ve ozon tabakasını bozdu. Zehirli gazların atmosfer
üzerinde sera etkisi yapmasına paralel olarak dünya iklimindeki denge değişmeye
ve tüm karaları kaplamak üzere kutuplarda bekleyen buzulların süratle erimeye,
dev nehirler halinde akmaya başlamalarına neden oldu. Hiçbir sıra dışı tabiat
olayıyla yüzleşmesek bile, bundan 100 yıl sonra denizler 100 santim yükselecek
ve ardından New York gibi pek çok anıt şehir, denizlere gömülmeye mahkum
kalacaktır.
İklim bozulmalarına paralel olarak dünya çölleşmeye, dünyanın
akciğerleri olan ormanlar aşırı sıcakların etkisiyle kitleler halinde yok olmaya
başladı. Suni gübreleri ektiğimiz tarlalarda yabani hayat türleri birer birer
tükendi. Uçaklarla yaptığımız ilaçlamalardan bu yana, Anadolu’nun dağlarını,
taşlarını kuşatan kuşlardan ve böceklerden son 20 yıldan bu yana haber alamaz
olduğumuzun,—geçmişi bilen yaşlı avcılarımız dışında— farkında değiliz. Tarih
boyunca insanlık ilk defa bu yüzyılda,—iki dünya savaşına rağmen— savaşlardan
daha fazla can kaybını, doğal afetler yüzünden vermiştir. Şimdi bilim adamları,
önümüzdeki yüzyılı tanımlarken, —Hürriyet Gazetesinin ifadesiyle—“Mega
Felaketler” beklediklerini yazıyorlar. Peygamberimiz de (a.s.m.) kıyamet asrını
böyle tanımlamıştı zaten.
Detayda boğulmaya gerek yok: Modern bilim bugün bir gerçeği
itiraf ediyor: Ürettiğimiz teknikle çevreye verdiğimiz zarar yüzünden bozulan
ekolojik dengenin önümüzdeki 150 yıl içerisinde oluşturacağı ekolojik tablo
insan hayatına imkan vermeyecek. Üzgünüm, bugün açıkça aynı bilim, Dünyada böyle
giderse ancak 150 yıl daha yaşayabileceğimizi söylüyor. Daha önce Yeni Asya
Gazetesi’nde, “Kıyametin tarihiyle ilgili dini bilgilerin bilimsel veri-lerle
örtüştüğünü,” yaşadığım bir parapsi-kolojik tecrübe üzerine yaptığım
araştırmalara dayanarak kaleme almıştım. Bediuzzaman’ın Kastamonu Lahikası’ndaki
bir mektup bu konuda size ilham verecektir.
Bitirmek üzere olduğumuz yüzyıl—sanayi/kısmen bilgi çağı—işte
böylesine bir kıyameti kendimiz için hazırladığımız bir yüzyıl oldu. Ama aynı
dönem, ürettiğimiz felaketin de farkına vardığımız ve yeni yüz yıla tüm
yanlışlarımızı yeniden tamir etme çabası içerisinde girdiğimiz dönemdir.
Artık teknik yeniden sorgulanıyor. Çevrecilik, yükselen en büyük
değer oluverdi. Nükleer yöntemler, karşı konulmaz toplumsal muhalefetlerle
yüzleşmek zorunda. Çevreyi tahrip eden teknik aşağılanıyor. Denizdeki balıkları
düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Otomobillerimizin atmosfere zehirli gaz salmadan
çalışmalarını temin edecek alternatif yöntemler araştırılıyor. Batı, yeni bir
felsefeyi, tabiatı Yaratıcının harika bir sanat eseri olarak gören, Kainatın
Sahibiyle kurulan dostluğun onun eserleriyle kurulacak dostluğu üreteceğini
açıklayan Risale-i Nur’u, entelektüel düzeyde keşfetmeye hazırlanıyor. Bir
zamanlar tartışmanın odağında “Batı’nın tekniğini alıp kültürünü reddetmek
gerektiği” tezi yer alıyordu. Şimdi, aynı kültürde geçmişimize ait
unsurlara—ahlak—müşteri olunması gerektiği ve Batı tekniğinin aynen alınması
değil, yeniden yapılandırılarak geliştirilmesine ihtiyaç bulunduğu tartışılıyor.
Türkiye bu süreçten ne yazık ki tüm Doğu toplumları gibi kopuk.
Neler olup bittiğinin farkında olmak istemiyor. Çünkü bunu anlamak için Dünyaya
başını çevirdiği taktirde, hakim takımın ekonomik menfaatleri tehlikeye girecek,
bu gurubun kendisini ayakta tutmak için arkasına sığındığı
ideoloji—Kemalizm—çatırdayacak. Ancak Batı’yı ezip geçen bu kaçınılmaz gelecek,
tüm Doğu toplumları gibi Türkiye’nin de geleceği olacaktır.
Tekniğin yaşama biçimimizi nasıl değiştirdiğini biliyorsunuz.
Otomobiller, televizyonlar, buzdolapları, bilgisayarlar… Tüm bunlar oturma,
konuşma, yürüme, yeme, uyuma, evlenme ve düşünme biçi-mimize kadar her şeyimizi
kökten değiştirdi. Hayatımızı, içinde yaşadığımız teknik mekanizmanın çarklarına
göre belirlemeye mecburuz. Şimdi yeni bir çarklar manzumesi oluşmak üzere ve
önümüzdeki yüzyıl bu acıdan radikal değişimler yaşamamıza neden olacak.
Hayat Kalıpları Farklılaşıyor
Tüm görünümümüz ve sosyal hareket biçimlerimiz başkalaştı.
Hayret edeceğimiz şu: Aynı hızda yeni bir başkalaşmanın eşiğindeyiz ve binlerce
yılda gerçekleşebilecek değişimler, gelecek yarım asır içinde hayatımızı
kuşatacak.
Bu değişimlerin ön belirtilerini Batı toplumlarında
izleyebiliyoruz. Son üç yıl içinde, katlanarak milyarlarca dolara ulaşan bir
“self-servis ticaret kültürü” gelişti: İnternet adı verilen yeni iletişim biçimi
sayesinde insanlık olağanüstü değişimler yaşıyor. İnsanlar, tarih boyunca, bu
kadar kısa süre içinde zengin olma fırsatına hiç sahip olmamıştı. Elektronik
bilgi —rakipsiz bir paket; oyun, yazılım vs.— üretiyorsunuz, evinizin bir
köşesindeki bilgisayarınızdan bunu bir gece satışa çıkarıyorsunuz, sabah
olduğunda bir milyon kişinin ürününüzü satın aldığını görüyorsunuz. İnternet
üzerinden yılda milyonlarca dolar kazanan Kanada’lı 18 yaşındaki çocuk Corey
Rudl, internet ticaretiyle ilgili kitabını, salonumdaki bilgisayarımın
karşısında otururken, 220 dolara bana da satmayı başarmıştır.
Basit: Siz sadece dosyayı hazırladınız. Etkili tanıtım
sayesinde—reklam hiç bu kadar ucuz olmamıştı—dünyanın her tarafından insanlar
gelip sitenize girdiler. Kredi kartı bilgilerini verdiler, otomatik sisteminiz
paralarını hesaplarından çekti ve satın aldıkları programı elektronik
postalarına otomatik olarak gönderdi. Size düşen, sadece sabah olduğunda
hasılatınıza bakmak. Asırlardır var olan şirketler ayakta durmaya çalışıyorken,
bizimle yaşıt olan Bill Gates tek başına kurduğu küçük bir şirketle, General
Motors gibi asırlık dev şirketleri geride bırakarak Dünyanın en zengin adamı
oluveriyor.
Bu açıdan Batıda “eve veya internete dayalı
işlerin—home—internet based businesses” hızla artan hakimiyetini görüyoruz.
Yılda 50 milyon kişi evinden para kazanmasını sağlayacak bir internet işi
kurmaya girişiyor. Kimileri deniz sahillerinde eğlenirken, diz üstü
bilgisayarlarıyla binlerce kilometre uzaklıktaki işlerini yöneti-yorlar. Bir gün
sabahın köründe kalkıp otobüs beklemekten ve akşam iş yorgunu olarak evinize
dönmek zorunda kalmaktan kurtulmaya hazır olun.
Bu arada, gelişen bu yeni iletişim biçimi, dünyanın her yeriyle
aynı evden görüntülü konferanslar yapmanıza imkan tanıyor. İlginçtir ki, bunu
bilgisayar alabilecek kadar parası olan bir lise mezunu da büyük bir başarıyla
yapabiliyor. Paranızın veya fiziksel gücünüzün hiçbir değeri kalmadı artık. Eğer
bilgiye hakim olmanın bir yolunu bulabilirseniz, aradığınız tüm güçlere
ulaşabiliyorsunuz. En ucuz ve en kolay güç kaynağı olan bilgi, artık tüm
insanların önüne “eşit bir fırsat” olarak sunulmuştur kader tarafından.
Artık televizyon kanallarının size sunduğu görüntüleri izlemeye
mahkum olma-yacaksınız. Dünyanın her yerindeki yayınları interaktif olarak kendi
katılımınızla izleyebileceğiniz gibi, evlerden ve salonlardan yapılan canlı
yayınlara iştirak edip yayını yönlendirebileceksiniz veya kendi evinizden
internet ortamında tüm dünyaya televizyon yayını yapabileceksiniz. Bugün
Amerikan toplumunun yaptığını, yarın sizin de yapabileceğinizden şüpheniz
olmasın. Hala bilgisayarsızlığın derin ıstırabında boğulmuyor musunuz?
Bir gün gazetelere, otomobilleri ihti-yacımız olmayabilir.
Sahalara gidip maç seyretmek yerine, kubbe altlarında toplanıp birlikte aletsiz
uçuş sporları yapma pratikleri geçebilir. Bir gün mekanlar arası ışınlamayı
öğrenebiliriz, ruhlar arası iletişimi—telepati—geliştirmenin kolay bir yolunu
bulabiliriz. Yirminci yüzyıl, tabiatı araştırmış ve tabiatın tam sınırında ruhu
keşfetmiştir; 21. yüzyılın da ruhu araştıracağını tahmin edebilirsiniz.
Bilime dayalı teknolojinin gelişmesine paralel olarak hayatın
nasıl değişmeye başladığını görüyorsunuz. Bu değişimlerin yönünün ne olacağı
konusunda izlenim edinmek için Alwin Toffler gibi gelecek bilimcilerin
analizlerine bakabilirsiniz. Üzgünüm: Baktığımızda tüm varlığın sadece %4’ünü
görebiliyoruz. Gerisini keşfedebilmemiz, ilim öğrenme azmimize ve geniş ufuklu
olmamıza bağlı olacaktır.
Artık ideolojik sembollerin ve seramonilerin sistemleri ayakta
tutma fonksi-yonları ortadan kalkıyor. İnsanlık devletlerinin sınırlarını aşıyor
ve hemen her birey kendi coğrafyasının sınırlarının dışına taşarak uluslararası
vatandaş olabilme imkanına kavuşuyor. İnsanları daha şimdiden sanal olarak tüm
dünyaya bağlayan internetin verdiği zevk, bu işin gerçek hayata yansımasını
sağlayacak psikolojik ateşlemeyi yapmak üzeredir. Bundan sonra çatışmaların da
yapı değiştirmeye başlayacağını, artık devletlerin veya blok halinde toplumların
yerine, toplumlararası menfaat kümelerinin, fikirlerin ve inanç akımlarının
çatışmaya başlayacağını görüyoruz. Yaşayacağımız bu geleceği öngören
Bediüzzaman, çok erken bir dönemde, “Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı
beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi,
ecîr olmak da istemez.” demiştir. Bambaşka bir yeni asır için Türkiye yeterince
hazır mı?
Açık olan, toplumumuzun bu geleceğe hazırlanmaması için, topluma
hakim kesimlerin her şeyi göze aldıkları ve bizlerin bu konuda—sayısal
çoğunluğumuz itibariyle—gaflet içinde yaşamaya devam ettiğimizdir. Gerçi “Uyuyan
Dev” uyanıyor; zaten bu tutumumuza dünyadan kopacağımız güne kadar dayanmamız
mümkündür, koptuğumuz zaman derman aramaya kalktığımızda ise kalbimiz çoktan
durmuş olacaktır.
Batı elde ettiğinin ücretini ödedi, tarihi içerisinde gerildi ve
çözüldü. Her çiçek, parladığı tekamül noktasına varıncaya kadar yorucu
mevsimleri yaşamak zorundadır. Sanırım önümüzde, ücretini ödemek zorunda
olduğumuz ciddi bir mücadele bekliyor. Karamsarlık ve ümitsizlik içerisine
düşenlere “Düşün ve Başar” isimli kitabımızı okumalarını öneriyoruz.
Kadın Sahneye Çıkıyor
Tarih boyunca kadın, tartışmaların hep odağında olmuştur.
Peygamberimiz(a.s.m.), kadınları aşağılayan, kız çocuklarını diri diri toprağa
gömen mücrim bir kavme gönderilmişti. İslam, kadını hak ettiği saygın konuma
taşıdı; ama ne yazık ki çok geçmeden İslam toplumları da cahiliye toplumlarının
bazı geleneklerine geri dönerek, kadını yeniden ikinci plana ittiler.
Sonuna geldiğimiz yüzyıl moder-nizminin en büyük dayanaklarından
biri, ezilmiş sınıf içinde yer alan kadın olmuştur. Toplumsal tahribatımızı
hedefleyen ve dinin yerine, kolay saptırılabilen bilimi alternatif sunan
ideolojiler için kadın unsuru, toplumları değiştirebilmek için kendisine
dayanılabilecek en değerli güçtü. Bu unsur, Batı dahil tüm toplumlarda,
dayatmacı modernleşme sürecinde görsel medya sayesinde başarıyla kullanılmıştır.
Son 50 yıl içinde kadının sokaktaki görünümü Marilyn Moore örneğinden
etkilenerek amansız bir değişime uğramış, Bediüzzaman’ın “Ahirzamanın fitnesinde
en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin
rivayetlerinden anlaşılıyor.” Sözü bütün açıklığıyla kendini göstermiştir. Çok
değil 25 yıl önce, siyah beyaz ekranlarda Ajda Pekkan’ın günümüz şartlarına göre
son derece muhafazakar denilebilecek görüntüsünden utanarak televizyonu kapatan
köylülerin bugünkü çocukları, nesillerin uğradıkları değişimi hayal bile
edemiyorlar.
Açıkçası, genel olarak kadın, tarih boyunca kendisine yapılan
haksızlık karşısında, erkeğe karşı, jakoben moder-nizmle işbirliği yapmış, bu
suretle hürriyetini eline geçireceğini sanmıştır. Ancak, dinini rüşvet vermesi
yüzünden, farkında olmadan daha ağır bir esarete düşmüştür.
Doğru olan, kadının en az erkek kadar eğitilmesi ve çabasının
karşılığını en az erkek kadar almasının sağlanması idi. Kendisinden, buna
karşılık kendisini bir cinsel imge olarak sokağa terk edenlere engel olması ve
bu suretle toplumsal idea-lizmin köreltilmesinin yolunu kapaması beklenirdi.
Büyük hata şu olmuştur: Modern bilim öncesi Batı, kadının insan olup olmadığını
tartışacak kadar geri gittiği gibi, İslam toplumları da onu—İslam’ın emirlerini
çiğneyerek—eğitimi ihmal edilen ve aile içerisinde ağır bir tahakküm altında
erkeğe hizmet etmekle görevli, terk edilmesi kolay ve terk edildiğinde sığınacak
hiçbir kapısı olmayan varlık haline getirmişti. İstisna kitleler hariç, dinden
koparılan İslam toplumunda hakim renk bu olmuştur. Anadolu’nun bazı dağlarında
hala dipdiri ayakta duran ve göç edenlerle birlikte şehirlere taşınan bu
kahredici gelenek sinirlerinizi hiç germiyor mu?
İçinde yaşadığımız asır, kadına hürriyetini ve bir kısım hakları
rüşvet vermiş, yani zaten hakkı olan bir kısım değerlere kavuşmasına göz yummuş;
ama insanlığın geleneksel eziciliğini yine hakim tutmuştur. Bedensel ve
psikolojik olarak hassas ve zayıf yaratılan kadın, iş hayatına girmiş, hayatın
canavarlığına terk edilmiş, bu defa kadın eskisinden on kat daha yorucu bir
mücadeleye mahkum edilmiştir. Dinin “ahlaki” temelli korumasını terk etmesinin
acısını, bencil aklın yırtıcılığına terk edilmekle çekmiştir.
Esasen modern medeniyetin kadın üzerinden kendini ürettiğini ve
geliştirdiğini iddia etmemiz mümkündür. Televizyon, buzdolapları, bulaşık
makinaları, ütüler, kısacası ev içine yönelik tüm cihazlar öncelikle kadınlara
hitap etmiş ve onları et-kilemiştir. Bu arada kadın, moda ve kozmetik alanından
başlayarak oluşturulan tüketim toplumunun genel israfının temel dinamiği olarak
başvurulan en kolay kaynak olmuştur.
Her gün, güzel görünebilmek için makyaja mecbur bırakılarak bu
yolla yalan söylemeye zorlanan, cinsel çekiciliği—suretperestliği—ön planda
tutan—gelecek boyutundan mahrum—aklın zorlamasıyla önüne konulan “daha güzeller”
karşısında, çirkinlik paranoyasına terk edilen ve üstelik, akşama kadar erkek
gibi büro işlerine mahkum olduktan sonra çocuklarının bakımını üstlenmeye devam
etmek zorunda kalan kadın için, umut sandığı 20. asır, tam bir fiyasko ve
çaresizlik olmuştur. Fiziksel ve ruhsal estetiğini eşiyle değil, toplumla
paylaşmaya zorlanan kadın, sığınmak için muhtaç olduğu aileyi cehenneme
çevirmiştir. Kadın, ebedi hayatını idama mahkum etmekle kalmamış; vahşi
bileklerin boğuştuğu sokak, kadına umduğu zaferi de kazandıramamıştır.
Bu süreçte tekniğin sunduğu heyecan uyandıran aletlerin ve
feminist akımların hiç biri kadını tatmin edememiş ve daha kötüsü kadın
özellikle Batı toplumlarında ve bilhassa şu sıralarda internet ortamında, birer
cinsel nesneye dönüştürülerek aşağılanmıştır—dünya çapında tüm internet data
trafiğinin %60’ı cinsel materyallerle, kadın vücuduyla ilgilidir. İlginç olan,
erkeklerin hiç biri bacaklarını açıp sokakta dolaşmaya veya cafcaflı
elbiselerle, pahalı kozmetikle güzel görünmeye çalışmazken, böyle bir psikolojik
baskı altına itilmezken, kadının sırtına böylesine, yorucu olduğu kadar
utandırıcı bir yük ve psikolojik bir ağırlık yüklenmesi ve pek çok kadının
tarihin karanlık sayfalarındaki esaretlerinden çok daha teslimiyetçi bir
biçimde, bu esarete sahip çıkmalarıdır. Çarpık bir şe-kilde, günde beş defa
ibadeti—ve bu suret-le ruhsal ve bedensel arınmayı zor bulanlar için, on defa
makyaj yapmaya ve kozmetik arınmaya—zorlayan duygu, daha tatmin edici gelmiştir.
Merhametli yaratılan kadının, son 50 yılda nesillerimize reva gördüğüne ağlamak
yerine, biz, 20. yüzyılın sonlarına doğru gözlemlediğimiz değişim
kıpırdanmalarına dikkat edelim.
Bu defa kadın çok farklı bir hareket geliştiriyor. Kadının
gerçek rahatlığa ulaşması açısından bulduğu yeni ufkun “din” olduğunu göreceğiz.
Gelecek bilimci Alwin Toffler sosyal eğilimleri analiz ederek, “yeni bir
karanlık(?) yüzyıla”, yani dinsel imgelerin etkin olduğu, dinin geri çağrıldığı
bir döneme gireceğimizi söylüyor. İşte bu yeni dönüşün ardında baş rolün fark
edilir biçimde kadınlar tarafından oynandığını görüyoruz. Amerika Birleşik
Devletleri toplumunda mistisizme eğilen kesim üzerinde yapılacak cinsiyet
istatistikleri bu gerçeği ele verecektir.
Türkiye toplumuna da dikkat etti-ğimizde, ruhçulukla, cin
çağırma konularıyla, çaput bağlamalarla, velilerin kabirlerini ziyaret
etmeleriyle kadınların başı çektiği, “doğru ve yanlış yaklaşımların” iç içe
olduğu yeni bir “dinileşme” eğilimini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.
Üniversite kapılarında erkeklerin sus pus olduğu ve namaz kıldıklarını
gizleyebildikleri bir vasatta, başörtülerine sarılan, başlarını kaldırıp tarihin
unutulmaz derslerini verenlerin yine kadınlar olduğunu göreceksiniz. Şimdiden
küçük çıkışlar halinde gözlemlediğimiz bu değişimin önümüzdeki asra damgasını
vuracağını, insanlığın hak veya batıl dinlere dönüşünde—ama dinlere
dönüşünde—kadınların hürriyet arayış-larının ve kendileriyle birlikte insanlığı
kurtarma çabalarının önemli bir rolü olduğunu göreceğiz. Bu açıdan önümüzdeki
asır, Peygamberimizin (a.s.m.) “Ahir zamanda ihtiyar kadınların dinine tabi
olun” hadislerinin bir anlamının yansıması olarak karşımıza çıkacaktır. Bu
hadise özellikle vurgu yapan Bediüzzaman’ın, “Hanımlar Rehberi” isimli kitabı,
kadınların gelecekte üstlenecekleri rol açısından önemli ip uçları vermektedir.
Kadının ön plana çıkışında din kendini hissettirecektir elbette;
ama bu sadece bir boyutu, bu olgunun da desteğiyle, tarih boyunca erkek merkezli
şekillenen hayatın bir dönem kadın merkezli şekillenmesine; ardından,
kadın-erkek çatışmalarının yerini, kadın-kadın çatışmalarının almasına şahit
olacağız.
Ordular Farklılaşıyor
Sanayi devrimi insanlığın modern silahları keşfetmesine neden
oldu. Bu silahların prototiplerinin kullanımından edinilen tecrübe insanlığın
kendini bir çırpıda yok edebileceğini ortaya koydu. İnsanlığın silah gücü artık
savaşlarda tüm tarafların kaybetmesine yol açacak düzeye ulaşmıştır.
Haçlı seferlerinden ve mezhep çatışmalarına dayalı iç
savaşlardan bunalan Avrupa, 20. yüzyılın ilk çeyreğine dünya savaşlarıyla
girmiş; geçmiş asırlarda çatışmaların kaynağını teşkil eden din ve mezhep
farklılıklarının yerini, bu defa Fransız İhtilalini takip eden milliyetçilik
akımlarının neden olduğu çatışmalar almıştır.
Japonlar üzerinde 1945 yılında denenen ilk atom bombalarının
zaman içinde daha tahrip edicileri üretilmiş, toplumsal katliamlara neden
olabilecek ve hatta tüm insanlığı bir çırpıda yok edebilecek nükleer ve kimyasal
silahlar, günümüzün tek ku-tuplu dünyasında bile kolaylıkla kontrol edilemeyecek
bir düzeyde yaygınlaşmıştır.
Silah gücünün amansız gelişimi, uzaydan ve yerden desteklenen
son derece gelişkin bilgi toplama tekniklerinin etkisi altına girmiş, bu durum,
savaş taktiklerin ciddi şekilde değişmesini gerektirmesinin ötesinde, dünya
toplumlarını askeri bloklar halinde organize olmaya itmiştir. 20. yüzyıl askeri
çatışmaları ve savunma sistemlerini bloklar içerisine taşımışken, yüzyıl
biterken NATO ve Varşova Paktı gibi silah temelli bloklar—diğer faktörlerle
destekle-nemedikleri sürece—eğer hala çökmemişlerse, tehdit veya caydırma
güçlerini yitirmeye başlamışlardır. Komünist bloğun çöküşüne ve ideolojilerin
birer birer yıkılışına zemin hazırlayan bu gelişme “Yeni Dünya Düzeni’nin-New
World Order” ekonomik ağırlığından etkilenmiş; sistemleri ayakta tutabilecek
oluşumlar, ekonomiye ve bilginin toplanıp dağıtılması süreçlerine hakim olan
güçlere dayanmaya başlamıştır.
Kapitalist ve Komünist bloktan oluşan iki kutuplu dünyanın
kapitalist cephesinde yer aldığımız bir yüzyıl yaşadık. Kutuplardan biri
parçalanınca ortaya atılan teoriler, tek kutuplu yeni sistemin kendine yeni bir
düşman aradığını ve bunun İslam’ın başını çektiği yeşil kuşak olduğunu ileri
sürdüler. Biz son 5 yıl boyunca çevremizi kuşatan, kuzey ve batı komşularımızın
oluşturduğu Ortodoks bloktan ve bize saldırıya yönelen, komünizm çökünce yeni
varlık sebebi olarak İslam düşmanlığını keşfettiği ileri sürülen NATO’ya karşı
kendimizi nasıl savunacağımızı düşünmeye başlamıştık. Bunları unuttunuz mu? Ne
oldu? Bosna’da Kosova’da, Çeçenistan’da bizden daha cesur davrananlar,
oturduğumuz yerden mazlumlara yardım etmelerini istediklerimiz, Avrupalılar
olmadı mı? Çeçenistan dramına daha çok yer verenler, Türkiye’nin en çok okunan
gazeteleri mi, yoksa Avrupa’nın en çok okunan gazeteleri mi? Avrupa’nın
disiplinli sokaklarında dolaşmayanların, nasıl bir düşünce sapmasına
zorlandığımızı anlamaları zordur. Avrupa’yı göklere çıkardığım düşünülebilir.
Görmediğimiz şudur: Avrupa tıpkı bizim kendi içimizde verdiğimize benzer bir
mücadele veriyor. Rezalet bir Avrupa ile olağanüstü bir Avrupa iç içe yaşıyor.
Nasıl ki, bizim tüm menfaat guruplarımız kendi içlerinde belli hedeflere ulaşmak
için sistemi kullanmayı hedefliyorlar, mücadeleler sürerken güç dengeleri
değişiyor; aynı durumu Avrupa içinde de gözlemleyebilmeliyiz. Bizi Batıya davet
eden düşünce, —İslam’la Batıyı buluşturmasına neden olacağı için—dünyanın
geleceği açısından insanlığın çok şey borçlu olacağı düşüncedir.
Batı’ya düşmanlığımızı körüklemek için komplolar üretenler,
Batı’nın dönüşümünde tevhide yaklaşan Hıristiyanlığın İslam’la ittifak etme
arayışlarının etkisinin sanmadığınız kadar farkındadırlar. Başlarına gelmesinden
korktukları, din düşmanlığını yok edebilecek tek ittifak tehlikesi budur. Ve
eğer siz, kalbinizdeki imanın güzelliğinin Avrupa kadınlarının ve erkeklerinin
çaresiz ruhlarında parıldamasını istiyorsanız, onları düşman kafirler olarak
görmek yerine, Allah’tan korkup onun tüm sanat eserlerine yönelen bütün
sevginizle, imanınızı kavramalarını sağlamaya çalışmak zorundasınız.
Din çatışmaları din dayatmalarından kaynaklanıyordu. Şimdi
dayatabilecek kadar güçlü değilsiniz ve kıyamete kadar, kader bu maddi gücü
elinize vermeyecektir. Rahmetsiz mevsimler üzerimize çökünce, hürriyet
hasretimiz yüzünden dudaklarımız çatladı, kalbimiz kurudu. Şimdi tüm dünyaya
bağımlı olarak yaşamak zorunda olduğumuzu görüyoruz.
Asrımızın son çeyreğinde şekillenen global ekonomi bir vücudun
azaları gibi birbirine bağlı, bir tarafında meydana gelen sarsıntının tüm vücudu
etkilediği bir yapıya dönüşmüş, Çin veya Japonya’da ortaya çı-kabilecek en küçük
bir kriz, tüm dünya ekonomisini sarsacak hale gelmiştir. Bu karşılıklı
bağımlılık, önümüzdeki yüzyılda daha da kemikleşecek ve Enerji Koridoru haline
dönüştürülmesi hedeflenen Türkiye için çok riskli olmasının yanı sıra çok
avantajlı bir gelecek üretecektir.
Körfez Savaşı, Bosna, Kosova ve nihayet Çeçenistan tecrübeleri,
global dünya sistemlerine entegrasyonun önemini bütün açıklığıyla ortaya
koymuştur. Önümüzdeki yüzyıl bu yeni gelişmenin iyice ivme kazanacağını, yerel
çatışmaların çok daha belirgin şekilde uluslararası nitelikli sosyal ve siyasal
blok oluşumları karşısında bulacağını göstermektedir.
Bu gelişme karşısında, silah gücüne aşırı yatırım yaparak
ekonomilerini çö-kerten toplumlar, modern dünyanın yeni gereklerine adapte olmak
için daha profes-yonel, mobil ve yüksek teknik donanımlı, küçültülerek
güçlendirilmiş ordular oluşturmanın çaresini arayacaklardır. Tabii ki bu durum,
askeriyenin iç siyasetteki etkilerini —sokakta hak arayan bireyin şiddet zoruyla
kontrolü anlamında—iyice geri plana itecek ve çatışmalarda sivil unsurlar daha
belirgin şekilde ön plana çıkacaktır.
Tarihi geriden takip eden Türkiye, bir zamanlar boy
ölçüşebildiği Avrupa’dan ekonomik anlamda on kat geride kalmasını, Osmanlı
yeniçerilerinden bu yana sürekli iç siyasete müdahale eden ihtilalci zihniyete
borçlu olmuştur. 28 Şubat süreci dahil 4 ihtilalin Türkiye’ye faturası, 2000
yılında, 1950 öncesinin siyasal (ve günümüzden 30 yıl öncesinin ekonomik)
şartlarını yaşamak olmuştur. Silah gücünün iç siyasette kullanımının önüne
geçmeyi başaran—satın alacağımız silahları Güney Doğu’da kullanıp
kullanmayacağımızı sorguluyorlar— Batı toplumlarının meydan okuyuşu karşısında,
çıkış yollarının ip uçları 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kendini gösterecek ve
Türkiye de, silah gücünü modernize etmek, küçülterek hareket kazandırmak
hususunda önemli adımlar atmak zorunda kalacaktır.
Bu yeni durumun, devletin ekonomiden elini
çekmek—özelleştirme—zorunda kalmasına paralel olarak, devlet aygıtının
kontrolünü halkın eline daha büyük ölçüde terk edeceği; devleti kontrol ederek
ekonomik çıkarlarını maksimize eden ve ekonomik büyüklüğün %80’ini elinde
bulunduran %4’lük kitlenin eşit şartlarda toplumun diğer kesimiyle yüz yüze
kalmasına yol açacağı öngörülebilir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme arzusu,
Batı standartlarında demokratikleşme arzusunu taşıyan çevrelere bu acıdan büyük
bir güç ve destek sağlayacaktır.
Türkiye örneğinde olduğu gibi, demokratik sürecin ihtilallerle
kesilmesi ve devletin azınlık bir kitlenin bu derece kont-rolünde bulunabilmesi,
siyasi iktidarların gerçek iradelerini ortaya koymalarını engellediği gibi;
halkın, yaşadığı zihniyet karışıklığı içerisinde, istikrarlı ve isabetli
tercihler yapmasına da engel oluyordu. Nitekim ihtilalin 8 yıl gecikmesinin bir
uzantısı olarak halkın ne denli keskin karar değişiklikleri yapabileceği ve
çözüm arayışlarında ne ölçüde sistemi sorgulayabileceği 28 Şubat sürecini takip
eden en son seçimle ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Türkiye, gerçekten ümitle
bakılması gereken, kısa vadede acı dolu, ama orta ve uzun vadede heyecan verici
bir geleceği beklemekle boşuna hayal kurmuş olmayacaktır.
Siyaset Yeniden Yapılanıyor
20. yüzyıl siyasi sistemler açısından hızlı bir değişim süreci
yaşamıştır. Siyaset bilimi teorileri bir asrın her on yılında yeniden
yapılanmış, ortaya çözüm sunmayan bir bilim çerçevesi miras bırakmıştır.
Kronolojik olarak analiz ettiğimizde gelişme şudur: İnsanlık
tarihinin geçmişinde sosyal bütünleşmeler din esasına dayanmış, millet din
temelli tanımlanmıştır. Ancak toplum bilincinde meydana gelen değişimlere
paralel olarak, tatmin edemez hale gelen bu ortamda gelişen mezhep kaynaklı
savaşların oluşturduğu tahribat ve Batı’daki din istibdadı, dinin siyasal
birliğin tahrip edicisi olarak algılanmasına—ve böyle olmasına—neden oldu.
Fransız İhtilalini takip eden milliyetçilik akımı yeni bir sosyal birlik
tanımının üretilmesine yol açtı ve din esaslı birlik sistemleri—başta Osmanlı
olmak üzere— hızla dağıldı. Ancak milliyet—ırk—temelli yeni birlik anlayışı—ulus
devlet modeli— faşizme ve ardından Birinci Dünya Savaşına neden oldu. Bu temel
çekirdek etrafında oluşturulan değişik birlik versi-yonlarının her biri bu asrın
ilk yarısının dehşetli savaşlarla ve gerginliklerle harcanmasına yol açınca,
insanlık işe yarar başka bir çözüm aramaya koyuldu. Artık ABD örneğinde olduğu
gibi, “kültür temelli” bir milliyet anlayışı ön plana çıkmaya, farklılıkları
geliştirerek toplumu aynı ideal etrafında buluşturmayı hedefleyen bir düşünce
çerçevesi üretilmeye başlandı. Ama biz Cumhurbaşkanının ortaya attığı “Anayasal
Vatandaşlık” kavramını tartışmaya değer bulmadık. Kaderin bizi zorla içerisine
yuvarladığı Risale-i Nur’un sunduğu çözümleri ise, dinden duyduğumuz korku
yüzünden dikkate almadık bile. Çelişiyoruz, çatışıyoruz.
Gelişmelerden daha ilginci, taklit ettiğimiz Fransız laikçiliği
örneğinde olduğu gibi, dini dışlayan yaklaşımların sosyal tatminsizliklere çözüm
üreteme-diğinin anlaşılması, bunun dinin yeniden, ama bu defa çatışmacı değil,
buluşmacı bir yaklaşımla tanımlanmasının kapısını aralaması oldu. “Dinler arası
diyalog” gibi, din isimlerinin doğrudan telaffuz edildiği hareketlerin yanı
sıra, dinlerin ortak değerleri üzerinde yeni bir konsensüs aranmaya
başlanan—Avrupa Birliği gibi—sosyal/si-yasal arayışlar gelişti.
Asrımızın son çeyreğine sığan bu yeni gelişme “insan hakları,
düşünce ve inanç hürriyeti, tam demokrasi” gibi kavramlar etrafında oluşturulan
kriterleri üretti ve onlara dayanmaya başladı. Bu yeni gelişme, dinlerle ve
mezheplerle barışık bir temeli, yine insan aklının ürettiği, ama bu defa
evrenle—çevreyle—barışan bir aklın ürettiği anlayışı, siyasal sistemlere hakim
kılmayı hedefliyor. Avrupa Birliği’ne dayanak teşkil eden kriterleri bu açıdan
“Dinlerarası Diyalog” olgusunun ürünleri—tüm dinlerin üzerinde ittifak
edebileceği asgari şartlar— olarak da görebilmemiz ve bu sürecin dine yeniden
dönüşün önemli ivmelerinden biri olacağını düşünmemiz doğru olacaktır.
Sanayi Devrimi sonrası Avrupa’nın ve ondan etkilenen Doğu
toplumlarının oluşturduğu demokrasiler, M. Weber’in tanımladığı mekanik
bürokrasinin esareti altına girmiş, R. Michels’in sözünü
ettiği—kaçınılmaz—oligarşileri üretmişti. Ancak son 30 yılda, postmodern bilim
ve gelişen iletişim teknolojilerinin etkisi altında sıkı eğitilen toplumlar,
Liberal Demokrasinin felsefi söylemine kapılmıştır. Sovyetler Birliğini bile
demokrasi olarak gösterebilen Macpherson’cu “sınırlı demokrasi” tanımcıları,
felsefi desteklerini yitirmeye başladığında, Türkiye dahil pek çok Doğu
sisteminin, “demokrasiyle hiç ilgisi olmayan bir sistem üzerine kurulduğunu”
anlatmaya çalışanların ne demek istedikleri görüldü.
Bundan 10 yıl—hatta abartı değil 28 Şubat—öncesine kadar
Türkiye’de demokrasiyi lanetleyenler,—Bediüzza-man’ın ısrarla vurguladığı
“hürriyet ve demokrasi-ahrarlık” olgusuna kulak tıkayarak— aslında Batı’nın
yükselişinin tek kaynağı olan ve faziletlerinden hiçbir zaman istifade
edemedikleri için ne olduğunu bilmedikleri bir sistemi lanet-lediklerini fark
etmeye başladılar. Yaygınlaşan iletişim sayesinde gerçekleşen bu ufuk açılması
olmasaydı, Avrupa Birliğine ve onun bize dayattığı kriterlere karşı sosyal
muhalefetimiz, en az Kema-listler kadar katı olacaktı. Bizi, böylesine
olağanüstü hayırlı bir değişimin kapısını açmak zorunda bırakmayacak olsaydı,
kader 28 Şubat sürecine izin verir miydi dersiniz?
Türkiye’nin çağdaş dünyayla entegras-yonunun, yıllar boyunca
demirperde gerisinde kalmışlığın ezikliği içerisinde olan Bulgaristan ve Romanya
gibi ülkeleri geriden takip edeceği doğrudur. Açıkçası bu durumumuzun
nedenlerinden biri, her on yılda bir iradesi ayaklar altında ezilerek korkutulan
bir toplum olmamız—bunu hep alkışladık—ve bu suretle yüksek ideallere yönelik
reflekslerimizin tahrip edilmesidir. Ama Osmanlı’nın son dönemlerinin yanı sıra,
daha çok Cumhuriyet dönemine rastlayan bu tarihi tecrübeden daha köklüsü,
dayandığımız dinin—İslam—Selçuklu ve hatta Osmanlı tarihi boyunca siyasi anlamda
süregelen yorumlanış biçimidir. Açıkçası bu, Sünni mezhepler ve özellikle Hanefi
mezhebinin geleneğinde, siyasi iradeye itaatin çok keskin bir biçimde önümüze
konulması, eğitimsiz kitlelerin kontrolü için konjonktürel açıdan gereklilik
olması nedeniyle siyasi iradeye “kayıtsız” itaatin emredilmesi ve şüphe
oluşturan idari icraatların “hikmet-i hükümet” gerekçesine dayandırılması
olmuştur.
Halife’nin doğrudan ve haktan sapması halinde, “Seni kılıcımızla
düzeltiriz.” diyebilen zihniyetin temelini attığı dinin geti-rildiği nokta bu mu
olmalıydı? Ancak yine de insaflı olalım: Tarih boyunca yalnızca farklı dinlerin
ve Ehl-i Sünnet dışı olarak tanımlanan mezheplerin —şia vb— muhalif olduğu bir
süreçte muhalefet, dinen muhalif cephede bulunmak anlamına gelmiştir.
Dolayısıyla her türlü söylemin rağmına, saflaşmaların oluşmasında din,
belirleyici-liğini korumaya devam edecek; günümüzün Türkiye toplumunun alt
bilincine hükme-derek kabuklarını parçalayabilmesi, bu açıdan çok daha çetin
geçecek ve sanırım toplumumuz kısa bir süre boyunca—belki de bir 3 yıl daha—çok
daha zorlayıcı iç basınçlara maruz bırakılacaktır.
Sivil toplum örgütlenmeleri gerilmelerin en önemli teneffüs
noktaları olmuştur. Çoğulcu Batı toplumunun ürettiği gelişkin sivil
örgütlenmeler sayesinde, siyasal sistemlerin halk tarafından kontrol
edilebilmesi mümkün olmaktadır. Batı, katı ideolojileri çözebilmenin tek yolunun
sivil örgütlenmelerden geçtiğinin bilincinde olarak bu konuya özel bir ilgi ile
eğilmiş, ancak Türkiye böyle bir tehlikenin(?) önünü tıkayacak önlemleri çoktan
almıştır. Osmanlı dönemi Anadolu toplumunun diri ve üretken kalmasını ve üç
kıtayı kontrol altında tutabilmesini sağlayan Vakıfları örnek alarak canlanan
Batı, bugün—ilginçtir—aynı canlılığı kendi menfaati uğruna bizim için
önerirken—müşterilerinizin zengin olması menfaatinizedir— siyasal kontrolün
gerçek anlamda toplumun eline geçmesine kapı açması ihtimaline karşı, bizde bu
konuya katı şekilde muhalefet ediliyor.
Şu basit örnek dikkatinizi çekmiştir: Otomobillerde LPG
dönüşümünün önüne geçmek—ve bu suretle pahalı benzinden kaçanların neden olacağı
vergi kayıplarını önlemek—isteyen hükümet, taksi esnafının tepkisiyle geri adım
atarak, toplumun yalnızca örgütsüz kesimi üzerinde bağlayıcı olan bir uygulamaya
gideceğini ilan etmiştir. “Genellik ilkesini” çiğneyen tüm yasal
düzenlemelerde,—çıkan kanunları, tüzükleri, yönetmelikleri analiz—mutlaka bir
güç gurubunun etkisini göreceksiniz. Yasal düzenleme yapan siyasi irade, her
zaman toplumun örgütlü—ve bu yüzden güçlü—kesiminin muhalefetine boyun
eğebilmiş, örgütlenmeyen kesimler diğer ke-simlerin ezdiği bir sistem altında
kalmaya mahkum olmuştur. Sivil örgütlenme—vakıfçılık, dernekçilik, sendikacılık
vb— ekonomik ve siyasal kaynakların dengeli paylaşımına imkan sağlayan çoğulcu
bir toplum oluşturduğu gibi, toplum bireylerinin entelektüel gelişimlerine,
sorumluluk ve idealizmlerinin canlılığına ve üretken zekalarının inkişaf
etmesine de yol açan biricik yöntem olmaya sonsuza dek devam edecektir.
Devrimleri yerleştiren siyasal irade, bunu Osmanlıdan miras
kalan sivil örgütlenmeleri imha ederek başarmış;—başka türlü
başarılamazdı—ancak, geriye dönüş arayışlarına—irtica—kaynaklık edeceği
korkusuyla toplumun yeniden canlanışının önüne katı setler kurmuştur. Bu yokluk,
varlığını her geçen gün daha da şiddetli hissettirecek ve yaşanacak darboğazlar
kaçınılmaz olarak—17 Ağustos depreminde olduğu gibi—sivil örgütlenme ihtiyacının
önünü eninde sonunda açacaktır. Türkiye halkı, kendisinden korkulan, güvenilemez
bir halk olarak sonsuza dek algılanamaz.
Türkiye’nin değişimi açısından şunları bekleyebiliriz: Siyasal
sistemin çarkları Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar açık deşifre olmuştur.
Menfaat guruplarının çatışmalarına ve gelişen iletişim sistemlerinin bu süreci
bize yansıtmalarına borçlu olduğumuz bu durum, analiz yeteneğimizi umulmadık
şekilde değiştirmiştir. Bu açıdan—kanaatimce—Türkiye toplumu—ciddi yanlışlarına
rağmen—merhum Turgut Özal’a çok borçlu olacaktır. Bugün toplumun yaşadığı
gerginlik, halka adanacak basit bir muhalefeti kahraman ilan etmeye hazırdır.
Çavuşesku’nun Roman-ya’sının, bir gün içinde, nasıl değişebildiğini unutmuş
olmamalısınız.
Irak veya İran gibi kapalı bir sistem toplumu olmaktan bizi
çıkarmayı başaran Özal, Batı kültür ve teknolojisiyle tanışmamıza ve zihinsel
kalıplarımızı sorgulayabilmemize imkan tanıyan aksiyonlarda bulunmuştur. Baş
döndürücü bir hızda, sindiremeden yaşadığımız değişimin bizi nereye taşıdığını
daha iyi görüyor; bugün, tahrip edici yönleri ön planda gözüken değişimin,
yerleştikçe çok daha heyecan verici—olumlu—gelişmeleri üreteceğini
söyleyebiliyoruz.
Sonuç
Olağanüstü değişimler yaşadığımız bir yüzyılı geride bıraktık.
İnsanoğlu fıtratındaki üstünlük ve tekamül arayışları içerisinde asırlar boyunca
gerildi. Tahrif edilmiş dinlerin sunamadığı çözümü sunan tek sağlam din İslam’a
dayanan Müslümanlar da, başlangıçtaki dinamizmlerini yitirince, patlama
noktasına ulaşan arayışların, tüm dinleri kökten reddettiklerine şahit olduk.
Çare değilseniz, gölge etmenize izin verilmez. Komünizm, baş döndürücü bir hızda
dünyanın dörtte birini istila etti. Birbiri ardına ideolojilere ve
felsefelere—kurtarıcılara—sığındı insanlık. Kendine aklının ürettiği yeni
ilahlar edindi. Aradığı zevki kadında, içkide, müzikte, sporda, teknikte
bulacağını sandı. Çözüme ve kurtuluşa öylesine susamıştı ki, son bir asır
boyunca ürettiği bilgi, tüm insanlık tarihi boyunca üretilen bilgiyi katladı.
Ama insanlar, görme özürlülerin fili dokunarak tanımlarken düştükleri çaresizlik
içerisinde, bunaldılar. Salt akıldan yola çıkan hiçbir buluş, yol ve yöntem,
insan ruhunu tatmin edemiyordu; gerçeğin haritasını olduğu şekliyle çizemiyordu.
Bu yüzden, gelen ideolojiler gitti, üretilen paradigmalar yıkıldı.
Şimdi yepyeni bir çağa, insanı yaratılış gayesine yakınlaştıran
bir döneme giriyoruz. İnsanı Yaratıcıyla buluşturan bir bilim. Tabiatla uyum
içinde, sevgi ve ruhsal tatmin yayan bir teknik. Tüm yetenekleri ateşleyen ve
insanları unutulmaz izler ve eserler bırakmaya zorlayan, rekabetçi, işbirlikçi,
hür ve eşitlikçi bir siyasal düzen. Tüm dünya insanlığını birbirine bağlayan ve
bağımlı kılan bir iktisadi sistem. Çözüm ararken neden olduğu çevresel
tahribatlar yüzünden maddi felaketlerle boğuşacak olan, ama manevi huzura
kavuşacak olan son devrin insanları. Hakim bir evrensel hukuk, dışlanmış
kurtarıcılar ve Yaratıcıla-rıyla baş başa kalarak yükselmeye hazırla-nan bir
insanlık. Heyecan verici gibi görü-nüyor: Kapsayıcı bakalım; ufukta,
bedenlerimizi bekleyen cehennemi—kıyamete hazırlanan—ruhlarımızı bekleyen
cenneti—ebedi saadete kavuşturacak olan imanı—görüyoruz. Önümüzde görebildiğimiz
bu.
Peygamberimizin(a.s.m.) haber verdiğini, Hazret-i İsa’nın (a.s.)
gelip yapacağı şeyleri yapmaya girişti insanlık. Hazret-i İsa(a.s.) nerede? O
bir ruh mu, bir düşünce akımı mı, bir sosyal hareket mi? İnsanlığın ruhuna
süratle sirayet eden bir duygu seli mi? Bilmiyoruz, göremiyoruz; ama işte haber
verilenlerin yapılmaya başladığına şahit olarak ve bu süreçte en muteber sözleri
söyleyecek bir Türkiye toplumu olmaya hazırlanarak, yeni bir çağa adım atıyoruz.
Geleceğin mutlu günlerinde buluşabilecek kadar ömrümüz uzun olsun.
Dipnotlar
* "BİNYIL" diyemiyorum. Çünkü —kişisel olarak—
yeryüzünde 22. yüzyılın ötesine tanıklık edecek bir insan hayatına şahit
olmayacağımıza inanıyorum.