İki bin yılda bilim, varlıkları tanıyıp anlamlandırma açısından
önemli atılımları gerçekleştirdi. Şahsi hayatlar ve içtimai hayatlar yeniden
şekillendi. “Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmeti”1
bütün asırlar boyunca insanlığın kainatı anlamlandırmaya çalıştığı iki düşünce
tarzı oldu.

Bediüzzaman Said Nursi’nin On İkinci Sözün temsilinde belirttiği
“hem dindar, hem gayet sanatkar” Hâkim’in kıymetli bütün cevherleri kullandığı
yazıyla, elmas ve zümrüt harflerle, bazen pırlanta, mercan, altın ve gümüşle
yazdığı harflerin oluşturduğu bir nevi Kur’an olan kainat, ecnebi feylesof ve
Müslüman alimler tarafından okundu. Kitab-ı Kebir-i Kainat, Kur’an-ı Hakim’in
hikmet-i kudsiyesine, dolayısı ile vahye dayanan Müslüman alim zihniyetiyle ve
bilimsellik, evrim, pozitivizm, determinizm gibi kavramların şekillendirdiği
bakışıyla ecnebi feylesof tarafından okundu.

“Ecnebi feylesof” daha çok Batıda cereyan eden ve felsefi
ekoller çerçevesinden kainata bakan ve “bilim” adını alan faaliyetin temsilcisi
oldu. Felsefi ekollerin temel dayanağı olan akıl ise duyuların sınırlılığında
izaha mecbur kaldı. Daha sonra yaşanan bilim serüveni gösterdi ki, duyuların
açtığı pencere kainatın boyutlarına göre çok dar ve oradan gözüken manzara
kainatın bütününü anlatmaktan çok uzaktı. “Müslüman alim” kendi dar
penceresinden baktığı ile değil, bir uydudan gelen fotoğraf ile çevresini
algılamaya benzer şe-kilde vahye dayanan fiilin temsilcisi oldu. Bu anlamda
kimliği ne olursa olsun, hangi asrın insanı olursa olsun, her ferdin kainata
bakışı, sürekli “Müslüman alim” ve “ecnebi feylesof” arasında değişti. Kimi
zaman Müslüman adını alan alim de “Müslüman alim” gibi değil “ecnebi feylesof”
gibi kainata baktı.

Varlıklara kendi namına bakan, yani kelimeye ifade ettiği mana
açısından değil, harflerin yazılışındaki intizam ve güzellik açısından bakan
felsefenin “Neden? Niçin? Nasıl?”sorularına verdiği cevaplar sürekli değişime
uğradı, çünkü algılamaların sınırlamaları ile yapılan açıklamalar bu sınırlar
genişledikçe değişti.

Tarih boyunca çizilmeye çalışılan kozmoloji tablosu sürekli
değişimlere ve eklenen fırça darbeleri ile farklılaşmalara maruz kalmıştır. “Bu
tabloyu çizmeye ilk kim ve nerede başlamıştır? Bazıları bunun bir Çinli olduğunu
söylerler; bazıları da soylarından gelenlerin bugün Irak’ta yaşadıkları
Babillilerden biri olduğu iddiasındadırlar. Evrenin mahiyeti hakkında bilimsel
bir açıklama ileri süren ilk insanın kim olduğunu gerçekte kimse bilmemektedir.
Her neyse, bu, “bilimsel” ile ne denilmek istendiğine bağlıdır. Babilliler
evreni denizden yükselen dev bir dağ ve üzerinde de dev kubbe biçiminde bir
gökyü-zü olarak düşünmüşlerdir. Güneşin her gün bir kapıdan girip başka bir
kapıdan çıktığına inanırlardı. Taşlar üzerine yıldız resimleri yapmışlar ve
bunları astrolojik kehanetlerde bulunmak için kullanmışlardır. Ancak evrenin bir
resmi neden bir başkasından daha inanılır olsun. Evrenin nasıl olabileceğini
sadece hayal ediyor olmayıp da onun gerçek mahiyetini anladığımızdan nasıl emin
olabiliriz.”2

“Stephan Hawking’in Evreni, Kainatın sırları” isimli eserinde
David Filkin’in bu cümleleri haksız olmayan bir endişeyi gündeme getirmektedir.
Özellikle geçtiğimiz bin yıl içinde çizilen kainat tablosu sık sık değişimlere
maruz kalmıştır.

Dünyanın her şeyin merkezi ve gökyüzünün delikli bir kapak ve
kapağın ötesinde yanan ateşlerin ışığını deliklerden geçtikten sonra dünyaya
yıldız ışığı olarak eriştiği anlayışına Erastotenes dünyanın yuvarlak olduğu
değişimini getirmiş. Başın-da Pisagor’un olduğu Yunan felsefesi bir süre
matematiğin harikalarına kapılmıştır.

Pisagor’un “kürelerin uyumu” isimli evrensel kuramı Yunanlıların
kürelerin ve dairelerin kusursuzluğuna olan geleneksel inançlarını desteklemek
için matematiğin bilimsel kesinliğini kullanacaktı. Ancak Pisagor’un her şeyin
temelinde olduğunu hayal ettiği basit temel sayılar değil, uyumlu matematik
tanım çabalarının büyük bir kısmı çirkin kusurlu sayılarla sona erince bu ideal
lekelenmiş oldu. Yine de matematiğin ortaya atılması neticesinde insanın evreni
bilimsel olarak araştırması çıplak gözle görülenin ötesine gidebilmenin yolunu
açmıştır.

Dünya çevresindeki gezegenlerin incelenmesi sonucu ortaya konan
bir çok kainat modeli içinde ikinci yüzyılda Ptolemy’nin ortaya koyduğu model
kabul gördü. Gezegenlerin dış daireler içinde hareket ettiğini, dünyanın her
gezegenin büyük yörüngesinin tam merkezinde olmadığını, esas olarak gezegenlerin
güneşin ve ayın dünya çevresindeki yörüngelerinin modellerini hazırladı. Bunlara
ek olarak hepsini kabuk gibi örten bir dış küre sabit yıldızlar küresi vardı.
Böylece parlaklıklardaki farklılıkların ve gezegenlerin düzensiz hareketlerinin
dünyadan görünümü bu modelle i-zah edilebiliyordu. Aristoteles, Pisagor ve
Eflatun’un istedikleri elde edilmiş oluyordu. Dünyanın sabit merkez olduğu ve
her şeyin onun çevresinde döndüğü fikri çok kesin bir kabulle ve inandırıcılıkla
kainat anlayışı olarak yüzyıllarca değişmeden kaldı.

Yalnızca çıplak gözün verileri ile Hipparchus ve Erastotenes’in
ardından Ptolemy’nin diğerlerinden çok uzun süre geçerli kalan kainat modelleri
aklın parlaklığını yansıtır şekildeydi. “Bu model eski dünyanın dinleri kadar
Hıristiyan kilisesi tarafından da kabul edilebilir bulunmuştu. Hz. İsa’nın
çarmıha gerilmesinden sonra Hıristiyanlık Avrupa’nın her yanında diğer inanç
sistemlerini hızla gölgelemişti. Bu dinin metinleri dünyanın Adem ve Havva
biçiminde kadın ve erkekle Tanrı tarafından her şeyin ortasında yaratıldığını
açıkça bildiriyordu. Ve bu da Ptolemy’nin ortaya attığı Dünya merkezli evrenle
tümüyle uyum içindeydi.”3

Zamanla kilise bilim adamlarının tek hamisi olan ve onları
çatısı altında toplayan bir kurum oldu. “Okur-yazarlık sadece kutsal metinlerin
araştırılması için gerekliydi ve sadece kilise insanlara okuma-yazma
öğretebilirdi.” Sadece kilisenin himayesinde bilimle uğraşabilme imkanı bilim
adam-larının aynı zamanda papaz yada keşiş olmaları ve kendilerini hem bilime
hem de kilisenin öğretilerini yaymaya adamaları demekti. Dolayısı ile bu
insanlar Tanrının bir Ptolemaik evren yaratışı yaklaşımını öğrettiler. Din ve
bilim iç içeydi.

On altıncı yüzyıla kadar bu yapının ortaya çıkardığı durum ile
Ptolemy’nin evren modeli herhangi bir itiraz ile karşılaşmadı. Bu dönemde
Polonyalı bir papaz olan Nicholas Copernicus, dünya yerine güneşi merkeze
koyduğu kainat modelini, biraz ürkek şekilde çevresine yaymış, fakat belki de
kilisenin pek ciddiye almamasından fazla tepkiyle karşılaşmayınca, ancak ölüm
döşeğinde, yardımcısı Rheticus’un ısrarıyla modelin yayımlanmasına razı olmuştu.

Kilisenin bu modele karşı sessizliği şaşırtıcı bulunmaktaydı ve
Copernicus’un ciddiye alınmamasına bağlandı. Coper-nicus’un açıklamaları pek çok
bilim adamı ile birlikte Prag’da yaşayan Alman gökbi-limcisi Kepler’in de
ilgisini uyandırmıştı. Daha sonra Kepler eliptik yörüngeler mode-lini ortaya
koydu. Daha sonra iki mercekli ve görme alanını biraz daha genişleten teleskopu
aracılığı ile daha yakından gözlediğinde gök cisimlerinde ve güneşte lekeleri
vardı. “Galileo teleskopu aracılığı ile Ptolamaik evrene gerçek ölüm darbesini
indiren iki olguyu gözlemlemişti. Bunlardan biri Jüpiter’in çevresindeki
yörüngelerde aylar olmasıydı. (Kilise evrendeki her şeyin Dünya çevresinde
döndüğü iddiası ile Ptolemaik evreni hep etrafında dönen gök cisimleri vardı.)
Galileo’nun gözlemlediği ikinci olgu Venüs’ün yüzeyindeki gölgelerdi. Bu
gölgelerin zaman içinde değişimlerini izleyince bunun nedeninin Venüs’ün güneşin
çevresinde dönmesi olduğu açıkça anlaşılmıştı. Bu da dünya merkezli kainat
anlayışının çöküşü anlamına gelen Copernicus modelinin kabulüne doğru bir
adımdı. Galileo kilisenin isteklerini de dikkate alarak Ptolemy’nin tezlerini
reddetmeyecek şekilde buldukların bir kitaba aktardı. Ancak kitap Kopernikçilik
için daha fazla destek sağladı. Kilisenin baskısı ile Ptolemaik bir model sunmak
gayreti işine girdiyse de inandırıcı olamadı. Onu okuyanların Kopernikçi
düşünceye meyli arttı. Bu durum Galileo’yu engizisyon önüne çıkardı.

Ancak kainatın yeni algılanış şekli baskılarla değiştirilemedi.
Güneşin etrafında Dünya da dahil olmak üzere eliptik yörüngelerde dönen
gezegenler modeli artık kabul görmüştü. Ancak yeni problem gezegenlerin ve
güneşin bu sistem içinde nasıl bir arada durduğunun izahıydı. Bu noktada Isaac
Newton bir elmanın yere düşüşünden hareketle Dünyanın üstünde bulunanları
kendine çektiği sonucuna ulaştı. Buradan hareketle Dünya ve diğer gezegenlerin
birbirini çektiği tezi ile sistemi matematik bir dille izah etti. Bu formül
Keplerin eliptik yörüngeleri ile tam uyum halindeydi. “Mars, Jüpiter, Satürn
yörüngeleri tastamam oturmuş ama daha sonra Merkür’ün yörüngesinde küçük bir
tutarsızlık keşfedilmişti. Newton’un denklemleri bütün diğer yönleri tam olarak
açıkladığı için bu durum gözlemlerdeki eksikliklere yoruldu. Sonuç ortadaydı
Copernicus ve Kepler haklıydılar”

“Newton’un üç yüz yıl önce formüle edilen yasaları, o kadar
kesindir ki, bugün bile uyduları Dünyanın çevresinde yörün-geye oturtmak için
kullanılmaktadır. Onun bu muazzam entelektüel zaferi karşısında Kilise evrenin
merkezinin Dünya değil Güneş olduğu hakkındaki kanıtları daha fazla
direnemedi.Bunu kabul etmeleri dolaylı olarak kolaylaştıran şey de Newton’un
inandığı başka bir şey oldu. Newton evrenin bir dış sınır olması
fikrinden—Ptolemy’nin sabit yıldızları küresi—memnun değildi. Newton daha yeni,
daha güçlü teleskopların geliştirilmesine yardımcı oldu ve bunlar bütün
yıldızların sabit olmadığını gösterdiler; yapılan çok hassas gözlemlerle
bunların hemen hemen gözle görülmeyecek miktarda da olsa hareket ettikleri
saptandı.

Newton’un hareket yasaları hiçbir şeyin doğal olarak dingin
olmadığı fikrine dayandığı için, bütün göksel cisimlerin daha yakından olup
gözlenebilen gezegenler gibi davranmaları gerektiğini ileri sürmekteydi. Bunlar
sürekli olarak hareket edecekler ve çekim gücü birbirlerinin çekim alanına
girdiklerinde yollarını saptayacaktı. Her şey böylesine hareket halindeyse
evrenin sınırları nerede ve nasıl çizilebilirdi? Evrenin bir sınırı olması için
mantıksal bir gereklilik de yoktu. Bu da kendisini evrenin sınırları olmadığı
düşüncesine götürdü. Evren, mekan ve zamanda nihayetsiz olabilirdi.

Bu bir bakıma kilise doktriniyle çeliş-kiliyse de, (yaratılış
anı için bir zaman ve mekan belirlemeyi güçleştiriyordu) en azından nihayetsiz
ve ebedi fikrini benimsemekteydi. Kilise Tanrıyı böyle görüyordu. O sonsuz gücü
ve bilgeliği ile evreni kendisi gibi sonsuz ve ebedi yaratacak; bunu nasıl
yaptığı da sınırlı yaşamlarıyla ölümlü insanların idrakleri dışındaydı.

Bilim ve din o an için bir barışma içindeydiler; ancak ikisi de
entelektüel çatışmasından tümüyle yana olmadan çıkmış değillerdi. Din bilimin
Dünyanın her şeyin merkezi değil, güneş çevresinde dönen gezegenlerden biri
olduğu keşfinde haklı olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Kilise hep vaat
ettiği gibi yaratılış anını belirleyemiyordu. Ancak bilim de evrenin neden var
olduğunu açıklayamıyordu. Newton’un çekim gücü altında nihayetsiz bir evren
tablosuyla çok önemli sorunu da çözemiyordu; eğer her nesne diğer bir nesne
üzerinde çekim kuvveti uyguluyorsa, evrendeki yıldızlar neden bu kadar uzun
süredir birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Nihayetsiz ve Ebedi bir Evrende
herhalde her şey sonunda çekim gücüyle bir tek dev karışıma dönüşecekti ve bu da
binlerce yıldır sürekli olarak gözlemlenmiş evrenle uyumlu değildi.

Yine de, Newton’un hareket ve çekim yasaları o gözlemleri o
kadar temiz bir şe-kilde açıklamıştı ki, onun nihayetsiz ve ebedi evren modeli
çok geçmeden bir zamanlar Ptolemy’nin modelinin olduğunu kadar yaygın kabul
gördü. Ancak Ptolemy’nin Dünya merkezli modelinin aksine Newton’un nihayetsiz
modeli sadece iki yüz yıl kadar hakim kalacaktı”4

1750’lerde Thomas Wright, Alman filozofu Immanuel Kant ve
Fransız gökbilimcisi Charles Messier galaksiler fikrini ortaya attılar ve insan
zihnindeki kainat tablosu yıldız aileleri veya kümelerinin teşkil ettiği yeni
bir şekle büründü.

1816’da Joseph Van Fraunhoper mercekler üzerinde uğraşırken
Newton’un yüz yıl önce gerçekleştirdiği ışığı kırarak spektrumunu ortaya çıkarma
işlevini gerçekleştirdi. Daha sonra Van Franuntaver maddeleri ısıtarak
ışıklarını kırdı ve spektrumlarının bu maddelerin adeta parmak izleri gibi
kendine özel olduğunu gördü. Bu ise ışıktan o ışığın kaynağı ile ilgili bilgiler
edinebilmenin yolunu açıyordu. Bu ise bize ışıkları ulaşan yıldızların ve diğer
gök cisimlerinin kimliklerini tayinde önemli bir adımdı. 1842’de ise Christion
Doppler, Doppler etkisi olarak adlandırılan ve ışığı bize ulaşan cisimlerin
spektrumunda kayma olduğunu ifade eden buluşu ile gök cisimlerinin bizden
uzaklaşıyor yada bize cisimlerinin bizden uzaklaşıyor yada bize yaklaşıyor
olduğunu tespitin kapısını açtı ve kainatın büyüklüğü ve sınırları konusunda
tahmin imkânının yolunu açtı. Bu hızla 1920’lerde Hubble galaksilerin haritasını
çıkardı. 1927’ye gelindiğinde Albert Einstein’ın izafiyet teorisi maddeye,
zamana ve mekana farklı bir bakış açısı getiriyor ve Georgesu Lemaitre
Einstein’ın kurumları ile uyumlu bir kainat modelinin ortaya konması arzusu ile
çırpınıyordu. Ayrıca bu dönemlerin önemli bir rüyası da tek ve temel bir kuvvete
bütün kainatın temelini teşkil ettiği şekilde bir model yani “birleşik alan”ın
keşfi idi.

1930’lu yıllar artık bilimin çok önemli bir basamağı oldu. Max
Planck başta olmak üzere bazı fizikçiler 20. yüzyılın ilk yarısında izafiyet
Teorisinden sonra ikinci büyük atılım olan Quantum Teorisini kurdular. Bu teori
atom içi alemin kurallarını ortaya koymakta idi. Bu alemin kuralları, burayı
oluşturan varlıkların teşkil ettiği makro alemin yani görülen alemin kuralları
ile hiç uyumlu değildi. Bu alem belirsizlikler ve kaos alemiydi. Maddenin en
temel yapı taşı aranırken bir yapı taşından öte, yapı ile karşılaşmıştı. Burada
bir taneciğin yerini ve momentumunu aynı anda bilmek mümkün değildi, olaylar
gözlemciye göre şekilleni-yordu, yavaş ve tedrici geçişler değil sıçrayışlar
vardı, tek tanecik aynı anda iki özelliği birden bulundurabiliyor mesela tek
zaman diliminde hem var hem yok olabili-yordu, burası kesinliklerin değil
ihtimallerin alemiydi. Burada yaşanan şok, dünyayı merkeze koyan ancak sonraları
merkezde değil sonsuz bir gezegende varlığı bile belli olmayan bir dünyayı
kainatın yeni mo-delinde gören insanların yaşadığı şoktan hiç de az değildi.
Kainata, olaylara bakış artık tamamen yeni bir şekil almış ve “olur”lar ve
“olmaz”lar ile ilgili hükümler tamamen değişmişti.

Bu dönemin genel seyri bilimin çok güvenilir ve “hakiki mürşit”
olma özelliğinin artık son bulması yönünde idi. Her akla gelen soruda “bu konuda
bilim ne diyor?”un cevabı kesin hüccet kabul edilirken; bilim aslında algıların
sınırlaması ile yapılan bir tarif olmaktan öte bir kimliği olamayacağı anlayışı
daha hakim olmaya başladı. Çünkü karanlık odada el yordamı ile odayı tanımaya
çalışan bilim adamları tam her şeyi tarif edip anladıklarını düşünürken birileri
odanın ışığını yaktığında şaşkına döndüler. Aslında bu olay bir değil, bir çok
kez yaşandı. Çünkü yukarıda sergilemeye çalıştığımız bilimin basamakları
tırmanış seyrinde hep bir önceki basamak bir sonrakine göre karanlık olmuştu. Bu
yüzden bilimin ilerleyişi tedrici bir bilgi artışı olmaktan ziyade sıçrayışlarla
geçti ve sonlarına doğru ortaya çıkan sıçrayışın “zirve” olduğu düşünüldü.

Binyılın sonunda gelinen nokta, 1993 yılında Time Dergisinde
Robert Wright imzalı makalede açıklanmış. “Bilim, Tanrı ve İnsan” isimli makale
“İkibine Doğru” dergisi tarafından “Time’daki Makaleye Göre Bilimin Ulaştığı
Zirve: Tanrı” başlığı ile şöyle özetlenmiş: “Bilimin 20. yüzyılda ulaştığı düzey
ile evrenin ‘bilenemezleri’ arttı. Artık asıl önemli sorun, evrenin yasalarının
‘nasıl’ işlediği değil, evrende yaşamın başlamasına yol açan ilk dürtünün
‘nereden’ geldiği ya da bu dürtüyü ‘kimin’ verdiğidir.

Makalede bilinemezlik aklanıyor. Bilimsel yöntemin içine ‘ilahi
göçler’ enjekte ediliyor, bilimle din arasında köprüler kurulmaya çalışıyor.
Bilinmez-cilik ve metafizik, aforoz edildikleri yerden çıkarılıp bilim
çevrelerinde makbul hale gelmiş gibi sunuluyor, tanrısızlık ise 20. yüzyılın
sonunda bilimsel buluşlara götüren yolda bir engel oluşturuyormuş gibi
tanımlanıyor.”

Time’daki makalenin özet çevirisi şöyle: “Geçtiğimiz ilkbaharda
Amerikalı astrofizikçi George Smoot, araştırma eki-binin bazı yeni bulgularını
duyurduktan sonra bunları Tanrıya adadı. Smoot’un ekibi, evrenin yaratılış anı
olan Big Bang’in (Büyük Patlama) yankıları olarak niteledikleri zayıf fakat
sürekli düzensiz değişmeler kaydetmişti. Smoot basın mensuplarına, ‘eğer
dindarsanız, bu bulgular Tanrıya bakmaya benziyor’ diyordu.

Nobel ödüllü fizikçi Leon Lederman bu kış “Tanrı Taneciği”
başlıklı bir kitap yayınlayacak, Stephen Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi”
başlıklı kitabı, insanoğlunun bir gün ‘gerçekten Tanrının düşüncesini bileceği’
yüce umudu ile bitmektedir.

Kuşkusuz Hawking Tanrı dediğinde, gerçekten tanrıyı kastetmiyor.
Einstein’ın Tanrının evrenle ‘zar atacağına’ ilişkin kuşkularını belirtmesine
benzer bir şekilde Hawking de kişisel bir yaradan söz etmiyordu. Benzer bir
şekilde Tanrı taneciği de tam olarak tüm varlıkların üzerinde şefkatle
ışıldayan, ak sakallı ve cübbeli dev bir fotona karşılık gelmiyor. Bilim
adamlarının teolojik ifadeleri genellikle mecazi anlamdadır.

Fiziğin ortaya çıkardığı merak uyandıran bir gözlem, evrenin
yaşamın varolacağı bir biçimde ayarlanmış olduğu görüntüsüdür. Eğer yerçekimi
kuvveti yukarıya doğru biraz daha itilmiş olsaydı, yıldızlar daha çabuk yok
olacak ve etrafında dolanan gezegenlere de yaşamın evirilmesi için çok küçük bir
zaman kalacaktı. Eğer proton ve nötronların görevli kütleleri bir tüy kütlesi
kadar değiştirilmiş olsaydı, yıl-dız ‘gıdası’ olan hidrojen oluşmayacağından,
belki de hiçbir zaman ‘doğmayacaklardı.’

Geçmişte yaşamın ortaya çıkışının çok fazla şaşırtıcı
bulunmadığı bir dönem vardı. Darwin’in yaşamın türlerinden insanın nasıl
olduğunu açıklamasının yanında, kendisini izleyen büyük adımlarla
karşılaştırıldığında küçük bir adım olarak kalan türlerin nereden geldiği sorusu
ikincil bir önem taşıyordu. Tahminen, eğer basit moleküllerin uzun bir süre
gelişigüzel karışmalarına izin verirseniz, bazı karmaşık moleküller oluşacak ve
daha fazla karıştırılmaları halinde kendini kopyalayabilme özelliğine sahip
kararlı bir molekül olan DNA’ya benzer bir şey ortaya çıkacaktır.

Ancak son zamanlarda çok daha dikkatli analizlerin öngördüğüne
göre, böylesine nazik, etkileyici, canlı bir molekülün gelişigüzel bir şekilde
oluşması bile beklenilebilecek bir olay değildi. Öyleyse bu moleküller nereden
gelmektedir?

Bir kişinin bilimi diğerinin dinidir. İnsanoğlunun evirilmesiyle
ilgili bulgular.

Ve Bennetti’in yaşamın kökeni ‘kendi organizasyonuyla’
açıklaması, insanlığın ileri mükemmelliğe olan inancını biçimlendirmiş olan
yaradılış efsanesiyle çelişmektedir.

Şimdi bu iki açıklamayı modern fiziğin yanına koyalım ve 20.
yüzyılın bilimi tarafından boyanmış olan ve kimilerinin gördüğü büyük resme
bakalım; Yaşam için, mekânlar yaratmak için yönlendirilmiş tüm bir evren; bu
mekanların bazılarında, küçük canlı türlerin varolmasına yol açacak şekilde
yönlendirilen, hala tümüyle bilinmeyen, ancak güvenilmezliği gün geçtikçe artan
bir fiziksel yasa yeterli zaman veril-diğinde bu türleri düşünen, merak eden
varlıklara dönüştürecek biçimde yönlendirilmiş bir evrimsel süreç. Ansızın,
evren nere-deyse tümüyle, burada nasıl olup da bulunduklarına dair makaleler
okuyan yaratıklar ortaya çıkacak şekilde tasarlanmıştır. Kimileri çok küçük bir
çabayla ‘Tanrının elini’ görebileceklerini söylüyorlar.

Bu tür yaklaşımlar, bilim çevrelerinde uzun süreden beri kötü
bir ünü olan ve hala tümüyle kaybolmayan bir leke olarak duran, metafizik
kavramına yeni bir meşruiyet getirdi. Bilimsel araştırmanın (sorgulamanın)
göremediği, algılayabildiğimiz dünyanın ötesinde de bir takım kurallar olduğu
düşüncesi, çok daha romantik bir çağın antika hatırası olarak kabul
edilmekteydi. Ancak deneysel buluşların ötesinde hiçbir gizin görülmediği,
bilimin atılgan (küstah) gençliği sona ermektedir.

Metafiziğe saygı, bir çok dine temel oluşturan düşünceye
‘bilinmez olana’ saygıdan gelmektedir. İlahi amaç hakkındaki yargısını saklı
tutan agnostisizm (bilinmezlik) her zamankinden daha savunulabilirdir. Ancak
kesin bir yükselen ateizm (tanrı tanımazlık) çok daha güvenilmez duruma
gelmektedir. Eğer perdenin ötesini göremeyeceğimizi kabul edersiniz, orada
hiçbir şey bulunmadığından nasıl emin olabilirsiniz?”5

Evet, genel anlamda bilim bin yılın sonuna gelindiğinde, her
alanda büyük gelişmeler yaşamış olmanın sarhoşluk veren heyecanını yaşıyordu.
Dioscorides, Pliny ve Galen gibi tıp tarihinin 1500 yılını boş yere geçirdikleri
için “üç kahraman” adını alan tıpçılardan organ naklini gerçekleştirenlere;
Freud’un psikanaliz bakışının Adler, Jung Erich Fromm ile günümüze uzantısına
kadar tıptaki gelişmeleri, ile bilim iki bin yıl boyunca çok kalıp değiştirdi.
Bir önceki bakışın sundukları bir sonraki adımda çok farklı bir görünüm kazandı.
Önümüzdeki yüzyılda ise bilim kendini inkâr noktasına doğru gidiyor. 19 Yüzyılın
mağrur, bazen şımarık ve insanlığın tek dayanağı olma ko-numu 20. yüzyılda
önemli ölçüde sarsıldı.

Time dergisinin de ifade ettiği gibi metafiziğe hurafe, dogma
gibi adlar yakıştırılarak göz ardı edilen gerçekler ve laboratuarda
incelemeksizin, ölçüp biçmeden, elle tutup gözle görmeden kabul etmeme tavrı
temelden sarsıldı. Yeni bin yılda ise tamamen yıkıma uğrayacağa ben-zer. “Ecnebi
feylesof”u temsil eden kolun yanında “Müslüman alim” kolunda da “bilim” adlı
fiiller gerçekleştirildi. “Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerîmle
varlık, aynı kaynaklı fakat farklı tecellilerin eserleridirler. Kaynağı ilim ve
vücud sıfatları kudret ve iradenin plânlayıp inşa ettiği kâinat, yine bu sonsuz
iradenin kelâm sıfatından gelen; beyanıyla beşerin idrak seviyesine göre
seslendirilmiş, yorumlanmış, mücerret akıl ve muhakeme ile kavranamayan
noktaları da tefsir edilmiştir. Aynı kaynaktan gelen bu her iki kitabı, böyle
tevhidi bir mülahaza, tabiat bilimlerini; insan, insanın hedefini, yaratılış
gayesini ve onun Allah’a münasebetini de beraber götürmesi mümkündür, hatta
tabiidir. İşte, böyle bir beraberliğe muvaffak olmuş yeryüzünde bir din varsa o
da İslâm dinidir. Zira İslâm’ın bilim telakkisinin en önemli özelliği, ilk
referans kaynağı Kur’an olmak üzere, onun müşahede, tecrübe ve pratiğe fevkalade
ihtimam göstermesinde aranmalıdır. Kur’an ve Sünnet’in ruhundaki bu espriyi iyi
kavrayan Müslüman ilim adamları, tıptan kimyaya, biyolojiden antropolojiye,
matematikten astronomiye pek çok ilim dalında değişik teknolojiler geliştirerek
daha sonraki modern çağlara ışık tutmuşlardır ki, Haydar Bammat’tan Hüseyin
Nasr’a, Weber’den Kuhn’a bir çok müellif, düşünür ve bilim adamı bu konuyla
alakalı örnekler ihtiva eden, dünya kadar eser vermişlerdir. Evet İslamiyet’in
daha ilk asırlardan itibaren, Müslüman ilim adamları kendi dönemleri itibariyle,
öylesine entelektüel seviyede bir ilim anlayışı ortaya koymuşlardır ki, İslâm
tarihi boyunca, birkaç avam halk telâkkisinin dışında, Müslüman ilim adamları
arasında hiçbir zaman ilim-din ikilemi gibi bir husus yaşanmamıştır. Böyle bir
ikilem yaşanması bir yana, ikinci asırdan beşinci asrın başına kadar Müslüman
düşünür ve bilim adamları, her gün ayrı bir kariye platformunda entelektüel
seviyelerini yükselterek dünya kadar nazari bilgi üretmiş ve bir o kadar bilgiyi
de pratiğe dönüştürerek arkadan gelen nesillere çok zengin bir miras
bırakmışlardır.”6

“Ecnebi feylesof” yolunun temsilcilerinin yaşadığı serüveni
özetleyen ile uğraşmak ve anlamı geri plana itmek şeklinde bir gayret olduğundan
insanlığın refahı açısından neticesiz kalmıştır. Ayrıca, duyu organlarının ve
algılarının sınırlılığına kendini mahkum etmiştir. Bu anlamda bi-limin din ile
aynı noktaya gelebilmesi zaten mümkün değildi. Çünkü dinin en temel kavramı ve
merkezi olan Allah laboratuarda incelenebilir ve duyu organları ile
algıla-nabilir bir varlık değildi. Gelişim süreci içerisinde algılanabilirlik
şartından uzaklaşmak zorunda kalan bilim dine de yakınlaşmaktaydı. Burada
yaşanan olay bakış açısının genişlemesi ile eşyanın gerçek mahiyetinin
anlaşılması ve daha önce kesin olan kanaatlerin yıkılmasıyla. Yani “ecnebi
feylesof” kitabın harflerini tarif etmekte bile yeterli değildi. Çünkü kitabı
sayfanın gördüğü kısmından veya gördüğü sayfadan ibaret zannetti. Ancak sayfalar
çevrildikçe bu anlayış çok farklılaştı. Texas Üniversitesi beşeri ilimler
profesörü Frederic Turner, kainat dev bir piramit gibi; piramit’in en altında
matematik var, onun bir üstünde fizik yer alıyor, böylece en üste doğru çıktıkça
sanat ve felsefe geliyor ve onların da üstünde din yer alıyor” diyor. Biyoloji
ve fizik arasında ayırım yapmayan bir ilim anlayışı öngörüyordu. “Bu
başarıldığında ilim Rönesans’tan sonraki en büyük devrimi yaşayarak, ilahî tabii
ayrımı sona erecektir.” Bugün dahi, Jim Brooks gibi ‘İlim, yaratılışımızı
incelemekle Allah’ı tanımamıza imkân verir’ diyen ilim adamları ol-duğuna göre o
gün çok da uzak değildir. John A. Wheeler’in, ‘Yine de daha yolun
baş-langıcındayız. Bir gün gelecek…’ diye baş-ladığı sözü, Robert Jastrow
şöyle tanımlıyor:

“… Aklın gücüne inanarak yaşamış bir ilim adamı için, serüven
beklenmedik şe-kilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır, en yüce
zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve asırlardır
orada oturan bir grup ilahiyatçı onu ‘Hoş geldin’ diye karşılar.”7

Geçtiğimiz yüzyılın gelişmeleri incelendiğinde, iki bin yıllık
tırmanışın sonunda, hala ayağı kayıp düşmek üzere olan ilim adamının zirveye
yolculuğunda, yukarıda bekleyen ilahiyatçılardan eller uzanır. Bunlardan biri
Bediüzzaman ile temsil edilen, bilimle dinin buluşmasında veya ayrı
olamayacağında ve bu noktadaki dar kalıplarından kurtulma gayretlerinde bir
şahs-ı manevî olan Risale-i Nur’un bilime uzanan eli oldu. “Aklın nuru”nu ve
“vicdanın ziyası”nı uyum içinde birleştirme ve taassubu önleme gayreti; “aklın
nuru”nu “akıl feneri”ne, dostluğu vahşete, aydınlığı zulmete dönüştüren
yaklaşımın sendeleme-lerinde tutunacak dal oldu. Bu, bilimin insa-noğlunun
günlük hayatındaki yeri açısından, çok ciddi problemlerin çözüm noktası idi. Bu
anlamda, bilimin iki bin yıldır yaşadığı serüvenin sonları, Risale-i Nur’ un
öneminin de arttığı dönemlerdir. Önümüz-deki yüzyılın, bilimin zirveye doğru
çe-kildiği ve teşekkür için Risale-i Nur elinin öpüldüğü bir dönem olacağına
dair çok kuvvetli emareler ortaya çıkmıştır.

Dipnotlar

1. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 12. Söz.

2. FILKIN, David, Stephen Hawking’in Evreni, Kâinatın
Sırları, Aksoy Yayıncılık.

3. A.g.e.

4. A.g.e.

5. İKİBİN’E doğru, 10 ocak 1993, Sayı:2

6. Prof. Dr. İrfan Yılmaz, Doç. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu,
Selim Aydın, Fuat Bezer, Nevzat Baykan, İhsan İnal; Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim
ve Din.

7. KÖPRÜ, Ocak 1988, Sayı 118.