1. İnsan ve Zaman

Yeni yüzyıl, daha güneşi doğmadan dünya ehlini etkilemeye
başladı. Asrın ilk ışıklarıyla insanlar bütün dert ve elemlerinden kurtulup
yeniden doğacaklarmış gibi bir yanılsama hükmediyor. Aslında bu durum, insanın
zamana karşı taşıdığı mânidâr hassasiyetin tezahürüdür. Evet insan zamana karşı
hassastır, çünkü zaman denilen nehr-i azimde mânidâr bir yolculuğa hüküm
giymiştir. Bu yolculukta, değil asırlar, yıllar hatta günler, saatler bile
önemlidir. Zira zaman, geçen her ânıyla dünyayı zeval dalgalarının üzerine
atmaktadır.1 Başka bir de-yişle; Rabbanî bir emirle seyyar olan
kâinattaki mahlûkat, izn-i İlahî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i
gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor, sonra âlem-i
gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden
gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.2

Bu büyük akışta zevalin müthiş darbelerine maruz kalan biçare
insan, zeval perdesi arkasında tebessüm eden Bâki-yi Hakiki’nin mücerret
güzelliğini göremezse gaflete düşüyor. Yani âlemi sabit ve kendini lâyemut
(ölümsüz) farz ederek nefes almaya çalışıyor. Derinleşmiş biçimine yeni bin yıl
gafleti diyebileceğimiz yeni yüz yıl sarhoşluğu da, işte insandaki bu tevehhüm-ü
ebediyet marazına işaret ediyor. Gafletin derecesi nispetinde, bu sarhoşluğun
derecesi artıyor. Halbuki, zamanla zeval her şeyi kuşatıyor ve maziye taşıyor.
Değil bir yıl, bin yıl da geçse ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor.
Gelenler gidiyor, gidenlerse gelmiyor. Yeni bir yıla veya yüzyıla girerken,
aslında insanın ve dünyanın ömrü kısalıyor. Bu arada hayata ve ölüme dair
sorular, her an herkes için yenileniyor ve cevap bekliyor.

Yazının asıl konusu olmamakla birlikte, yeni yüz ve bin yıla
mütevazı bir hoşâmedi yapmak için bu girizgâhta bulunduk. Asıl niyetimiz, insanı
yaralayan bin yıla dönüp yeniden bakmak ve bu sayede “zaman ipine, şeridine
asılan”3 ibret levhalarından bazılarını yeniden okumaktır. Çünkü, son
birkaç asırdır olan biteni bir yönüyle hatırlayarak istikbale bakmanın faydalı
olacağına inanıyoruz.

On Üçüncü Mektubun son kısmında, insanın zamandaki yolculuğuna
dair veciz bir tahlil yer alır. Bu tahlilde Bediüzzaman şöyle der: “Hayat-ı
beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’an’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir
bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka
gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar
çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o
ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi
sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne
bulaştırıyor; düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı
anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu
göremiyorlar. (…) İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan
sefihane hayat-ı içtimai-ye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden
mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat
çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır.”4

Bu veciz tahlil, Kastamonu Lâhikası’ndaki bir “manevî muhavere”
ile beraber okununca dikkat çekici bir durum ortaya çıkar. Ayetü’l- Kübra’nın
sonuna da dercedilen bu muhavereden öğrendiğimize göre; “Risale-i Nur, yalnız
bir cüz’î tahri-batı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı
ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı
tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmı-yor,
belki bin seneden beri tedarik ve te-raküm edilen müfsid âletler ile dehşetli
rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin
istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile
bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını
Kur’an’ın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.”5

İnsanlığın ortak kalb, akıl ve vicdanı, yani insanlığın bizatihi
kendisi bin yıldır yaralanmaktadır ve bu yaralarla bin yıllık bir tedenniyi
yaşamaktadır. Yani kafile-i beşerin, ekseriyetle içine düştüğü bataklığa nasıl
düştüğünü anlamak için bin yılın tarihine birden bakmak gerekiyor. Yalnız,
burada “kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemeyen nazarların”6
göremeyecekleri kadar derinlere işleyen bir yaralanma söz konusudur ve bu ancak
Kur’an’ın nuruyla görülebilmektedir.7

Bin yıllık yaralanmanın ve düşüşün modern müsebbibi arandığında,
karşımıza “terakki fikri” çıkmaktadır.8 İtirazları önlemek için
Beşinci Nota’dan mülhem, terakki ikidir diyerek “Vahiy ve ilhamın talimiyle
meydana gelen müspet terakkiden değil, sağ elinde sakim ve dalâletli bir
felsefeyi ve sol elinde sefih ve muzır bir medeniyeti tutan te-rakki fikrinden”
bahsettiğimizi söyleyebiliriz.

Beşerin manevî düşüşünde trajik bir rol oynayan terakki fikri,
pozitivistlerin akıl-dânelerinin eseridir ve yayılmacı bir ideolojidir. Öyle ki,
son birkaç asrın efkar-ı umumiyesi üzerinde tam bir istibdat kurmuştur. Önce
Batı Avrupa’da üstünlük kurarak, “çağdaş eğitim” yoluyla bütün dünyaya
yayılmıştır. Artık neredeyse a priori (kendiliğinden, tartışılmadan) kabul gören
bu fikre muhalefet, bir düşünce suçu yahut en azından düşünce özrü
sayılmaktadır. Bu fikre karşı çıkanlar, medenî engizisyon yöntemi kullanılarak
çağ-dışı gibi sıfatlarla aşağılanmaktadır. Bu mağrur düşünce biçiminin son
tahlilde iki temele dayandığı görülür: Gözleme dayalı bilim ve bu bilimi esas
alan hümanist felsefe.9 Bu iki esasın ortak neticesi ise yukarıda
ifade edilen sefih ve muzır bir medeniyettir.10

Beşerin ortak deha, nefis ve enaniyetinden beslenen terakki
fikrinin sefih ve muzır medeniyetin dışında beşere iki zehirli armağanı daha
vardır. Enfüsî âlemde ene, âfâkî âlemde tabiat “tağutlaşarak” beşerin başına ve
kalbine musallat olmuştur.11

Beşerin bin yıllık trajik düşüşü yeterince şaşırtıcıdır ve
maksadımız bu hayretengiz düşüşün sebepleri üzerine yazılı düşünmeyi denemektir.
Yani, haddimizi aşarak, mo-dern bilim ve onun felsefesini anlatmaya
kalkışmayacağız. Sadece, hakikatin birden çok pencereden görülebileceği
gerçeğini unutmadan, terakki fikrinin en önemli dayanağı olan modern bilimi
intac eden ve aşırı mağrurlaştıran düşünce değişimine işaret etmeye çalışacağız,

2. Modern Bilimin Kısa Tarihi

Bilimin kutsandığı, bilim adamlarının yüceltildiği, Ortaçağın
engizisyon mantığını andıran bir yaklaşımla, bilim-perestliğin telkin edildiği
bir zamanda yaşıyoruz. Günümüzde modern bilimin her şeyi açıklayabilecek mutlak,
mükemmel ve tek bilgi yolu olduğuna “inanan” epeyce insan var ve ekseriyet bu
inancını, Batılı insanın sahih bilgi sahibi yegane mahlûk olduğu noktasına kadar
taşıyor.12

Öyle bir propaganda ile karşı karşıyayız ki, insanın, modern
bilim icat edilmeden önce herkes bilme-özürlü müydü diyesi geliyor. Bilimsel
yöntem, bilimsel tavır, bi-limsel bilgi methiyeleri her vesileyle
işitilebiliyor. İnsana sanki bilim tarafından kuşatılmışlık hissi veren bu
yaklaşım elbette “sıradan faniler”den kaynaklanmı-yor. Sıradan insanlar, bilim
hakkındaki bilgilerini bilim adamlarından alıyorlar. Bilim adamları, kerameti
kendinden menkul denilebilecek biçimde bilimi yüceltirken, bunun bir soyutlama
olduğunu herkesten iyi bilmektedirler.13 Yani aslında yüceltilen
kendileridir ve hem “marifetin iltifata tabi olması” hem de insanın iltifattan
hoşlanması sırrınca bu yüceltme bilim adamlarının manevi gıdası olmaktadır.

Bilimin bu kendini beğenmişliği ve kendisi dışındaki bütün
kavrama ve açıklama biçimlerini yok sayması, ancak modern bi-limin kısa tarihi
okununca anlaşılabiliyor. Bunun için de, 16. yüzyıldan itibaren batıda yaşanan
büyük maddî ve manevî inkılâba dikkat etmek gerekiyor. Bu inkılâp yeni bir çığır
açarak, modern bilim ve felsefenin hakimiyetini ifade eden “aydınlanma” devrini
başlatmıştır.

Batıda ortaçağa kadar, vahiy hakikatinin tahrif edilmesiyle
ortaya çıkan akıl harici bir insan ve kâinat tasavvuru hakim olmuştur.
Aydınlanmacılar, işte bu tahrif edilmiş vahiy hakikatinin doğrusunu aramak
yerine, bilim ve felsefeyi seküler, arzî ve lâdinî bir faaliyete dönüştürerek
mutlak aklın egemenlik alanı haline getirmeye çalış-mışlardır. Başka bir deyişle
bu devirde akıl, nakli doğru okumanın aracı olmaktan çıkarılmış ve kendisi
bilginin tek kaynağı kabul edilir olmuştur.14 Bilimsel keşiflerin
tekniğe uygulanmasıyla ortaya çıkan teknolojik devrim, hem rasyonalizmi yani
aklı tek bilgi kaynağı saymayı hem de bilimi giderek bir efsane haline
getirmiştir.15 On dokuzuncu asra gelindiğinde, artık bu anlayışın bir
“beşerî din” gibi savunulduğunu görüyoruz. Batı bilim ve teknolojisinin geçen
yüzyılda geldiği nokta, bütün insanlığın ortak hedefi olarak telkin edilmekte ve
bilim böylece tarihî ilerlemenin muharriki olarak da efsaneliğini
sürdürmektedir. Aydınlanmacılara göre modern bilim mutluluk demektir ve artık
maddi ilerleme ile manevi terakki aynı şeylerdir.16

İnsan aklına tanınan bu üstünlük, görselliğe indirgenen bir
bakışı doğurmuş, insanın nazarı zahiriliğin tuzağına düşmüştür. Tabir-i diğerle,
aydınlanmacıların eliyle akıl göze indirilmiş ve göze kara bir zahir-perestlik
hakim olmuştur. Shayegan’ın dediği gibi, “Eski insanların kökensel ontolojisiyle
yeni zamanların modernliğini kuran ontoloji arasında büyük bir fark belirmiş ve
insanın nazarı yukarıdan aşağıya kaydırılmıştır.”17

Aydınlanmada yaşanan hadise, T. Kuhn’un paradigma değişimi
dediği şeydir. Kuhn’a bakılırsa; bir bilim adamının kullandığı kavram sistemi,
onun yetiştiği kültürün bir yansımasıdır. Buna göre, bir bilim araştırma grubu
ile bu grubun içinde bulunduğu kültürel ve entelektüel çevre arasında karmaşık
bir ilişki vardır. Bu anlamda bilim kültürel bir fenomendir.18 Kuhn;
bir bilim cemaatinden bahsederek, bu cemaatin ortak tekniklerini, değer ve
inançlarını, standartlar kümesini, modeller sistemini ve yöntem biçimini, yani
bunların hepsini paradigma kavramı altında toplamaktadır. Bu tanıma göre
paradigma kısaca, bilim adamları ve düşünürlerden oluşan özel cemaatin
benimsediği ortak dünya görüşüdür. Bilimsel keşiflerle bu görüş değiştiğinde,
bilim adamları için dünya da değişir ve eşya farklı bir şekilde görülmeye
başlar. Yeni bakışla adeta eşyanın sureti ve anlamı da değişmektedir. Paradigma
değişimiyle birlikte, insan eşya karşısında farklı tepkiler de vermeye
başlamaktadır.19 Bundan dolayı her paradigma değişimi her alanda
toptan bir değişimi beraberinde getirmektedir.20

Ortaçağdaki paradigma değişiminin ilk zamanlarında, sosyal
hayatta garip yansımalara rastlanmaktadır. “Journal des Savants o günlerin
çılgınlığını şöyle anlatıyor: Matematikçilerin kadın kalblerinin en gizli
köşelerine kadar nüfuz etmeyi ve Mercure Galant vasıtasıyla matematik kadar
sağlam ve ciddi bir ilmin terimlerini kadınlar meclisinde geçerli kılmayı
başarmalarından bu yana çapkınlık sanatı çökmektedir; artık problemlerden,
derivasyonlardan, dik açılardan, geniş açılardan, paralel kenarlardan vs. başka
bir şeyden bahsedilmiyor. Söylendiğine göre geçenlerde bu çeşit bilgilerle
kafaları iyice dönen iki Parisli hanımdan biri Mercure Galant’da sık sık
bahsedilen teleskopları yapmayı bilmeyen biri ile katiyen evlenmeyeceğini
bildirmiş; öbürü de kendisine verilen süre içinde daireyi dörtgene çevirme
konusunda hiçbir yeni fikir getiremediği için mükemmel bir damat adayını
reddetmiştir. (4 Mart 1686).”

Aydınlanma devrinde yaşanan değişimin ciddi hadiselerinden biri,
on altıncı asırdan itibaren kilise ile bilim cemaati arasında başlattığı büyük
çatışmadır. “Kilisenin bilgiye ve bilime karşı teşkilatlı karşı duruşu, bilim
adamlarından teşkilatlı bir kiliseye karşı duruş doğurmuştur. Nitekim 18.
yüzyılda Ansiklopedistler, ekip halinde bilim savunuculuğu yaftası altında
Hıristiyanlık düşmanlığı yapmışlardır.”21 Fikirlerle algılar ya da
daha dar anlamda kavramlarla algılar arasında ne gibi bir ilişki olduğunu
düşünen22 ve ortaya koymaya çalışan bilim filozoflarının da
katkılarıyla tartışmanın boyutları büyü-müştür. Çatışmanın taraflarından bilim
cemaati (bilim adamları ve bilim filozofları), bilimi bir zamanların Roma
kili-sesinin Hıristiyanlığı savunduğu tarzda savunmaktadır.23 Nasıl
ki ortaçağda kilise, “kilisenin doktrini doğrudur, başka her şey putperest
saçmalığıdır” diyorsa, bilimciler de maddî olmayan ve kendilerinin keşfedemediği
her şeyi ademe mahkum etmektedirler. Yani akılcı bilimciler de “en çok nefret
ettikleri dindar hasımlarının en müstebitleri kadar diktatör bir zihniyet
taşıyorlardı. Niçin bunca yahudinin, müslümanın veya hıristiyanın asırlar
boyunca hep ibadet edip durduklarını hiç düşünmediler. Bu insanların kalplerinde
hiçbir şeyin söndüremeyeceği bir iman ateşinin bulunup bulunmadığını hiç
araştırmadılar, meseleyi basitleştirdiler, batıl itikad ve peşin hüküm gibi
laflar edince artık son sözü söylediklerini sandılar.”24

Kısaca işaret edilen bu paradigma değişiminin sonuçları ve
boyutları korkutucu olmuştur. Eski bir yabancı atasözünde denildiği gibi insan
yine “karmaşayla başlamış, daha büyük bir karmaşayla bitirmiştir.”25
Her paradigma sorulacak soru ve alınacak cevapları kendi sistemi içinde önceden
belirler. Sözgelimi yeni paradigma eski bir soruyu önemsizleştirebilir ve hatta
akıldışı bulabilir.26 Rasyonalizm ve pozitivizm de böyle yaptığı
halde, onların ortadan kaldıramadığı “eski sorular” varlığını sürdürmektedir.
Bunlar, Tolstoy’un “sorular beklemezler, insan cevap bulamazsa yaşayamaz”27
dediği türden sorulardır.

Tolstoy, bir edebiyatçı duyarlığıyla bu cevap bekleyen sorulara
cevap arayışını şöyle hikaye eder: “Hayatın anlamı olmadığını düpedüz anlamış
olsam, bunun benim kaderim olduğunu bilebilirdim. Fakat bununla
rahatlayamıyordum. Bildiğine göre çıkışı olmayan bir ormanda yaşayan bir insan
gibi olsaydım yaşayabilirdim. Ama ben ormanda yolunu kaybetmiş ve kaybolduğu
için de telaşa düşmüş ve yeniden doğru yola çıkmak için elinden gelen bütün
gayreti sarf eden biri gibiydim. Bu insan attığı her adımın, kendini,
karışıklığın daha da bir içine götürdüğünü bilmektedir. Ama yine de çabalarını
sürdürmeyi kesememektedir. Korkunç olan şey buydu işte. Kendimi bu korkudan
kurtarmak için intihar etmek istedim.”28 En ihtişamlı olguların,
kavram ve terimlerin unutturamadığı ve Tolstoy’u elli yaşında intihara
sürükleyen, en aptal çocuktan en bilge ihtiyara kadar her insanın ruhunda
varolan en basit soru şuydu: İnsan nedir? Nereden ve niçin gelip nereye
gitmektedir? Hayatta, kaçınılmaz olan ölümle yok olmayacak bir anlam var mıdır
ve varsa nedir?29

Bilimler insanın bu basit sorusunu duymazdan geliyor, felsefe
ise zaten kendisi bu soruları soruyor hepsi birden diyorlar ki: “Sen nesin ve
niçin yaşıyorsun sorularına bizim cevabımız yoktur. Biz bununla ilgilenmeyiz.
Ama ışığın, kimyasal bileşimlerin yasalarını; cisimlerin, onların biçimlerinin
kanunlarını, sayılarla kütleler arasındaki ilişkileri ve kendi zekanın
kanunlarını bilmek istiyorsan, bütün bunlar açık seçik, (bunlara) kesin ve
şüpheli yanı olmayan cevaplarımız vardır.”30 Peki, bunun manası
nedir? Akıl yoluyla elde edilen bilgi, ha-yatın anlamını vermediği gibi, hayatı
dışlamaktadır. Tolstoy’un insanî arayışını izle-meye devam edersek, şaşırtıcı
gerçeklere ulaştığını görmekteyiz. “Cevabı tecrübi bi-limlerde aradığımda ne
yapmıştım? Ne için yaşamakta olduğumu bilmek istemiş ve bu amaç için benim
dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Besbelli pek çok şey öğrenebilmiştim, ama
asıl ihtiyaç duyduğumu hiç bulamamıştım. Cevabı felsefi bilimlerde aradığımda ne
yapmıştım? Benimle aynı durumda olan, ne için yaşıyorum sorusuna cevap bulamayan
yaratıkların düşüncesini araştırmıştım. Belli tabii kendimin de bildiği şeyden
başkasını öğre-nemedim, yani insanın, hiçbir şey bilemeyeceğini.”31

İnsan, aydınlanma devrinde aklıyla çıktığı bilim serüveninde
niceliğe yani kesrete yenilmiştir. Bu çağın neredeyse en temel ve öncelikli
özelliği “niceliğin egemenliği” olmuştur.32 Zira; bilimsel görüş
açısı, her şeyden önce akla ne geliyorsa niceliğe indirgediğini ve niceliğe
indirgenemeyen hiçbir şeyi hesaba katmayacağını ve hatta ona mevcut değilmiş
gibi bakacağını iddia etmekle belirginleşmektedir. Günümüz insanları içinde,
“sayılamayan” şeylerin sırf bu yüzden bilimsel değerden yoksun olduğunu
düşünecek ve bunu söyleyecek kadar ileri gidenlere rastlanmaktadır.33

Devrin sonunda, Alman filozoflarının “dünyanın büyübozumu (die
Ent-zauberung)” dedikleri şekilde artık arz, sema ve içindekiler bilimin
etkisindeki insanlar için esrarını kaybetmiştir. Keşfedildiği sanılan âlem,
giderek meçhule karışmıştır. İnsan aklı ortaçağdan çıkarken insan ruhu yeni bir
ortaçağa girmiş, insan ruhundaki bu parçalanma, insanı “büyük bunalım çağına”
sürüklemiştir. Modern bilim ve felsefenin, yirminci asrın çağdaş insanına
armağanı, “buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikeli bir
yoldur.”34

Modern bilim ve felsefenin etkisindeki batılılar için imanın
yerini büyük ölçüde agnostisizm almıştır.35 Yani artık; ulûm evhama
tahavvül etmiş, hikmetler illet ve belalara dönüşmüş, hayat azab, akıl ikab
olmuş, insan bir büyük huzursuzluk ve düş kırıklığı ile sarılmıştır.36
Bu hal, Abdulhak Hâmid’in Makber’de,

“Bir şair-i â’zamı bu hicran
Etmiş bilirim bu yolda nâlân
‘Ben akıldan isterim delâlet
Aklım bana gösterir dalâlet’
Her şey bana geliyor Fuzuli
En sondaki ilmimiz cehalet.”

dediği haldir.

Bilim serüveninin sonuçları vahimdir. “Bilimin getirdiği
yanıtlar büyük sorunların yeniden dirilmesine yol açmıştır. Evren artık
sorundur, gerçek artık sorundur, yaşam artık sorundur, insan artık sorundur.
Bilimsel bilginin kendisi bile sorundur.”37 Artık başta batılılar
olarak modern insanların çoğu, müslüman bir batılı müzisyenin, Yusuf İslam’ın
işaret ettiği noktadadır: “They are looking for everything but the truth.”38

3. Mânâ-yı İsmîden Mânâ-yı Harfîye

Aydınlanmanın agnostisizmi, sevindiricidir ki yine batıda,
hatadan dönme çağrısı yapan bir fikrî cereyanı doğurmuştur. Bu cereyan, yeni bir
paradigma arayışındadır. Yeni paradigmanın anlamı, “gerçekliğin yeni bir
tasarımı (vision), düşünme, algılama ve değerlerde kökten bir değişimdir.
Gerçekliğin mekanistik kavranışından bütüncül kavranışına doğru yönelen bu
değişim hemen bütün alanlarda görülebilir”39 Bu paradigma değişimi
öyle zarurîdir ki Nasr’ın dediği gibi “insanlar pozitivizm ve bilimciliğin
babaları tarafından kendilerine zorla giydirilen deli gömleğini benimseyerek
gerçekliğin pozitivistik kavranışıyla daha uzun müddet tatmin olamazlar.”40

Bu kökten değişim için biraz cesaret gerekiyor, çünkü bilimin ve
bilim adamının tarafsızlığı iddiası bir çok insanı çekingen kılıyor. Öyleyse en
başta bu iddianın doğruluğu sorgulanmalıdır. Bilimin ve bilim adamının
üstünlüğünü pekiştirmek için telkin edilen bu iddianın temeli şudur: “Hakikat
(doğruluk) bir zihni değer olduğuna göre bilim bizatihi tarafsızdır.” Oysa bu
iddia üstünkörü kabul edilebilecek bir doğruluk taşımaz. Her şeyden önce
hatırlanmalı ki bilim bir insan çabasıdır ve bilim adamı bir insandır.
Dolayısıyla evvela bilim; bilimsel araştırmanın neye yöneleceğini belirleyen
para kaynağından—ki çoğu zaman doğrudan bilimle ilgisi olmayan
çevrelerdir—soyutlanamaz. Yani bu çevrelerin dünya görüşünün etkisi altında
bilimsel faaliyetler yönlenmektedir. İkincisi, bilim adamları eski deyimle
ibnü’z-zaman yani zamanın çocuklarıdır. Yetiştikleri kültür ortamından ve
yaşadıkları çağın dünya görüşleri ve ideolojilerinden mücerret düşünülemezler.41
Kısacası hem bilimsel faaliyetler hem de bilim adamları; zamanın, kültürün ve
ideolojilerin etkisinden tamamen arındırılmış “steril ortamların” ürünü
olmadıklarından tarafsız, dokunulmaz ve insan-üstü değildirler.

Bu gerçeği hatırda tutarak bilimin, üze-rine yeniden inşa
edileceği bir ahlak öğretisine ulaşmak kolaylaşacaktır. Bu öğretinin esaslarını
ortaya koymak, hem bizi hem de bu yazının boyutlarını aşacağından, sadece
konunun aydınlatılmasına yarayacak bazı ipuçlarına işaret etmek istiyoruz.

Evvelâ, ilim faaliyetinde her şeyden önce insan, Bakara
sûresinin otuz ikinci ayet-i kerimesinden mülhem, “kendisine öğretilenden başka
ilmi olmadığına”42 iman etmeli ve İncil’de de geçen “Dileyin, size
verilecektir, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır”43
sırrını kavramalıdır. Çünkü aslında ilim (bilim de denilebilir); insanın zihin
gücünün, iktidarının bir parçası, yani onun mevhum rubûbiyetinin bir sonucu
olmayıp tam tersine insanın cehd gösterip zihnen zayıf kaldığı, yani ubûdiyetini
kavradığı bir anda ona ihsan ve lütfedilmiş bir zenginliktir.44 İnsan
daima “gerçeği buldum” değil, “bir gerçeği buldum” demelidir.45 Bu
tavır ilmin gayesiyle ilgilidir. “İlmin gayesi gerçeğin anlaşılır kılınmasıdır.
Gerçek muhteliftir ve sayısız görüş açılarından kavranabilir, ilimlerin çokluğu
buradan kaynaklanır.”46 Kadim hikmetin, “Görüşümüz, yanlışa ihtimali
olan doğrudur. Başkasının görüşü doğruya ihtimali olan yanlıştır” bilgeliğine ve
tevazuuna dönülmelidir.

Sâniyen, yeni bilimin inşası için insana, modern bilim ve
felsefe tarafından akıl lehine elinden alınan kalb gözünün iade edilmesi
zarurîdir. Tek akıl gözüyle, yani deha-yı a’verle,47 bir dünya ile
bir hayatı gören insan madde-perest ve dünya-perver olmakta, ölüme ve ölümden
sonrasına, yani hayatın anlamına karşı “körleşerek” kendi huzurunu
kaçırmaktadır. Zaten bu tek gözlülüktür ki, insanın bakışını daraltmış ve onu
görselliğin (zahirîliğin) tuzağına düşürmüştür. Bu haliyle insan hüsn-ü mücerred
ve münezzehi tanıyamaz ve kavrayamaz olmuştur. Sonuç, nazarın hakikatten kopması
ve kesrette boğulmasıdır.

Lemeât’taki bir teşbihte, akıl gözün beyaz tabakasına, kalb de
onun içindeki siyah gözbebeğine benzetilir.48 Bu teşbih-teki
tabirlerle söylersek, süveyda-yı kalbi fikret-i beyzadaki yerine iade etmek
zarureti vardır, çünkü akıl kalb olmadan göremez ve “kanlı yarayı kırmızı gülden
temyiz edemeyecek” biçimde körleşir. Ö-zetle söylersek, ilmî faaliyette insan,
kendini tanımış, aklı başında ve kalbi yerinde olmalıdır.49

Sâlisen, insan kâinatı bir resim gibi veya bir madde yığını
olarak görmek yerine, doğru bir nazarla, yani mânâ-yı harfîyle bakmalı ve onu
mânidâr bir kitap bilerek okumaya çalışmalıdır. Çünkü kâinat, Hoca Tahsin’in
dediği gibidir:

“Kitâb-ı âlemin evrâkıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sutûr-u kâinat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud,
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfûz-u tabiatta
Mücessem lafz-ı mânidârdır âlemde her mevcud.”50

İnsanın kurtuluşu, niyet ve nazarını değiştirmesine bağlıdır.
Bakışın aşağıdan yukarıya yönelmesi yahut mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfîye
dönüşmesiyle51 birlikte kâinatın sırları da açılacaktır. İnsan, ancak
bu sayede fıtratının gereği olan ilim ve dua vazifesini52 hakkıyla
yapabilecektir.

4. Sözler’in Sırlı Tenviri

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız biçimde gelişen fen ve
felsefenin ortaya çıkardığı medeniyet, küre-i arzı bir köy şekline sokarak
gaflet perdesini çok kalınlaştırmıştır. Artık ta’dili, büyük bir himmete
muhtaçtır. Aynı zamanda beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler
açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser
olacaktır.53 Ayrıca insanların fikir ve kalbleri dağılmış, inayet ve
himmetler zayıf-lamış, siyaset ve felsefeye ibtilâ ve rağbet yüzünden, bütün
istidatlar fünûn-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye yönelmiştir.54

Şair-i meşhur Paul Valery “Bütün bu faydasız şeylerin ilahî bir
tarafı olmalı, yoksa hiçbir şeye karışmamak lazımdır” der. Halbuki modern
bilimin, teknolojinin ve iktisadın metotları bu ilahî mânâya götürecek hiçbir
anahtar vermediği gibi,55 fen ve felsefenin, san’at ve hikmetin
ışıkları kabir kapısında sönmektedir.56 Eşyanın ilahî tarafını unutan
çağdaş insanlar; incitilmiş, hayal kırıklığına uğratılmış, yıkılmış, beyinlerine
çakılmış “gerçeklerle” ölüm korkusu arasında aptala çevrilmiş, tebessümü unutan
yüzleri hayatiyetini yitirmiştir.57 Halbuki insan şu kâinat içinde
pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer58 ve fıtratındaki zaaf ve
aczden neş’et eden bir nevî çocukluk sebebiyle her zaman şefkate muhtaçtır.59

Yeni yüz yılda, insanların gönlünü hoş tutmak ve kabir kapısında
sönmeyecek ışıklarla onların yüzünü güldürmek, “entelektüel kâşiflerin
keşiflerinden” çok daha önemli olsa gerektir. Bu vazife, şefkat ve tefekkürü
kendisine meslek edinen ve akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yolda60
yürüyenlerin omuzlarındadır. Başka bir deyişle; insanı yaralayan zamanlardan
geriye, açılan yaraları tedavi eden Sözler kalacak ve alâmetleri beliren saate
kadar da sırlı tenvirine devam edecektir.

Kitâbiyat

1. Risâle-i Nur Külliyatı

NURSİ, Bediüzzaman Said; Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul
1980

——————————— Mektûbat, Sözler Yayınevi,
İstanbul 1986

——————————— Şualar, Çeltüt Matbaası,
İstanbul 1960

——————————— Mesnevî-i Nuriye, Sözler
Yayınevi, İstanbul 1980

——————————— Kastamonu Lâhikası, Sözler
Yayınevi, İstanbul 1991

——————————— İşârâtü’l- İ’caz,Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1997

——————————— Muhâkemat, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1998

2. Diğer eserler

CAPRA, Fritjof; Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. M.
Armağan, İstanbul 1989

CHALMERS, Alain; Bilim Dedikleri, Çev. H. Aslan, Ankara 1990

CİBRAN, Halil; Ermiş, Çev. A. Altındal, 5. Baskı, İstanbul
1989

FEYERABEND, Paul; Bilim Kilisesi, Çev. C. Cerit, İstanbul
1991

FREUND, Julien; Beşeri Bilim Teorileri, Çev. B. Yediyıldız,
Ankara 1991

GUÉNON, René; Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, Çev.
M. Kanık, İstanbul 1990

HAZARD, Paul; Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Çev. Erol
Güngör, İstanbul 1981

KUTLUER, İlhan; Modern Bilimin Arkaplanı, İstanbul 1985

LINGS, Martin; Onbirinci Saat, Çev. U. Uyan, İstanbul 1989

MORIN, Edgar; Avrupa’yı Düşünmek, Çev. Ş. Tekeli, İstanbul
1988

NEF, John; Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev. E. Güngör,
İstanbul 1980

ÖZEL, İsmet; Üç Mesele, 3. Baskı, İstanbul 1988

SHAYEGAN, Daryush; Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2. Baskı,
İstanbul 1993

STANDEN, Anthony; Bilim Kutsal Bir İnektir, Çev. B.
Dağıstanlı, İstanbul 1990

TOLSTOY, Leo N.; İtiraflarım, Çev. K. Aytaç, Tarih ve yer
yok.

 

Dipnotlar

1. Bkz. Sözler, s. 407 (Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule,
İkinci Ziya) ve s. 187 vd. (On Yedinci Söz)

2. Bkz. Mektûbât, s. 220 (Yirminci Mektup, İkinci
Makam,Yedinci Kelime)

3. Bkz. Sözler, s. 54 (Onuncu Söz, Mukaddime): “(…) zaman,
bir ip, bir şerittir ki, o Sâni’-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp,
gösteriyor.”

4. Mektûbat, s. 45-46

5. Kastamonu Lâhikası, s. 25

6. Bkz. Mesnevi-i Nuriye, s. 199 (Onuncu Risale)

7. Şualar, s. 590 (Birinci Şua, On Üçüncü Ayetin tefsiri):
“Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa
itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın
bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı.”

8. Bkz. Kastamonu Lâhikası, s. 15: “Şimdiki bataklığa ve
manevî tauna sukutun sebebi ise, terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle ilh.”

9. Bkz. Lord Northbourne, İlerlemeye Farklı Bir Bakış,
İstanbul 1989, s. 8

10. Muhakemat, Dokuzuncu Mukaddeme’nin Hâtimesinde Avrupa
medeniyetinin iki sebepten dolayı inkıraza yüz tuttuğu söylenmektedir ki bunlar,
“Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden
müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir. İkincisi: Hubb-üş şehevat ve
diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müthiş
müsavatsızlıktır.”

11. Bkz. Mesnevî-i Nuriye, s. 108 (Habbe) ve s. 182-183
(Şemme’nin sonu)

12. İzah için bkz. Paul Feyerabend; Bilim Kilisesi, Çev. C.
Cerit, İstanbul 1991, s. 137 vd.

13. Anthony Standen; Bilim Kutsal Bir İnektir, Çev. B.
Dağıstanlı, İstanbul 1990, s. 10-11

14. Daryush Shayegan; Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2.
Baskı, İstanbul 1993, s. 70

15. İlhan Kutluer; Modern Bilimin Arkaplanı, İstanbul 1985,
s. 132

16. Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Çev.
Erol Güngör, İstanbul 1981, s. 332

17. Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, 2.
Baskı, İstanbul 1993, s. 41

18. Kutluer, s.126

19. Shayegan, s.55

20. Hazard, s. 321

21. İsmet Özel, Üç Mesele, 3. Baskı, İstanbul 1988, s. 122

22. Kutluer, s. 136

23. Feyerabend, s. 108

24. Hazard, s. 167-168

25. Alan Chalmers, Bilim Dedikleri, Çev. H. Aslan, Ankara
1990, s. 31

26. Kutluer, s. 129

27. Leo N., Tolstoy, İtiraflarım, Çev. K. Aytaç, (Tarih ve
yer yok), s. 22

28. Tolstoy, s. 27-28

29. Bkz. Tolstoy, s. 30, 32, 34

30. Tolstoy, s. 32

31. Tolstoy, s. 51,56

32. Rene Guénon, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri,
Çev. M. Kanık, İstanbul 1990, s. 9

33. Guénon, s. 87

34. Tabir için bkz. Mesnevî-i Nuriye, s. 71 (Katre’nin
Zeyli)

35. Martin Lings, On Birinci Saat, Çev. U. Uyan, İstanbul
1989, s. 15

36. Neden böyle olduğunun izahı için ayrıca bkz. Mesnevî-i
Nuriye, s. 100 vd. (Zeylü’l-Hubâb)

37. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, Çev. Ş. Tekeli,
İstanbul 1988, s. 116

38. Meali, “Onlar hakikatin dışında her şeyin peşine
düşüyorlar.”

39. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çev. M.
Armağan, İstanbul 1989, s. 10

40. S.H. Nasr, Sufi Essays, s. 40’ dan naklen Kutluer, s.
133

41. Standen, s. 201

42. Bakara sûresinin mezkur ayeti İşârâtü’l-İ’caz’ın sonunda
tefsir edilmektedir. Orada verilen meâli şöyledir: Cenab-ı Hak, bütün eşyanın
isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melaikeye göstererek dedi ki:
“Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melaike
dedi-ler ki: “Seni her türlü nekaisten tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile
muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz
yoktur, her şeyi bilici ve her kimseye liyakatına göre ilm ü irfan ihsan edici
Sensin.” Cenab-ı Hak dedi ki: “Yâ Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta
ki Âdem, isimlerini onlara söyledi. Cenab-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi
semavat ve arz’ın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar
ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

43. Matta; 7,7’den Lings, s. 18

44. Sözler, s. 296 (Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas,
Dördüncü Nükte): “Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve
kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki
ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun
fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı
için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil,
belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı
ona teshir etmiştir.” Benzer bir ifade için bkz. Özel, s. 151

45. Halil Cibran, Ermiş, Çev. A. Altındal, s. 69

46. Julien Freund, Beşeri Bilim Teorileri, Çev. B.
Yediyıldız, Ankara 1991, s. 100

47. İzah için bkz. Sözler, s. 666 (Lemeât, Bir Meclis-i
Misâlîde): “Dehâ-i a’ver, bir dar ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve
dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.”

48. Sözler, s. 658 (Lemeât, Nur-u Akıl Kalbden Gelir):
“Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir
münevver. / O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.
Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver. / Gözünde bir nehar var, lâkin
ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver. / O içinde
bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da
para etmez. / Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim
ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

49. Bkz. Sözler, s.109 (On Birinci Söz)

50. Bu kıt’ayı Bediüzzaman şöyle tashih etmiştir: “Kitab-ı
âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud, / Sütur-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud.
/ Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta / Mücessem lafz-ı manidardır,
âlemde her mevcud.” Bkz. Mektubat, s. 267 (Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam,
Dördüncü Remiz); Şualar, s. 138 (Yedinci Şua, İkinci Bab); Muhakemat, s. 134
(Unsuru’l-Akide, Birinci Maksadın sonu)

51. Mesnevî-i Nuriye, s. 46 (Katre, Mukaddeme). Kâinata
bakışın bu iki yöntemine Risale-i Nur’da çokça dikkat çekilmekte ve doğrusu olan
mânâ-yı harfî ders verilmektedir. Meselâ bkz. Sözler, s. 118 (On İkinci Söz,
Birinci Esas)

52. Sözler, s. 293 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas,
Dördüncü Nokta)

53. Mesnevî-i Nuriye, s. 112 (Habbe)

54. Mesnevî-i Nuriye, s. 82 (Hubab)

55. John Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev. E.
Güngör, İstanbul 1980, s. 206 vd.

56. Sözler, s. 29 (Yedinci Söz)

57. Feyerabend, s. 187

58. Sözler, s. 304 (Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas,
Dördüncü Nükte)

59. Mesnevî-i Nuriye, s. 147 (Zühre, Sekizinci Nota)

60. Mesnevî-i Nuriye, s. 68 (Katre, İ’tizar)