Sona ermekte olan 20. asır için pek çok nitelemeler yapılmıştır.
Bunların içinde herhalde en yaygın olanı, “enformasyon çağı” veya “iletişim
çağı” tanımlamalarıdır. Buna bağlı olarak son dönemde “enformasyon toplumu”
kavramı da çok kullanılmakta, bununla ilgili olumlu ve olumsuz—daha çok
olumlu—nitelemeler yapılmakta, 21. asra ait açılımlar çizilmektedir. Bir yanda
enformasyon teknolojilerindeki hızlı gelişimin insanoğlunun yaşantısını
niteliksel olarak daha önce hiç olmadığı kadar düzelteceğini varsayan kuramlar,
öte yandan ise insanların bu teknolojiler sayesinde denetlenerek itaatkar birer
vatandaş haline getirileceğini savunan düşünceler yer almaktadır.

Enformasyon toplumunu savunanlar göre, ekonomik, siyasal ve
kültürel boyutlarıyla her türlü gelişme, hızlı bir şekilde gelişen iletişim
teknolojilerinden faydalanarak, enformasyon toplumu olmakla sağlanacaktır. Bunun
aksini savunanlar ise bunun bir aldatmaca olduğunu, değişen bir şey
olmayacağını, insanların, gene her türlü bilgi ve haberin değişime uğratılarak,
belli hedeflere yöneltilerek, dezenformasyon ve manüpülasyonlar yoluyla sistemin
uslu birer üyesi haline getirileceğini iddia etmektedirler. Değişen tek şey
insanların kendilerini, gerçekten enformasyon toplumunda yaşayan, kitle iletişim
vasıtalarıyla her türlü konudan haberdar olan şanslı fertler zannetmeleri
olacaktır.

Küresel Köy ve Medya

Gerçekten de 20. asra bir iletişim asrı olarak bakılabilir. 19.
asrın ikinci yarısında, telgrafın icadıyla birlikte çok uzaklardaki haberleri
alabilme ve gazete vasıtasıyla geniş kitlelere iletebilme imkânı, 20. asrın
başında radyonun insan hayatına girmesiyle haber ve bilginin çok geniş bir
alana, küresel seviyede nakledilebilmesi imkânını getirmiştir. Radyonun gücü bir
propaganda aracı olarak kullanılmaktaki etkisi dolayısıyla 2. Dünya Savaşı
döneminde çok daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Radyonun, kitleleri
etkilemekteki gücü, özellikle politikacılar ve yöneticiler açısından vazgeçilmez
bir araç olarak görülmesine neden olmuştur. 1950’li yıllardan itibaren
yaygınlaşmaya başlayan televizyon ise kısa sürede radyonun pabucunun dama
atılmasına sebep olmuştur. Çünkü televizyon, sesin yanına görüntüyü de ekleyerek
etkiyi bir kat daha arttırmaktadır.

1980’lerden sonra uydu yayıncılığının gelişmesiyle, dünyanın her
tarafına yayın yapabilen televizyonlar, coğrafi ve siyasal sınırları da ortadan
kaldırmıştır. Bu gelişmelere asrın sonuna doğru hızla gelişen ve yaygınlaşan
kişisel bilgisayar ve internet şebekelerini de katarsak küresel çapta bir
iletişim çağını yaşamakta olduğumuz görülmektedir. Bediüzzaman’ın daha asrın
başlarında kullandığı tabirle bütün dünya artık küçük bir köy hükmüne geçmiş
durumdadır.1

Bu tabiri bilimsel bir iddia olarak ortaya atan ise Kanadalı
İletişim Felsefecisi Marschall McLuhan’dır. McLuhan 1960’lı yıllarda özellikle
televizyonun dünyayı küresel bir köye dönüştürebileceği yorumunda bulunmuştu.
McLuhan’ın bu öngörüsü, soğuk savaş döneminin şartları, ekonomik sınırlamalar,
teknolojinin yaygınlaştırılmasındaki kısıtlamalar ve kamu yayıncılığı gibi
faktörler yüzünde uzun süre gecikti. Fakat zaman, uzay ve coğrafi sınırlar
sonunda ortadan kalkarak, küreselleşme vakıasını insanlığın gündemine koydu.
(Wheeler, 178).

Ama bu tarihten önce de. 1940’ların sonunda tam da radyonun
diktatörlerin elinde çok etkili bir araç olarak kullanıldığı, komünizm ve faşizm
gibi totaliter yönetimlerin uygulamaların tüm dehşetiyle yaşandığı ve yaşanmakta
olduğu bir dönemde, kitle iletişim araçlarının insanların yaşantısındaki
etkileriyle ilgili öngörüler ortaya atılmaya başlanmıştı. Bunların en önemlisi
George Orwell’in iletişim teknolojilerinin insanları küresel çapta bir
diktatörlüğe getireceği ve bütün insanların totaliter bir yönetim altında, onun
“Big Brother” (büyük birader) adını verdiği bir sistemin gözetimi ve denetimi
altında yaşamak zorunda kalacakları 1984 romanındaki kehanetiydi. Orwell bu
kehanetinde daha çok komünizm ve faşizm benzeri bir totaliterizmin
hakimiyetindeki bir dünyayı tasvir etmekteydi.

1984 yılı gelip de kehanet gerçekleşmeyince dünya rahat bir
nefes aldı ve liberalizme övgüler düzülmeye başlandı. Liberal ekonominin kökleri
sağlam çıkmıştı. Hatta bir süre sonra komünizmin yıkılmasıyla bu rahatlık
“liberalizm”in dünyadaki tek ideoloji olarak kaldığı ve “tarihin sonu”nun
geldiğini savunan Francis Fukuyama gibi teorisyenler tarafından “küreselleşme”ye
övgüler düzülerek, dünyada artık ekonomik sınırların yıkıldığı ve medya
aracılığıyla herkesin her şeyden haberdar olduğu bir köye dönüştüğü iddiasına
bıraktı.

Oysa Orwell’ın ürkütücü kehanetinden başka, o dönemde çok dikkat
çekmeyen başka bir kehanet daha vardı. Bu değişik kehanet, Aldous Huxley’in
biraz daha eski, biraz daha az bilinen, ancak aynı derecede ürkütücü olan Brave
New World (Cesur Yeni Dünya) teziydi. Okumuş insanlar arasında bile yaygın olan
inancın tersine, Huxley ile Orwell’ın kehanetleri aynı şeye ilişkin değildi.
Orwell’ın uyarısı, dıştan da-yatılan bir baskının bize boyun eğdireceği
yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve
tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre,
insanlar süreç içinde üzerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme melekelerini
dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.

Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in
korkusu ise ki-tapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak
isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak
olanlardan, Huxley pasifliğe, egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna
tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin gizlenmesinden, Huxley hakikatin
umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell esaret altında bir
kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan, içki alemleri ve tek
başına ipte asılı bir tenis topuyla oyalanmak (yada günümüzde olduğu gibi, bütün
gününü televizyon karşısında sihirlenmiş gibi maç veya başka şeyleri seyretmek,
bilgisayar başında iskambil falıyla vaktini geçirmek veya saatlerce süren chat
gevezelikleriyle meşgul olmak gibi şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre
dönüşmemizden korkuyordu. Huxley’in Brave New World Revisited’de belirttiği
gibi, tiranlığa karşı direnmek üzere daima tetikte bekleyen kamusal
özgürlükçüler ile rasyonalistler “insanın nere-deyse sonsuz olan eğlenme
açlığı”nı hesaba katmamışlardı. 1984’de insanlar acı çekerek denetlenirken,
Huxley’in Brave New Worl’unda hazza boğularak denetlenmektedir. (Postman, 7, 8)

Kısaca Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden
korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Daha
doğrusunu söylemek gerekirse, biri insanların hürriyetleri üze-rine uygulanan
istibdattan korkarken, diğeri, insanın nefsinin esiri haline getirileceği bir
sistemi daha gerçekçi bir tehlike olarak görmekteydi. Dünya bir küresel köye
dönüşecekti ama, küresel köyün kavalcısı da insanları uyutmak ve uyuşturmak için
işbaşında bulunacaktı.. Küresel köyün kavalcısının elindeki kaval da medya ve
özellikle televizyon olacaktı.

Konuya başka açıdan bakan Amerikalı siyaset bilimcisi Zbignev
Brezenzinski ise “küresel köy” yerine “küresel şehir” terimini kullanır. Çünkü
köy sözcüğünün ihtiva ettiği “cemaat ve samimiyet ortamına geri dönüş”
çağrışımı, ona göre yeni milletle-rarası çevreye pek uygun düşmemektedir. Çünkü
“tetnotranik” adı verilen bilgisayar, televizyon ve telekomünikasyon birleşimi
şebekeler dünyayı “birbirine bağlı, sinirli, huzursuz ve gergin ilişkiler
yumağı” haline dönüştüreceğinden, insanlar için yaban-cılaşma riskini
yükseltecektir. (Mattelart, 99).

1989’da Berlin duvarının yıkılışı ve komünizmin çöküşü,
küreselleşmeyi tek seçenek olarak tüm insanlığa dayatacaktır. ABD etkisindeki
tek kutuplu dünyada, “ideolojilerin sonu” Fukuyama’nın teziyle, “ta-rihin
sonu”na dönüşecekti.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve libera-lizmin tüm dünyada
hakimiyetini ilan etmesini Fukuyama 1989 yılında The National Interest
dergisinde yayınladığı makalesinde “tarihin sonu” teziyle formüle etmiştir.
Fukuyama bu teziyle “son yıllarda hükümet sistemin olarak liberal demokrasinin
meşruluğu üzerinde dünya çapında dikkate değer bir uzlaşmanın oluşmuş olduğunu
ve aynı zamanda monarşi, faşizm ve son dönemde komünizm gibi rakip hakimiyet
biçimlerinin liberal demokrasiye yenik düştüğünün ortaya çıktığı”nı göstererek
fikir yürütmeye devam etmiş ve liberal demokrasinin muhtemelen “insanlığın
ideolojik tekamülünün son noktası ve nihai hükümet biçimini” temsil ettiğini öne
sürmüştü.2 Bu teze göre “liberal demokrasinin zaferi, tarihin sonu”ydu.
(Fukuyama, 7)

Mattelart’ın tabiriyle (97) “Küresel-leşme günümüzde yaşanan bir
olgu olmasına karşın, aynı zamanda kendi ideolojisini de oluşturmuştur”. Bütün
teknolojik imkânlar ve kitle iletişim araçları bu ideolojinin meşrulaştırılması
ve kabul ettirilmesi için çalışacaktır. Fakat liberalizmin doğasının gereği
zorla veya baskıyla değil, sevdirerek ve isteyerek. Bunun en önemli usülleri de
dezenformasyon ve manipülasyondur. Yani haberlerin çarpıtılması ve belli
istikamette yönlendirici bir hale getirilmesidir.

Burada sadece kitle iletişim araçlarının kısa adıyla medyanın
haber ve bilgi verme işlevindeki farklılaşma ve saptırma ele alınacaktır.
İnsanlar bilgi ve haber sağanağıyla farkında olmadan nasıl cahil hale
getiriliyor ve buna rağmen kendini enformasyon çağında yaşayan şanslı bir insan
olarak görmeye devam ediyor. Tam da insanların “cehl-i mürekkeb” içine
sokulmasını, yani bilmeyen, bildiğini zannedip, bilmediğinin de farkında olmayan
insanların oluşturduğu bir küresel köyü ve bu köyün kavalcılarının yaptıkları
konu edilecektir.

Medyada Mülkiyet Yapısı

Öncelikle kitle iletişim araçlarının mülkiyet yapısı, haber ve
bilgilerin içeriğini önemli ölçüde etkilemektedir. Yazılı basında ve özellikle
televizyonlarda bize sunulan haberler çeşitli kaynaklardan, çeşitli kademelerde
süzülerek gelmektedir. Bu süreçte, devletlerin menfaatleri, uluslararası
şirketlerin beklentileri ve kişisel bakış tarz-ları haberlerin sunumunu
etkilemektedir. Dünya çapında servis yapan haber ajansları sınırlı sayıdadır. Bu
ajanslardan, Reuter, AP, AFP gibi 4-5 ajans dünyadaki haber servisinin %90’ını
ellerinde tutmaktadırlar. Bu ajansların tümü Batı kaynaklıdır. Öncelikle bütün
haberler Batının bakış tarzıyla ele alınmaktadır. Ayrıca ABD gibi dünya
düzeninin sağlama iddiasındaki ülkelerin bu haberlerin içeriğinin oluşması
üzerindeki etkisi çok önemlidir. Uluslararası şirketler de kendi çıkarları
doğrultusunda haberleri gerek bizzat medyaya sahip olarak, gerekse reklamveren
olarak elinde bulundurduğu reklam gücüyle etkileyebilmektedirler.

Medyadaki endüstrileşme bu alandaki maliyeti çok artırmıştır.
Bilgi ve haberlerin toplanmasının yüklü bir bedeli vardır. Bu yüzden de gazete
ve televizyonlar, mecburen haberleri potansiyel olarak ellerinde bulunduran
kuruluşlardan almak zorundadırlar. Belirli bir sunum tarzını benimseyenler de
haber toplama bedeli konusunda medyaya küçümsenmeyecek yardımlarda
bulunmaktadırlar. Haber ajanslarının ve halkla ilişkiler şirketlerinin
büyümesinin başlıca nedeni budur. Söz konusu haber kaynakları bu şekilde
çalışarak, medyayı, piyasada belirli bir tezgahta satabilecekleri olay
çeşitlemelerini sunmak zorunda bırakmaktadırlar. Özellikle İslamla ilgili
iletilen haberler buna en önemli örnektir. Bu tip haberlerin çoğu Batılı
ajanslar tarafından kendi bakış tarzlarıyla, formatlanmış olarak dünya medyasına
sunulur. Ülkelerinde televizyonları seyreden veya gazeteleri okuyan milyarlarca
insan bu haberleri gerçeğin kendisi olarak algılamaktadır3 1970’lerin sonunda
Unesco tarafından yayınlanan bir raporda bu durumun özellikle mülkiyet
değişimlerine nazarları çekerek, şunları ifade etmektedir (MacBride, 21, 22):
“Değişen teknolojik yapı ve değişen mülkiyet yapıları özgürlükler için yeni
tehlikeler ortaya çıkararak temel ilkelerin uygulanabildiği çerçeveyi değişime
uğratmaktadır. Her yeni buluş öyle büyük yatırımlar gerektirmektedir ki, ister
özel ister kamusal olsun, yalnızca sermaye sahipleri bunu
karşılayabileceklerdir. Ülkelerin çoğunda, gittikçe daha masraflı hale gelen bu
baskı araçlarına ve özellikle radyo, televizyon gibi yeni medyalara bu yolla el
konması, kendileri için artık ancak kuramsal olarak varolabilen bir özgürlüğü
gerçekleştirmek için mali kaynaklara sahip bulunmayan herkesi sessizliğe mahkum
etmektedir”. Bu eşitsizlikler kendini hem milli seviyede, hem milletlerarası
seviyede, hem de zengin ve fakir ülkeler arasında iletişim konusunda kendini
hissettirmektedir.

İdeolojik soğuk savaşın bittiği kapita-lizmin dünyanın tek
hakimi olarak görüldüğü yeni dünya düzeni, düzenin hakimleri olan devletler ve
uluslararası şirketler, medyayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta
tereddüt etmeyeceklerdir. Bu yüzden Chomsky’ye göre (23) yeni medya düzeninde,
medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını, yerleşik imti-yazları destekleyen
bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak,
birbiriyle sıkı sıkıya kaynaşmış olan devletlerin ve şirketlerin menfaatlerine
hizmet etmektedir.

Bazılarına göre medyanın öylesine büyük bir etkileme gücü vardır
ki, insanlara nasıl düşünmelerini ve davranmalarının uygun olacağını telkin
edebilir. Çoğu kişiye göre kitle iletişim araçları, çeşitli bilgiler ve görüş
açıları sunmak yerine, hakikatin yanılsamalı bir biçimde algılanmasına yol açar.
Bunlar, isteyerek olmasa, bile bir noktaya kadar kültürel yabancılaşma ve
toplumsal tekbiçimciliğe yol açabilirler ve dünyanın hiçbir parçası bu
tehlikeden korunmuş değildir. (MacBride, 18)

İletişim teknolojisindeki gelişmeler, farklı kültürel oluşumlara
da imkân tanımamaktadır. Aksine dünya çapında hakim, başat ve tek bir kültürün
oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Bunun tipik örnekleri, dünyanın hemen her
ülkesinde görülebilecek olan televizyon yayınları, standartlaşmış film ve
programlarla, tek bir dil kullanan bilgisayarlardır. Enformasyon teknikleri,
kültür hizmetlerinin niteliğini tanımlayan ve üreten tekelleşmiş-tek merkezden
yönlendirilen-bir kültür ve eğlence pazarının doğmasını sağlamaktadır. Bu vakıa,
insanların özgün kültürel çevreleriyle bağlantılarını sağlayan ve kültürel
gelişmelerin özünü teşkil eden mekanizmaların hızla yok olmasına yol açmaktadır
(Hamelink, 21). Dünya televiz-yonlarındaki programlar büyük ölçüde ABD ve
Hollywood kaynaklıdır. Amerikan kültürü ve hayat tarzı tüm dünyada televiz-yon
vasıtasıyla yaygınlaştırılmaktadır. Bu kültürel tekbiçimcilikten en muhafazakar
ve kapalı toplumlar bile kurtulamamaktadır.

Dezenformasyon, Gerçeğin Çarpıtılması

Herkes yeni elektronik iletişim ortamları ile dolaşımdaki en
yeni bilgiye anında ulaşma imkânına sahip olduğumuz için, dünyanın elektronik
bir köy haline geldiğini söylemektedir. Oysa bu “bilgi ve haberin” kalitesi ve
doğruluğu pek sorgulanmamaktadır. Ama asıl meseleyi de bu oluşturmaktadır. Kitle
iletişim araçlarında haber ve bilgiler bütün dünyada insanlara hissettirmeden,
yeniden işlenerek ve formatlanarak sunulur. Burada yaşanan süreç, televiz-yonun
esasen dezenformasyon denebilecek bir enformasyon türü oluşturarak,
“bilgilenmenin” anlamında değişiklik yapmasıdır. Dezenformasyon kavramı aslında
soğuk savaş dönemine has bir kavramdır. Karşı casusluk teşkilatlarının
birbirlerine doğru zannedilen ama aslında karşısındakini yönlendirmeye matuf
bilgileri sızdırmasına verilen isimdir.

Kullanımı eski Sovyetleri Birliği tarafından Batı’ya karşı
uygulanan enformasyon aldatmacaları ile ilgili yöntemleri göstermek için 80’li
yılların başında artmıştır. Bugün, “gerçekdışı haber verme” terimi, çok daha
geniş bir anlamda kullanılmaktadır. Gerçekten de 1991’de Körfez Savaşında olduğu
gibi, bazı olayların biçimini değiştirmeye ya da onları gizlemeye yardımcı
olduklarında, Batılı iletişim araçlarına yönelik bir eleştiriyi de kapsayabilir.
Böylece şu ya da bu biçimde sansüre tabi her enformasyon “gerçek dışı bilgi
ver-me” olarak değerlendirilebilir. (Semelin, 34)

Peki günümüzdeki anlamıyla kitle iletişim araçlarında
dezenformasyon nasıl gerçekleşmektedir. Postman (119) bunu hemen hemen tam da
CIA ve KGB casuslarının kullandıkları anlamıyla kullanmaktadır. Dezenformasyon
yanıltıcı (yersiz, ilgisiz, parçalı ya da yüzeysel) enformas-yon, yani insanda
bir şey hakkında bilgi sahibi olma illüzyonu meydana getiren, oysa aslında
insanı bilgilenmekten uzaklaştıran enformasyon demektir. Çünkü “yalancının
mumunun yatsıya kadar yandığını” bilen düzenin hakimleri daha çok doğruluk
görünümü verilen, ama istenilen doğrultuda ve gerektiği kadar enformasyon
sunmaktadır. Mevcut teknolojiyle bilgiyi ve haberi saklamak veya yanlış haber ve
bilgilerle insanları kandırmak mümkün olmadığına göre bu bilgi ve haberlerin
amaç doğrultusunda saptırılması ve doğru haber ve bilgi görüntüsüyle sunulması
maksada daha uygun gelmektedir4. İnsanlar çoğu kere şöyle düşünmektedirler “Ne
kadar şanslı bir dünyada yaşıyorum Televizyon sayesinde bütün dünyadaki
olaylardan haberdar olabiliyorum. Her türlü bilgiye ulaşma imkânım var.” İşte
sağlanan illüzyon budur. Bu durumdaki bir insan hiçbir zaman doğruluğunu
sorgulamadan gelen enformasyonu kabul edecek ve hala kendisini geçmişteki
insanlardan şanslı hissetmeye devam edecektir.

MacBride Raporu’nda (175) haberlerin çarpıtılması “Yanlışlık
veya sahte kurguların gerçek olayların yerini aldığında, ya da haber yanlı bir
yorumu haline bağlandığında (mesela küçültücü sıfatlar, stereo-tipler
kullanıldığında” ortaya çıkar denilmekte, ayrıca çarpıtmanın şu şekiller-de
gerçekleşebileceği sıralanmaktadır:

1. Gerçekten önemli olmayan haberlere önem ve öncelik
verildiğinde ve sathi veya asılsız haberlerle, gerçekten haber değeri olan
haberler birbirine karıştırıldığında,

2. Derme çatma haberleri bir bütün gibi sunarak, veya kısmi
gerçeklikler tüm bir gerçeklikmiş gibi sunulduğunda,

3. Olaylar yanlış yoruma yol açar biçimde sunulduğunda ve
kamunun bu doğrultuda yapacağı yorumlar bireysel menfaatlere uygun düştüğünde,

4. Fertleri hatta toplumları ve hükümetleri etki altına alıp,
şartlandırma amacıyla, olaylar kuşku veya korku meydana getirecek biçimde
sunulduğunda,

5. Kamuoyunda ilgi uyandırmayacağı belli olay ve olgular
üstünkörü geçişti-rildiğinde.

Bu yüzden dezenformasyon, sadece yalan haber verme ya da haberi
çarpıtma şeklinde algılanmamaktadır. Çünkü bu durum çok incelikli tekniklerle
topluma böyle bir durum olduğu hissettirilmeden uygulanmaktadır. Bunun için
“gerçek dışı bilge veren” ileti, inanılırlığın güvencesi olan “tarafsızlık
görünümüne” sahip olmalıdır. Bu ise asıl kaynağın gizlenilmesini gerektirir.
Lacoste’a göre gerçek dışı bilgi vermenin hedefi, karşı görüşte olana, bilgi
kaynağının menfaatlerine uygun biçimde hareket edip doğru düşündüğüne
inandırarak yanıltmaktır. Böylelikle, alıcıyı yanılgıya düşürmek amacıyla
asılsız, gerçek yada yarı gerçek enformasyonları kasıtlı olarak birbirine
karıştırarak “yanlışı doğru gibi göstermek” söz konusudur. Sonuç olarak gerçek
dışı bilgi verme karşı görüşte olanı, uydurma bilgiye inandırma ve onu kendi
yenilgisine götürecek bir davranış ve düşünce biçimine sürüklemek için yeterince
inandırıcı aldatmacalar uydurmayı bir hak olarak görmektedir. (Semelin, 34) Bu
durum medyadaki dezenformasyon için de geçerlidir. Çünkü kitleler, amaç
doğrultusunda enformasyonda eksiltme, ekleme veya haberle yorumu birbirine
karıştırılarak, tarafsız ve objektif bir görünümde muhataba sunulmaktadır.

Özellikle Pazar ekonomisi içinde haberin gerçek olup
olmadığından çok sunum biçimi önem kazanmaktadır. Bu konuda en profesyonel
davranan haberini en iyi pazarlayan olmaktadır. Ayrıca basitleştirilmiş haber
daha çok tercih edilmekte, bu da haberciliği büyük ölçüde kısıtlamaktadır.
Piyasa, bir haberin hikayesinde neyin aktarılacağını sistematik olarak
belirlemektedir. Bu durum medyada her zaman yalan haber aktarma biçimi olmasa
da, asıl önemli olanın ne olduğunu tam olarak anlatmama ve olayları
basitleştirerek sunma sonucunu doğurmaktadır. Demokratik ortamda medya
tarafından bilgilendirilmesi beklenen vatandaşlara bu imkân her zaman tam olarak
sağlanmamaktadır. Yanlış haber aktarılması bazen de gerçeklerin kısmi olarak
sunulmasıyla ne-ticelenir ki, bu durumda haberin kendisi yanlış olmadığı halde
okuyucuya ve seyirciye yanlış olduğu intibaı verilebilir. (O’Neil, 42)

Mesela, bir savaşı, yalnızca belli bir diktatörle çatışmaymış
gibi aktarmak, bu kısmen doğru olsa da, bu durum savaşın yalnızca bundan ibaret
olduğu intibaını meydana getirebilir ki, bu da normal olarak yanlıştır.
1991’deki Körfez Savaşı tam da bu şekilde bütün dünyaya sunulmuştur. Kuveyt’i
işgal eden zalim diktatör Saddam ve karşısında adaletin savunucusu ABD. Aynı
şekilde ABD, Grenada ve Panama’yı işgal ettiğinde ise medya tarafından işgalci
ABD, Irak’ın aksine gene kahraman rolünde aksettirilmiştir.

Medyayı ve hususan televizyonu kutsayanların ve dünyanın artık
küçük bir köy haline geldiğini ileri sürenlerin buna örnek gösterdikleri Körfez
Savaşı ve medyanın buradaki rolü bu açıdan incelenmeye değer. Körfez Savaşı
özellikle televizyonun etkisi açısından küreselleşmenin iyi bir göstergesi
olarak sunulmuştu. Herkes naklen bir savaşa şahit olmuştu ve her şey herkesin
gözleri önünde cereyan etmişti. Tarihte ilk defa milyarlarca insan bir savaşı
aynı anda naklen izlemişlerdi. İşte televizyonun gücü ortadaydı.

Doğrusu savaşın başından itibaren pek çok insan savaşı
televizyonları başında seyretmişti. Peki insanlar saatler boyu naklen ne
izlemişlerdi? Bu hiç de tartışılmamıştı. Saatler boyunca insanların tek gördüğü
havai fişeklere benzeyen uçak bombardımanları, füzeler, semaya ateş yağdıran
uçaksavarlar ve bulunduğu bir otel odasının penceresinden bizim de gördüğümüz
aynı şeyleri saatler boyu anlatmaya çalışan bir muhabirin anlattıkları. Her şey
bir masal gibiydi. Bağdat’ın semasını kaplayan, bombardıman uçaklarının
yağdırdığı bombalar, gemilerden gelen uzun menzilli füzeler ve uçaksavar
atışları Bağdat semalarını havai fişek gösterilerinin yapıldığı bir şenlik
ortamına dönüştürüyordu. Bilgiyasayarının başında savaş oyunu izleyen insanlara
benziyorduk. Peki her şey bu muydu? Savaş bu muydu?

Bombalanan, evleri barkları yıkılan ve sığınaklarda ölümü
bekleyen insanlar, bombardımanlar sonucu yerle bir olan şehirler, ölen ve
yaralanan, sakat kalan kadın, çocuk, yaşlı, genç binlerce insan, akan kanlar.
Bombalanan İslam aleminin büyüklerinin medfun bulunduğu türbeler, camiler, bir
tarih ve kültür, bütün bunların hiçbiri ortada görünmüyordu. Ortada olan
evlerinde koltuklarına gömülmüş vaziyette bir futbol maçını seyreder gibi savaşı
izleyen insanlardı. Savaş gerçekliği ortadan kaybolmuş, kurgulanmış bir
televizyon programı sunulmaktaydı.

İşte illüzyon veya yanılsama buydu.

Ayrıca Körfez Savaşının çokça kullanılan propaganda
malzemelerinden “petrole bulanmış deniz kuşu” görüntüsü de bu illüzyon içinde
dünya kamuoyunu yönlendirmek için önemli bir fonksiyon ifa etmiştir. Saddam
tarafından Körfeze akı-tılan binlerce varil petrol, başta deniz canlıları ve
kuşlar olmak üzere pek çok canlının hayatını tehlikeye sokmuştu. Öyleyse
Saddam’a dolayısıyla Irak’a yağdırılan bombalar haklı bir gerekçeye dayanıyordu,
Bu görüntü öldürülen binlerce Iraklının da çektiği sıkıntıları perdelemekteydi.
Sonradan bu görüntünün Alaska’daki bir petrol tankerinin batması sonucu kıyılara
dökülen petrole ait olduğu anlaşıldı. Ama bu arada dünya kamuoyu da Irak’a karşı
yürütülen bombardımanın ne kadar kutsal bir amaca hizmet ettiği konusunda
manipüle edilmişti.

Dezenformasyon bazen telafisi mümkün olmayan sonuçlar meydana
getirebilmektedir. Aralık 1989’da Romanya’da meydana gelen olayların
büyümesinde, CNN’in Temeşvar kentinde 20 bin kişinin öldürüldüğü şeklinde
sunduğu haberin tüm Romanya’da duyulmasının, önemli etkisi olmuştur. Sonradan
böyle bu haberin yalan olduğu ortaya çıkmışsa da, bir diktatörün yıkılması gibi
bir sonucu sağladığı için pek dikkat çekmemiştir. Ama bu, medyanın kitleleri
etkileme ve yönlendirmedeki gücüyle çok büyük vahim sonuçlara yol açabileceğini
de ortaya koymaktadır.5

Ve bu durum 20. asra, Körfez Savaşına has bir durum değildi. Her
alanda aslında farkında olmadan çarpıtılmış haberler insanlar tarafından tek
hakikat olarak algılanıyordu. İnsanların çoğu bunun doğruluğunu bile düşünmek
zahmetine katlanmıyordu. Medyaya hakim olanlar da bu durumu ellerinden
geldiğince, kullanıyorlardı. Dünyayı yönetmek ve yönlendirmek için medya en iyi
araç olarak görülmekteydi.

19. asır Amerikan deniz piyadelerinin yerli halkı can çekişen
İspanyol Krallığı’ndan kurtarmak bahanesiyle Küba’ya çıkarma yapmalarıyla sona
ermişti. Tarihte ilk kez William Randolp Hearst’ün (Orson Welles tarafından
tanıtılan adıyla “Yurttaş Kane”) sansasyon basını tarafından kışkırtılan
kamuoyu, emperyalist bir müdahaleye alet edilmişti. Durumun saçmalığını
özetleyen anektot şöyledir: Hearst’ün Havana’ya gönderdiği Frederic Remington,
başkentten patronuna şöyle telgraf çeker: “Bildirecek bir şey yok, her şey
sakin, savaş çıkmayacak. Dönmek istiyorum.” Hearst derhal cevap verir: “Orada
kalıp resim çiz. Savaşı ben çıkarırım.” (Mattelart, 97)

Haberlerin çarpıtılması dışında insanları çok da ilgilendirmeyen
enformasyon sağanağı da insanları olumsuz yönde etkilemektedir. Sayısız
televizyon kanalından gelen enformasyon, fertler üzerinde, olaylara karşı
hassasiyetin azalmasına neden olmaktadır. Çok hızlı akan, birbirinden alakasız
çok sayıdaki enformasyon insanların ruh sağlığını da tehdit edebilmektedir. Çok
dramatik bir görüntünün ardından gelen, çok komik veya eğlenceli bir haber bir
önceki haberin etkisini bir anda silmektedir. İnsanlar birkaç saniye süren bir
habere, mesela bir felaketle karşılaşmış veya savaşı tüm dehşetiyle yaşayan
insanlara karşı merhamet hissetmeye bile fırsat bulamadan, komik ve eğlenceli
bir haber ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu seyircinin, acı çeken, dünyanın
başka yerlerindeki insanlara karşı merhamet duymasını bile engellemekte ve
hassasiyetini yok etmektedir. Ayrıca neye gülüp, neye ağlayacağımız bile medya
tarafından belirlenmektedir. İnsanlar bombalar altında ölen, yaralanan binlerce
insana bir atari oyununun unsurları olarak bakarken, bir kuşun haline
üzülebilmektedir.

Gündemimiz, hangi konulara alaka göstermemiz gerektiği de
düzenin hakimleri tarafından medya vasıtasıyla belirlenmektedir. Postman’ın da
değindiği gibi, bu enformasyonların çoğu “bir konuşma vesilesi olsalar da bizi
ilgilendirmezler ve harekete geçirmezler”. Çünkü fertler, kendileri için anlam
taşımayan bir enformasyon bolluğu ile karşı karşıyadır ve bu bolluk, fertlere
olayların akışında herhangi bir etkide bulunmalarını sağlamaz. J.Baudrillard’a
göre “enformasyon bize her şeyi söyleyebilir. Bütün cevaplar ondadır. Ama
bunlar, sormadığımız ve sorulmayan sorulara ve-rilen cevaplardır”(Coste-Cerdan,
183). Gündemimiz, yani neleri, nasıl düşünmemiz ve tartışmamız gerektiği konusu
da medya aracılığıyla önümüze konur. Bir konuyu tartışırken, o bitmeden başka
bir konu gündemimize giriverir. Her zaman, tartışmamız istenen konularla meşgul
oluruz. Bu o kadar ustalıklı yapılır ki, farkına bile varamayız6.

Uyduların ve gazeteci sayısının artmasının bir sonucu olarak
seyirci oturduğu yerden, tarihe doğrudan ve fazlasıyla şahitlik edebilmektedir.
Kimse dünyanın bütün olaylarıyla ilgilenen evrensel vatandaş olma özelliğine
sahip değildir. Batıda haberleşme özgürdür. Dahası, televizyon, dünyaya
açıldıkça izleyiciye olan bitenlerin kısmen sorumlusu olduğu duygusunu
aşılamaktadır. Dünya tarihi üzerinde genel olarak hiçbir müdahale aracına sahip
olmayan seyirci, bu durumda kendi dünyasına kapanır. Televizyon muhteşem bir
açılma aracıyken, dünya sorunlarının çokluğu karşısında aksi tesir yaparak
kapanmaya yol açabilir. Bu, aynı zamanda bir ölçek ve oran sorunudur. Dünyayı
gözlemleyebilme imkânımız arttıkça, ilgi ve merakımız da azalmaktadır. (Wolton,
191)

Sonuç

20. asır teknolojik gelişmeyle paralel olarak, kitle iletişim
araçlarının yani medyanın da çok hızlı geliştiği ve insanların hayatını çok
yakından etkiler hale geldiği bir dönem olmuştur. Bu yüzden bu asır “iletişim
çağı” olarak nitelendirilmiştir. Özellikle televizyon, dünyanın en uzak
köşelerinde bile insanlar için önemli bir bilgi ve haber kaynağı olmaya
başlamıştır. Uydu yayınları sayesinde, bütün televizyonlar dünyanın her yerinden
seyredilebilir hale gelmiştir.

‘90 sonrası dönemde, Sovyetler Birliğinin yıkılması sonrasında
oluşan yeni dünya düzeninde medya, bu düzenin önemli bir ayağını oluşturmuştur.
Kişisel bilgisayarların çok hızlı gelişimiyle, internet şebekeleri dünyayı bir
köy haline getirmiştir. Kitle iletişim alanındaki bu gelişme-ler ve küreselleşme
vakıası, insanlığın önüne her türlü bilgiye ulaşma açısından çok büyük imkânlar
sunmuştur.

Yeni dünya düzeninin savunucuları, küreselleşme iddiasıyla kitle
iletişim araçlarını kutsama noktasına gelmişlerdir. İnsanların geldiği bu
noktada, teknolojik gelişmeler nazara verilerek, asıl önemli unsur olan, haber
ve bilginin mahiyeti ve doğruluğunun sorgulanması ise pek istenmemektedir.
Çünkü, yeni düzenin hakimlerinin elinde medya bu düzenin devamında önemli bir
unsurdur. Önce kitle iletişim araçları “kutsanmakta”, bu araçların sunduğu her
şey insanlara tek hakikat olarak kabul ettirilmekte ve daha sonra bu araçlardan
düzenin devamı doğrultusunda işlenmiş, hakikat görünümü verilmiş haberler
aktarılmaktadır.

Teknolojik gelişmeler, sosyal gelişme-lerle, sosyal gelişmeler
de ferdi gelişmelerle takviye edilirse ancak, insanlık için faydalı hale
gelebilir. Yoksa, ferdi istek ve arzuları kışkırtılmış insanlar ne hakikatin
mahiyetini araştıracaktır, ne de hakikatı arama yolunda istek gösterecektir.
Medya bu çerçevede, daha çok, bir taraftan insanların nefsani arzularını
kamçılamakta, diğer taraftan sanal bir hakikat sunarak, insanların her şeyden
haberdar oldukları, her şeyi takip etme imkânına sahip oldukları zannını
vermektedir. 21. asrın başında medya hala küresel köyün hakimleri tarafından,
köy sakinlerini daha rahat yönetmenin ve yönlendirmenin bir aracı olarak
görülmektedir.

Kaynakça

Bride, Sean Mac(Başkan), Bir Çok Ses, Tek Bir Dünya-İletişim
ve Toplum-Bugün ve Yarın, Unesco Raporu, Unesco Türkiye Milli Komisyonu, Ankara,
1993.

Chomsky, Noam, Medya Gerçeği, Çev.: Abdullah Yılmaz,
Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1993.

Fukuyama, Francis, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev.: Zülfü
Dicleli, 2.Baskı, Gün Yayıncılık, 1999.

Hamelink, Cees J., “Enformasyon Devriminden Sonra Yaşam
Sürecek mi?”, Enformasyon Devri Efsanesi, Der. ve çev.: Yusuf Kaplan, Rey
Yayınları, İstanbul, 1991.

Huxley, Aldous, Cesur Yeni Dünya, Çev.: Ender Aral, Yılmaz
Yayıncılık, 1989.

Mattelart, Armand, “Les Nouveau Scenarios de la
Communication Mondial”, Le Monde Diplomatiqua, Ağustos 1995. Çev.: Erdal Peker,
“Dünya İletişiminde Yeni Senaryolar”, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dergisi,
Sayı:.VIII, 1998.

Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-Nuriye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul, 1994.

——————————, Sünühat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1996.

O’Neil, Jonn, “Piyasada Gazetecilik Yapmak”, Medya ve
Gazetecilikte Etik Sorunlar, Der. A.Belsey, R.Chadwick, Çev.: Nurcay Türkoğlu,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997.

Orwell, George, Bin dokuz yüz seksen dört, Çev.: Nuran
Akgören, 4.Baskı, Can Yayınları, İstanbul, 1999.

Postman, Neil, Televizyon: Öldüren Eğlence, Çev.: Osman
Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994.

Semelin, Jacque, “Gerçek Dışı Bilgi Verme ya da ‘Yalanı
Gerçek Gibi Gösterme ‘ Sanatı”, Medya Dünyası, Der.: Jean-Marie Charon, Çev.:
Oya Tatlıpınar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

Wheeler, Mark, Politic and the Mass Media, Blackwell
Puplisher Inc., Chambridge, 1997.

Wolton, Dominique, “Televizyon ve Politika: Demokratik
Oyunun Bozulması mı?” Medya Dünyası, Der.: Jean-Marie Charon, Çev.: Oya
Tatlıpınar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

 

Dipnotlar

1. İ’lem Eyyühel Aziz! Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu
medeniyet-i sefîheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir
himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler
açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser
olur (Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 105)

2. Fukuyama’ya göre diğer ideolojiler gibi “belli bir ahlak
koduna ve politik ve sosyal adalet doktrinine sahip bütünsel bir ideoloji” olan
İslamın da libera-lizm karşısında şansı bulunmamaktadır. Fukuyama “İslam’ın
kültürel fetihler döneminin geçmişte kaldığını, yitirdiği bazı yandaşlarını geri
kazanabileceğini, ama, Berlin, Tokyo veya Moskova’da genç insanlar üzerinde
hiçbir yankı uyandıramayacağı”nı iddia etmektedir. Fukuyama bu konuda şöyle
devam eder: “Bir milyar insanın—dünya nüfusunun beşte biri—İslam’ın renklerini
taşıyan bir kültürde yaşamakta olmasına rağmen, İslam kendi alanında, fikirler
alanında liberal demokrasi karşısına çıkamaz”

3. Mesela Türkiye veya Endonezya’daki bir televizyon veya
gazete Cezayir’deki olayları Batılı ajansların verdiği bilgilerle seyirci ve
okuyuculara iletmektedir. Tabii olarak Cezayir’deki terör hareketleri ve
katliamlar İslam ülkelerinde de, tüm dünyada da “kökten dinciler”in “İslami
terör eylemleri” olarak sunulmaktadır.

4. Türkiye’de bu konuda dezenformasyona bile gerek
duyulmamakta, alenen yalan habercilik yapmaktadır. Sabah gazetesi eski yazarı
Can Ataklı Özellikle 28 Şubat sürecinde yapılan haberlerin % 90’ının yalan
olduğunu bir röportajda belirtmiştir. (Zaman, 22 Aralık 1999)

5. Mesela, uluslararası haber ajansı Reuter’in 19 Eylül 1990
günü tüm dünyaya geçtiği “Asil Nadir’i Hong Kong’da vurdular” haberi, Nadir’in
çöküşünün başlangıcı olmuştur. Haber nedeniyle Nadir’in borsadaki hisseleri
inanılmaz biçimde değer kaybetmiştir (Ali Genç, “Türk Televizyonculuğunda Etik
Sorunlar”, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dergisi, S.VII. 1998, s.373.)

6. Bu açıdan Bediüzzaman Said Nursi’nin “Rü’yada Bir
Hitâbede” Türkiye’de siyaseti yönlendirenleri ifade etmek için kullandığı cümle
önemlidir: “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa
üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal
edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz” (Nursi, Sünuhat, 64)