Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan canlı bir vasıtadır.
Dili güzel kullananlar muhataplarıyla yalnız anlaşmakla kalmazlar, samimiyetleri
nispetinde kuvvetli dostluk bağları da kurarlar.

Kendilerinde, insanlığa faydalı olabilecek değerlerin varlığını
hisseden büyük insanlarsa, bu vasıtayı kullanarak husûsi bir üslûp meydana
getirdikleri ve fikirlerini çeşitli eserler halinde ortaya koyabildikleri
takdirde, yalnız muasırlarında değil, müstakbel muhatapları üzerinde de müessir
olurlar ve zamanı aşan muhabbet zeminleri teşekkül ettirirler.

Aradan asırlar geçmesine rağmen bugün hâlâ Yunus’a duyulan
meftûniyet, Mevlâna’ya beslenen muhabbet, Hafız’a, Hayyam’a hissedilen hayranlık
ve Hugo’ya, Goethe’ye gösterilen sevgi hep bu vasıta, yani kullandıkları dil
sayesinde sağlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi de bu vasıtayı güzel bir şekilde
kullanarak her asırdan ve her seviyeden muhatabını anlaştırıp kaynaştıran büyük
insanlardan biridir. O, yarı ömrünü harcayarak yazmış olduğu Risâle-i Nur
Külliyatı sayesinde nesilleri anlaştırıp kaynaştırmakla kalmamış, bütün
müntesiplerini kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayarak, zamanın tahribatına
meydan okuyan mükemmel bir uhuvvet ve muhabbet mecraı da meydana getirmiştir.

Said Nursi Türk Dili ile yapmıştır bunu. Eserlerini Arapça veya
Farsça yazabileceği, hatta ilk eserlerini Arapça yazdığı halde, Risâle-i Nur
Külliyatını telif ederken münhasıran Türkçe’yi kullanmayı tercih etmiştir.
Üstelik bu dili kendisine has bir üslûpla ve her seviyeden insanın okuyup
anlayacağı ve ilgisi, bilgisi nispetinde istifade edebileceği öylesine güzel bir
şekilde kullanmıştır ki; onun herhangi bir eserini bir sefer okuyan veya
dinleyen bir insan, dehşetli tehlikelere rağmen istinsah etmekten kendini
alamamıştır.

Bu ilginin neticesinde başta Isparta, Kastamonu, Denizli, Afyon
olmak üzere memleketin pek çok yerinde fertler ve aileler hevesle Risâle yazmaya
başlamışlardır. Sav, Kuleönü, İslâmköy gibi bazı mahallerde ise, kadınlara,
çocuklara varıncaya kadar ahalinin ekserisi istinsah çalışmalarına iştiyakla
iştirak etmiştir.

Böylece otuzlu kırklı yılların maddî mânevî karanlığına ve millî
şeflerin dehşetli baskılarına, zulümlerine rağmen, 600.000 kadar Risâle
çoğaltılmış, ekserisi bizzat Bediüzzaman tarafından tashih edilmiş ve
iman-Kur’ân hakikatine susamış muhtaç gönüllere ulaştırılmıştır.

Said Nursi’nin Türkçe’yi tercihi, Lâtin harflerinin kabulünden
sonra da devam etmiş, ilk talebelerinden Hüsrev’in karşı çıkmasına rağmen,
eserlerinin yeni harflerle çoğaltılıp basılmasına izin vermiştir. Risâle-i Nur’a
gösterilen millet ilgisi, bu eserlerin teksirle çoğaltıldığı ve matbaalarda
basıldığı zamanlarda da devam etmiştir.

Yıllarca matbaalarda gizli gizli bastırılıp, meftunları
tarafından memleketin her köşesine dağıtılan bu eserlerin, her gün fertler ve
cemaatler tarafından okunmasına; baskınlar, takipler, mahkemeler, hapisler,
sürgünler ve benzeri zulümler mani olamamıştır.

Günümüzde on kadar yayınevi tarafından bastırılıp satılan, on
binlerce evde ve binlerce dershanede küçüklü büyüklü topluluklar tarafından
iştiyakla okunan ve yetmişli yıllarda dünyaya açılıp doksanlı yıllarda, başta
Arapça ve İngilizce olmak üzere 24 dile çevrilen, altı yedi dile çevirme
çalışmaları sürdürülen Risâle-i Nur Külliyatının cihanşümul intişarı her gün
artarak devam etmektedir.

Risâle-i Nur Külliyatını milletin sahiplenmesinin neticesi olan
ve dünyada benzeri pek görülmeyen bu intişar şeklinde, Said Nursi’nin anlattığı
hakikatler kadar, kullandığı dil ve üslûp da müessir olmuştur.

Havastan addedilen Cemil Meriç’in, ‘her eser kendi dili ile
doğar. Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisandır. Risâle-i Nur’ları
anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük mükâfattır’ ve Şerif
Mardin’in, ‘19. yüzyılın elektrik ve termodinamiği ile ilgili konuşma tarzı,
yani kavramlaştırma tarzı, Risâle-i Nur’un diline girmiştir. Said Nursi,
dinamizm ifade eden bir dil kullanmıştır’ ifadeleri ile; avamdan sayılan
Adilcevazlı Bekir Ağanın, ‘Efendim, mâlûmunuz, fakir talebeniz ve kardeşiniz
cahil olduğum halde, güneş misâli olan risâle-i bergüzîdelerinizden umum Nur
Risâlelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set çekilemediği gibi, ve set
çekilmek ihtimali olmadığı gibi risâlelerinize de set çekilemez.’ sözleri, Said
Nursi’nin dilinin her seviyeden insan üzerindeki müessiriyetinin en açık
delilidir. Onun Barla Lahikası adlı eseri ve Necmeddin Şahiner’in hazırladığı
Son Şahitler, Aydınlar Konuşuyor gibi eserleri, buna benzer misallerle doludur.

Köprü dergisinin Bahar/2000 sayısında neşredilen ‘Said Nursi
Türkçe’si’ adlı yazıyı, Bediüzzaman’ın Türkçe’yi tercihine ve üslûbunun tesirine
bir nebze işaret etmek maksadıyla yazmıştım. Derginin Güz/2000 sayısında hiç de
hak etmediğimi düşündüğüm ithamlarla dolu bir tenkit yazısıyla karşılaşınca
şaşırdım.

Ahmet Turan Alkan tenkidinde bir fart-ı muhabbetin tezahürü
saymış bu yazıyı. Fakat makaledeki ‘Güneş Dil Teorisini Babil kulesine
teşbihten’ ve ‘Risâle-i Nur’un tağutlarla mücadelesi’ tabirinden fazlaca
rahatsız oluşuna bakılırsa, fart-ı muhabbet beslediği anlaşılan bazı kişi ve
çevrelere tarizde bulunduğumu tevehhüm etmiş olmalı ki; ‘fart-ı muhabbetten
doğan vahim tespit hatalarını’ iddia ve isnad etmekle kalmamış, tenkidinde
bizzat icra da etmiş. Zira tenkidini ‘Türkçe’yi ihya’ ifadesinin üzerine bina
eden münekkit, bunu bir iddia şeklinde değerlendirmiş ve meseleyi Said Nursi’ye
bühtan sayacak kadar abartmış.

Aslında ne Said Nursi’nin münhasıran seçilmiş böyle bir hedefi
var, ne de mezkûr yazıda benim böyle bir iddiam. Gerçi yazıda bu ifadeyi
kullandım, ama bundan maksadım; Türkçe’nin ağır darbeler yediği bir zamanda,
Said Nursi’nin eserlerini Türkçe yazmayı tercih edişine dikkat çekmek ve
bilhassa Nur ekolü içinde yetişen şair ve yazarlara, yazılarında uydurma veya
yabancı kelimeler yerine, onun ihya ettiği kelimeleri kullanmaya gayret etmeleri
gerektiğini hatırlatmaktı.

Nitekim, dil ile ilgili mütalâaların ardından gelen;
‘Bediüzzaman bütün bunları bir dil âlimi edasıyla, Türkçe dil kurallarını
yaşatma maksadıyla veya Türkçe’nin diğer dillerden üstünlüğünü ispat etme
iddiasıyla yapmadı. Davaların dille anlatılıp, sanatla yaşatıldığını
bildiğinden, iman-Kur’ân davasını iyi ve güzel bir şekilde anlatmak için yaptı’
cümleleri, yazıda münekkidin söylediği gibi bir iddianın olmadığını anlatmaya
yeterdi.

Üstelik böyle bir iddia, cihanşümul hedefleri olan ve
müntesiplerini saadet-i dâreyne hazırlamayı gaye edinen Bediüzzaman’ın iştihar
etmiş husûsiyetlerine yeni bir sıfat eklemez, aksine onun büyük hedeflerini
küçültür. Müdekkik bir münekkidin, fart-ı muhabbetle suçladığı muhatabının ‘kaş
yapayım derken göz çıkarmak’ kabilinden böyle bir hata yapmayacağını bilmesi
gerekirdi. Eğer mezkûr ifadeye insafla veya hüsn-ü zanla baksaydı, böyle bir
kanaat sahibi olmazdı.

Lâkin sayın Alkan bunu yapmak yerine nedense Bediüzzaman’ın,
‘farfaralı gazeteciler’ diye tavsif ettiği kişilerin yaptığı tahrifat tarzını
takip etmiş ve o tabiri alırken, bu ifadeleri görmezden gelerek yazıya
‘Türkçe’yi küllî mânâda ihya’ iddiasını yakıştırmış. Bir yazının bazı yerlerinin
alınıp, oradaki mânâyı tamamlayan veya tasrih eden başka yerlerini atlamak,
yapıcı tenkitte muteber bir teamül olmasa gerek.

Bu tenkidin bir saikinin de, Said Nursi’nin dilinin bazı
çevrelerce ağır ve bozuk olduğunun iddia edildiği bir zamanda, böylesi
şayiaların tesiri altında kalarak ‘Said Nursi Türkçesi’ tabirini ona
yakıştıramama zaafı olduğunu zannediyorum. Eğer öyle ise, bu tavrı iyi niyet
tezahürü olarak görmek mümkün değildir. Çünkü, Türkçe’yi kullanmak kimsenin
iznine veya icazetine tabi olmadığı gibi, ‘Türkçesi’ tabirini bazılarının,
bazılarına izafe ettiği bir imtiyaz ve nişan olarak görmek de yanlıştır. Ali Şîr
Nevâi’den Yahya Kemâl’e kadar pek çok şaire verilen bu sıfata Said Nursi de
lâyıktır, hatta elyaktır.

Şurası muhakkak ki, Said Nursi dile bîgâne bir insan değildir.
Hayatının Eski Said safhasında Kamus-u Okyanus adlı lügâti ezberlemeye
çalışırken, bunun sebebinin sorulması üzerine; ‘Kamus, her kelimenin kaç mânâya
geldiğini yazıyor; ben de, bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime
kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm.’ İfadelerinde
de görüldüğü gibi, benzeri olmayan bir lügât yazmaya çalışacak kadar dile âşinâ
ve bu sahada içtihada müheyyadır. Zamanın şartları onun bu maksadını
gerçekleştirmesine fırsat vermeyince, o da bu müktesebatını üslûbunda kullanmış
ve yazıda dikkat çekilen husûsiyetler ortaya çıkmıştır.

Lügâtler ihya kelimesine ‘diriltme, canlandırma, uyandırma’ gibi
mânâlar veriyorlar. A. Turan Alkan’ın bu kelimeye yüklemek istediği mânâ ise
teşekküldür. Yani dilin zaman içinde ve fıtrî kullanma şartları dahilinde
gelişerek aslî şeklini almasıdır. Dilin ‘canlı bir vasıta’ diye tarif
edilmesinin sebebi de, harici müdahalelerden ziyade zamanın seyri içinde ve
tedricen tekâmül etmesindendir. Onun için bir dili teşekkül ettirmeye yalnız
fertler değil, devletler ve cemiyetler de muktedir değildir.

Mesela, Karamanoğlu Mehmed Beyin, Türkçe’yi devlet dairelerinde
kullanma emri, başarılı olmuş bir dili ihya hamlesi olarak değerlendirilebilir.
Mustafa Kemâl’in Güneş Dil Teorisi ve daha sonra onun yerine ‘Arı Dil’ veya ‘Öz
Türkçe’ adlarıyla ikame edilmeye çalışılan ‘uydurukça’ illeti ise, ölü doğmuş
teşekkül teşebbüsleridir. Devlet tahkimatına ve aydın tahşidatına rağmen
neticesiz kalmıştır.

Burada medar-ı bahs edilen husussa, dili canlandırma, tekâmülüne
vesile olma, yani bir cihetiyle de olsa ihya etmedir. Bu açıdan bakınca bir
yabancıya Türkçe’yi öğreten, dile yeni bir kelime kazandıran, unutulmuş bir
kelimeyi uyandıran, dilin kullanılmasını kolaylaştıran, bazı kelime ve
kuralların ihmaline mani olan insanlar da dili kendi çaplarında ihya etmiş
sayılırlar.

Hal böyle olunca, Türkçe’nin dehşetli darbelere maruz
bırakıldığı, uydurukça illetine müptela edildiği, Arı Türkçe iddiasıyla asıl ve
asil Türkçe’nin katledilmek istendiği bir zamanda Said Nursi, Karamanoğlu Mehmet
Beyin asırlar önce fermanla yaptığını, tefsirle yapmış ve ihmal edilip atıl
bırakılarak unutturulmak istenen binlerce kelimeyi eserlerinde kullanmak
suretiyle canlandırmış, yani Türkçe’yi kelime ciheti ile de olsa ihya etmiştir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’i Türkçe ile asrın şartlarına en uygun
şekilde tefsir ederek ekser Müslümanların ve yeni Müslüman olacak insanların
dikkatlerini Türkçe’ye çekmesinin yanı sıra, bir tek Türkçe kelâmın bile
konuşulmadığı binlerce Kürt insanının evine Türkçe yazılmış koskoca bir
külliyatın girmesini ve okunmasını sağlaması da Bediüzzaman’ın Türkçe’yi
oralarda ihya ettiğini gösterir.

Bu itibarla, Said Nursi’nin Türkçe’ye, pek çok Türkçüden ve
Türkçeciden daha fazla hizmet ettiğini söylemek, Türkçe’yi severek kullanan her
Türk’ün vicdan borcu olsa gerek. Said Nursi’nin ana dilinin Türkçe olmadığını,
veya onun kendisi için ‘Türkçe’si az’ tabirini kullandığını bilmek, bu hükmü
değiştirmez. Çünkü o, Risâle-i Nur Külliyatını, başka husûsiyetler açısından
olduğu kadar, dil yönünden de diğer eserlerinden ayırmış ve ‘Kur’ân-ı Kerim’in
i’caz-ı mânevîsinin bir cilvesi ve temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülü’ olarak
gördüğü tefsirini bazı beşerî zaaflardan âzâde tutmuştur.

Onun için Said Nursi, gerçekten de kelimelerini seçerken
‘Sinan’ın mabedine taş, Itrî’nin tamburuna tel, Karahisârî’nin hattına mürekkep
alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti’ göstermiştir. Zira kitapları
onların eserleri kadar itinalı ve alakaya mazhardır. El yazısı ile çoğaltılan
binlerce nüshayı bizzat kendisinin renkli kalemlerle tashih etmesi ve bir tek
kelimenin bile yanlış veya hatalı yazılmasına razı olmaması, herhangi bir
kelimenin yerine başka bir kelime yazıldığında üslûptaki insicamın bozulması, bu
hassasiyetin en açık delilidir.

Münekkidin bu kanaatlere katılmaması, muhtemelen Risâle-i
Nur’ların yazılış ve intişar macerasını bilmemesinden ileri gelmektedir. Onun
için bu tavır bir ölçüde mâzur görülebilir. Fakat zerrelerin hem adet, hem de
çeşit çokluğunu nazara vermek için ard arda iki tane çokluk eki kullandığı
‘zerratlar’ tabirini ‘hem letafetten hem de imla metanetinden uzak’ bulması
ve—velev ki hatalı da olsa—böyle beş altı kelime yüzünden, ekseriyeti dağlarda,
kırlarda çok zor şartlar altında yazılan büyük bir eserler topluluğunu üslûp
cihetiyle hatalı addetmesi, âl-i cenâplığa yakışan bir hareket değildir.

Bir de, ‘Hayattar, helâket, abesiyet’ gibi kelimelerin
Devellioğlu lügâtinde yer almadığını tespit etmiş sayın Alkan. Sadece bu tespit
bile, mâruf lügâtlerde yer verilmeyerek ölüme terk edilen yüzlerce kelimeyi,
eserlerinde kullanarak hayattar kılan Said Nursi’nin, Türkçe’yi—kelime ciheti
ile de olsa—ihya ettiğini göstermeye yeter. Mezkûr lügât, Türkçe’nin önemli
kaynaklarından biridir, ama dilde kullanılacak kelimeler sadece onlardan ibadet
değildir. Münekkidin, bazı lügâtlerde yer almayan bu kelimeleri kullanmayı
‘hatalı tasarruf’ sayması ise şahsî mülahazası olduğundan, ayrıca üzerinde
durmaya değmez.

Fakat bir yandan ‘Said Nursi’yi, Türkçe’sinin zayıflığı ve
ittiratsızlığı noktasında tenkit etmek aklımdan geçmez’ diyen bir münekkidin;
diğer yandan onun dilini hiçbir delile dayanmadan, misal vermeden, ‘Osmanlı
Türkçesi’ görüntüsü veren, ancak klasik ve edebî Osmanlıca zevkinden hayli uzak’
telakki etmesi, ‘klasik lisana âşina olanların damağında kekre lezzetler
bırakan, ham ve alışılmadık tasarrufların sıkça göze çarptığını’ söylemesi ve
‘dil zevki itibariyle garip’ bulması, tezvirât değilse bile, içinde bulunduğu
tenakuz halini, umûma teşmil etme zaafının tezahürüdür.

Zaten yukarıdaki iddiaların ardından, ‘Bu hususta eski edebiyat
mütehassıslarının hakemliğini daha şimdiden kabul ediyorum’ demesi de bu
tenakuzun tereddüde dönmüş şekli olsa gerek. Ben kanaatlerimde herhangi bir
tereddüt taşımadığımdan ve okuyucularımda şimdiye kadar ima yollu da olsa bir
tereddüt temayülü görmediğimden, böyle bir hakem arayışı içinde değilim. Lâkin
münekkidin arayışına misal olması düşüncesiyle bu mevzuda yaşanmış bir hadiseyi
nakletmek istiyorum.

Halihazırda edebi çalışmaları ile maruf bir yazarımız, arkadaşı
ile Risâle okurken Said Nursi’nin; ‘Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan
kazandığına mesrûr ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz’ cümlesi üzerinde
tartışmışlar. Arkadaşı cümledeki ‘ne, ne’ ifadeleri mânâyı olumsuzlaştırdığı
için, cümlenin ‘olmaz’ diye bitmesinin yanlış olduğunu iddia ederken, Yazar
cümleyi bu şekilde kurmanın daha doğru olduğunu söylemiş. İkisi de birbirini
ikna edemeyince meseleyi hocaları Muharrem Ergin’e sormaya karar verip odasına
gitmişler.

Hasta olmasına rağmen onları dikkatle dinleyip cümleyi okuyan
Muharrem Ergin, kütüphanesindeki raflardan bir kitap aldırmış ve bu bahsin
geçtiği yeri açtırmış. Mesele ile ilgili olarak, Rus ve Alman Türkologların
kitaplarında geçen bazı kurallar gösterdikten sonra, ‘böyle cümleler halk
dilinde ‘olur’ ifadesiyle bitebilir, ama olumsuz bir ifade ile bitmesi daha
yüksek bir belagat kaidesi olduğundan, doğrusu ‘olmaz’ şeklinde bitmesidir’
demiş. Ardından da mezkûr cümleyi dil kaidelerine uygun ve beliğ bulduğunu ifade
edince, yazarın arkadaşı itirazını geri almış.

Merhum Muharrem Ergin’in, Risâle-i Nur’da geçen bu ifadenin Türk
dil kurallarına uygun olduğunu gösteren hakemliğinin yanı sıra; muhteva ve hukuk
yönünden bu zamana kadar memleketin pek çok yerinde açılan yüzlerce davada,
savcıların çeşitli iddia ve ithamlar sıralayıp ağır mahkumiyetler istemelerine
karşı, bilirkişi raporlarına dayanarak 1500’den fazla berat kararı veren
hakimlerin fiilî hakemliği de nazara alınacak olursa, münekkidin hakem talebinin
onlardan pek farklı netice vermeyeceği aşikârdır.

Buna rağmen A. Turan Alkan, yazısında mezkûr tabirleri biraz da
pervasızca kullanmış. Muhatabını da, ‘klasik Osmanlı metinleri ve lisanı
konusundaki mütebahhiresi, Said Nursi külliyatının ufuklarıyla muhât’ olmakla
suçlamış. Bunu yaparken, kendisinin ‘klasik Osmanlı metinleri ve lisanı
konusundaki mütebahhiresinin hangi kaynaklara dayandığını, bu zamana kadar Said
Nursi’nin ne gibi eserlerini okuyup, hangi klasik metinlerle karşılaştırarak
neden kekre bulduğunu izah etme zahmetine katlanmamış.

Edebiyat Fakültesinde, yıllarca mahir hocaların Türk Dili,
Osmanlıca, Metin Tahlili gibi derslerine katılmama ve klasik Osmanlı
metinlerinden bazılarının husûsi kütüphanemde bulundurup, fırsat buldukça
okumama rağmen, yine de yetersiz olduğumu ifade edebilirim.

Lâkin tenkit yazısı, muhatabımın bu sahada benden pek de farklı
olmadığını gösteriyor. En azından Risâle-i Nur’ları fazla okumadığı, Said
Nursi’yi pek tanımadığı, bu yüzden kulaktan dolma bilgi ve ham malumatla
tenkidini kaleme aldığı, biraz da dil-fürûşluk yapmak istediği kanaati veriyor.
(Bu kanaatimde yanılmayı çok isterdim.)

Münekkidin İstanbul ağzı hakkındaki değerlendirmeleri de bu
kanaati kuvvetlendiriyor. Gerçekten ‘İstanbul devletin ve kültür namına
biriktirdiğimiz her şeyin kalbidir.’ Fakat vücutsuz kalp bir işe yaramadığı
gibi, kalpsiz vücut da bir iş göremez. İstanbul kalpse, Osmanlı coğrafyası bir
vücuttur. Said Nursi’nin dili, kalbi de içinde taşıyan bir bünye hüviyetindedir.

Mezkûr yazıda meseleyi medar-ı bahs etmekten maksadım, bilhassa
Cumhuriyetten sonra yazı diline esas alınan İstanbul ağzını yetersiz görmek
değil, dili maharetle kullanan şair, yazar ve mütefekkirlerin üslûp
farklılıklarına dikkat çekmek, birini diğerine tercih etmekten ziyade; hepsinin,
birbirinin mütemmimi olduğunu, birini okuyup anlamanın, diğerlerini mütalâayı
kolaylaştırdığını nazara vermekti.

Yazıda da münhasıran işaret edildiği gibi Said Nursi Kur’ân’ı
tefsir ederek dini tecdit vazifesini yerine getirmiştir. Elbette o bir Türkçe
müçtehidi değildir. Ama tecdidini Türkçe yaptığı ve anlattığı için, kullandığı
dilde uyguladığı yenilikler, yaptığı işin usûlüne uygundur. Münekkit bundan zevk
almasa da bu üslûp latif vasıflar taşımaktadır.

Şurası muhakkak ki, hiç kimse dilini anlamadığı veya tadını
almadığı bir eseri baştacı yapıp başucu eseri haline getirmez. Bugün Risâle-i
Nur Külliyatının milyonlar tarafından okunması, onların en azından ekseriyetinin
bu eserlerin dilini anladığını ve okumaktan zevk aldığını göstermektedir.

Said Nursi’nin dilinin, Yahya Kemâl’in Eski Şiirin Rüzgârıyla,
Mehmed Akif’in Safahat, Ahmed Haşim’in Piyale eserlerinden daha sade olduğu
iddiasının yazıda yer alması da bu teveccühe müstenittir. Yazıda şairlerle
beraber eserlerinin isimleri de zikredildiği halde münekkidin bunları nazara
almadığı ve ‘tenkide hâcet görmeden sadece işaret etmekle yetindiği’ bu husûsu
ben delillendirmek istiyorum.

Dili, seçtikleri şekil ve işledikleri muhtevanın özelliklerine
göre kullanarak kendilerine has birer üslûp geliştiren ve yaşattıkları kelimeler
nispetinde Türkçe’yi ihya etmiş sayılan şairlerin eserlerinde, bazı insanlara
göre ağır gelen ifadeler bulunacağından, muhataplarının, münhasıran ağır yerleri
seçtiğim zehabına kapılmalarına mani olmak için, eserlerin ilk beyitlerini
nazarınıza arz ediyorum.

"Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür,
Gûş-i cihâne velvele-î bâl ü Per gelür."

Yahya Kemâl’in mezkûr kitabındaki Başlayış gazelinin matla beyti
bu. Elbette kullanılan kelimeler bir kusur değil, seçilen üslûbun gereğidir ve
şiirde mükemmelliği gaye edinen şair, mükemmel bir başlangıç yapmıştır. Ahmed
Haşim’in eserindeki ilk şiirin girişi olan şu mısralar da aynı husûsiyetleri
taşımaktadır:

"Münfail bir semâ-yı giryânın / Zerdi-yi iğbirârı altında

Münkeşif bir hazân-ı nâlânın / Gird-bâdî-yi gam-nisârında.

İstiklâl Marşımızın şairi olmasının da tesiriyle milletçe
sevilen, bilinen ve sanatına hayran olunan Mehmed Akif’in Safahat’ının ilk
mısraları da onun Türkçe’yi kendisine has bir şekilde kullanarak geliştirdiği
mükemmel üslûbunun izlerini taşımaktadır.

"Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr."

Bediüzzaman Said Nursi’nin külliyatının en büyük kitabı olan
Sözler’in ilk cümleleri ise şunlardır: "Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi
başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi,
bütün mevcudâtın lisân-ı hâliyle vird-i zebânıdır."

Mezkûr şairleri nazarlardan ıskat için değil, onların muasırı ve
bazılarının yakın dostu olan Bediüzzaman Said Nursi’nin diline yapılan ‘ağır ve
anlaşılmaz’ ithamının yersizliğine, haksızlığına, yanlışlığına delil olması
niyetiyle seçtiğim bu parçalarla iktifa etmezseniz, o muazzez şahsiyetlerin
eserlerinin bütünün tetkik edin ve kararı siz verin.

Hazır başlamışken, bir karar daha verin. Said Nursi’nin
Türkçe’yi tercih etmesine dikkat çekmeye ve üslûbunun bazı husûsiyetlerini
nazara vermeye çalıştığım için ben mi ona bühtan ediyorum; yoksa altı bin
sayfadan müteşekkil on iki ciltlik muhteşem bir Kur’ân tefsirini, husûsan Türkçe
yazdığı ve binlerce kelimenin yaşamasına vesile olduğu için, üslûbunun
husûsiyetini adıyla ve diliyle adlandırmaktan ibaret olan ‘Said Nursi Türkçesi’
tabirini ona yakıştıramayan Ahmet Turan Alkan mı Said Nursi’ye bühtan ediyor?

Her neyse… Münekkidi tekebbüre sevk eden değerlendirmeye
gelince: ‘Türkçe, Osmanlı Devletinin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa
Risâle-i Nur Külliyatı sayesinde millî hudutları aşarak yeniden dünya dili olma
şansını yakalamıştır’ cümlesini ‘abartılı, yanlış ve bühtan dolu’ bulan A. Turan
Alkan bazı tekebbür ifadeleri ile tamamlamış tenkidinin bu bölümünü.

Keşke bu ifadelerin aksini ispat ederek içinde bulunduğu
kibirlenme halini mazur gösterebilseydi. Veya Osmanlı devletinin cihan
hakimiyetini kaybetmesinden sonra, bazı dünya dillerine çevrilen birkaç Türkçe
eser örneği vererek benim iddiamı zayıflatabilseydi.

Veya zahmet edip bu ifadelerin geçtiği paragrafın hemen üstünde
yer alan Dr. Colin Turner’in, Prof. Dr. Şerif Mardin’in, mütefekkir Cemil
Meriç’in Risâle-i Nur ve dili hakkındaki senakâr sözlerine bir göz atsa da, bu
iddialarını bir daha gözden geçirseydi.

‘Dünya dili’ tabirinin tedai ettirdiği mânâ, dünyada ilim ve
tefekkür ehli insanlar tarafından itibar gören dildir. Sanat, edebiyat ve
mâneviyât cihetiyle insanlığa faydalı olabilecek eserlerin yazıldığı diller
genellikle bu şekilde adlandırılırlar. Böyle eserler yalnız müellifinin mensup
olduğu millet tarafından değil, diğer insanlar tarafından da takip edilir. Bunun
için insanlar ya o eserin dilini öğrenirler, ya da eserler o milletin dillerine
çevrilir. Böylece eser, insanlığa mal olurken, dili de bir nevi dünya dili
haline gelir.

Bugün Risâle-i Nur’a dünyada gösterilen ilgi, bu zamana kadar
Türkçe yazılan başka eserlere pek nasip olmamıştır. Bu eserler dünyada Türklerin
bulunduğu hemen hemen her yerde Türkçe aslından okunuyor. Herhangi bir vesile
ile onları tanıma imkanı bulan diğer milletlere mensup müteşebbis insanlar,
kendileri okumakla iktifa etmiyorlar, millî dillerine de çevirerek milletlerinin
istifadesine sunma heyecanı ve çabası içine giriyorlar. Doksanlı yıllarda
başlayan bu çalışmaların neticesinde Risâle-i Nurların yirmi dört dile
çevrilmesinin ve başka dillere tercüme çalışmalarının devam etmesinin sebebi
işte bu ilgidir.

Bu tespiti mübalağalı bir iddia telakki edenler, Risâle-i
Nurların basılıp satıldığı herhangi bir yayınevine, mesela İstanbul’da Sözler’e,
Ankara’da İhlas Nur’a uğrarlarsa, hepsinin birer nümunesini görebilirler.

Dünyada, Risâle-i Nur’a duyulan bu alâkadan, eserlerin dili
olması hasebiyle Türkçe’de nasibini almıştır. Bilhassa çeşitli sebeplerle yurt
dışına çıkan Türklerin gayretiyle Risâleleri tanıyan yabancıların bazıları
onları aslından okuyabilmek için Türkçe öğrenmeye çalışırken, bazıları da Türkçe
bilenlere veya kendi dillerini iyi bilen Türklere tercüme ettirme gayreti içine
giriyorlar ve her hâl u kârda Türkçe ile meşgul oluyorlar.

Nitekim, Risâle-i Nur Külliyatını İngilizce’ye çeviren, Müslüman
olup Şükran Vahide adını alan bir İngiliz’dir. Arapça’ya ise, İhsan Kasım adlı
Iraklı bir âlim tercüme etmiştir. Diğer dillere tercüme çalışmalarında da, o
dili kullanan ülkelerde temayüz etmiş insanların gayretleri büyüktür.

Her sene dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de
tertiplenen ve sonuncusu 24-26 Eylül tarihlerinde İstanbul’da yapılan
Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumlarına tebliğ hazırlayan ve takdim eden her
din ve milliyetten yabancı ilim adamı ve mütefekkirlerin sayısı yüzlerle ifade
edilmektedir.

Amerika’da, Hartford Üniversitesinde öğretim üyeliği yaparken
Risâle-i Nurları tanıyınca, onları aslından okuyabilmek için, Türkçe öğrenmek
maksadıyla Türkiye’ye gelen ve aylardır hem Türkçe öğrenip hem Risâle-i Nur
mevzuunda seminerler veren Filistin asıllı Prof. Dr. İ. Abu Rabi, bu eserler
vasıtasıyla Türkçe’ye ilgi duyup öğrenmeye çalışan yüzlerce insandan sadece
biridir.

Vatikan’ın 1994’te yaptırdığı bir araştırmada, Avrupa’da
Müslüman olan Hıristiyanlardan yüzde 32’sinin, Risâle-i Nur’ları okuyarak İslâm
Dinini seçtiği gerçeği, ve üç dört tane yayınevi tarafından Türkçe, İngilizce ve
Almanca olarak internette açılan Risâle-i Nur sayfalarına gösterilen ilgi de
nazara alınacak olursa, bu misallerin sayısını birlerle ifade etmek mümkündür.

Bütün bunlar da gösteriyor ki, Risâle-i Nurlar yalnız
Anadolu’da, Osmanlı coğrafyasında, Türk dünyasında ve İslâm âleminde değil,
bütün dünyada okunmakta, misak-ı millî sınırları içine sarılarak sindirilip yok
edilmeye çalışılan ‘İlâ-yı Kelîmetullah’ idealini ihya ve ifaya devam
etmektedir.

Hal böyle iken, ‘Risâle-i Nur’un millî hudutları aştığı’
kanaatini ‘ciddiyetten uzak’ telakki edenleri ciddiye almak ciddiyetsizlik
olacağından sözü fazla uzatmıyorum. Zira, idraki misak-ı millî hudutları ile
muhât olanlar, cihanşümul hareketleri ihata etmekte zorluk çekerler.

Aslında, bu tenkit hakkında söylenecek birkaç söz daha var.
Lâkin, sayın Alkan’ın kendisini tanımadığım halde, biraz âşinâ olduğum üslûbuna
yakıştıramadığım ithamlarına nezâketen mukabele etmiyorum.

Hülasa: ‘Tesâdüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukûlden hakîkat
tamamıyla tezâhür eder’ diyor Bediüzzaman. Köprü’nün sayfalarında, ‘Said Nursi
Türkçesi’ münasebetiyle, Ahmet Turan Alkan’la aramızda başlayan bu fikir teatisi
tarzındaki mükâleme ahvalli ‘tesâdüm-ü efkâr ve tehâlüf-ü ukûl’ faslından da,
umarım hakikat tamamıyla tezâhür eder.