Hayreddin Karaman ile Söyleşi

Genel olarak reform, dinin yeniden yorumlanması gibi
kavramları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok tekrarlanan bir söz var; değişmeyen tek kural değişimdir,
diyorlar. Bu, aslında Allah Tealanın kendisi için değil fakat tekmil sıfatı
içinde geçerli olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Onun her an yeni bir
şe’n içinde olduğu, her an yeniden yarattığı, atıl olmadığı ifade ediliyor.
Malumunuz bir takım dinlerde Allah altı günde kainatı yarattı, sonra yedinci gün
de dinlendi derler. Deyim yerindeyse Onun için zaten yorulma ve dinlenme söz
konusu olmadığından her an—hatta bu an bile bizim idrak kapasitemiz için
kullandığımız bir şeydir. Çünkü Allah zamansızdır. Biz bu anı Allah’ın anı
olarak değil, bizim anımız olarak kullanmış oluyoruz. Bize izafeten
söylüyorum—her an o yeni bir yaratıştadır. Her an yaratıyor. Her an yarattığına
göre mahlukatta, yani onun yarattıklarında sünnetullaha, onun koyduğu kanunlara,
onun programlamasına, planlamasına göre bu istikamette kimi zaman kemale, kimi
zaman kevne, kimi zaman fesada doğru bir değişimin olduğu anlaşılıyor. Demek ki,
değişim var. Öyle ise insanlar bir kere biyolojik olarak değişiyorlar. Tam böyle
süre hakkında söylenenlerin çok kesin olduğunu sanmıyorum ama her halde şu doğru
olsa gerek; insanın biyolojik varlığı da hücrelerinin ölmesi ve yenilenmesi
yoluyla belli bir süre içerisinde değişiyor. Fikrimiz, tahayyüllerimiz,
tasavvurlarımız, hedeflerimiz, hedefe gitmek için kullandığımız araçlar—dikkat
buyurursanız—değişiyor. Ama biz müminlerin, hemcinslerimizden ama mümin olmayan
hemcinslerimizden önemli bir farkımız, süreklilik içerisinde değişimimizdir.
Yani bizde değişmeyen, sürekli olan bir taraf var, öz var, bir de değişen taraf
var. Bu çerçevede işte yenileşme, reform, tecdit ve içtihat kavramlarına bakmak
lazım. Bu kavramlara bu çerçevede bakmak gerekiyor.

Süreklilik içerisinde değişim nasıl olmalıdır?

Eğer siz bir vahye dayalı dine iman ediyorsanız, inanıyorsanız
mutlaka bu iman manzumeniz içerisinde değişmeyeniniz vardır. Konuşmamızın
başında, mesela Allah için değişmenin söz konusu olmadığını söylemiştim. O halde
mesela bizim Allah bilgimiz değişmez, yani daha doğrusu Allah Tealanın kendisi
hakkında bize verdiği bilgi değişmez. Bizim o bilgi üzerindeki idrakimizde
gelişme olabilir. Yani o verilen bilgiyi, değişmeyen Allah’ın kendisi hakkında
verdiği bilgiyi biz, bilgi kapasitemiz arttıkça daha genişliğine, daha
derinliğine götürebiliriz—mahiyet anlamında söylemiyorum, çünkü mahiyetini
bilemeyeceğimiz belli—ama o bilgimizin konusu olan Allah değişmez.

Şimdi gelelim o Allah’ın bize öğrettiği, talim ettiği akidemize.
Kendisine nasıl ibadet ve taat edeceğiz, nasıl ibadet edersek Allah Teala bizden
razı olur, hoşnut olur? Bu konuda talimatı var, öğretisi var. Bu değişmez.
Efendim, tarihi olduğuna, maslahata bina edildiğine dair elimizde kuvvetli delil
bulunmayan haram-helal manzumesi değişmez. Demek ki, biz bir değişmez alana
sahibiz. Eğer mümin isek, imanımız varsa ama öncelikle; (1) Bizim içtihadımıza
bırakılmış konularda, (2) Hükmü tarihi bir oluşa, oluşuma bağlı olan alanlarda
değişim olur. Bu değişim olabilen ve olmayan yerler din hayatında ve dini
yaşayan insanların sosyal hayatında kaba hatlarıyla böyledir. Eğer bir vahye
inanmıyorsanız, dini de beşeri bir kurum olarak, beşer mahsulü bir kurum olarak
telakki ediyorsanız, o zaman sizde süreklilik alanı yoktur. Ya da değişmezlik
alanı yoktur. Her şey değişir; neye göre değişir? Beşerin bilgi seviyesinin,
kültür ve buna bağlı olarak medeniyetinin değişmesine paralel olarak değişir.
Hatta bu değişim, mesela Pozitivistlere göre öyle bir noktaya gelebilir ki,
artık efsane çağı biter, din çağı biter, mesela bilim çağı gelir. Öyle ise
bakın, dinin içerisinde bir şeyler değişir değil; dinin kendisi gider. Din, bir
başka şeyle değişir. Ne ile? Mesela Pozitivistlere göre, bilimle. İşte o bir
şekilde ya tamamen Pozitivizmin ortasında olan ya da işte Rasyonalizmi,
Pozitivizmi dine uygulamak isteyen insanlara göre de aşağı-yukarı dinde
değişmeyen bir şey yoktur. Yani kendi aralarında bazı ihtilaflar var. Mesela
bazıları diyorlar ki, iman alanı değişmez, ibadet alanı değişmez, onun dışında
her şey değişir. Neye göre değişir? İşte bilime, çağa, çağın değerlerine ve
ihtiyaçlarına göre. Ve bunun adına da reform diyorlar. Yani o değişmez kısım ya
hiç yok, ya çok azdır. Onun ötesinde, bunlara göre, bazen ibadetler de dahil
olmak üzere—çünkü bu reform programlarını ileri sürenlerin bazen ibadet
konusunda da farklı teklifler ileri sürdüklerini görüyoruz—haram-helal alanı,
siyasal, sosyal, hukuki, ahlaki alan da dahil olmak üzere bilime ve çağın
değerlerine göre yeni baştan dizayn edilmeli, düzenlenmelidir; bunun adına
reform diyorlar. Biliyorsunuz bunda Luther’in İncil merkezli olmak üzere
Hıristiyanlık, daha doğrusu kilise öğretisine karşı yaptığı ıslahatı da baz ve
örnek olarak alıyorlar tarihi ve temel örnek alıyorlar. Zaten o ıslahatın adı
bildiğiniz gibi reformdur, onlara dayandırıyorlar. Buna karşı dinin değişmezleri
ve değişenleri vardır. Değişenler, Allah Teala böyle murad ettiği için değişir;
bizim canımız istediği için değil. Biz Allah’ın muradını keşif için yola
çıkanlarız diyenler için ise reform diye bir şey olmaz: Tecdit ve içtihat olur.

Reformu İslam’ın değişime açık olmasının suiistimal edilmesi
olarak mı görmek gerekir?

Aynen öyle. Yani sınırın aşılışı, dinin mahiyetinin aşılışı
hatta dinin aşılışı var orada.

Yukarıda ifade ettiğiniz dinin değişen ve değişmeyen yönleri
hakkında daha somut sınırlar çizmek mümkün mü?

Dini genellikle iman, ibadat, muamelat—ben bu muamelatın içine
ukubatı da koyuyorum—diye tasnif edilir. Oraya bağlı konuşacak olursam din ikiye
ayrılır: İman, amel. Yani dinin bize öğrettikleri ve insana yüklediği
mükellefiyetler bütününü biz itikadla, inançla ilgili olanlar ve yapıp-etmekle
ilgili olanlar diye ikiye ayırabiliriz. Amel kısmı ise ibadat yani ibadetler,
muamelat ve ukubat diye, eski fıkıh kitaplarımızda üç bölüme ayrılıyor.
Genellikle söylenen şudur—istisnalar kaideyi bozmaz—itikadiyatta değişiklik
olmaz. İman bahsinde değişecek şey, kulu imana götüren bilgide, kanıtta
olabilir. Binaenaleyh onun içindir ki, mesela sufiler Allah’a farklı kanıtlarla
gidebilirler, filozoflar farklı delillerle gidebilirler, kelamcılar farklı
delillerle gidebilir. Ama gittikleri şey aynı yerdir; Allah’ın varlığını isbat
yani isbat-ı vacib. Orada üslup değişir. Mesela, burhan-ı bedi derler eski
kelamda yani enfüs ve afak edillesinden yola çıkarak Allah’a gitmek, ona
ulaşmak. Bediüzzaman Said Nursi o yolu daha çok kullanıyor kendine mahsus bir
üslupla. Aynı zamanda misal, darb-ı mesel yolunu da kullanıyor. Üslup
değişebilir. Yani İmam Ebu Mansur Maturidi buraya ağırlık vermedi, Eşari vermedi
ya da Gazali vermedi diye mesela Bediüzzaman Said Nursi’nin de vermemesi lazım
gelmez. Yüz sene sonra da bir başka müceddit gelebilir, o günün bilgi, üslup ve
ihtiyaçlarına göre yine aynı sonuca farklı delillerle davet üslubuyla gidebilir.
Arada değişen kısım bu. Geldik ibadetlere şimdi. İbadetlerde de değişiklik
olmaz. Eskiden beri söylenen şey, muamelat alanında değişiklik olabilir.
Muamelat alanında niye değişiklik olur? Çünkü insanların—biz gerçi
materyalistlerin ileri sürdüğü gibi maddeyi temel almıyoruz. Maddeyi merkeze
alıp, madde ötesi her şeyi ona bağlı üst değerler, ikincil değerler olarak
telakki etmiyoruz, ama maddi hayatı—hem manevi, hem sosyal, hem de siyasal
hayatı etkiler—özellikle ekonominin, üretim araçlarının, üretim biçiminin,
hukuku, siyaseti ve sosyal ilişkileri etkilediğini inkar edemeyiz. Öyle ise bu
söylediğim açıdan insanlar değişime uğrar. Malum-u aliniz iktisatçılar ekonomiyi
üretim, dağılım ve tüketim dönemlerine ayırırlar. Nihayet işte ziraat, ticaret
derken sanayi devrimi yani endüstri devrimi gelir. Endüstri devrimiyle birlikte
şehirleşme hızlanır. Hatta şimdi “Üçüncü Dalga” diye bazı Batılıların
isimlendirdikleri bu endüstri devriminin de aşıldığı ve bilgi-iletişim çağının
açıldığı kabul ediliyor. İşte bu söylediğim temel değişikliklere bağlı olarak
insan ilişkilerinde insan-eşya ilişkilerinde, insan-insan ilişkilerinde çok
önemli değişiklikler oluyor. Bu değişikliklerin de hukuku, siyaset hayatını,
sosyal hayatı ve ahlakı etkilememesi mümkün değil. İşte orada müceddit ve
müçtehit dediğimiz insanlar devreye giriyorlar, Allah Tealanın önce muradını
keşfediyorlar. Bir düzenlemeden onun muradı nedir? İkincisi, bu bahsettiğim
değişim İlahi plana yani fıtrata uygun bir gelişme midir, yoksa fıtratın aksine
bir değişme midir, yani dejenerasyon mudur? Bunu tespit ediyorlar. Yani “bak bu
çağda herkes şuraya giderken…” şeklinde ifade edilen argüman, bazen bir
dejenerasyonun ifadesidir. Biri çıkıp, “artık cinsiyet ayrımının ortadan
kalktığı ve herkesin cinsel tercihinin makul, meşru ve ahlaki kabul edildiği şu
çağda…” diye söze başlayıp buna bir hüküm bina etse, bu değişimi biz bir
dejenerasyon olarak kabul ederiz. Yani fıtrat doğrultusunda bir kemal değil, bir
gelişme değil, bir tekamül değil, bir tedenni, bir dejenerasyon olarak kabul
ederiz. Buna hüküm bina edilmez. Böyle şeylerde zaruret söz konusu olabilir,
geçici ruhsatlar söz konusu olabilir. Ne gibi? İşte mesela bu günlerde çok
tartışılıyor; insanlar, bir toplum yada dünya kadınların başlarını açmalarına
karar verebilir, bir dünya kadınların başları açık olsun—buna hakkı var veya
yok—der ya da kadınların başlarının açık olmasına bir değer izafe eder. Yani bu
çağdaştır der, bu medenidir, bu uygardır diyebilir. Ondan sonra da bir ülke
buradan yola çıkarak hem okullarında hem de devlet dairelerinde başı kapalı
olarak çalışmayı ve okumayı yasaklayabilir. Bu bir değişmedir. Bu değişmenin
adına çağdaşlık da dense, gelişme de dense, bu çağın gereğidir, uygarlıktır da
dense, nasıl değer izafe edilirse edilsin, bir mümin bakışıyla bu bir tekamül
değildir. Ama bir vakıadır.

En başta çizdiğiniz o değişmeyenler grubunda olan bir şey
değiştirilmeye kalkışılmış oluyor…

Evet, doğru. Bu bir tekamül değildir; ama, vakıadır. Peki bu
vakıa karşısında ne yapacağız? Hiç bir zaman Allah Teala Müslümanlara dünya
gemisinden inme mecburiyeti getirmiyor. Yani inin dünyadan, yok olun demiyor. Bu
dünyada biz varolacağız ve ayakta durmaya çalışacağız, bayrağı da
dalgalandırmaya çalışacağız. Eğer ayakta duramıyorsak diz çökerek, onu da
yapamıyorsak yatarak bayrağı dalgalandıracağız, yani şunu yapamıyorum diye
bayrağı da bırakmayacağız. Bu konsept içinde meseleye bakarsanız; işte bu vakıa
zaruret oluşturuyorsa orada ruhsat devreye girebilir. Ne gibi? Bir örnek
vereyim. Bir bayan bir yerde çalışamadığı takdirde aç kalacaksa, başını örterek
çalışacağı bir yer de bulamıyorsa… o kadın bir mümindir, namazında
niyazındadır ama Allah Teala ona o zaman bana itaat et, çalışma, öl demiyor.
Diyor ki, geçici olarak başını aç. Yani mecbur olduğun yerde başını aç. Bu küçük
bir misal ama siz bunu muhayyilenizde genişletebilirsiniz, büyütebilirsiniz.
Dünyada bir çok yerde böyle zaruret alanları oluşabilir. O zaman geçici olarak
ruhsatlar devreye girer, sonra eğer o vakıa dediğimiz olay bir dejenerasyonsa,
Müslümanlar ayakta kalarak dejenerasyonu fıtri olana çevirme mücadelesi
verirler. Bir yandan o mücadeleyi verirler, diğer yandan da ruhsattan
yararlanırlar.

Şimdi demek ki, değişim ikiye ayrılır. Bir tanesi fıtrat
çizgisinde değişim, bu bir gelişmedir. Zaten bu medeniyetin, uygarlığın bir
temsili demektir. İnsanın, insan olarak Allah Teala tarafından programlandığı
zirveye doğru tırmanışında bir merhalenin katedilmesidir. Böyle bir tekamülde
gerekli değişiklikler de tecdid ve içtihat yoluyla yapılır. Dejenerasyon ise
orada da ruhsatla müminler yine ayakta yine hayatta kalırlar ama dejenereyi
jenereye çevirmek için çalışırlar.

İslâm’daki değişim olgusu ele alınırken kaçınılmaz olarak
bir kavrama muhatap oluyoruz: İçtihat. Hatta son zamanlarda kendisini bir
şekilde buna layık gören insanlar, içtihat yapmaya kalkıyor. İslâmî bilginin
farklı kaynaklardan farklı yorumlar şeklinde ortaya çıkması, tabii olarak
toplumda bir zihin karışıklığına da neden oluyor. İslâm düşüncesindeki değişmeyi
anlayabilmek için merkezi bir konuma sahip olan içtihat kavramı üzerinde duralım
istiyorum. İçtihat nedir? İslam’ın ilk dönemlerinde böyle bir uygulama var
mıydı? Sahabeler, Tabiin ve Müçtehit İmamlar döneminde nasıldı? Önce içtihat
nedir, kimler yapabilir, buradan başlayabilir miyiz?

İçtihat kelimesi Türkçe’de de kullanılan bir kökten “cehd”
kökünden geliyor. Cehd gayret göstermek, çaba sarf etmek manasına geliyor.
İçtihat da buradan türetilmiş. Allah Tealanın muradını öğrenmek ve ona göre bir
davranış belirlemek için Allah’ın muradının yazılı olduğu kaynaklara
başvurup—ki, biz onlara şer’i deliller yani ayetler ve hadisler diyoruz—önümüze
çıkan bir mesele, bir olay, bir ilişki, insan-insan, insan-eşya, iki topluluk,
fert-devlet, devletler arasında ilh… ortaya sürülmüş bir olay, bir olgu, bir
problemin çözümü konusunda takınmamız gereken tavır ve içinde bulunmamız gereken
davranış ne olmalıdır sorusuna cevap aramanın adı içtihattır. Demek ki,
kaynaklara başvuruyoruz ve biraz önce ifade ettiğim gibi önümüze yeni çıkmış,
daha önce çözümlenmemiş, çözümlenmişse de bugün uygulayamayacağımız bir çözüme
kavuşturulmuş—başka bir üretim biçimi, başka bir yerleşim tarzı, başka bir
içtimai, sosyal grup biçimi içerisinde yapılmış bir çözüm bize uymuyor, o da
yine içtihatlık bir meseledir—ya da hiç üzerinde durulmamış bir konu içtihatlık
bir meseledir. Böyle bir meselenin çözümü için ehliyeti olan bir alimin kitaba,
sünnete gitmesi ve hükmü oradan sarması, oradan çıkarmaya çalışması ve bunun
için de olunca gayretini sarf etmesinin adına içtihat diyoruz. Tabi bunu
yapabilmek için takdir buyurursunuz ki—zaten o tanımlamanın içerisinde var
bu—insan bir kere eşyayı, ilişkiyi bilecek. Yani (1) çözülen mesele neyse o
mesele hakkında bilgi sahibi olacak, (2) vahiy kaynağına başvuracak. Vahiy
kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir, sünnettir. O halde Kur’an’ı bilecek. Kur’an’ı
okumanın ve anlamanın yöntemini bilecek. Sonra yeteri kadar hadis bilecek. Sonra
hadislerin rivayet itibariyle, dirayet itibariyle sağlam olanlarını
olmayanlardan ayırt etmenin ilmini bilecek, yöntemini bilecek. Ondan sonra da
hadisi anlamanın ilmini bilecek. İşte bunları bildiği takdirde bir alim, içtihat
eder.

Dikkat ederseniz Türkçe yazılmış kanunlar var, anayasa var.
Mesela Aile Kanunu var, Ticaret Kanunu var, Ceza Kanunu var. Senin dilinde
yazılmış. Başına bir hukuk olayı geliyor, sen kendin Anayasayı, Ticaret
Kanunlarını okuyup buna göre dilekçe bile yazamıyorsun, dava açamıyorsun. Dava
açtın, gidip mahkemede kendi hakkını savunamıyorsun. Türkçe biliyorsun, bu kanun
da Türkçe, hem de anlaşılsın diye yazılmış! Niye yapamıyorsun? Çünkü okuduğun
kanun maddesi, bir maddedir, bütünün içerisinde bir maddedir. Mesela Aile
Kanunu—atıyorum—beş yüz madde ise, onu içerisinde o bir maddedir. Şimdi o
bütünün içerisinde o madde ile ilgili maddeler vardır, onu bilmen gerekir.
Usul-i muhakematı bilmen gerekir. İspat kuralları vs. bilmen gerekir. Ondan
sonra bu Aile Kanunu bir Anayasal çerçevenin içerisine yerleştirilmiştir. Bu
halde Anayasayı bilmen gerekir. Sonra kanunu anlamak ve yorumlamak için usul
geliştirilmiştir, onu bilmen gerekir. Tıp kitapları, ecza kitapları var, Türkçe
yazılmış. Buyur oku, doktorluk yap, yapamıyorsun! Zaten bunu da kimse
tartışmıyor ve hiç kimse bunu yapmaya kalkışmıyor. Ama sıra dine gelince; adam
bir meal eline geçiriyor, tamam bu Türkçe ama Allah bunu Türkçe yazmadı ki, bu
meali sen-ben yazdık. Arapça bilen, Kur’an’ı anlamayı bilen biri yazdı. Ama
yazan adamların hepsi ittifakla diyor ki, bu ayetten mesela iki, üç, beş mana
çıkarılabilirdi. Ama ben meal yazıyorum, bunların hepsini de yazamam ki! Şimdi
böyle bir beyan var mı? Var. İttifakla herkes de bunu söylemiş. Sen Arapça
bilmiyorsun, Kur’an’ı Allah’ın indirdiği, yazdırdığı dili bilmiyorsun, o dilden
anlamanın usulünü bilmiyorsun; bir meal almışsın eline—meal, Ahmed’in Mehmed’in
yorumu demektir—o yorumu okuyorsun ve mesela herhangi bir ayeti okuyorsun
üstelik ve o ayete dayalı hüküm çıkarıyorsun ve sorulduğunda da “ben içtihat
ettim, efendim” diyorsun. Sana gülmeli!..

Bu tür tartışmalar yapılırken içtihat kavramıyla ilgili
özellikle tarihe dönük konuşmalar yapılıyor. Mesela içtihat kapısı kapalıydı;
Müslümanlar yıllarca düşünme yeteneğini yitirdiler; Yeni şeyler üretmediler;
biraz önce ifade ettiğiniz gibi tarım toplumunu argümanlarıyla sanayi toplumunda
ve bugün amel etmeye çalışıyorlar gibi… Halbuki, biz biliyoruz—siz
kitaplarınızda da yazmışsınız—Hicri ilk üç asır çok dinamik, beşinci asırdan
itibaren taklit devri başladı.

Gene de müçtehitler eksik değil. Tek tük de olsa var yine de.

İslam’ın ilk üç asrından sonra Müslümanların düşünme
yeteneğinde kayıplar olduğu tezine katılıyor musunuz?

Düşünme yeteneğinde kayıp oldu denemez. Neden denemez? Çünkü,
mesela bunun adına faraza fıkıh düşüncesi, hukuk düşüncesi diyelim. Ama bunun
yanında üç bilgi okulu var; felsefe okulu var, tasavvuf okulu var, kelam okulu
var. Bu alanlarda deve dişi gibi insanlar yetişmiş. Bazıları İmam Gazali’den
sonra felsefi düşüncenin öldüğünü söylerler. Hayır, İmam Gazali’den sonra
düşünce ölmemiştir; ama İslam felsefesi denilen fakat haddizatında Yunan
Felsefesinin altına-üstüne ayet yazılması anlamına gelen ya da ayetleri Yunan
Felsefesinin idrakine indirgemek anlamına gelen felsefe okulu bundan yara
almıştır, Gazali gibi büyük bir İslam mütefekkiri ortaya çıktığı için. Meseleyi
böyle anlamak lazım. Gazali 505 (1111)’de vefat ediyor. Gazaliden sonra 728’de
(?) yaklaşık 220 yıl sonra İbn Teymiye, onun talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye
geliyor ve bir okul oluşturuyorlar. Bazı Sünni alimler onunla bazı konularda
münakaşalar etmişlerdir ama bir mütefekkir olarak ele aldığınızda İbn Teymiyye
deve dişi gibi bir insandır. Felsefe okumuştur, dinler tarihi okumuştur, İncil’e
reddiye yazmıştır, Aristo mantığına reddiye yazmıştır, Kur’an merkezli bir
mantık teklif etmiştir. Gerçekten büyük bir mütefekkirdir. Demek ki “İslam
düşüncesi şu devirden sonra ölmüştür” sözü bilgi eksikliğine dayanan bir
ifadedir. Şimdi hukuk düşüncesi alanına gelelim. Hukuk alanında düşünce
ölmemiştir de, aslında içtihat melekesine, bilgisine haiz insanlar da vardır,
fakat mezhep taassubu diye bir olgu vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Mezhep
taassubu sebebiyle alimler ben müçtehidim diyememişlerdir. Ne yapmışlardır?
Yapacaklarını kendi mezheplerinin—ki, ona tahriç diyoruz—imamlarına
dedirtmişlerdir. Yani imam bunu açıkça söylemiş değil…

Şerhlerini yaparak…

Evet imamın söylediklerinden yola çıkarak yeni şeyler
söyleyebilmişlerdir. O da bir tefekkür halidir. Sonra genel olarak mezhep
taassubu biraz zayıflayıp, biraz daha düşünce özgürlüğü ortaya çıktıktan
sonradır ki, daha ziyade 19. yy’ın başından itibaren sağlıklı içtihat ve tecdit
devam etmiştir.

Bu durumda sizinde eserlerinizde bahsettiğiniz gibi hicri
beşinci asırdan sonraki taklit olgusunu nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu taklit döneminde müçtehit yok değildir ama çok az insan
müçtehit olduğunu açıklayabilmiştir. Müçtehitler tahriç dediğimiz bir yöntemi
kullanarak mezhep imamlarının söylediklerini baz alıp, söylemediklerini onlara
söyletmiş yani onların ağzından söylemişlerdir. Onların dilinden söylemişlerdir.
Onların mezhebinden söylemişlerdir. Bu da bir nevi içtihattır. Bunun sebebi
İslam düşüncesindeki gerilik değil; tabii ki taklit var*, taklit epeyce yaygın
yani Hz. Peygamberden sonra Ashab, Tabiin, Etba-i tabiin ve bunların içinde
bulundukları üç asrı aşan dönemdeki kadar çok müçtehit yok. O zaman hiç mukallit
yok. Ya bir Müçtehit var ya da müttebi yani ehl-i ittiba var. Müçtehide tabi
olanlar var, taklit edenler değil. Nedir aradaki fark? Tabi olan fazla bilgi
sahibi değildir ama müçtehidi otorite kabul etmez. Müçtehidi asıl bilgiye, her
Müslüman’ı kaynak bilgiye ulaştıran bir araç olarak görür. Taklit döneminde ise
beşeri otorite artık kaynak ile insan arasına girmiştir. O beşeri otorite öyle
istedi demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın, Ebu Hanife, İmam Şafi böyle
istediği için değil, insanlar onları öyle algılamış, oraya koymuşlardır. Böylece
taklit dönemi başlamıştır. “Beni delil ilgilendirmez, beni İmamın sözü
ilgilendirir.” İmamlar da şimdi bir tane olmayınca; “birinin sözü ilgilendirir”
noktasına gelinmiştir. Niye “birinin” denildiği zaman da o birini diğerlerine
tafdil zarureti olduğundan mezhep taassubu oluşmuştur. Yani bir nevi kulüpçülük
başlamıştır. Ama yine o zaman da fıkıh tefekkürü durmuştur diyemeyiz. Başka bir
kalıpta yürümüştür, belli bir dönemde de ihtiyaç doruk noktaya çıktığında, zaten
o engel de aşılmıştır.

Tecdit hakkında neler söylenebilir?

Tecdit içtihadı içerir, ama onu aşar. Çünkü tecditte ayrıca
dinden olmadığı halde dine katılmış şeyleri ayıklama fonksiyonu vardır. Ama onun
yanında yine 19. asırda İslam dünyası, Yunan Felsefesinin İslam alemine girdiği
Emevi döneminden sonra ikinci büyük meydan okumayla kaşı karşıya kalıyor. Bu
meydan okuma muvacehesinde aynı zamanda biliyorsunuz yenilgiler oluyor,
sömürgecilik başlıyor. Müslümanlar mağlup insan grupları—milletler diyemiyorum,
çünkü o zaman millet-i İslamiye var, ulus-devletler daha sonra çıkıyor
ortaya—haline geliyor Müslümanlar. Mağlubun galibe karşı bir psikolojisi vardır.
O psikoloji çerçevesinde yabancı kültürün—o ikinci meydan okumanın bir başka
veçhesi bu—etkisi altında kalıyorlar. Bu çatışmada kafası karışmayan alimler
tecdit ve içtihat yolunu takip ederken, o kültürün etki alanına giren insanlar
ise—onlara müceddit değil müteceddit deniliyor—reform vb. ifade edilen yola
giriyorlar.

Batı felsefesinin İslam dünyasını istilaya başlamasıyla
Müslümanların ikinci kez tehlikeye maruz kaldılar. Müslüman fert hayatın her
alanında kuşatılan bir konuma geldi. Bu ortam içerisinde yetişen insanların yeni
şeyler üretebilmesi, birinci dönemde olduğu gibi çeşitli problemler içermeye
başladı. Bediüzzaman “İçtihat kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye
altı mani vardır” derken bunları mı kastediyordu?

Bediüzzaman merhumun zamanını ben şöyle değerlendiriyorum. (Ben
kendimi hariçten gazel okuyor kabul etmiyorum. Çünkü ben
Üstadın—mübalağasız—bütün yazdıklarını okudum. 1950’li yıllarda İmam-Hatip’te
başladım okumaya. Ben Elmalılı’yı da okudum, Gazali’yi de okudum, Bediüzzaman’ı
da okudum. Bunları yan yana okudum. Bu bende daha güzel bir ufuk meydana da
getirdi.) Ben Hazretin bu konuda söylediklerini okuduğumda, sonra olanlar onu
daha iyi anlamamı sağladı. Şunu gördüm. Bediüzzaman merhumdan önce dünyada ve
Türkiye de olup bitenler var ve önemli bir erozyon geçirmiş Türkiye. (1991’de
Sovyet Rusya’ya gittim. 70 yıl Komünizmin baskısı altında yaşamış insanlar, bu
baskıdan yeni kurtulmuşlardı. Baktım orada namazdan bile bahsetmenin, gusülden
bahsetmenin anlamı yok. Yani öncelikler tamamen değişmiş. Orada siz insanlara
yararlı olmak istiyorsanız bir kere İslam’ı, İslam kelimesini anlatacaksınız.
Müslümanlık diye bir din olduğunu anlatacaksınız. Adam besmele çekerek rakı
içiyor; besmelenin ne olduğunu, rakının ne olduğunu anlatmayı bile sonraya
bırakacaksınız.) Şimdi Bediüzzaman merhum okuyor, yazıyor, belli bir bilgi ve
şuur derecesine geliyor ve dinine, içinde yaşadığı topluma hizmet aşkıyla yola
çıkıyor. Bir öncelik belirliyor. Bu öncelik fıkıh değil, akaid ve İslam
düşüncesidir. Hem de bu İslam düşüncesini diğer düşünceler karşısında bir fıtri
aklı baz alarak ve Kur’an’ı üstad olarak—zaten o Kur’an’ın şakirdiyim ben diyor;
ama bu peygamberi dışlayan “Kur’an Müslümanlığı” değil—hiç şüphe yok ki,
Resulullah’ı da örnek alarak, imana öncelik vererek, İslam’a ters düşünceleri
melhuzunda tutarak yani ilhad düşüncesini de daima göz önünde tutarak onu
yıkmayı hedefliyor. Böyle bir hengamede amele yani yapıp-etmeye, hukuka yani
fıkha ve orada da içtihada girerseniz akılları karıştırırsınız. Bence “altı
mani”nin altısını da buraya irca edebilirsiniz. Ama bu sohbetin başında
konuştuk; Bediüzzaman merhum attığı taşın yerini bulduğunu gördüğünde, ümmet-i
Muhammed’in imanda, düşüncede belli bir şuur mertebesine geldiğini gördüğünde,
elbette İslam yaşanacak şimdi dört başı mamur bir İslam imanına kavuşmuş insan,
adımını atarken “bu adımımda şu inandığım ve sevdiğim Allah’ın rızasına uygun
mu?” diye soracak. Bu soruyu sorduğumuz gün amel başlar. Oraya girdiğiniz anda
da gerekiyorsa içtihat yapılır.

Yani Bediüzzaman insanları içtihada teşvik etmek yerine
içtihat önündeki engelleri kaldırmak için çabalamıştır.

Bence Bediüzzaman merhum, mesela kelamda bir içtihat yapmıştır.
Amelde içtihada girmediğine bakmayın, İslam düşüncesinde yaptığı iş bir
içtihattır. Onu da daha önce anlattım. Orada bir yeni yol ve yöntem denemiştir.
İçtihat dediğimiz ne zaten!

Bediüzzaman Hazretleri İşaratü’l-İ’caz’ın başında bu zamanda
bir tefsir çalışmasının nasıl yapılması gerektiğini izah ederken şöyle bir
manzara çiziyor: Her bilimden ve aynı zamanda İslam’a samimi bir şekilde bağlı
insanlardan oluşan bir heyet olmalı. Yani fizik, kimya vs. ve aynı zamanda
İslami ilimleri bilmeli. Bu heyet Kur’an’ı yorumlamalı, tefsir etmeli. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz?

Kur’an-ı Kerim’e çeşitli maksatlarla tefsir yazabilirsiniz.
Malumualiniz Kur’an-ı Kerim aslında bir hidayet kitabıdır. Hidayet ise iki
cihanda mutlu olabileceğiniz bir hayat yolu demektir. Bir hayat yolu ki, o sizi
iki cihan mutluluğuna götürsün. Kur’an işte bu hayat yolunu öğretmek için
gelmiştir. İnanç olarak, düşünce olarak, amel olarak, şuur olarak bu hayat
yolunu öğretmeye gelmiştir. Bunun ötesi vasıtadır. Dağlardan bahsetmiştir,
kömürden bahsetmiştir, demirden bahsetmiştir. Enfüsten, afaktan, kainattan,
yıldızlardan, güneşten, aydan bahsetmiştir ama bunlar hep vasıtadır. İnsanın
aklını çalıştırmak, tefekkür kapasitesini harekete geçirmek ve buradan Allah’ın
varlığına, birliğine, kudretine, ilmine istidlal etmeyi sağlamak için birer
araç, birer vasıtadan ibarettir. Şimdi, siz ne olursa olsun Kur’an’da
kullanılmış vasıtaları da ve onun amacı olan hidayeti de açıklayayım, her bir
şeyi açıklayayım diye yola çıkıyorsanız tefsir yapmak istediğinizde, tam işte
Bediüzzaman’ın dediği gibi yapmanız gerekiyor. Niye biliyor musunuz? Çünkü
Kur’an’ı Kerim’in temas ettiği o alanların her biri, şimdi, birkaç bilim dalının
konusu olmuştur. Eskiden allame diye bir tanım vardı. Allameyi camiü’l ulum ve’l
fünun diye tarif ederlerdi. Yani hem maddi, hem manevi; hem dini hem dindışı
ilimleri bilgisinde toplamış insanlardı. Şimdi böyle insan bulunmaz. Onun için
de Kur’an-ı Kerim arı demişse mesela, arıyı hangi bilim dalı inceliyorsa o bilim
dalına gidersiniz. Aynı zamanda o insanlar Allah’a iman ediyor olacaklar.
Allah’a iman etmiş olmak o ilim dalında sizin hakikatleri değiştirmenizi
gerektirmez ama saptırmanızı engeller. Hatta gerçeği olduğu gibi ortaya
koymanızı sağlar. O kişiye şunu soracaksınız. Bu arının özelliğine ki, Allah
Teala bin bir hayvan içinde bu arıya dikkat çekmiş? O insan size arıyı
anlatacak. Sonra siz yakalayacaksınız; ha! şundan dolayı Allah Teala burada
arıyı ya da karıncayı bize bir delil olarak göstermiş. Tevfik Fikret diyor ki,
“bir karınca götürür Hakk’a beni” Bu kastediliyor. Ben mesela Kur’an-ı Kerim’in
Fıkıhla ilgili alanını yani sosyal, siyasal, hukuki, içtimai hayatımızı
düzenlemeye yönelik ya da o alanlarda yapacağımız düzenlemelere ilham teşkil
edecek ayetlerini esas alacak bir tefsir yapacak olsam o zaman Botanikçiye
ihtiyacım olmayabilir.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

 

* Ayrıntılı bilgi için bkz: Hayreddin Karaman, (1996),
İctihad, İstanbul: MÜ. İFAVY., s. 159-167.

Müctehid imamlar ve ilk talebelerinin yaşadıkları devirde
(hicri üçüncü asrın sonuna kadar) ictihad ile taklidin birisini tercih
maksadıyla karşılaştırılması, ictihad ehliyetine sahip kimselerin bulunup
bulunmayacağının münakaşası, insanları Kitab ve sünnet ile amel yerine belli bir
müctehidin mezhebini taklid etmeye davet vb. hadiseler cereyan etmiştir.

Halbuki dördüncü asra girerken, aşağıda arz edeceğimiz sebep
ve amillerin tesiriyle durum değişmiş, ictihadın yerini taklid, müctehidin
yerini mukallid, Kitab, sünnet, icma gibi asıl kaynakların yerini mezheb kavi ve
hükümleri almaya başlamış nihayet ictihad kapısının kapandığı hüküm veya zannına
kadar varılmıştır.

İctihad hareketindeki bu gerileme dördüncü asır ile yedinci
asır arasında devam etmiş, zamanımıza kadar da—müctehidler asrına dönüş
manasında—önemli bir değişme ve ilerleme olmamıştır.

Mezkür üç asırda İslam Alemi’nin, siyasi bakımdan umumi
manzarası şöyledir.

Siyasi birlik bozulmuş, bazı İslam memleketleriyle hilafet
merkezinin rabıtaları kesilmiştir. Endülüs’te Emeviler, Mısır ve Şimali
Afrika’da Fatımiler müstakil hale gelmiş, birincisinde Abdurrahman, ikincisinde
Ubeydullah b. Mehdi kendilerine “emiru’l-mü’minin” ünvanını layık görmüşlerdir.
Mısır’da İhşid, Musul ve Haleb’de Hamdan, Bağdat’da Büveyh oğulları, Yemen’de
Şii Zeydiler hakimdir. Doğu’da ise Buhara merkezli Samaniler devleti
kurulmuştur. Daha sonra toprakları, Mısır ve Mağrib Ülkeleri hariç Batı’dan
Doğu’ya bütün İslam Alemini ve Doğu Anadolu’yu içine alan Selçuklular hakimiyeti
ele almışlardır. Hicri beşinci asrın sonlarına doğru, Selçuklu hükümdarları
arasındaki ihtilaftan istifade eden Haçlı Orduları Kudüs’e kadar ilerledirler.
Doğu ve Batı’da Selçuklular’ın yerini alan Atabegler ve daha sonra Eyyübiler bir
taraftan Haçlı belasının def’i diğer taraftan da Mısır Fatimileri’nin
yıkılmasıyla burada Abbasi nüfuzunun canlanmasında büyük rol oynamışlardır. Uzak
Şark’da hicri altıncı asrın sonlarına doğru hükümleri Bağdat’a kadar yaklaşan
Harzemşahlar vardır. Nihayet yedinci asrın başlarında, Cengiz Han komutasındaki
Moğollar, önüne geçilmez bir sel gibi Batı’ya ve Güney’e doğru ilerleyerek
önlerine gelen her devlet ve kuvveti süpürmüşler, kısa bir zaman sonra da Cengiz
Han’ın torunu Hülagü Han Bağdat’ı baştan başa tahrip ederek Abbasilerden olan
son halifeyi katletmiş, Türk yasalarına tabi bir devlet kurmuştur.

Bu ihtilaflar, çarpışma ve çalkantılar içinde ilmi faaliyet
gerilemiş, aksine Selçuklular devrinde Doğu’da, Fatımiler devrinde de Mısır’da
önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Fakat teşri hayatında istiklal ve ictihad ruhu,
siyasi istiklalin za’fiyle paralel olarak zayıflamış, onun yerini taklid ruhu ve
tâbilik zihniyeti almıştır.

I. İctihad-Taklid Münakaşalarını Tevlid Eden Amiller

Taklid ve tâbilik ruhunu doğuran amillerden biri olarak bu
devrede İslam Alemi’nin siyasi durumunu yukarıda kısaca arz etmiştik. Bunun
dışında kalan başlıca amilleri şöylece özetlemek mümkündür:

A- İctihad terbiye ve kültürünün değişip zayıflaması:

1- Yerinde incelendiği üzere, müctehid imâmlar devrinin
sonuna kadar mezhebler teşekkül etmemişti. Müctehidler müminleri kendi re’y ve
mezheblerini taklîde değil, Kitâp ve sünnete ittibâa davet ediyorlardı. Doğrudan
doğruya bu kaynaklardan hüküm çıkarmayanlara bile hiç değilse fetvâsına uyacağı
müftünün delîlini sorup öğrenmesini tavsiye ediyorlardı. Talebelerini taklîdden
menediyor, münâzara ve istişâre meclisleri akdederek onlara ictihad terbiyesi
veriyorlardı.

Mezhepler teşekkül ettikten sonra bu durum değişti. Kitâb ve
sünnet delillerinin yerini imâmların sözleri almaya başladı. İlimde, talîmde,
iftâ (fetva verme) ve kazâda (mahkemelerde) muayyen mezheblerin çerçevesi içinde
kalındı. İmâm Ebû-Yusuf ve Muhammed’in bazı kitaplarında görüldüğü gibi mesele
ve hükümler, delillerinden tecrîd edilerek tedvin edildi. Bu atmosfer içinde
yetişen, bu terbiye ve alışkanlığı; plan talebe de, ekseriyetle taklîdi içtihada
tercih etmeye yöneldi.

2- İctihad devirlerinde âlet ve vâsıta ilimlerinden çok
tefsir, hadis, fıkıh gibi ictihad ehliyetine temel teşkil eden ilimler üzerinde
duruluyor, âlet ilimlerine, ancak bunları anlamak için gerektiği kadar önem ve
yer veriliyordu. Bir taraftan sarf, nahiv, belâgat gibi alet ve lisan
ilimlerinin teferruatlı bir şekilde tedvîni, diğer taraftan—bilhassa tercüme
devrinden sonra—felsefe, kelâm, mantık gibi yabancı menşeli ilimlerin İslâm
alemine girip yerleşmesi, dikkatlerin dağılmasına, bunlar üzerinde sarfedilen
uzun tahsil yılları neticesinde temel ictihad ilimlerinin zayıflamasına sebep
olmuştur. Öyle ki ilim tâliblerinin hayâtı ve mesaileri, yazı yazmak gâyesiyle
kalem, mürekkep, kâğıt, mâsa… tedâriki harcayıp yazmaya fırsat bulamadan
ömrünü tüketen kişilerinkine benzemiştir.

B- Hazır Hükümlerin Çoğalması:

Bilhassa Irak Medresesi ve Re’y taraftarlarının, yalnız
vukubulmuş hâdiseleri hükme bağlamakla iktifâ etmeyip, olabilecek hâdiseler için
de önceden hüküm hazırlama faaliyetleri neticesinde ihtiyaçtan bir fıkıh serveti
meydana gelmiş, beşer tabiatı tembelliğe mail olduğu için, imâl-i fikir ve sa’y
ile serveti arttırma yerine hazırdan sarfetme işi tercih edilmiştir”.

Fıkhın usûl ve fürûuna ait meselelerin hem haddinden fazla
çoğalması, hem de içinden zor çıkılır bir duruma gelmesinin de taklid lehine
tesiri olmuştur.

C- Mezheb Taassubu:

Önceki devirlerde halk, dinî müşkillerini istediği müctehide
sorup aldığı, cevabı tatbik eder, devamlı olarak bir müctehide bağlanmazdı.

Âlimler de mezheb hükümleri ve beşer görüşleri üzerinde
değil, Kitâb ve sünnet delîlleri üzerinde sebat ve salâbet (titizlik)
gösterirdi. Mezheblerin teşekkülünden bir müddet sonra menfaat ve cehâlet,
taassubu doğurdu. Artık mutaassıp mukallidler delîl üzerinde değil, mezheb
üzerinde duruyor, başka mezhebleri kötüleyerek, delîli zayıf da olsa bağlandığı
mezhebi üstün göstermeye çalışıyordu. “Mezheb taassubu” diye isimlendirilen bu
davranış ve rûh hâletinin tezâhür ve neticelerine gelince:

1- Tefrîka, fitne, mukatele ve tahrîb:

Bazı mezheb sâlikleri, başka mezhebe bağlı imâma uyarak namaz
kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheblere sâlik bir erkekle bir kadının
nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna… hükmederek İslâm câmiasının
ittihâdını zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdâd’da Şâfıîlerle
Hanbelîler, Merv ve Isfahan taraflarında Şâfiîlerle Hanefiler defalarca
vuruşmuş, yekdiğerlerinin mahalle ve meskenlerini tahrîb etmiş, gâlib gelenler
mağlûb olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır. İmâm Taberî, Ahmed b.
Hanbel’in farklı görüşlerini (ihtilâfını) bu mevzûdaki eserine almadığı için
Hanbelîlerce evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine
defnedilebilmiştir.

2- Gerçekle Karşılaşılmasına Rağmen Hatâda Israr:

Izzüddîn b. Abdisselâm (v. 660/1262) mezheb taassubunun bu
tezâhürünü şöyle dile getirmiştir: “Şaşılacak şeydir ki mukallid fıkıhçılar,
imâmlarının mesnedi olan delîlin zayıf olduğuna vâkıf oldukları ve bu za’fı
giderecek bir delil de bulamadıkları halde yine imâmlarını taklîd etmekte ve
Kitâb ile sünnetin te’yîd ettiği hükmü—çürük te’vîllerle ve sırf imâmını müdâfaa
için—terketmektedirler. Bu mutaassıp mukallidler zuhûr edip de imâmlarını, sanki
peygambermiş gibi taklîd etmeye başlayınca kadar halk dilediği âlimden müşkilini
soruyor ve bir mezhebe bağlı kalmıyor, bunu da kimse ayıplamıyordu…”

Cehâlet ve taassubun paralelliğine bir örnek olmak üzere, Ebu
Hanîfe Mezhebinin tercîhi mevzuunda bir risâle yazan Ekmelüddin Bâbertî (v.
786/1384)’nin şu mutâlâası şâyân-ı dikkattir:—Ebü Hanifi için, Buhâri’deki
hadîsleri bilmez diyenlere red ve cevap sadedinde “Buhârî, Hanefidir; demek ki
Hanefiler bu hadîsleri biliyorlardı. Fakat ona “kıssacı Muhammed b. İsmâ’îl”
derlerdi, nitekim el-Muhît sahibi bunu zikretmiştir.”

Buhâri’yi az da olsa tanıyanlar bu sözler karşısında İbn
Abdisselam gibi şaşırıp kalacaklardır.

3- Mezheb İmâmlarına, İctihad Yoluyla Muhâlefet Edenlere
Cephe Almak:

Kendi imâmlarından başkalarının ne imâmetine ne de fazîletine
razı olan mutaassıp mukallidler, ictihad ehliyetini elde ettiği için imâmlarına
bağlanmadan dinî meseleler üzerinde konuşan bir kimseyle karşılaşınca derhâl
onun ehliyetini inkâr etmiş, insafsız tenkitlerini yöneltmiş ve ellerinde bir
delil bulunmadığı halde böyle kimseleri doğru yoldan ve cemâatten ayrılmakla
suçlamışlardır. Baqıy b. Mahled’in (v. 276/889) Doğu’da, Ahmed b. Hanbel ve
benzeri âlimlerden istifade ederek ictihad pâyesini iktisâb ile Endülüs’e avdet
ettiği zaman, oradaki mukallid Mâlikîler’den gördüğü acı mukabele bu davranışın
tipik bir örneğidir.

D- Kaza Müessesesi:

Önceki devirlerde kadılık makamını Şurayh (v. 78/697), İbn
Ebi Leylâ (v. 148/765), İbn Şübrume (v. 144/761) gibi müctehid zevat işgal
ederdi. Abbâsîlerden itibaren idâreciler, kadıların muayyen mezheblere bağlı
olmasını işlerine uygun buldular. Mehdî ve Raşîd zamanları tayin edilen bütün
kadılar Hanefidir. Endülüs ve Mağrib’de Mâlikî, Şam’da Şâfiî mezhebleri bir
müddet devletin resmî mezhebi hâline gelmiştir.

Bu davranış zaman zaman müstakil müctehidlerin kadı
olmalarını önlediği gibi, kadı olanların da, ictihad yollarını tıkamış, onlan
mecbûri mukallitler hâline getirmiştir.

E- Medrese Vakıfları Ve Tedris Şartlarına Bağlı
Menfaatler:

Bazı idâreci ve zenginler, yaptırdıkları medreselerde muayyen
bu mezhebe bağlı âlimlerin ders vermelerini, tesis ettikleri vakıflardan, yani
bu vasfı taşıyan hocaların istifade etmelerini şart koşmuşlardır. Nitekin
Ebû-Zür’a; hocası Bulqîni’ye (v. 805/1402), âlet ve vâsıtalarını elde etmiş
olduğu halde Taqıyyüddîni’s-Sübkî’nin (v. 756/1355) ictihaddan çekinmesinin
sebebini sorduğunda, Bulqinî’nin sükût etmesi üzerine şunları söylemiştir:
“Bunun sebebi, dört mezhebden birine mensup âlimlere verilen vazîfe ve
maaşlardır. Eğer o da ictihada yönelse bunlardan mahrum kalacak, halk kendisine
fetvâ sormayacak ve kendisine bid’atçı denilecektir.” Bu sözleri Bulqîni
tebessümle karşılamıştır.

F- Siyâsî Baskı:

Râşid halîfeler devrinde idâreciler, kadı ve müftileri, emel
ve irâdelerine âlet etmek şöyle dursun, Kitâb ve Sünnete sımsıkı sarılmayı
ictihad ve istişâre ile hükmetmeye teşvik ediyor, gerektiğinde gayr-i müslimler
ile dahi dâvâlı veya dâvâcı olarak kadı huzuruna çıkıyorlardı. Emevîlerden
itibâren ya siyâsî ve ilmî kanâatleri veya idârecilerin emellerine âlet
olmamaları sebebiyle müctehidlere baskı, hattâ zaman zaman işkence yapılmış,
kırbaçlar altında yaralanan ve ölen âlimler olmuştur. Sâ’îd b. Cübeyr (v.
95/713), Mâlik, Şâfiî, Ebû-Hanife, Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye (v. 728/1327)
gibi birçok müctehidin hayâtında bu nevi baskı ve şiddet hâdiselerini sık sık
müşâhede etmekteyiz.

İslâm’ın kınadığı zâlim istibdâd, ikinci bir irâdeye ve
murakabeye tahammül edemez. Halbuki müctehid âlim, hükümdârdan işçiye kadar
bütün müminleri Allah irâdesine davet eder, kim olursa olsun, yaptığı kötü işi,
Kitâb ve Sünnet hükümleriyle mahkûm eder. Müctehid bulunmadığı veya ictihad
kapısı kapatıldığı taktirde müstebid, zevahiri kurtarmak için mevcut
mezheblerden birinde, dilediği fetva veya hükmü bulabilecektir. Meselâ Bâbertî,
zikri geçen risâlesinde, Hanefi mezhebinin Şafiî mezhebine üstünlüğünü isbat
için, iki mezhebe ait bazı hükümleri mukayese ederken misal olarak şunu
zikretmektedir: “Sultan büyük bir günâh işler veya küçük günâhta ısrar ederse,
tahttan düşer mi düşmez mi?” Hanefilere göre düşmez, Şâfi’îlere göre düşer. Ey
dikkatli ve uyanık melik! Geçmişte ve hâlihazırda, dünyanın çok yerinde alim ve
hükümdarların taklîd ettiği bu mezhebi (hanefî mezhebini) taklid vacib olur mu
olmaz mı?”

İşte bu durum da ictihad aleyhine ve taklîd lehine önemli bir
rol oynamıştır.

G- Değişen ve Bozulan Ahlâk:

Taklîd ve taassup devrinde, ahlâk bozulmuş, ihtiras menfaat
ve hased duyguları sârî hâle gelmişti. Mukallidler, ictihada ehil bir kimse ile
karşılaşınca, ondan istifade edecek yerde, hadleri olmayan münakaşalara giriyor,
tertipler hazırlıyor ve salâhiyetleri olmadığı halde ictihad kapısının
kapandığını iddiâ ederek onun ictihada ehliyet iddiasını reddediyor, hakikatin
zuhurundan ziyâde taassuplarının zaferi için çalışıyorlardı.

Devam etmekte olan ictihad aksiyonuna karşı, bundan
mutazarrır olan zümrelerin bir reaksiyonu mahiyetinde olan bütün bu amillerin
tesiriyle fıkıh ilmi sâhasında iki grup ortaya çıkmıştır:

1. İctihad taraftarları,

2. Taklîd taraftarları.

Birinciler, dinî bir vecîbe ve hayâtî bir zarûret olan
ictihadın devam ettiğini ve edeceğini, hiçbir asrın müctehidsiz kalamıyacağını
savunurken, ikinciler artık bu mükanaşa, mücadele, ihtilaf ve huzursuzluğa son
vermek, na-ehillerin ictihada kalkışarak dini tahrif etmelerini önlemek gibi
sebeplerle mevcut mezheplerden birini taklid etmeyi ve ictihad kapısını kapamayı
zaruri görüyorlardı.