Vahye dayanan İslam dini ve bu dinin kutsal kitabı Kur’an-ı
Kerim’in yoruma ihtiyaç gösterdiği konusunda İslam alimleri arasında görüş
birliği mevcuttur. Yorum terimi yerine genellikle tevil ve tefsir terimleri
kullanılmıştır. Burada biz yorum terimini, te’vil, tefsir ve şerh terimlerinin
ifade ettiği manalardan, daha farklı ve daha geniş bir anlamda kullanıyoruz.

Öncelikle şuna dikkat edilmesi gerekir: Kur’an-ı Kerim’in belli
şekildeki yorumuna tefsir, hadis-i şeriflerin açıklanmasına ise şerh denilir.
Şerh terimi akait, fıkıh, hatta felsefe ile ilgili eserlerin açıklanması için de
kullanılır. Ulema, gerek Kur’an’la, gerekse hadisle ve diğer ilimlerle ilgili
yorumların yol ve yöntemini tespit etmiş, bunun gerekliliğini ittifakla kabul
etmiştir. Yazılan tefsirlerin ve yapılan şerhlerin değeri ve doğruluk dereceleri
elbette ki tartışılmıştır. Bazılarına göre yanlış, gereksiz, sakıncalı, hatta
zararlı olarak kabul edilmiştir. Yapılan yorumlar üzerine bir takım
tartışmaların açılması değerlendirmelerin ve eleştirilerin yapılması yorumun
doğasında vardır. Bir yorum ne kadar ciddi ve ilmi olursa olsun tartışmaya
açıktır; eleştiriyi beraberinde getirir. Ancak geniş bir bilgi birikimine
dayanan, duygusallıktan ve bağnazlıktan uzak makul tartışmalar ve eleştiriler,
ciddi ve ilmi bir yorumun değerini azaltmaz, bilakis artırır.

Kutsal kitap Kur’an-ı Kerim önce kendisini, yine kendisi
yorumlar. Bir yerde kısa ve özet olarak bahis konusu edilen bir husus bazen
başka bir yerde veya birden fazla yerlerde daha geniş ve ayrıntılı olarak ele
alınır. Geniş olarak anlatılan bir mesel, aynı meselenin kısa olarak anlatıldığı
şeklin bir yorumu sayılır.

İkinci olarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’la ve Kur’an’daki
hükümlerle ilgili sözleri davranışları, hal ve hareketleri bize sahih olarak
nakledilmiş olmaları şartıyla Kur’an-ı Kerim’in güvenilir yorumları olarak kabul
edilir. Ancak hadisler sahih ve mersûk değilse, bu tür yorumlar ihtiyatla
karşılanır. İslam’ın genel esaslarına ve akla uygun olmaması halinde bu tür
rivayetlere itibar edilmez. Bir başka hususta şudur: Hz. Peygamber Kur’andaki
genel esasları ve evrensel hükümleri, içinde yaşadığı toplumun geleneklerini,
kültür seviyesini ve sosyal hayatını dikkate alarak yorumlar. Bu sebeple bu tür
yorumlar mahalli ve kavmi olma gibi bir nitelik gösterir. Bundan dolayı da
bağlayıcı değildir. Ama yol göstericidir. Biz, Hz. Peygamber’in kendi dönemine,
çağına, toplumuna ve bunun ihtiyaçlarına göre yapmış olduğu yorumları inceler,
dikkate alır ve yaşadığımız toplumun ihtiyaç ve gereklerine göre kendi
yorumumuzu oluştururuz. Bu hususun yanlış anlaşılmaması için sadece bir örneği
kısaca hatırlatıp geçiyoruz: Yüce Allah, “düşmanlarınıza karşı kuvvet
hazırlayınız ve savaş için at yetiştiriniz” (Enfal, 8/60) buyuruyor. Hz.
Peygamber bu ayette geçen “kuvvet” kelimesini ok atma sanatı ve ustalığı
(er-remy) olarak açıklamıştır. (bk. Müslim, İmaret, 167; Tirmizi, Enfal suresi
tefsiri; Ebu Davud, Cihad, 23; İbn Mace, Cihad, 19; Ahmed b. Hanbel Müsned, IV,
157, I, 46) Hz. Peygamber’in kuvveti ok atma şeklinde yorumlaması, o dönemde
savaşı kazanmada ok atmanın önemli ve sonucu belirleyici faktörlerden olduğu
içindir ve doğrudur. Bu yorum bağlayıcı değildir; ama, yol göstericidir, yöntem
tesbit etmeye imkan verir. Bunu basit ve gereksiz bir yorum olarak kabul edip
bir tarafa koyamayız. Bu yorumun zahiri anlamına harfiyen bağlı kalamayız ama
onun ruhundan yararlanırız. Biz Enfal Suresinin 8. ayetini günümüzdeki savaş
silahlarının mühimmatına, teçhizatına ve tekniklerine göre yorumlarız. Uçak,
tank, top, bomba, füze, roket… deriz. Bunun bir iki asır sonra bizim
yaptığımız yorumlar anlamsız ve geçersiz hale gelebilir. O zamanda o çağda
yaşayan Müslüman alimler kendi çağlarının gereklerine ve savaş silahlarına göre
bu ayeti yorumlarlar, eğer bunu yapmaz ve çağlarıyla uyuşmayan eski yorumlara
bağlı kalırlarsa, bu da Müslümanların düşmanları karşısında zayıf bir duruma
düşmelerine ve yenilgiye uğramalarına sebep olursa, Allah katında sorumlu
olurlar. Eski yorumlara sarılmaları ve onunla yetinmeleri onları sorumluluktan
ve vebal altına girmekten kurtaramaz; eski dediğimiz yorumlar hadis bile olsa.

Bu örnekte yorum yaparken Hz. Peygamber’in dönemindeki savaş
kültürü, silahları, malzemeleri ve tekniklerini dikkate aldığı, savaş
geleneğinin etkisi altında kaldığı apaçıktır. Hz. Peygamber bu günkü savaş
silahlarını bilseydi bile, Sahabesine ve çevresindeki Müslümanlara bundan
bahsetmesi kafalarını karıştırmaktan başka bir şeye yaramazdı. O zaman için
mahiyeti bilinmeyen günümüzdeki silahların adlarını verseydi, çağlar boyu ne
anlama geldikleri bilinmeyen bu adlar çok yanlış ve zararlı bir şekilde te’vil
edilir ve çıkarcılar tarafından istismar edilebilirdi. Kaldı ki günümüzdeki
silahları Hz. Peygamber’in bilmemesi doğaldır. Ve kesinlikle yüce kişiliği için
bir kusur da değildir. O, sonraki çağlara göre İslam’daki bazı konuların
yorumlanmasını: “Ümmetimin uleması peygamberlerin varisleridir” dediği ulemaya
bırakmış; bu yorumu bir görev olarak onlara vermiştir. Ulemanın sorumluluğu
bundan kaynaklanmaktadır.

Enfal suresinin 8. ayetinde geçen “kuvvet” terimi son derece
genel ve tümeldir. Şimdiye kadar kullanılan her çeşit silahı, malzemeyi ve
donanımı kapsadıktan başka kuvve-i maneviye dediğimiz morali, propagandayı,
psikolojik savaşı ve istihbaratı kapsar. Ulemaya düşen görev bunu çağlarına
uyarlamaktır. Ve bu da fazla zor bir şey değildir. Fakat, aynı ayette savaş için
at yetiştirmekten ve beslenmekten bahs edilmesi biraz farklıdır. Çünkü, o zaman
için savaşta sonuç almak ve zafere ulaşmak için çok önemli olan at yetiştirme ve
eğitme, binicilik ve süvari birlikleri başka zamanlarda, yerlerde ve toplumlarda
hiç önemli olmayabilir veya bunun önemi çok az olabilir. Bu durumda ayette geçen
“At yetiştirme” ifadesini tıpkı hadiste geçen “okutma” ifadesi gibi yorumlaman
ve çağa uyarlama hakkına ulema sahiptir; hatta, bunu yapmak onların görevidir.
Bu durum, Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu dönemin geleneklerini kültürel
şartlarını ve savaş tekniklerini dikkate almasının doğal bir sonucudur. Tabiidir
ki bu hususlar zamana, mekana ve toplumlara göre değişir. Buna paralel olarak
Kur’an-ı Kerim’in yorumu da değişir.

Kur’an’a ve hadislere yeni yorumlar getirenlerin eski yorumları
hafife almamaları, bu yorumları anlamsız, saçma, batıl ve hurafe olarak
nitelendirmemeleri, bu yorumu yapan ulemayı cehaletle suçlayıp kötülememeleri
İslam terbiyesinin gereği olduğu kadar ilim adamı olmanın da icabıdır. Gerçi,
her dönemde çeşitli mezhep ve meslek mensupları tarafından batıl ve hurafe
olduğu açıkça ortada olan yorumlar yapılmıştır; bu tür yorumlar bugün de
yapılmaktadır; fakat buna rağmen, bu tür yorumların yanlışlığı ve zararı
duygusal ifadelerle ortaya konmalıdır.

Kur’an-ı Kerim’i yorumlanırken, hadislerden sonra, Sahabenin,
Tabiinin, Etba’ut Tabiinin, yani İslâm’ın ilk döneminde yaşamış olan ilk üç
neslin yorumlarının da dikkate alınması ve bunlardan yararlanılması, isabetli ve
makul bir yorum getirmenin şartıdır. Gerçi, sözü edilen ilk üç neslin yorumu
bizim için bağlayıcı değildir; ama, bu yorumlar bir çok gerçekleri içerirler.
Hiçbir yorumcu bu gerçekleri görmezlikten gelemez; gelirse yanılma riski artar.

Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin yorumu olmak üzere pek çok
tefsir ve hadis şerhleri yazılmıştır. Kur’an’ı ve hadisleri yorumlayanların
bunların tamamını değilse bile, belli başlılarını bilme ihtiyacı kesindir.
Ulema, Kur’an’ı ve hadisleri yorumlamanın yöntemini de tespit etmiş; bu konuda,
Tefsir usulü, hadis usulü başlığı altında değerli eserler yazmıştır. Yeni yorum
yapanların bu yöntemler hakkında fikir sahibi olmaları, ayrıca çağdaş yorum
yöntemini (Hermeneutike) özet olarak bilmeleri gerekir.

Buraya kadar anlatılanlar genellikle klasik kaynaklarda da
önemle üzerinde durulan ciddi hususlardır; ancak, İslam tarihinde boyutları daha
geniş olan yorumlar da yapılmıştır. Bu yorumları kısmen Kur’an’ın ve hadislerin
bir yorumu olarak görmek mümkün olduğu gibi, bir kül olarak İslam’ın yorumu
şeklinde görmekte mümkündür ve daha doğru olan da budur. Hariciler’in, olduğu
gibi mutasavvıfların, kelamcıların ve fıkıhçıların yorumları da az çok böyledir.
Şunu demek istiyorum: Ehl-i Sünnet’le Şia arasındaki farkın kaynağı belli
ayetleri ve hadisleri değişik şekilde yorumlamak değil, İslam’ı değişik şekilde
anlamak ve algılamaktır. İslam’a bakış açıları farklı olunca ortaya bir hayli
tartışmalı meseller ve mevzular ortaya çıkmakta, bunlardan bir kısmı da esasa
ilişkin bulunmaktadır. Şia’nın İmam’a inanmayı, buna karşılık Sünnilerin kadere
inanmayı dinin temel bir meselesi ve inanç konusu olarak algılamaları bunu
gösterir. Zaman zaman mezheplerin birbirini İslam dışı olarak görmeleri ve
onlara “kafir” demeleri de bunu gösterir.

İslam dini bir bütün olarak baştan sora kadar yeniden
yorumlanabilir mi? Buna ihtiyaç var mıdır? Böyle bir yorum ne getirir, ne
götürür? Bu sorular üzerinde derin derin düşünmek lazımdır? Bizim kanaatımız
odur ki böyle bir yorum ne yapılabilir ne de buna ihtiyaç vardır. Ulema, akıl ve
kıyasın yürüyüp yürümemesi bakımda, Kur’an ve hadisteki hükümleri biri Taabbudî,
diğeri Ta’lilî olmak üzere ikiye ayırırlar. Taabbudî hükümlerde akıl yürümez;
burada nas (doğma) esastır. Akıl ve kıyas bir yana bırakılarak Hak Tealaya
kayıtsız ve şartsız teslim olmak ve kulluk yapmak burada aranır. İman ve ibadet
konuları aklı aşan ve aklın yetki alanı dışında kalan konulardır. Onun için bu
konularda muhafazakar ve gelenekçi olmak gerekir. Din bir nevi nakildir,
rivayettir, gelenektir. Naklin, rivayetin ve geleneğin korunmasında ve aynen
sürdürülmesinde sayılmayacak kadar faydalar vardır. Aslında naslarda ifade
edilen, tarihi süreç içinde gelenekleşen ve toplumun ortak kabulleri haline
gelen, bir tür dokunulmazlık kazanan bu çeşit hükümlerin getirilecek yeni
yorumlarla değiştirmeyi Müslüman toplum hiçbir şekilde kabul etmez. Geçtiğimiz
asır bu tür yorumların başarısız olmaya ve reddedilmeye mahkum olduğunun
örnekleriyle doludur. Bu tür yeni yorumlar Müslüman toplumun da fertlerin de
inanç dünyalarına yabancıdır. Bir bünye kendisine yabancı bir maddeyi ve organı
nasıl reddederse Müslüman toplum da bunları öyle reddeder. Baskı, dayatma,
cebir, zorlama, tehdit ve ceza kesinlikle bu reddi önleyemez. Bu gibi şeyler
Müslüman toplumu rahatsız etmekten yöneticilere ve aydınlara duyulan güveni
sarsmaktan başka bir netice de doğurmaz. Ta’lilî dediğimiz aklın ve kıyasın
yürüdüğü alanlar ziraat, veterinerlik, hekimlik, ticaret, ekonomi, siyaset,
hukuk, bilim ve sanat gibi sahalardır. Bu gibi disiplinler ve kültür unsurları
aklın ve deneyin yetki alanına girer. Gerçi, Kur’an’da ve hadiste bu alanlardan
bazıları hakkında bazı hükümler konulmuştur. Bu hükümlerin naslarda yer almaları
temelde aklî ve tecrübî olmalarına mani değildir.

Mesela, Kur’an-ı Kerim’de başta ay, güneş ve burçlar olmak üzere
gök cisimlerinden bahs edilir, bunlarla ilgili bazı olaylara ve özelliklere
işaret edilir. Bu işaretler müminlerin zihin dünyalarındaki hikmetler, sebepler
ve gayeler üzerinde düşünüp Yaratan’a imanı güçlendirir. Bunun böyle olması, gök
cisimlerinin, onlara ait özelliklerin ve onlarla ilgili olayların bağımsız
olarak bilimsel araştırmaların, özellikle astronomi ilminin konusu olmasına
engel değildir. Astronomi bilginlerin gözlemlere, deneylere, ölçümlere ve
hesaplara dayanarak verdikleri bilgiler Hak Teala’nın uzay ve oradaki cisimlerin
yaratılmasındaki hikmetlerini ve faydalarını daha iyi anlamamızı sağlar.
Astronominin verilerine dayanarak Kur’an’ı daha iyi anlama ve çağdaş bir biçimde
yorumlama imkanı daima mevcuttur. Bunu yaparken kesin ifadeler kullanmamak ve
ihtiyatlı konuşmak gerekir. Zira ilim ilerledikçe bir çok şey değişmektedir.
Özellikle astronomiyle ilgili kanun ve kaidelerle (bilimsel hakikatler) teoriler
arasındaki farkı daima göz önünde bulundurmak teorik bilgileri kesin
hakikatlermiş gibi görmemek ve göstermemek gerekir.

Peygamber aracılığıyla Hak Teala’dan toplumlara gelen vahiy
(kutsal ve semavi kitaplar) ile toplumun kültürü arasında birebir bir bağlantı,
bir ilişki vardır. Böyle bir bağlantının ve ilişkinin bulunması hem zorunlu ve
gereklidir, hem de faydalıdır. Yani gelen vahiy geldiği toplumun ihtiyaçlarını
ve kültürünü, dilini, geleneklerini ve yaşama tarzını daima dikkate alır.
Hükümler konulurken, bazı şeyleri emrederken, diğer bazı şeyleri de yasaklarken,
söz konusu hususu göz önünde bulundurur. Toplumun gelenek ve kültüründen
soyutlanmış ve ihtiyaçlara ilgisiz bir vahiy düşünülemez. Allah’ın toplumlarda
egemen olan bir kanunu (sünnetullah, adetullah) vardır; ve gelen vahiy ile
toplum kanunları arasında bir uygunluk mevcuttur. Toplumlarda geleneklerin ve
kurumların zamanla az çok değişmesi mekana ve kavimlere bağlı olarak farklılık
göstermesi de sünnetullah denilen o kanunun bir başka tarafıdır. Şu halde burada
şu soruyu sormamız gerekiyor. Toplum ve onun kurumları şöyle veya böyle
değişirken, Kur’an ve hadislerde bu hususta konulan hükümler de değişir mi?

Bu soruya, bütün semavi dinleri de dikkate alarak cevap verecek
olursak vahyin zaman ve toplumların ihtiyaçlarına göre değiştiğini kesin olarak
söyleyebiliriz. Hak Teala vahiy yoluyla bir kavmin ihtiyacını dikkate alarak
koyduğu bir hükmü ihtiyacın değişmesine bağlı olarak değiştirilebilir, bir hükmü
kaldırıp yerine başka bir hüküm getirebilir; veya kaldırdığı hükmün yerine yeni
bir hüküm getirmeyebilir. Bir şeriatta haram olan diğer bir Şeiatta mübah
olabilir. Farzlar da böyledir. Şu halde semavi dinlerin pratik ihtiyaçlarla ve
kültürlerle ilgili kısmı değişebilir. İslâm’da bu anlamdaki bir değişime nesh
denir. Hz. Muhammed’in şeriatı daha evvelki peygamberlerin şeriatlarını Hz.
İsa’nın şeriatı da Hz. Musa’nın şeriatını nesh etmiştir, geçersiz hale
getirmiştir, dediğimiz zaman bunu kast ediyoruz. Değişim, Hak Teala’nın
toplumlarda egemen kıldığı çok genel bir kanunu olup, şeriatları da kapsar.
Ancak, temel itikadî meseleler ve ahlak kuralları bir istisna teşkil eder. Allah
var ve bir olduğu, her şeyi bildiği, her şeye kadîr olduğu, hür bir iradesi
bulunduğu, bununla dilediği şeyi yarattığı inancı bütün semavi dinlerde vardır.
Ahirete, kutsal kitaplara, peygamberlere ve meleklere inanma konuları böyle
olduğu gibi temel ahlak ve evrensel hukuki hükümler de böyledir. Mesela, her din
doğruluğu ve dürüstlüğü, cömertliği, yardımseverliği, teşekkürü, sabrı ve iyilik
yapmayı emr eder. Yalancılığı, sahtekarlığı, cimriliği, bencilliği, nankörlüğü,
gereksiz yere yakınmayı ve kötülük yapmayı yasaklar. Aynı şekilde bütün semavi
dinlerde insan öldürmek, yaralamak, sakat bırakmak, dövmek, başkalarına eza ve
cefa vermek, hırsızlık yapmak, zina etmek gibi hususlar yasaklanmış haram ve
günah sayılmıştır. Diğer taraftan yaşama mal mülk edinme, miras, mesken
dokunulmazlığı, din özgürlüğü gibi haklar tanınmış ve bunlar güvence altına
almıştır. Her din, adaleti, eşitliği, hayır ve iyilik yapmayı, sevgiyi ve
şefkati, merhameti emr; zulmü, imtiyazı, başkalarına zarar vermeyi, kötülük
yapmayı, insanlardan nefret etmeyi ve onlara karşı acımasız olmayı yasaklar.
Zulmü ve kötülüğü emreden, adaleti ve iyiliği yasaklayan birtek din yoktur.
Bunun böyle olması insan oluşunun, ademoğlu olmasının doğal ve zorunlu
sonucudur. Değişmez dediğimiz temel inanç konuları, ahlak kuralları ve insan
hakları bunlardır. Bunlar bütün dinlerde ve şeriatlarda vardır, ortak ve temel
konulardır. Ezeli ve ebedi hakikatlerdir. Bu hususlar insan eseri olan beşeri
sistemlerde ve konularda bile geniş ölçüde mevcuttur. Onlar da bunları İlahi
dinlerden alarak geliştirmişlerdir. Kaynak vahiy ve yüce Allah’ın insana
lütfettiği akl-ı selim ve vicdandır.

Nesih, yani Allah tarafından konulan hükümlerin, bir ihtiyaca ve
maslahata binaen yine Onun tarafından kaldırılması veya bir başka hükümle
değiştirilmesidir. İslâm’ın bünyesinde de mevcuttur. Hak Teala: “Biz bir hükmü
nesh edersek yerine ondan daha iyisini veya onun gibisini getiririz.” (Bakara,
2/106) buyuruyor. Misal olarak kıble olayını hatırlayalım. Hz. Peygamber ilk
zamanlarda Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kılıyor, ibadet ve dua
ediyordu. Sonra bu hüküm kaldırıldı; Mekke’deki Mescid-i Haram’a, yani Kabe’ye
yönelmesi emr edildi. (bk. Bakara: 2/144, 150)

Her şeyi bilen, yaptığı ve yarattığı her şeyi bir sebebe, bir
maslahata, bir amaca ve bir hikmete göre yapan Aziz ve Celil olan Allah, Hakîm-i
Müteal abes bir iş yapmaktan; yani anlamsız ve boş bir şeyi emr etmekten ve
yasaklamaktan münezzehtir. Emr veya yasak ettiği her şeyde maddi veya manevi bir
sebep, bir maslahat, bir gaye bir fayda ve bir hikmet mutlaka vardır. O
sonuçları sebeplere bağlamış, bir şeyi diğer bir şeye vesile kılmıştır. Bütün
olayları çok ince bir düzen içinde cereyan eder. Kozmik ve evrensel düzenin bir
parçası ve bir devamı olan sosyal hayata egemen olan düzen de böyledir.
Toplumdaki düzeni ifade eden tabiî kanunlarla İslâm’daki İlahi ve dini hükümler
arasında bir aykırılık ve karşıtlık değil; tam tersine bir uyum ve ahenk vardır.
Değişen hayat şartları ve sosyal olaylar karşısında söz konusu uyum ve ahengin
tespiti bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Ulema yaptığı yeni yorumlarla bu uyumu
ve ahengi ortaya koymaya çalışır. Bunu yaparken çoğu kez aynı noktada birleşir,
bazen birbirine yakın, bazen de birbirinden farklı ve hatta birbirine zıd
hükümlerin toplumda huzursuzluk ve çekişmeye sebep olmaması farklı görüşleri
hoşgörme (müsabaha) ilkesiyle önlenir. Hz. Peygamber’in “içtihad edip de isabet
edene Allah iki, hata edene bir sevap verir” (bk. Buhari, İtisum, 21; Müslim,
Akziye, 15) sözü bu konuda Müslümanlara ışık tutar. Yani iyi niyetle ama
ehliyetle yeni bir yorum yapan alim, aydın ve düşünür hata etse bile sevap alır,
hatası hoşgörüyle karşılanır.

M. 610 senesinde Hz. Peygamber’e Allah Teala’da vahiy gelmeye
başladı. Acaba gelen vahiy Mekke ve civarında yaşayan Arapların kültürünü,
örfünü ve teamüllerini nazar-ı itibara almış mıydı? Bu soru ve cevabı önemlidir.
Çünkü, eğer bu soruya evet dikkate almıştır diye cevap verecek olursak bu,
vahyin farklı yer ve zamanlardaki farklı toplumlara, kültür seviyeleri değişik
olan kavimlere ancak yeni yorumlarla uygulanacağı anlamına gelir. Başka yer ve
zamanlarda yaşayan, değişik kültürlere ve yaşama biçimlerine sahip bulanan
kavimleri VII. Yüzyılda Mekke ve çevresinde yaşayan Arapların kültür kalıplarına
sokmak yanlış olduğu kadar da İlahi hikmete de aykırı düşer. Bunun ne anlama
geldiğini bir örnekle açıklayalım: Toplumun en önemli kültür unsurlarından biri
dildir. Her kavmin ve toplumun kendine göre bir dili, bir lehçesi ve bir şivesi
vardır. Hak Teala, çok önemli bir sosyal olgu olan dil konusuna dikkat çeker ve
“semaları ve yeri yaratması ile dil ve renklerinizdeki farklılık Allah’ın
ayetlerindendir” (Rum, 30/22) buyurur. Acaba Hakim-i Muteal vahiy ve Peygamber
gönderirken çok önemli bir kültür unsuru olan lisan konusunu nazar-ı itibara
alır mı? Bu sorunun cevabını yine Hakim-i Mutlak şöyle veriyor. “Allah, koyduğu
hükümleri onlara tam olarak açıklasın diye her Peygamberi mutlaka kavminin
diliyle göndermiştir.” (İbrahim, 14/4) Tevrat’ın İbrani diliyle gönderilmesinin
sebebi Yahudilerin Allah’ın emir ve yasaklarını anlamaları içindir. Demek Hak
Teala dil gerçeğini dikkate alarak her kavmi İlahi hitabını ve mesajını o kavmin
diliyle göndermiştir. Böyle olmasaydı ne olurdu? Kur’an buna da yer veriyor.
Eğer Kur’an Arapça’dan başka bir dille indirseydik diyeceklerdi ki: “Ayetleri
açıklamalı olarak gelmeli değil miydi? Acaba yabancı dilde hitap olur mu hiç”
(Fussilet, 41/44)

Hak Teala buyurur: “Akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça indirdik”
(Yusuf, 2/12; Zuhruf; 43/3, Fussilat, 41/3; zümer, 39/28). Burada geçen akletmek
düşünmek, akıl yürütmek anlamak ve kavramak anlamına gelir. Kur’an’ın Arapça
gönderilmesi Arapların onu kavramalarını kolaylaştırmak içindir. Okuyan veya
dinleyen kelime ve cümlelere takılmaz, lafızları ve ifadeleri güçlük çekmeden
anlarsa metinin ruhunu, metinle verilen esas mesajı kolayca kavrar. Esas amaç ta
budur. Kur’an’ı okumaktan veya dinlemekten maksat onun temel felsefesini ve
hedefini kavramaktır. Ayrıntı bundan sonra ve kendiliğinden gelir. Ünlü yorumcu
Zemahşeri soruyor: “Ayette öngörülen husus Araplar için geçerlidir. Arap olmayan
bir çok Müslüman kavim ne yapacak?” Zemahşeri bu soruya şöyle cevap veriyor.
“İlk muhatapları Araplar olduğu için Kur’an bu lisanla inmiştir. Öbür Müslüman
milletler Kur’an’ı kendi dillerine tercüme eder ve böylece onu aklederler.” (El
Kaşşaf, II. 539)

Kur’an’ın Mekke’de VII. asrın başında inişinin diğer bir sebebi
bu dönemde sözlü Arap Edebiyatının fevkalade gelişmiş olması, şahane hutbelerin
ve şiirlerin vücuda getirmiş olması ve toplum olarak fesahata, belagata, şiire
ve edebi sanatlara büyük önem vermeleridir. Bunun için Kur’an edebi bir
mucizedir. Hz. Musa’ya mucize olarak asanın verilmesi, o zaman da sihrin
ilerlemiş olması, Hz. İsa’nın hastaları iyi etmesi çağında hekimliğin revaçta
olmasıdır. Demek ki Allah Teala Peygamberlerine mucizeler verirken de toplumun
kültürle şartlarını behemehal nazar-ı itibara almaktadır.

Hukuk, aile kurumu, ekonomi, ticaret, alışveriş, sanat ve
ticaret için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Mesela, kölelik ve köle
ticareti Kur’an nazil olduğu zaman hem Araplar, hem de diğer dünya kavimleri
arasında ekonomi, ticaret, hukuk ve aile hayatı bakımından önemli idi. İslam onu
kucağında buldu; önceki dönemden devr aldı. Fakat, ona insan haysiyet ve
şerefine yakışan yeni bir şekil verdi. Yani kölelik kurumuna makul ve sosyal
ihtiyaçlarla uyumlu bir düzenleme getirdi. Fakat, bu düzenleme zamanla köleliğin
tasfiyesi ve ilga edilmesi öngörülmüştü. İslam alimlerinin Kur’an üzerine
yapacakları yeni yorumlarla köleliğin kaldırılması yönünde görüşler ileri
sürmeleri ve bunu ısrarla savunmaları gerekirken bu yapılamadı. Bu hususta
kutsal metinlerin lafzına bağlı kalındı, eski ulemanın konuya ilişkin yorumları
savunuldu, derken kölelik temel insan haklarına ve insan onuruna aykırı
bulunarak XIX. asırda Batı’da kaldırıldı. İslam alimleri Batılıları izleyerek
köleliğin İslam açısından da kaldırılması gereken bir kurum olduğunu savunmaya
başladılar. Bu sonucu iki kutsal kaynaktan Kur’an ve hadisten çıkaracaklarına
Batı’dan esinlenerek savunmaya başladılar.

Kölelik konusunda söylediklerimizi şirket (mudarebe), selam,
kiralama, faiz, zekat, vergi gibi ekonomik; evlenme, boşanma, miras, ceza
(ikibat, hudud) gibi hukukî, şiir, heykel, resim gibi estetik konularda da
söylemek mümkündür. Baştan da ifade ettiğimiz gibi devlet, siyaset, yönetim,
sosyal kurumlar, hukuk, iktisat ve sanat gibi konular yoruma açık olan
alanlardır. Bilgili, deneyimli, ehliyetli ve iyi niyetli olmak şartıyla her
Müslüman bilgini, aydını ve düşünürü yoruma açık alanlara yeni yorumlar getirme
hakkına sahiptir. Bu onların sadece hakkı değil, aynı zamanda vazifesidir. Çünkü
Müslüman bir toplumun yerinde saymayıp kendini yenilemesi, değişen dünya
şartlarına ve düzenine uyum sağlaması bu suretle şerefli ve haysiyetli bir
şekilde yaşama ve varlığını sürdürme imkanına kavuşması ulemanın bu görevi doğru
dürüst ve de Müslüman bir ilim adamına, mütefekkirine ve münevverine yakışır bir
biçimde yerine getirmeleri şartına bağlıdır. Yazık ki bilgin ve hatta müçtehid
geçinen kimi kişiler özgün, makul ve gerçekçi yeni yorumlarla gündemi
belirleyeceklerine başkalarının belirledikleri gündem maddeleri üzerinde ve
onların arzu ettikleri biçimde konuşmayı; içtihatlar yapıp fetvalar vermeyi
yeğlemektedir. Bu şekilde gündeme gelmenin ve gündemi meşgul etmenin amacı ise
dini ticaret metaı olarak kullanmak veya şöhrettir. Hak Teala uyarıyor:
“Allah’ın ayetlerini basit bir şey karşılığında satmayın benden çekinin”
(Bakara, 2/41, 79, 174; Maide, 5/44; Nahl, 16/95).

Sosyal hayat değiştikçe değişen hususlarla ilgili, dini
hükümlerin yeniden yorumlanması bir ihtiyaç, bazen da bir zaruret olarak ortaya
çıkar. Dini yeniden yorumlayacak bilgi donanımına sahip ehliyetli ve dürüst
düşünürleri yetiştirmek Müslüman toplumun boynunun borcudur. Eğer bu nitelikte
ulema yetiştirilmez veya yetişen ulema ihtiyaç duyulan yeni yorumları yapmazsa
iş sahtelerle, istismarcılara, cahillere ve şarlatanlara kalır. Nasıl sağlam
para kara parayı piyasadan kovuyorsa ehliyetli ulemada din tacirlerini ve din
bezirganlarını bu alandan kovarlar. Bütün dinlerde ideolojilerde felsefi
sistemlerde ve medeniyetlerde kendini yenileme çabası görülür. Eflatunculuk,
yeni Eflatunculuk, Descartescilik, yeni Descartescilik gibi deyimler sistemlerin
kendilerini yenileme ihtiyacından doğmuştur.

İslam aleminde her dönemde yeni yorumlara, fikirlere, bilgilere,
görüşlere nazariyelere, keşif ve icatlara ihtiyaç olmuştur. Fakat XIV asırlık
İslam tarihinin iki dönemi yeni yorumlar açısından özellikle çok önemlidir.

Birincisi: Hz. Ömer zamanında Müslümanlar Mısır, Filistin,
Suriye, Irak, İran gibi eski ve köklü kültürlerin yaşadığı ülkeleri fethettiler.
Ayrıca buralar Helenistik felsefenin de merkezleriydi. İskenderiye, Antakya,
Harran, Nusaybin ve Cünd-i şapur bu felsefenin işlendiği ve öğretildiği
merkezlerdi. Müslümanlar bu gelişmiş ve kadim kültürlerle karşılaşınca onlarla
hesaplaşmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Yabancı kültürlere en yakın duran mezhep
Kaderiyle ve Mutezile mezhepleri idi. Bunlar aracılığıyla yabancı kültürlerin,
özellikle Helenistik felsefenin etkileri diğer Müslüman kesimlere de yansıdı.
Bunun neticesinde çeşitli ekoller ortaya çıktı, aralarında bir mücadele başladı.
Her kesim İslam üzerine yaptığı yeni yorumlarla kendisinin haklı, diğerlerinin
ise yanlış yolda olduğunu ispatlamaya çalıştı. Bu durum İslam düşünce tarihinde
bir hareketlenmeye canlanmaya ve çeşitlenmeye, bu da kültürce zenginleşmeye
sebep oldu. Asırlarca süren tartışmalardan sonra genel anlamda bir uzlaşma
noktasına gelindi ve çatışmalar hızını kaybetti. Sünni mezheplerle Bid’at
mezhepleri, Filozoflarla kelamcılar arasındaki hareketli tartışmalara
yavaşlayınca bir istikrar dönemine girildi. Bu dönemde Müslümanlar ilimleri,
fenleri, sanatları, kültürü ve medeniyet geliştirme bir yana olduğu gibi bile
koruyamadılar. Yeni yorumlar bir yana çoğu zaman eski yorumları bile tam olarak
ve her yönüyle kavrayamadılar.

İkincisi: özellikle XIX. asırda belirginleşen Batı’nın gelişmiş
kültürü ilerlemiş ilim anlayışı ve vücuda getirilmiş teknolojisi karşısında
Müslümanların İslam dinine kültürüne ve medeniyetine getirmiş oldukları yeni
yorumlar açıklamalar ve değerlendirmeler hala sürüp gitmektedir. X. asırda
gecikmiş olarak ortaya çıkmaya başlayan yeni yorumlar ve açıklamalar bütün İslam
ülkelerinde yapılmış olmakla beraber bu tür çalışmalar özellikle İstanbul’da
Kahire’de ve Hindistan’da (Pakistan buraya dahil) yoğunlaşmıştı. Bu yorumlar
başlangıçta tabii olarak çok seviyeli değildi; oldukça basit ve yüzeyseldi. Ama,
zamanla iyileşti, yanlışlardan sıyrıldı ve belli bir düzeye ulaştı. Lakin hala
arzu edilen ve ihtiyacı karşılayan bir durumda değildir. Giderek gelişmesi ve
ihtiyaçlara cevap verecek topluma huzur getirecek bir duruma gelmesi kuvvetle
muhtemeldir.

Avrupa etkisiyle yeni yorum denemeleri yapan Osmanlı aydınları
ve düşünürleri bu konuda çok farklı ve değişik görüşler ortaya attılar. Ama
burada bunlar içindeki iki grubun durumu şu şekilde tespit edilebilir.
Yorumlarında İslâm’ı ve İslam tarihini esas alıp Batı’yı buna göre
yorumlayanlar; bunlar İslamcı olarak bilinirler. Bunların içinde batıya kötümser
gözle bakanlar, nisbi olarak iyimser bir gözle bakanlar, gerçekçi ve akılcı bir
gözle bakanlar vardır. Batı’yı esas alıp İslam’ı buna göre değerlendiren ve
yorumlayanlar. Bunlar Batıcı olarak bilinirler. Onlara asl olan Batı medeniyeti
ve kültürüdür. Bu medeniyet ve kültür bir bütündür, onu bütün olarak almak
zorunludur. Parçalanarak alınması yanlıştır. Batıcılara göre, Batı medeniyeti ve
kültürü İslam’a ve İslam’dan kaynaklanan geleneklere ne kadar değer biçerse
bunların değeri dolayısıyla toplumdaki yeri o kadardır. XX. asrın başında bu
yorum devletin resmi görüşü ve ideolojisi haline geldiğinden ülkeyi yönetenler
ve aydınlar bu yorum şeklini devlet gücüyle ve zorla uygulamaya başladılar,
çıkarılan feryatlara kulak asmadılar, eleştiri ve itirazları bastırdılar, ama
yok edemediler. Zaman zaman baskı altında tuttukları kesimlerin sesleri duyuldu,
yaptıkları yeni yorumlar halk katında ilgi gördü gerçek muhalefet denilecek olan
bu kesim sesini yükselttiği ölçüde Müslüman ve dindar kesim rahatlamış
olacaktır.

XIX. asrın ikinci yarısından itibaren ulema İslâm’ı yeniden
yorumlamaya ihtiyaç duymuştur. Bu dönemde çeşitli İslam ülkelerinde bu arada
Osmanlılarda ve Türkiye de bir takım yorumcular ortaya çıkmıştır. Bu yorumlara
reform demekte bir sakınca yoksa da tecdid (yenilenme) ıslahat (düzeltme)
deyimleri tercih edilmelidir. Zira reform kelimesi Türkiye de dini hareketler
bakımından olumsuz çağrışımlara sebep olmaktadır. Said-i Nursi’nin başlattığı
hareket tecdid ve ıslahat açısından önemlidir. Risale-i Nur’daki yeni yorumlar
bu harekete varolma ve varlığını sürdürme imkanını vermiştir. Said-i Nursi’nin
“içtihad kapısı açık ama oradan girmenin önünde engeller var” demesi önemlidir.
Bilgili ve ehil alimler bu engelleri aşabilir. Bu engeller bir çıta gibidir. Bu
çıta yüksektir herkes ondan aşamaz, onu aşmak için ciddi çalışmalara ihtiyaç
vardır. Said-i Nursi’nin iman, ibadet, ahlak konularına ağırlık vermesi son
derece isabetli olmuştur. Sürekli olarak kendini yeni yorumlarla güçlendirmeyen
bir medeniyet, bir din zayıflamaya mahkumdur.