İslam düşüncesinin yeniden canlanmasında önemli katkılarda
bulunan, Mısır’ın tanınmış alimlerinden olan Muhammed Abduh, 1845 yılında Aşağı
Mısır’da Bahire ilinin Mahalletü’n-Nasr Köyü’nde doğdu. Zengin olmalarına
rağmen, fedakarlıktan hiçbir zaman kaçınmayan, adil, dürüst olarak tanınan bir
babanın; iffet ve takvası ile meşhur bir annenin çocuğuydu. Küçük yaşta Kur’an-ı
Kerim’i hıfzetti. Tanta’daki eğitimi sırasında zamanın şartlarına uygun eğitim
vermedikleri gerekçesiyle okuldan bir süre ayrıldı. Fakat çok geçmeden yeniden
okula döndü. Amcası Şeyh Derviş, geniş ufkuyla Abduh’un dini ilimlere karşı
sevgi beslemesinı sağladı. 1866’da İslami ilimlerin merkezi kabul edilen Ezher
Üniversitesi’ne kaydoldu. Ancak, üniversitenin o sıralardaki eğitim metodu
kendisini tatmin etmedi. Bir ara dünyadan tamamen elini-eteğini çekip tasavvufa
ağırlık verdi. Ne var ki, amcası onun inzivaya çekilerek tasavvufa yönelmesine
müsaade etmedi.

Amcası dışında hayat seyri üzerinde etkili olan bir başka ve
belki de en önemli kişi Cemaleddin Afgani’dir. Onunla tanışması (1872) hayatında
adeta bir dönüm noktası teşkil eder. Afgani’nin etkisinde kalmanın ötesinde, en
önemli talebesi olarak tanınacaktır. Afgani’nin de, Abduh’un münzevi bir hayat
yaşamayı terk ettirip aktif hale gelmesinde önemli etkisi oldu. 1877 yılında
okulunu tamamlayarak “alim” ünvanını aldı ve mezun oldu. Bir süre özel ders
verdikten sonra Darü’l-Ulum’a müderris olarak atandı (1879). Bu görevi devam
ederken Afgani’nin tesiriyle yayıncılık işine de girişti. Müderrisliği bir
yıldan kısa sürdü ve vazifeden alınarak doğduğu mahalde ikamete mecbur edildi.
Ancak, bir bakan tarafından geri çağrılarak el-Vaka’-i Mısriye isimli gazetenin
başyazarlığına getirildi (1880).

1879 yılında başlayan, Mısır’da, milliyetçi hareketin ilk
meyvesi olarak kabul edilen hükümet darbesi daha sonra bir isyan hareketine
dönüşmüş ve olay Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilişine kadar sürmüştü
(1882). Bu olaylarda Mısır Ordu komutanlığını yapan Arabi (Urabi) halkın
özgürlük ve bağımsızlık duygularına tercüman olunca çok etkili olmuştu. İşgalden
sonra Arabi’yi (Urabi) desteklediği gerekçesiyle Abduh’da sürgüne gönderildi.

Evvela Suriye’ye yerleştiyse de, daveti üzerine Paris’e geçerek
Afgani ile buluştu. Paris’te “el-Urvetü’l-Vuska” adlı bir dergiyi yayınladılar.
Sekiz ay devam eden bu dergide, İslami uyanmayı dair yazılar yayınlandı. İngiliz
işgaline karşı mücadele vererek milli şuuru uyandırmaya çalıştı. Paris’te
bulunduğu senelerde bir ara derginin temsilcisi olarak İngiltere’ye gittiği
(1884) ve arkadaşı Vilfried Blunt’un da yardımıyla İngiliz basınında Mısır
konusunu işleyerek kamuoyu oluşturmaya çalıştığı; Winston Churchill’in babası
Randolph Churchill ve bazı politikacılarla görüştüğü anlatılmaktadır (Osman
Emin, 1991, 291). Diğer yandan İngilizler derginin İslam ülkelerine girişini
yasaklayarak yayını engellediler. Bir süre sonra derginin yayını durdu.

Abduh, 1885 yılında Beyrut’a gelerek buraya yerleşti. Burada
Sultaniye Medresesini açarak (veya atanmak suretiyle) eğitimle meşgul oldu. 1889
yılında Kahire’ye döndü. Kısa bir süre sonra da asliye hukuk mahkemesine hakim
olarak atandı. Daha sonra temyiz mahkemesinde müşavir olarak çalıştı. Bu arada
şeriat mahkemelerinin ıslahına dair eserini yazdı (1900). Diğer yandan
gelişmesine katkıda bulunduğu el-Ezher’in idare meclisine seçildi. Ezher’in
gelişmesine katkıda bulunduğu gibi geniş bir muhite hitap edecek hale
getirilmesinde de önemli katkılarda bulundu. Daha önce okutulmayan tarih,
coğrafya, matematik ve felsefe gibi müspet bilimlerin okutulmalarını sağladı.
Mısır’da en yüksek dini makam olan müftülüğe atandıktan (1899) sonra vefatına
kadar bu görevde kaldı. Görev yaptığı süre boyunca bu makama büyük bir saygınlık
kazandırdı. Müftülüğü sırasında; Müslümanların faiz ve kârdan hisse alma gayr-ı
Müslim ülkelerde Müslüman olmayanlar tarafından kesilen hayvanların etlerini
yeme, geleneksel kıyafetler dışındaki kıyafetlerle örtünme gibi konularda ruhsat
vermesi çok ciddi tartışmalara neden oldu. (Osman Emin, 1991, 292)

Bazı hayır kurumlarının açılmasında ön ayak oldu. Fakirlere
yardım edip eğitimlerine imkan sağlamak ve maddi-manevi destek sağlamak
maksadıyla kurulan “Müslüman Hayırseverler Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer
aldı. Klasik dönemin değerli eserlerini yayınlamak maksadıyla “Arapça Eserleri
Canlandırma Cemiyeti” adlı bir dernek kurdu (Osman Emin, 1991, 292). Şer’i
mahkemelerin ıslahı için çaba sarf etti. Bu meyanda yayınladığı bildiri, sulh
mahkemelerinin yargılama yöntemlerinin ıslahı konusunda temel teşkil etti.
Hakimlerin seçilmelerinin daha uygun kurallara bağlanması, ekonomik durumlarının
iyileştirilmesi ile beraber, ahlaki, ilmi seviyelerinin yükseltilmesinin
ehemmiyetine dikkat çekti. Şer’i mahkemelerde görev alacak hakimleri yetiştirmek
maksadıyla bir okulun açılmasını istedi.

Son dönemlerinde muhtelif eserler kaleme aldı. En büyük eseri
olan Risaletü’t-Tevhid’i yazdı. Bazı müsteşriklerin İslam’a yönelttikleri
ithamlara karşı müdafaa maksadıyla, “El-İslam ve’l-Nasraniyye Ma’a’l-İlm
ve’l-Medeniyye” adlı eserini neşretti. Tefsir derslerini verirken yeni bir metot
kullandı. Çok önem verdiği Kur’an-ı Kerim tefsirini tamamlamak kendisine nasip
olmadı. Bazı kısımlarını neşretmiş, vefatından sonra ünlü talebesi Raşid Rıza
tarafından tamamlanarak yayınlanmıştır. Henüz tasarladığı çalışmaları
tamamlayamadan, 1905 Temmuz’unda vefat etti. Cenazesi, hükümet yetkililerinin de
hazır bulunduğu, büyük bir kalabalık kitle tarafından kaldırılarak, Kahire’deki
El-Afifi mezarlığına defnedildi.

Sadakati, cesareti, cömertliği ve yurtseverliği ile de tanındı.
Kendisini ihbar edip hapse atılmasına sebep olan ve sonrasında kendisini terk
eden arkadaşları hakkında bile kötü konuşmayarak onları affetti. Hidiv’e karşı
çıkacak kadar cesaret sahibi idi. Mezarının üzerine bir Arap şairinin yazmış
olduğu;

“Yücelik için bir mezar yaptık

Dini ve dünyayı gömdük birlikte.” beyti nakşedilmiştir (Osman
Emin,1991, 294).

Fikirleri

Cemaleddin Afgani’nin talebesi olarak tanınmasına rağmen fikir
konusunda bazı konularda hocasından farklı düşüncelere sahiptir. Hemen inkılap
yapılmasına karşıydı. Halkın düşüncesinin değişebilmesi için, herhangi bir dış
şeklin değişmesinin yeterli olacağına inanmamaktaydı. Öncelikle müesseseler
kurularak eğitim sorunu çözülmelidir. Tabii ki, bu arada nasıl bir eğitim
sorusunun da cevaplandırılması gerekir (Kara, 1985, 1408). Bunlardan sonra
insanların yetiştirilmesi gerekir. İslam’da bir ihya hareketinin gereği, halkın
daha fazla ön plana çıkarılması ve Arap dilinde yeni düzenlemelerin yapılması
üzerinde durdu.

Vatan sevgisinin canlı tutulması konusunda Mısır’da önemli bir
etkide bulundu. Avrupa’nın siyasi tahakkümünün yanı sıra Şarktaki istibdada da
karşı çıktı. İslamiyet’in temel prensiplerinden taviz vermeden Garp
medeniyetinden istifade edilebileceğini savundu. İçtihat kapısının açık
tutulması, Kur’an-ı Kerim’in asrımızdaki ilmi gelişmelerinin de göz önünde
tutularak tefsirinin yapılmasını istedi. Müftülüğü sırasında yazdığı yazılar,
verdiği fetvalar ve savunduğu fikirleriyle, Batı karşısında İslam ülkelerinin
çağa ayak uydurmalarına katkıda bulunmaya çalıştı.

Doğru bir şekilde izah edildiği takdirde ilim ve İslam’ın asla
çelişmeyeceğini savundu. Müslümanların, İslamiyet’in yüksek gayelerine uygun
şekilde yaşamamalarını özden uzaklaşma ve bunu kaybetmeye bağlar. Bunun tekrar
düzelmesi mümkündür. İslamiyet’in özünde; Allah’a teslimiyet, Peygamber’e (asm)
hürmet ve Kur’an-ı Kerim’e meftuniyet vardır (Schacht, 1979, 490). İslam akla
büyük önem verir. Bu özellik Garbı anlamada kolaylık sağlar. İslam özgür irade
dinidir. Halk arasında yanlış bir şekilde yerleşmiş bulunan, yanlış mukadderat
inancına eleştiriler getirerek halkın iradesi ile tecelli eden yönetimin
faziletlerini övdü. Doğru düşünce ve salih amel arasında dinamik bir ilişkinin
var olduğunu savundu. Mantık ve düşüncenin önemine değinerek ihmal edilen İslam
felsefesinin canlanması için çaba sarf etti. Akli deliller imanı zayıflatmanın
aksine, güçlenmesine vesile olur. Düşünme sanatı ve bilimi olarak gördüğü mantık
ilminin değerinin tam olarak anlaşılması, İslam Kelamının daha iyi anlaşılmasına
katkıda bulunacağı gibi, gerekli de olduğunu savundu.

Kur’an, bütün zamanları kapsayan değişmez bir anayasadır.
İçtimai ve siyasi sıkıntıların giderilmesi, örgütlenmelerin sağlanması hususunda
cevap veren bir temel kaynaktır. Batıdan iktibas edilen kanunların hiçbir ayırım
gözetmeksizin uygulamaya konulması zihinsel anarşiye sebep olduğu gibi, birlik
ve beraberliğin de kaybına sebep olmuştur. Müslümanlar, hali hazırda dinlerinde
görünmeyen, örtülü dinamizm unsurlarını harekete geçirerek kültürel ve ahlaki
kurtuluşu gerçekleştirebilirler. Bu amaç için; Kur’an ve sünnetten çıkarılacak
yasalarla kamu hukukunun gözetilerek öncelikli hale getirilmesi, dört mezhep
(ehl-i Sünnet) alimlerinin bir araya gelerek iyi noktaların kıyaslanarak
birleştirilmesi, tevhidin sağlanması üzerinde ehemmiyetle durdu (Hamid İnayet,
1995, 148). Gerektiğinde, sadece bir mezhepten istifade etmekle kalınmayıp, her
dört mezhebin hükümlerini ve hatta bunların dışındaki görüşleri de bir araya
getirmek suretiyle karşılaştırılmalı ve en iyi senteze bu yolla gidilmesi
gerektiğini yazdı.

Abduh, içtihat kapısının açık tutulmasından yanadır. Kişi bütün
kayıtlardan bağımsız olarak düşünebilmeli, serbestçe araştırma yapabilmelidir.
Din otoritesi sayılan kişilerin sunmuş olduğu bilgilerin delil gösterilmeden
körü körüne taklit edilmesine karşıdır. Zamanın değişen şartlarına paralel
olarak, yeni yeni ortaya çıkan meselelere tatmin edici cevaplar verebilmek için
içtihat kapısının açık olması gerektiğini savundu. Akılcı bir din olan
İslamiyet, yeniliklere açıktır. İslam, insanları din adamı otoritesinden
kurtarıp Yaratıcı ile yüz yüze getirmek suretiyle aracıları ortadan kaldırmıştır
ve aracılara da gerek yoktur.

Abduh’a göre; din bilimleriyle fen bilimleri aynı kaynaktan
gelmekle beraber kendilerine özgü düşünce şartları vardır. Dolayısıyla bunları,
paralel yürütülmesi gereken iki ayrı akım olarak görmek gerekir. İslam’ın son
din ve Hz. Muhammed’in (asm) son peygamber olmasından hareketle, insanların
belli bir olgunluk seviyesine ulaştıklarından, vahiy artık gelmeyecek,
dolayısıyla insanların “artık kendi ahlaki ve entelektüel salvation’larını”
(Mardin, 1985, 1402) kendilerinin yürütebilecekleri inancını taşır. Dinler
tarihindeki gelişmelerden örnekler vererek, zamanla insaniyetteki tekamüle
paralel olarak, dini kaidelerin kurallarının sertlikten yumuşamaya doğru bir
seyir takip ettiğini belirtir. İnsanların akli olgunluğa eriştikleri bir zamanda
İslam nazil oldu. En son gelen İslam, insanda var olan his ve duyarlılıkları
birleştiren akla hitap etti. Aklı tabiatla uzlaştırdı. Esrar perdeleri ile
beraber aracıları da ortadan kaldırdı. İnsanlar melekeleri vasıtasıyla günümüzde
Allah’a daha da yakın oldular.

Her şeyin önceden yaratıldığı, hür iradenin etkisinin olup
olmadığı konularının tartışılmasında ahlakı ön plana çıkardı. Allah’ın her şeyi
ezelden bilmesi; kulunun kendi iradesi ile ne yapacağını, mükafat veya mücazata
muhatap olacağını bilmesi, kulun hür iradesi ile hareket etmesine mani teşkil
etmez. İnsanı her hangi bir şeye zorlamadığı gibi alıkoymaz da. Hür iradeyi
kabul etmemek, insanın amellerinin kendisinden olmadığını savunmak, sorumluluğu
ortadan kaldırır. Oysaki dinen kul ancak, yaptıklarından sorumludur. Zamanla
toplumda teşekkül eden “kadercilik” halkın sömürülmesinde, yöneticiler
tarafından bir araç olarak kullanıldığını ve İslamiyet ile çeliştiğini savundu.

Dindeki ıslahatı, ahlaki bir reform olarak telakki eder.
Yapılmak istenen şey insanları inançları vasıtasıyla iyi ahlak sahibi olmalarını
sağlayarak, sosyal durumlarını daha iyi bir seviyeye getirmektir. Bir taraftan
dindeki yanlış telakki ve inanışlar düzeltilirken, yanlış anlamalar tashih
edilirken diğer yandan da insanların daha ahlaklı hale gelmeleri sağlanır.
Kur’an-ı Kerim, dünya ve ahiret saadetini netice veren ve insanlara kılavuzluk
etmek maksadıyla gönderilen kutsal bir kitaptır. Önemli olan husus, Kur’anın
lafzi manasına takılıp kalmadan özünü kavramaya çalışmaktır.

Abduh ve Afgani, gerek Emevi-Abbasi ve gerekse sonraki
dönemlerde hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra, saltanat otoritesini sağlama
babında bazı alimlerin meşrulaştırma amacını taşıyan ve sonraki dönemlerde
taklit edilen görüşlerinin neticesi olarak yerleşmiş bulunan, siyasi anlamdaki
itaatkarlıkla mücadele ettiler. Müslümanları bu taklit zincirlerinden kurtarmak
için büyük zorluklarla mücadele ettiler. Meşvereti esas alan meclisin
teşekkülüne destek verdiler. Dört halifeden sonra ideal şeklin bozulduğunu,
hanedana dönüşerek asli özelliğini kaybettiğini, despotlara hizmet eden bir araç
haline düşürüldüğünü savundular. Bunun İslam dünyasında normal bir hükümet şekli
almasını da bir kısım ulemanın yanlışlarına ve emirlere bağımlılıklarına
dayandırırlar. Bu duruma ulema sebep olduğu gibi, kurtuluş da ulemanın
öncülüğünde ancak, gerçekleştirilebilirdi (Hamid İnayet, 1995, 138).

Abduh’a göre İslam’daki devlet yönetimi şer’i değil, toplumsal
bir durum arz eder. Şeriata göre; halifenin, yöneticinin, hakimin ve müftünün
makamlarının ayrıcalıkları yoktur. Fakat, şeriat onların ödev ve
sorumluluklarını belirlemiştir. Batıdaki durumun aksine, halifelik teokratik bir
sistem değildir. Teokratik sistemde, Tanrı hükümlerini doğrudan doğruya
yöneticilere bildirir. Halk otomatikman itaat etmek ve boyun eğmekle yükümlüdür.
Böyle bir sistemde halk yöneticiyi Tanrı buyrukların düşmanı dahi bilse karşı
çıkamaz. Yönetenlerin her hal ve davranışları dini hüküm şeklindedir. Buna
karşılık İslam’da günahkar yöneticiye boyun eğmek caiz değildir. Eğer
yöneticinin yaptıkları sürekli olarak şeriata aykırılık teşkil ediyorsa, halk
onu iktidardan alma hakkına sahiptir. Nasıl ki, ümmet ve temsilcileri onu bu
makama getirmişlerse aynı şekilde, menfaatleri gereği onun yönetimine son verme
hakkına da sahiptirler (Hamid İnayet, 1997, 172).

Meşrutiyetten yana tavır koymuştur. Yöneticiler, bilirkişilere
danışarak şeriatı izlemek suretiyle adaletle yönetebileceklerine inanıyordu.
Buna en uygun yönetim şekli o zaman için meşrutiyet idi. Halkın yönetime
katılması için önce mahalli şuralar aracılığıyla yardımlaşarak halkın genelinin
fikri alınmalı ve daha sonra seçimle teşekkül edecek bir meclisin, halkın ve
devletin problemlerini çözmesi gerektiğini savundu. Bu durumun gerçekleşebilmesi
için de halkın eğitiminin şart olduğunu belirtmiştir.

Abduh, toplumda yaygın olarak karşılaşılan alışkanlık ve ahlaki
anlayışları eleştirir. Başta ulema olmak üzere yapılan tahrifatlardan herkesi
sorumlu tutar. Oruç ve abdest gibi muamelata dair konularda en ince teferruata
inilmesine rağmen diğer konularda hile-i şeriyye’ye başvurulmasını sert bir
şekilde eleştirir. Söz konusu kişilerin dini bir meslek olarak kullandıklarını
ifade eder. Sonradan sokulup İslam’a mal edilen yanlış yeniliklere (bid’a) karşı
çıktı. Eski metinlerin yanlış anlaşılıp ulema tarafından defalarca şerh edilip
taklitçiliğin sürüp gittiğini belirtti. Bu işi yapanların, ülkenin ve milletin
beklentilerinden habersiz olduklarını, içinde yaşadıkları çağa ayak
uyduramadıklarını, toplumdan soyutlanmış bir hayat yaşadıklarını ileri sürdü.
Düzelmenin kendiliğinden olmasını beklemenin yanlış olduğunu, herkesin üzerine
düşen görevi yapması gerektiğini, Batılı fikirlerin de körü körüne taklit
edilmeden, uygun olanların kendi kültürleri üzerine bina edilmesi gerektiği
ikazında bulundu. Esas ıslahatın dışta değil de içte yapılması gerektiğinin
üzerinde ısrarla durdu.

Abduh, Batıda gelişip bütün dünyayı etkisi altına alan yeni
fikirleri alırken; bir taraftan yenilerinin İslam düşüncesiyle çelişmeyen
kısımlarını bulup bunları bir araya getirmek, diğer taraftan taklit ve taassup
kırılırken, dinsizlik ve ahlaki çöküntüye sebep olacak yeni gelişmelerle
mücadele etmeye çalıştı. Batı karşısında Müslümanların gerileyişini açıklarken;
Müslümanların geçmişte başkalarının dertlerine çare bulduklarını, onları
bilgisizlik, taklit ve kölelikten kurtardıklarını ama bugün kendilerinin aynı
hastalığa yakalandıklarını, bu hastalıktan kurtulmak için çalışmaları
gerekirken, ecelin gelip çatması veya mucize kabilinde iyileşmeyi beklediklerini
dile getirdi. Bu duruma düşmenin sebeplerinden bir tanesinin de müspet ilimlerin
terki ile çözüm bulma imkanının ortadan kalkmasına bağladı (Hamid İnayet, 1997,
158).

Etkileri ve Ekolü

1897’den itibaren yayınlanan el-Menar adlı dergide Abduh’un
fikirleri, ölümünden sonra da yayınlanmaya devam etti. Kasım Emin, Mustafa
Abdurrahman ve Reşid Rıza gibi tanınmış öğrencileri vasıtasıyla fikirleri bir
çok bölgeye yayıldı. Ezher’de 1931 yılında adına vakıf kuruldu. Fikirleriyle
İslam dünyasında bir çok ünlü şahsiyeti etkiledi. Bir çok konuya ilk defa Afgani
ve Abduh değinmiş oldular. Bu yaklaşımlarından dolayı tecdit hareketinin
öncüleri olarak sayıldılar. Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad adlı dergilerde
yayınlanan yazılarda fikirlerinin etkisini görmek mümkündür. Bunlardan birisi de
Mehmed Akif’tir. Bir şiirinde, “İnkılap istiyorum ben de fakat Abduh gibi”
ifadelerine yer verdi. Bediüzzaman Said Nursi, “ittihad-ı İslam’da seleflerim”
(Nursi, 1990, 63) dediği kişiler arasında Muhammed Abduh’u da sayar.

Muhammed Abduh’un talebeleri kendisinden sonra, ondan aldıkları
eğitimin etkisiyle değişik alanlarda ekoller oluşturdular. Talebelerinden Kasım
Emin’in “toplumcu”, Reşid Rıza’nın “dini” ve Mustafa Abdürrazık’ın “felsefi”
ekolünü temsil ettiği kabul edilir (Osman Emin, 1991, 306-309).

Abduh’un üzerinde önemle durduğu ve talebelerinden Kasım Emin’in
devam ettirdiği konulardan birisi kadınların eğitimi idi. Hayat şartlarının
düzeltilmesini istiyordu. İslam’ın kadına verdiği değer, erkeklere verdiği
değerden daha aşağı olmadığını savundu. Kadınların sosyal ve manevi yönden geri
planda bulunmalarının sebebinin, Şeriata aykırı olarak devam ede gelen
uygulamalar olduğunu savundu. Çok evlilik, bir ruhsattan ibaretti. Bunun yanında
birden fazla evlilik halinde yerine getirilmesi gereken ağır şartlar, bir bakıma
çok evliliğin reddi anlamına da gelebilirdi. İslam’ın iyi incelendiği takdirde
tek evlilikten yana olduğunun anlaşılacağını, mevcut tüm imkanların kullanılarak
bir an önce kadınların toplumda etkin hale getirilmesi gerektiğini savundu.
Çocukları eğitmekle vazifelendirilen, kadınların cahil bırakılmaları affedilemez
bir suçtu. Talebesi Kasım Emin’e göre de; İslam kadınları yüceltmiştir. Geri
planda kalmalarının sebebi İslam değil, sonraki uygulamaların sahibi olan
Müslümanlardı.

Reşid Rıza, hocasının dini fikirlerinin tercümanı olarak
tanındı. Hocasının hayatı ve fikirlerini kaleme alarak önemli bir hizmeti yerine
getirdi. Özellikle yayınladığı el-Menar dergisiyle hocasının fikirlerini canlı
tuttu. Dini konulara ait fikirlerini en fazla dile getiren talebesi oldu. Dini
akidelere sonradan giren ve sokulan yanlışları bulup çıkarmak, eğitimi modern
metotlardan istifade etmek suretiyle daha işler hale getirilmesi konusunda
makaleler yayınladı. Muhafazakar yönü daha ağır bastı.

Muhammed Abduh’un meşhur talebelerinden olan ve felsefi ekolünü
devam ettirdiği ifade edilen kişi Mustafa Abdürrazık’tır. İslam felsefesi
üzerine bir çok eser yazdı. Hoşgörü, cömertlik, insan sevgisi gibi erdemler
üzerinde durdu. Felsefe tarihinin insan tarihi ile başladığı ifade etti.
Sevginin insanın fıtratında var olduğunu, bencillik ve ihtirasın sevgi
çiçeklerinin gelişmesine mani olduğunu, insanların aynı bütünün parçaları
olduğunu, dolayısıyla parçanın, bütünün faydası için çalışması gerektiğini
savundu. Eğitim vasıtasıyla güzel hasletlerin potansiyel varlığını ortaya
çıkaracağını belirtti. Amelin devamlılığının istikrarsızlığa engel olduğunu
görerek bunu kendisi uygulamaya çalıştı. Hocasının fikirlerinin yaşaması ve
devamı için elinden gelen gayreti gösterdi (Osman Emin, 310).

Kaynakça

Hamid İnayet, (1997), Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri,
İstanbul, Yöneliş.

Hamid İnayet, (1995), Çağdaş İslami Siyasi Düşünce,
İstanbul, Yöneliş.

Nursi, Bediüzzaman Said (1990), Tarihçe-i Hayatı, İstanbul,
Yeni Asya Neşriyat.

Osman Emin, (1991), “Mısır’da Rönesans: Muhammed Abduh ve
Okulu”, İslam Düşüncesi Tarihi (4):289-311.

Schacht, J. (1979), “Muhammed Abduh”, İslam Ansiklopedisi,
M.E.B. (8): 488-490.

Mardin, Şerif (1985), “İslâmcılık”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (5): 1400-1404, İletişim.

Kara, İsmail (1985), “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İslâmcılık
Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (5): 1405-1420,
İletişim.