Açıklama

Bu yazı, İslam Yaşar’ın “Said Nursî Türkçesi” ve Ahmet
Turan Alkan’ın ilgili yazıya getirdiği yazı üzerine kaleme alındı. Burada
“Risale-i Nur Dili” başlığı altında şimdilik sadece ana hatlarıyla sunmaya
çalıştığım konular üzerindeki mütalaaların bu iki yazıya cevap niteliği
taşımadığını, bununla birlikte bu yazıların yazılmasını hazırlayan heyecanı
paylaşmak ve çoğaltmak niyeti taşıdığını belirtmek isterim. Yaşça benden büyük
ve edebiyat ve dile katkılarını takdir edegeldiğim iki edebiyatçının Risale-i
Nur’un dili üzerinde durması, doğrusu, beni memnun ve müteheyyic etmiştir.
Dilerim bu yazı, Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur muhataplarını anla(t)mada hayli
mürekkep harcamış İslam Yaşar’ın aşinalığı ile kelimelerle muaşakasını
hayranlıkla izlediğimiz, sözü tevzin ve tezyin etmekte bihemta “Altıncı Şehir”li
Ahmet Turan Alkan’ın nazar-ı dekaikini buluşturur. Bendeniz ise sadece perdeyi
kaldırmaya ve pek tabii ki, Risale-i Nur müellifinin dil ustalığının hakkını
vermekten hayli uzakta bir üslub-u perişan ve serazad bir takdim ile iki ustanın
tezgâhına ola ki yumuşatırlar ve biçimlendirirler diye ham demir bulmaya
çalışıyor.

Senai Demirci

Öncelikle belirtmek gerek ki, Risale-i Nur’da, okuyan herkesin
gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu
zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı
terk ediyor ve zihinlerinde “Risale-i Nur’un dili ağırdır” gibi bir yargıyı ömür
boyu taşımaya devam ediyorlar. İlginçtir ki, Risale-i Nur’un dili üzerindeki bu
yargı, bu dili okumaya değil de, okumaktan vazgeçmek üzerine bina edilmiştir.
Baştakı zorlanmasını bilahare aşıp hoşlanmaya kalbetmiş biri olarak, kendi okuma
maceramı bir laboratuvar verisi olarak kullanma hakkım var şu halde. Bu veriler
ise, okumaktan vazgeçenler ya da okumamayı tercih edenlerle aynı kanaati
paylaşmamı gerektiriyor: “Risale-i Nur’un dili ağırdır.” İşte bu “ağır”
kelimesi, bir farklılığın ifadesidir.. Risale-i Nur’un “ağır”lığı, özel bir
“Risale-i Nur Dili”nin habercisidir. Bu “ağır”lık konusunda hemfikir olduğumuza
göre, sorulması gereken diğer soruları birlikte soralım: Bu ağırlık çekilebilir
mi? Çekilebilirse, çekmeye değer mi? Bu ağırlığın çekilebilir olduğunu sayısız
Nur talebesi kendi hayatlarıyla gösteriyorlar. Peki, Nur talebesi olmak gibi bir
ağırlığı üstlenmeyenlerin sorusunu nasıl cevaplamalı: Bu ağırlığı çekmeye değer
mi? Aşağıda anahatlarıyla ve kaba bir tasnifle sunmaya çalışacağım “Risale-i Nur
Dili”nin misyonu, bu sorunun cevabını hazırlamaya yöneliktir.

I. Risale-i Nur Dilinin Konuşlandırması

a. Risale-i Nur’un dili tarihsel değildir. Risale-i Nur,
ağırlıklı kısmı 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlıca’nın hâkim dil olduğu bir
dönemde kaleme alınmıştır. İlk bakışta, Risale-i Nur’a hakim olan dilin de
eserin telif dönemindeki hakim dilin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Ancak,
bu hükmün doğru olmadığı, aynı zamanda yazılmış başka eserlerin, üstelik
gayridinî oldukları halde, Risale-i Nur’a kıyasla çok daha ağdalı bir dile sahip
olması, Risale-i Nur’da kullanılan dilin tarihsel bir etkileşimden değil, kasdî
bir niyetten kaynaklandığını gösterir. Risale-i Nur’da Osmanlıca bir tabir ya da
terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir
“tercümesi”nin kullanılması, müellifinin Osmanlıca’ya denk gelen dili,
seçeneksizlikten değil, özel bir seçimle kullandığını gösteriyor. Said Nursi
isteseydi, meselâ, “levh-i mahv isbat” yerine “yazar-bozar tahta”, “irae eder”
yerine “gösterir”, “beyder” yerine “harman” kelimelerini kullanabilirdi. Aynı
cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen biri olarak, “eski” dil ile
“yeni” dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden bihaber olduğu için
“lisan-ı kadîm”e mecbur kalmış değildir.

b. Risale-i Nur’un dili coğrafî ya da millî bir izdüşüm
değildir.
Said Nursî’nin “Said Nursi Türkçesi” adının çağrıştırması muhtemel
bir Türkçe kaygısı yoktur. Said Nursî’ye Osmanlıca’nın ihyası ya da Türkçe’nin
uluslararası düşünce dili olması gibi bir kaygı güttüğünü söylemek yerine,
Kur’ân kelimelerinin konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramların Türkçe
konuşanlar başta olmak üzere her insanın zihnine oturması gibi bir misyonu
yerine getirdiğini söylemek daha doğru olur. Gerçekten de, Risale-i Nur’un özel
bir Arapça eğitimi almadıkları halde, okuyanlarının diline çoğu vahyî kavramı,
Kur’ân kelimelerini yerleştirmiş olması, onun Türkçe’yi değil de, en azından
Türkçe konuşanların hayatını iman diline yaklaştırarak ihya etme; Türkçe’yi
yeniden düşünce dili yapmak değil de, Türkçe konuşanlar örneğinde her
coğrafyanın dilinin Kur’an kelimeleri ve Nebevî kavramlarla tezyin ve takviye
edilebilirliğini gösterme misyonu yüklendiğini gösterir. Şu halde, Risale-i Nur
diğer dilleri konuşan milletler için, Kur’an kelimelerinin ve Nebevî
terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir prototip, bir çalışma
örneği olarak değerlendirilmeli.

II. Kur’ân’ı Okuyan Risale-i Nur Dili

Risale-i Nur’da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı,
Osmanlıca’nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur’ân
kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır. Risale-i Nur’un örnek metni
olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, “ağır” kelimelerin hemen
hepsinin “Kadir-i Rahim”, “Hâkim-i Ezelî”, “Mâlik-i Ebedî” gibi, esmânın talimi,
“acz”, “fakr”, “vird-i zebân”, “mütevazı’”, “mağrur”, “Asâ-yı Mûsa”, “Azâ-yı
İbrahim” gibi vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde
yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir. Risale-i Nur’da,
bu misyon peyderpey, hissettirilmeden, metnin ikinci ve gizli bir dili olarak
gerçekleştirilir. Bu konuda, Altıncı Söz’e serlevha olarak seçilen Tevbe Sûresi
111. ayetinin, hemen altında, “Nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak ve Ona abd
olmak ve asker olmak…” diye başlayan cümle ile dile aktarılması örnek olarak
okunabilir. Birinci Söz’de “Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek
hayvanlar ‘Bismillah’ der…” cümlesinde zikredilen hayvanların, Zümer Sûresi 6.
ayette “nimetin tecessüm etmiş” nümuneleri anlamında “en’am” olarak “tenzil”
edildiği haber verilen sekiz çift ehlî hayvana tekabül etmesi özel eğitimin
gereğidir. Yine Birinci Söz’ün özel kurgusuyla, Asâ-yı Musa’nın (as) ve Azâ-yı
İbrahim’in (as), taş ve ateş karşısındaki duruşunun, yumuşak kök ve damarların
sert taş ve toprak karşısındaki duruşuna, nazenin yaprakların ateş saçan yaz
hararetine karşı duruşuna taşınarak, peygamber mucizelerinin adiyatı mucizat
olarak görme talimine eklemlenmesi de özel bir Kur’ân okuması örneğidir. Yirmi
Dördüncü Söz’ün vahye dayalı ontolojik çalışmasının en kritik yerinde varoluşun
en büyük sorunu olan sevmeyi Al-i İmran 31. ayetiyle çözümleyen Said Nursi,
ilgili ayeti takdim ederken, aslında ayetin anlam açılımını oluşturan kavramları
yine ayetin kelimelerini konuşma diline aktararak özel bir ayet talimi yapar:

“Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habibine söylettirdiği şu
ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et.” Şu halde “Asâ-yı Musa”, “Azâ-yı İbrahim”,
“Habib”, “Mahbub-u Ezelî” gibi tabirlerin ağırlığından ürkenlerin, aslında
imanları gereği nüfuz etmeleri gereken Kur’ân kültürünün kendilerine ne kadar
hafif ve kısa yoldan sunulduğunu tecrübe edebilirler.

Tam burada Muhakemat’tan bir alıntı yaparak, Risale-i Nur
müellifinin ayet kelimeleri ile konuşma konusundaki kasdını ve ustalığını görmek
gerek. Said Nursi, Nur Suresi 43. ve Yasin Suresi 16. ayetlerdeki belagati
açıklarken, yine ayetlerdeki kelimelerle konuşur, ayetteki ana kavramlar
üzerinden okuyucuya yeni düşünce alanları açar. Bu “tercüme” usulü meal kadar
aşina edici olduğu kadar, mealin sınırlayıcılık ve kısıtlayıcılık kusurlarından
da azadedir. (Meal çalışması yapanlar, ilgili ayetlerin mealleri üzerinde
çalışma yaparak, aşağıdaki metnin Kur’ân’dan nasıl ustalıkla iktibas edildiğini
görebilir ve özel bir meal formatı için ipuçları çıkarabilirler.)

“….birinci ayette [Nur, 43] olan istiare-i bedia o derece
hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk
gibi yırtar. İkinci ayette [Yasin, 16] belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve
parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur.”

III. Esma-i Hüsnâ’yı Okuyan Risale-i Nur Dili.

Risale-i Nur’un dilindeki ağırlığın temel sebeplerinden biri,
tüm cümle kuruluşlarında Esma-ı Hüsnânın hatırını gözetmesidir. Birinci Söz’ün
çok bilinen bir cümlesi üzerinden gidelim:

“İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir
çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem
öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün
kâinatın dilenciliğinden ve her hadisâtın karşısında titremeden kurtulasın.”

Bu cümlede, insanın ‘acz’inden Hâkim ismine, insanın ‘fakr’ından
hareketle Mâlik ismine doğru kavramsal bir inşa gözlenir. Zira, insanın elinden
bir şey gelmiyor oluşu—yani aczi—, herşeye, her zaman hükmeden birini—yani, bir
Hâkim-i Ezelî’yi; insanın elinde hiçbir şeyin bulunmaması—yani fakrı—, herşeyi
her zaman elinden bulunduran birini—yani, bir Mâlik-i Ezelî’yi—aratır. İnsan bu
isimlere sahip Bir’ini bulamazsa kesret içinde kalacak, fakrından dolayı,
kâinatın “dilenci”liğine düşecek, aczinden dolayı da hadisâtın korkulu bir
“titreme” içinde olacaktır. Bu tabir aynı zamanda, “onlar için ne korku vardır,
ne de mahzun olurlar..” mealinde tekrarlanan ayetlerin anlamına da bir
göndermedir.

Risale-i Nur’da sıkça zikredilen bize ilk okumada ağır gelen bu
tür Esma-i Hüsna örneklerine bakılırsa, Risale-i Nur dilinin Esmâyı hayatımıza
taşımakta hayli hafif bir yol önerdiği görülecektir.

Yirminci Mektub’un İkinci Makamı da, “şehadet” kavramının cümle
içindeki kullanımlarıyla, hem kâinat, insan ve Allah eksenlerinde şehadet
eyleminin nasıl gerçekleştiği, hem de “Şahid-i Ezelî” isminin kavramsal olarak
nasıl inşa edildiğini görmek üzere okunabilir.

IV. Kurguyla Konuşan Risale-i Nur Dili

Risale-i Nur’da özel bazı kavramlar ve bu kavramlar ekseninde
gelişecek muhakemelerin ana hatları, yer yer, bölüm başlıkları, bölüm
altbaşlıkları, bölüm sıralamaları olarak da kodlanmıştır. Bu konuda en görünür
örneği, Otuzuncu Söz oluşturur. Otuzuncu Söz, ‘İki Maksad’ üzerine kuruludur, ve
‘Birinci Maksad’, ‘ene’ye, ‘İkinci Maksad’ ‘zerre’ye ayrılmıştır. İlgili
bahisleri mütalaa ettiğimizde, “içimizdeki en büyük görünmez” olan ‘ene’nin
yerli yerine oturtulmasından sonra ancak “dışımızdaki en küçük görünmez” olan
‘zerre’nin yerine oturabileceğini anlamış oluruz. Otuzuncu Söz’de açıkça
vurgulandığı gibi, afakî tefekkür, ancak enfüsî tefekkürün öncelenmesi ile
istikamet bulur. Bu haliyle, Otuzuncu Söz, ene üzerindeki enfüsî tefekkürü
Birinci Maksad olarak, zerre üzerindeki afakî tefekkürü de İkinci Maksad olarak
ima eder.

‘Risalet-i Ahmediye’ye dair Ondokuzuncu Söz’ün alt bölüm
başlıklarının “Reşha” olması da, Yirmi Dördüncü Söz’de nübüvvet mesleğinin,
“zühre, katre, reşha” sıralamasında, “reşha”ya, yani, hakikate aracısız muhatap
olma haline denk gelen konumunu haber verir.

Mektubat’ta ve Sözler’de ‘şakk-ı kamer’ ve ‘mirac’ mucizelerinin
birbiri ardınca zikredilmesi de, bu yazının çerçevesi dışında kalan, ancak her
iki mucizenin makam ve maksadının anlaşılması konusunda önemli ipuçları
barındırır. Bu sıralama kurgusu, her iki mucizenin birbirine bakarak hakkıyla
okunabileceğini, Resûl-u Ekrem’in (a.s.m.) velayet ve nübüvvet kanatlarının
buluşması bağlamında anlaşılması gerektiğini haber vermek üzere, “Şakk-ı Kamer
mucizesine dair” zeylin ‘Beşinci Nokta’sındaki özel kelime kodlamalarıyla teyid
edilir.

“Semâ-yı risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet,
nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı
ve mucize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzı semâvatta gezdirmekle
semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi
ve velayetini isbat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir
arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine
öyle bir mucize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurânî
kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış;
hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.” Bu ifadelerdeki çok
katmanlı şifrelemeyi başka bir makaleye havale ederek, Hz. Peygamberin (a.s.m.),
miracın mazhar olduğu makamda aya benzetilerek “semâ-yı risaletin kamer-i
münîri” ünvanıyla zikredilmesine, ayın yarılması mucizesine mazhar olduğu
makamda “iki nurânî kanat ve ziyadar cenah” ile “evc-i kemâlât”a uçmak, “Kab-ı
Kavseyn’e çıkmak” gibi mirac detaylarıyla zikredilmesine dikkat çekmek
istiyorum. Bu küçük paragraf, Risale-i Nur’un, hem “nübüvvet-velayet”,
“semâvat-arz”, “keramet-mucize”, “risâlet-velayet” dengelerini gözeterek ve
göstererek hem de “şakk-ı kamer” ve “mirac” mucizelerinin detaylarını akıcı bir
metin içinde veciz olarak buluşturarak nasıl çok katmanlı ama kolay bir dil
kullandığını ve ileri çalışmalar için nasıl bir kavram kılavuzu oluşturduğunu
göstermek açısından hayli ilginçtir.

Bu cümleden olarak, Otuz Üçüncü Söz’ün “pencere” adıyla verilen
alt başlıklarını izleyerek gayb “perde”sinden “pencere”ler açarak “gayb-aşina
nazar”ı edinmenin değişik makamlardaki metodları çıkarsanabilir.

V. Meselle Konuşan Risale-i Nur Dili

Özellikle Küçük Sözler’e hakim olan “iki adam”lı temsilî
hikayecikler, Risale-i Nur’un hem insana psikolojik içgörü kazandırmada
kullandığı özel yöntemi açığa vurur, hem de vahyî mesajın ana eksenlerini
oluşturan, “hayır-şer” “vücud-adem” “hudabin-hodbin” gibi kavramları yerli
yerine oturtma ve yeniden inşa etme konusundaki özel çabayı haber verir. İşte
tam bu noktada, Risale-i Nur, düşünce kavramlarını inşa ve ihya etme çabasına,
öteden beri hükmeden “ağır” izleniminin aksine, canlı, cana yakın, kolay, hafif
ve doğrudan bir katkı sağlar. Bu konudaki detaylı incelemeler ve tartışmaları
başka bir makaleye saklıyorum.

VI. Kâinatı Konuşturan Risale-i Nur Dili

Birinci Söz’de takdim edilen “lisan-ı hâl” terimi, aslında,
Risale-i Nur’un bütününe hâkim olan “kâinatı okuma” yönteminin habercisidir.
Nitekim, aynı bahiste, “zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler”in, bir bahçenin
[‘bostan’ olarak zikredilmiştir], “inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek
hayvanlar”ın hal dillerinden “Bismillah”ın nasıl okunacağı gösterilmiştir.
Lisan-ı hâlin çözümlemesine değişik açılardan uygulamalar sunan Birinci Söz
metni, ağaç ve otların “ipek gibi yumuşak kök ve damarları”nın, “Asâ-yı Musa
(a.s.) gibi” “Vur asânı taşa!” [Bakara, 60] emrine uyduğu, “ince ve nazenin
yapraklar”ın da bir yaz boyu “ateş saçan hararete karşı” “azâ-yı İbrahim [a.s.]
gibi” “Ey ateş, serin ve selametli ol!” [Enbiya, 69] ayetini okuduğu
gözlemleriyle, Kur’an ve kâinat okumaları egzersizleri yaptırır. Diğer taraftan,
Otuz İkinci Söz’de zerreden yıldızlara kadar bütün kâinatı “konuşturan” bir
kurgusu içinde, Esma-ı Hüsnânın eşya üzerinde nasıl okunabileceğine dair detaylı
yöntemler verilir. Risale-i Nur’un görünüşte sırf insana ve insanın lisanına
atfedilen “dua” kavramına, kâinatın tekellüme geldiğinin anlatıldığı Yirminci
Mektub’un Birinci Zeyli’nde getirdiği, çok heyecan verici bir “kâinat
okuması”nın alfabesini sunar:

“…esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani, esbab
bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi,
Kadîr-i Zülcelâlden dua eder, isterler. Meselâ, su, hararet, toprak, ziya, bir
çekirdek etrafında vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, “Bu
çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan
ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir.
Demek, içtima-ı esbab bir nevi duadır.”

Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerrattan bahseden ‘İkinci
Maksad’ının Mukaddimesi’nde her bir zerreyi kâinat kitabının zikreden bir
kelimesi haline dönüştüren, her bir zerreye açıkça konuşan bir dil kazandıran
bakış şöyle takdim edilir. Bu bakış, “Bismillah” ve “Elhamdülillah” gibi Kur’ân
kelimelerinin kâinatın dilinde de hecelendiğine, tesbihatın kevnî bir telaffuza
ve tekellüme tercüme edilebileceğine tanıklık eder.

“…. her bir zerre, mebde-i hareketinde ‘Bismillah’ der; çünkü,
nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir
çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin
hitamında “Elhamdülillah” der; çünkü bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir
cemal-i san’at, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin
medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir.”