“Bizler hiçbir açık kapı kalmayınca dahi
geçilecek yerin bulunduğunu bilenlerin, herkesin her taraftan
geçilebileceğini zannettiği zamanlarda ise sadece bir geçitin emniyet
sağladığını bilenlerin varisleriyiz. Eskilerin en eskisinde ne vardı diye merak
edenler de;
en yeni, yepyeni ne var diye merak edenler de bize baksın.”*

İsmet Özel

I.

Kendisini her adımda durup bir sonraki adımını atmadan önce
nasıl yürüyebileceğini bulmak zorunda hisseden bir adam düşünün. Ya da her
kelimenin ardından bir dili yeniden kurmaya çalışmanın zorluğunu. Bu tasavvuru
bile ürpertici hale çok da yabancı değiliz aslında. Bir zamanlar kendi adıyla ve
özellikleriyle var olan bir medeniyeti yaşarken tarihe geç kaldığımız hissine
kapıldık. Batı ile karşıtlığımız temelinde tanımlanmaya başladık. Artık şu ya da
bu değil; “Batı-dışı” bir medeniyettik. Çıkışlarımız, inişlerimiz bu karşıtlık
içinde kurgulandı. Başlangıçta açık bir hayranlıkla muhalifimizle yarışmaya
çalıştık; sonraları kendimize dönmeye çabaladık. Ancak bu dönüşteki “kendi”nin
ne olduğu ve nerede olduğu pek de açık değildi. Hala da ne olduğumuza dair çok
net fikirlerimiz yok. Yaşamıyoruz; nasıl yaşamamız gerektiğini düşünüyoruz.
Tedirginiz; “biz”i tanımlamada zorluğumuz var.

Huntington bir makalesinde başlangıçta Marksist öğreti üzerine
yoğunlaşan literatürün bizzat Marksizm üzerine bir literatür haline geldiğini
belirtir. Bir düşünce sistemi ve onun önermeleri değil, onun üzerine yapılan
yorumlar ve ondan kaynaklanan teori ve hareketler öğretiyi gölgede bırakmış ve
gündemi onlar işgal etmiştir.1 İslam konusunda da benzer bir noktaya gelinmiş
durumda. İslami duyarlılığa sahip olanlar da dahil olmak üzere giderek İslam ve
İslami düşünceden ziyade İslamcılık literatürüne dair yazılar yazılmakta.
İslam’ın yaşanılması ve İslami düşüncenin yeri geri planda kalmış durumda. Oysa
İslam dünyasının çözüm bekleyen acil sorunları var. Dinin algılanmasında ve din
tasavvurlarında bariz ayrışmalar ve kamplaşmalar dikkat çekiyor. Bir yanda
İslam’ı yüzyıllardır süregeldiği haliyle muhafaza etmeye çalışanlar, diğer yanda
geleneğe dair hemen her şeye kuşkuyla bakanlar. Bir tarafta İslam’ı yaşadığı
hayattan dışlamaya yanaşmayan ancak İslam’ı bu dünyada yaşanılmaz bulanlar,
diğer tarafta İslam’ı yorumlama adı altında İslam anlayışını değil bizzat dini
yeni bir şekle büründürmek isteyenler.

Bu yazıda İslam düşüncesinde başından beri yaşanan bazı
problemlerin bugün yine tüm yakıcılığı ile İslam dünyasının gündeminde olduğunu
göstermeye çalışacağım. İslam düşüncesindeki problemleri tahrif, tahrip ve
reform olarak tanımlamaktayım. Sahih bir İslami düşünüşün oluşumunda bahsi geçen
bu sapmalara karşı geçerli çözümün tecdid olduğunu iddia etmekteyim. Yazıda
tecdid, reform, tahrip, tahrif gibi kavramların karşılaştırmalı incelemelerini
yaptıktan sonra bahsi geçen sapmaların asıldan uzak çeşitli “din”ler ortaya
çıkardığını göstermeye çalışacağım. Bu “din”leri dünyevileşen din, ideolojileşen
din, milli din ve gelenekleşen din biçiminde kategorilere ayırmaktayım. Takip
eden bölümde dini düşüncedeki sapmaların sebepleri üzerinde durmaya çalışacağım.
Yazı boyunca vurgulamaya çalışacağım ana düşünce Müslümanların tecdide, dünyanın
ise sahih İslam’a ve sahih İslam anlayışına sahip bir ümmetin
şahitliğine/rehberliğine ihtiyacı olduğudur. Özellikle vurgulamak istediğim bir
diğer husus ise İslam dünyasında yaygın bir karamsarlığa yol açan sapmalara ve
yine bir sapmanın ürünü olan hakim dünya sistemin görünür gücüne rağmen aslında
tarihin yol ayrımında bulunduğumuz ve İslam’ın insani öze en uygun inanç olarak
dünyaya bir şeyler teklif etme mevkiinde bulunan tek inanç sistemi olduğudur.

II. Tahrif, Tahrip ve Reform Karşısında Tecdid

Tarih çok farklı okumalara tabi tutulabilir. Ekonomik bir
yaklaşım tarihi sınıfların mücadelesi ya da ekonomik ilişkilerin yansıması
olarak sunabilir. Bir başka bakış açısı tarihi rasyonelleşmenin yürüyüşü ve
geleneksel bir yapıdan daha rasyonel bir toplumsal formasyona geçiş süreci
olarak kurgulayabilir. İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu bu
perspektiflerden okumak ya da farklı yaklaşımlar ortaya koyabilmek mümkün. Belli
bir dönemde geçirdiği dönüşümle elde ettiği avantajı dünyayı değiştirmede ve
kontrol etmede kullanan bir gücün etkilerine dayalı tezlerle durumun izahı bir
hegemonya ilişkisinde aranabilir. Batı tüm bu olumsuzlukların tek sebebi kabul
edilebilir ve birkaç yüzyıllık tecrübe Shayegan’ın da belirttiği gibi “maddi
gücünün yardımıyla bizi ele geçiren, en derin dayanaklarımızı sarsıp
göreneklerimizi saptıran, faziletlerimizi bozarak bizi uzun vadede siyasal ve
kültürel köleliğe düşürmekte olan gizli güçlerin bir fesadı” sayılabilir.2 Bu
tip bir yaklaşımın oldukça rağbet gördüğüne ve bu temel kabulden pek çok teori
ve hareketin beslendiğine şahit olundu. Batının yayılması bir medeniyet
çatışması modeli çerçevesinde okunabileceği gibi konuya dünya ekonomisinin
gelişmesi ve İslam toplulukların yaşadığı devletlerin, birer çevre devleti
haline getirilmeleri açısından da bakılabilir. İslam dünyasında yaygınlaşan
ulus-devlet tecrübelerinin İslam inancını tahrife yönelişi de önemli bir tahrip
sebebi olarak öne sürülebilir. Bu ve benzeri yaklaşımların dışında İslam
dünyasındaki problemler İslam topluluklarına has içsel özelliklerde de
aranabilir.

Tüm bu yaklaşımlar meselenin bir kısmını açıklayabilir. Ancak
ben öncelikle İslam dünyasında yaşanan algılama problemlerine değinmek ve
bunların önemli bir kısmının insan boyutunda anlaşılabileceğini ve makro
düzeydeki gelişmelerin de fertlerin psikolojilerinde, tasavvurlarında etkili
olduğunu göstermek niyetindeyim. Bu anlamda İslam tarihi başta olmak üzere bu
yazıda tarihin okumasını sahih itikad ve diğerleri arasında yaşanan mücadele
perspektifinden yapmaktayım. İslamoğlu’nun tabiriyle “tarih, mücedditlerle
muharrifler arasındaki bitmez-tükenmez mücadelenin en büyük şahididir.”3 Tahrip,
dinin ortadan kaldırılması, toplum ve fertler açısından taşıdığı anlamın yok
edilmesi amacına yönelmiş ya da buna hizmet eden tüm tavır ve faaliyetlerin
adıdır. Tahrif, yine tahribin bir parçası olmakla birlikte mesajın inhirafa
uğratılması, bozulması, aslından farklı bir anlam ve görünüme büründürülmesi
biçiminde gerçekleşir. Tahrif, tahrip faaliyetleri içinde kendini kamufle
edebilme gücünden dolayı tespitinin zorluğu ve hatta iyi niyetle başlanmış
çabaların dahi farkında olmaksızın dinin mesajını inhirafa uğratabilmesi
sebebiyle belki de en tehlikeli olanıdır. Reform ise çoğunlukla tahrip ve
tahrifi ortadan kaldırma hedefine yönelik olma iddiasını taşısa da aslında yeni
bir tahribin ve tahrifin adıdır. Reform, yeniden biçim verme işidir. Bu biçim
vermede orijinal kaynaklara uyum önemli bir şart teşkil etmez. Reform, inancı ve
onun yansımalarını daha kullanışlı hale getirme çabasıdır. Bir düzeltme, bir
“iyi”leştirmedir. Reform, çoğunlukla bir çıkarın, bir ihtiyacın itici gücüyle
ortaya çıkar. Genellikle dünyevileşmenin, sekülerleşmenin ve/veya tepkiselliğin
yansımasıdır. Reform, mevcut ortamı ve şartları inanca göre yorumlama ve
şekillendirme değil, inancı bu şartları meşrulaştırır ve kabullenir hale getirme
işidir. Kitabına uydurma-kitabı uydurma gayretidir. Bir özün ve bu özde meydana
gelmiş herhangi bir sapmanın var olması reform için zaruri değildir. Bu bakımdan
inancın ilk ortaya çıkışından itibaren reform talepleriyle karşılaşılabilir.
Çünkü değişmeyen kriterlerle karşı karşıya olmanın getirdiği sorumluluktan kaçma
isteği yaygın bir istektir. Reform bazen bu sorumluluğu azaltma ya da şeklini
değiştirme hedefini güdenlerden gelirken bazen inancın yaşandığı toplumu
yönetenler ve yönetim aygıtı da reformun öncülüğünü yapabilir. İslam’ı özünden
uzaklaştırmayı hedefleyen resmi din çabaları bu tip reformla ilgili olarak akla
gelen ilk örnektir. Reform çoğunlukla yaşanan ve yaşanmak istenen hayatı inancın
kabul etmemesinden ve onaylamamasından kaynaklanan, bir yandan da insanları bir
inancı reddetmiş olmanın bireysel ve toplumsal baskı ve yükünden kurtaran, ne
yardan ne serden geçmeksizin istenilen hayatın yolunu açan bir çabadır.

Tecdid; tahrip ve tahrif edilmiş olanı, yani özünden
saptırılmış, yaralanmış olanı onarma ve aslına geri döndürme çabasıdır. Tecdid,
korunması gereken bir özün varlığını kabul eder.4 Bu öz fikrin en saf halini
temsil eder ve yaşanan tüm sapmalar bu özün anlaşılamamasının, bu özle insanlar
arasına engeller konulmasının sonucudur. Tecdid, inancı bu sapmalardan temizleme
amacını güder. Tecdid inanca sonradan dahil edilen, onu zedeleyen ve
anlaşılmasını engelleyen bidatleri ortadan kaldırmaya çalışır. Tecdid, zaman
içerisinde yaşanılan gelişmeler karşısında inancın varlığını sürdürmesinin ve o
inancı kriter kabul edenlerin inançlarına uygun bir yaşam tarzı
geliştirmelerinin yegane yolu olarak karşımıza çıkar. Tecdid, her an yenilenen
bir dünyanın ve özü sabit kalmakla birlikte değişen insanın ihtiyaçlarına
inancın diliyle cevap verebilme yetisinin ve zenginliğinin yolunu açar. İslam
düşüncesi açısından tecdid, ana kaynaklar ve Resulullah’ın mükemmel örnekliğinde
görünür hale gelen İslam inanç ve ahlakını temel almak ve tüm insanların her
devirde, her şartta vahye muhatap olduğunun farkında olarak hareket etmektir.
Asr-ı Saadet’te çölde yaşayan bir bedevi gibi bugünün metropollerindeki bir
Müslüman’ın da vahye eşit ölçüde muhatap olduğunun ve İslam’ın her ikisine de
fıtri bir din olarak aynı ölçüde rehberlik ettiğinin anlaşılmasıdır. Tecdid,
zamanın ardından koşarak İslam’ı ona yetiştirme çabası değil her zaman ve şartta
İslam’ın mesajını anlamaya çalışma ve her çağı İslam’ın evrensel mesajına ve
modeline yaklaştırma, onun idrakine İslam’ı söyletme gayretidir. Tecdid, sağlam
bir kaynağa dayandığını bilmenin verdiği güvenle eziklikten, tepkisellikten,
telaştan, inattan arınmış aklın eseridir.

Din anlayışındaki sapmalar ve bunlar karşısında tecdidin
konumunu böylece tespit ettikten sonra söz konusu düşünce problemlerine yol açan
etkenler üzerinde durmak gerekir. Neden insanlar dinin yorumlanması hususunda
çeşitli ihtilaflar yaşamaktadırlar? Neden birden çok ve çoğunlukla birbiriyle
çatışan, birbirini dışlayan din anlayışları ile karşı karşıya kalmaktayız?
İnsanları dini tahrif etmeye, dinde reform ihtiyacını dillendirmeye iten başlıca
sebepler nelerdir? Bu sorulara verilecek cevaplar bahsi geçen algılama
problemlerine yol açan ve tecdidin önünde engel oluşturan saikleri anlamamızı
yardımcı olabilir. Bana göre bu saiklerin başlıcaları dünyevileşme, dengesizlik,
tepkisellik, düşünce tembelliği, taklit kolaycılığı ve seçmeciliktir.

Dinin algılanması ve yaşanmasında yalnız bireylerin değil
toplumların da önünde engel teşkil eden en önemli hususlardan birisi dengenin
tesis edilememesidir. Denge hayatın hemen her sahasında inananların tercihlerini
ve düşüncelerini şekillendirmede etkili bir kavramdır. Kur’an’da vasat ümmet
olarak tanımlanan topluluk açısından ise dengenin apayrı bir önemi haiz olduğu
aşikar. Dünya ve ahiret arasında dengenin kurulamaması denge yitiminin en açık
ve sık rastlanan örneklerinden birisidir. Bir tarafta dini ukbaya dair
öğretilerinden soyutlamış sadece dünyevi huzurun kaynağı bir kurtuluş reçetesi
ya da yol haritası görme dengesizliği vardır. Diğer tarafta ise dinin dünyaya
bakan tarafını umursamaksızın dünyanın imtihan yeri olduğu gerçeğini inkar
edercesine kabuğuna çekilme ve dünyaya ait tüm hesapları gündelik, basit ve
bayağı görme yanlışlığı. Denge yitiminde bir diğer önemli nokta kavramlar
arasında dengenin kurulamaması ve giderek her şeyin bir diğerinin sahasına
tecavüz eder hale getirilmesidir. Bunlardan belki de en yaygın olanları mezhebi
dinle, Kur’an yorumunu Kur’anın bizzat kendisiyle özdeş ve ayrılmaz sayma
dengesizliğidir. Burada dengenin yitirilmesi kavramları zedeleyici bir mahiyet
almakta ve itikada kadar uzanan problemlerin yolunu açmaktadır. Bunun sonucu
olarak İslam toplumunun zenginliği sayılabilecek farklar ve ihtilaflar, ayrılığı
rahmet olarak müjdeleyen Resulün mesajı hiç duyulmamışçasına en umulmadık
konularda dışlamanın, tekfir etmenin sebebi ve mazereti haline getirilmektedir.

Peygamber başta olmak üzere önder/imam tasavvuru da
dengesizliğin etkisiyle dönüşmektedir. Rehber olması ve inancın en mükemmel
biçimde şahsında tecelli etmesi sebebiyle Peygamber ve O’nun varisleri hakkında
düşülen dengesiz yorumlar, insanlık açısından büyük öneme sahip rehberlik
kurumunu da sarsmaktadır. Denge yitimi sonucu Peygamber artık üstün insan değil,
insan-üstü olarak tanımlamaya başlanır. Hz. Peygamber insanlığın zirve
noktasıdır ve bu yönüyle de eşsiz bir örnek olarak insanlığa yol göstermektedir.
Dengesini yitirmiş yaklaşımlar sonucunda O’nun en “üstün insan” olduğu fikri ve
vahyi en mükemmel biçimde temsil ettiği fikri , Peygamber kavramını tamamen
“insan-üstü”leştiren bir anlayışa dönüşmüştür. Oysa “insan-üstü, insan
için—Kur’an’ın deyimiyle—‘üsvetün hasenetün’ (en iyi örnek) olamaz”5 Kısacası,
O’nun üstünlüğü kabul edilmekte ancak örneklik vasfı ve bu örneklikten
alınabilecek dersler gözden kaçırılmaktadır. Bu dengesizliğin öbür yüzü bu defa
Resul’ün üstünlüğünü görmezden gelen bir akılcılık biçiminde kendisini gösterir.
Çoğunlukla Kur’an’a dönüş çağrısını slogan edinen ancak Kur’an ile insanlar
arasındaki en büyük bağlardan birini, Resul’ün örnekliğini, kaldıran bu yaklaşım
geleneğe karşı tepkisel tavrını hadis ve sünnet gibi temel değerlerden
bazılarını reddetmeye değin vardırır. Sonuçta gerçeğinden ayrı ve onunla ihtilaf
halinde farklı peygamber tasavvurları doğar.6

Bozulmanın dayandığı bir diğer temel nokta ise düşünce
tembelliğidir. Dini asli kaynaklarının ışığında yorumlamak ve hayata dair soru
ve sorunlara çözüm bulmaya çalışmak zihni bir gayreti gerektirmektedir. Ancak
insanların başta günlük yaşamları olmak üzere hemen tüm meselelerde emek
harcamaksızın istediklerine ulaşma kolaycılıkları dinin algılanması gibi kritik
bir konuda da kendisini göstermektedir. Dinin akletmeye çağıran ve sadece akıl
sahiplerini muhatap alan öğretilerinin anlaşılması için aklın kullanılmasından
kaçınılması dinin özüyle açık bir çelişkidir. Düşünce tembelliğinin kayda değer
bir yansıması kendisini taklitte göstermektedir. İnanan insanlar neye nasıl
inandıkları konusunda en temel meseleleri dahi merak etmekten ve araştırmaktan
uzak bir hayat sürdürmektedirler. Düşünce tembelliğinin pençesinde kıvrananlar
için en iyi yol bu gayreti göstermiş ya da göstermekte olanların ardına sığınmak
ve sorumluluktan kaçmaktır. Taklit, örnek alışın ötesinde ruhunu ve özünü
kavramaksızın bir şeylerin mekanik tekrarı halini aldığı anda o pratiklerin ve
inançların da içini boşaltmaktadır. Taklit güya saygı ve kıymet verme iddiası
altında aslında değer verildiği söylenilen şeylerin değersizleştirilmesidir.
Taklide giden yolda en önemli düşüncelerden birisi bazı şeylerin, özellikle
dinin temeline dair birincil kaynakların anlaşılmasının zor olduğu ve herkesin
bunları kavrayamayacağı fikridir. Bu, dinin temelleri ile fert arasına set
çekmek demektir. Dinin herkesin anlayamayacağı ve ancak alimlerin manasına nüfuz
edebileceği bir sistem olarak sunulması onun ideoloji olarak algılanmasında da
rol oynamaktadır. Diğer taraftan dinin emir ve yasaklarının birilerince yoruma
yer bırakmaksızın ilanı insanları karşılaşacakları sorumluluk fikri açısından da
rahatlatmaktadır. Bireylerin dinin mesajı ile aralarına koydukları bu duvar,
siyasi sistemler tarafından da yeri geldiğinde güçlendirilmektedir.

Seçmeci yaklaşım da dinin anlaşılmasının önünde önemli bir engel
olarak durmaktadır. Seçmeci yaklaşım dinin bütüncüllüğünü kavrayamamak ya da bu
bütüncüllüğün getireceği düşünce ve eylem yükünü, sorumluluğunu taşıyamamaktır.
Çoğunlukla dine dair sağlam kaynaklara ve zihni çabaya dayanmayan yargılar din
olarak algılanmakta; din, aslında önceden bulunmuş ve ladini kaygılarla
kabullenilmiş bazı değerlerin ismi olmaktadır. Seçmeci yaklaşım dinin
kabullenilemeyen ya da kişisel değerlerle çatışma halinde sayılan yönlerinin
bireylerce sansürlenmesidir. Uygun görülmeyen (!) dini kavram ve öğretiler ya
görmezden gelinmekte, ya da yok sayılarak dinin aslında olmayan bir bidat olarak
adlandırılmaktadır. Ayetlerin, hadislerin savaşı başlar sonra. Birbirine taban
tabana zıt din tarif ve tasvirleri ortaya çıkmakta ve çelişen görüşler için aynı
kaynaklardan referanslar bulunmaktadır. Bu yönüyle seçmecilik dinin ve tarihsel
pratiklerin tarihselliklerinden sıyrılması ve ahistorik bir bakış açısı ile
bugüne kıyas mantığından uzak bir yaklaşımla taşınmasıdır. Sonuçta din donuk,
statik bir kategori halini almakta ve bunun sonucu olarak tarihin dışına itilmiş
bir toplum haline gelinmektedir. Din, tarihsel seyrini belli bir dönemde
tamamlamış kabul edilmektedir. Dinin ana kaynaklarının ortaya çıkışında en
mükemmel temsil şekli olarak risalet önderliğinin damgasını taşıyan bir devir
elbette söz konusudur. Ancak tahrife yol açan düşünce, bugünün sorunlarını o
zamana taşımak ve dinin özünün sabit kalmasına rağmen algılamaların ve
yorumların değişip çeşitlenebileceğini anlamamaktır. Seçmecilik, bir yönüyle
İslam tarihinden kendi yargılarına kutsal referanslar arayan ve çoğunlukla
düşüncenin yükünden kaçıp kutsanmış önyargıların rahat dünyasına sığınan bir
zihin yapısının ürünüdür.

Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus dinin tüm
çağlara ve insanlara sesleniyor olmasıdır. Bu sebeple din dinamik bir
kategoridir. Burada mesele dini düşüncede meydana gelen değişim ve dönüşümlerin,
bu gelenek içindeki tartışma ve problemlerin hangi saiklerle ortaya çıktığı ve
neye hizmet ettiğidir. İçine kapalı, taassuba yaslanmış bir zihin için her
düşünce yeniliği ya da düşünmeye teşvik edici her soru bir sapma olmaya
müsaittir. Dinin anlaşılmasında ana kaynaklara (tarihsel ve kültürel olarak)
yakınlık, risalet devrine şahitlik gibi özelliklerin sağlayacağı pratik faydalar
göz ardı edilemez. Ancak, bu avantajlarını kullanarak ve gayret göstererek dini
düşüncenin oluşumuna katkıda bulunanlar eğer dini bugünün Müslümanlarının önemli
çoğunluğu gibi statik bir unsur olarak algılasalardı, bugün o kaynak kabul
edilen eserlere ve İslam düşüncesini, medeniyetini zenginleştiren o görüş ve
ekollere, mezhep ve meşreplere rastlanılamazdı. Bugün itibar ettikleri ve
sözlerine değer verdikleri alimleri savunma adına İslami düşünceye katkıya
yönelik her çabayı kuşkuyla karşılayıp sapkınlıkla suçlayanlar, o alimlerin
bugüne ulaşan düşüncelerinin oluşumunun da böylesi tartışma süreçlerinden
geçtiğini ve onların da bazı sözlerinin kendi zamanlarında eleştirildiğini
hatırlarına getirmemektedirler. Oysa dini yaşayan bir değer olarak algılamak,
dini yaşamanın en önemli şartlarındandır.

Dini düşüncede tahribe yol açan ve sağlıklı bir İslami düşünce
geleneğinin kök salmasını engelleyen sebeplerden birisi de özellikle modern
dünya medeniyeti7 karşısında yaşanan eziklik ve tepkiselliktir. Modernleşmeye
duyulan tepki özellikle dini söylemler açısından son derece anlaşılabilir bir
şeydir. Çünkü “modernlik ruhu kendini, her şeyden önce, dine karşı verdiği
mücadeleyle tanımlamıştır.”8 Bahsi geçen tepkiler ve eziklik tarihe geç
kalmışlık ya da tarihten dışlanmışlık duygusuyla beraber ilerler. Modern dünya
medeniyetinin yayılışı ve hegemonik yapısı hatırlandığında belli ölçüde haklı
sebeplere dayanan bir yitip gitme duygusu yaygındır. Aslında bu sadece İslam
dünyasına has bir olgu değildir. Modern dünya medeniyetinin içinden çıkıp
geliştiği Batı toplumlarının dışında kalan kadim medeniyetlerden yerel
kültürlere değin pek çok çevre bu endişeyi hissetmektedir. Bayart’ın ifadesiyle
“modern dünyada farklılıkların kaybolması diye bir hayalet dolaşmaktadır” ve
“modern dünya tep tipleşmekten çekinmekte ve bu yüzden de ‘kimlikle ilgili genel
bir kaygı’ duymaktadır.”9 Bu, yaşanan değişimin hızı ve gücü karşısında
tutunamama telaşının getirdiği doğal karşılanabilecek bir tepkidir. Ancak bir
tepki olarak belli bir ana ya da kısa bir zamana ait kalmayıp yüzyıllara
yayıldığında artık bir tepki değil psikolojik bir yarılma, bir histeri halini
alır. Esasen kültürlerin kendilerini diğerlerinden farkları temelinde
tanımlamaları bir noktaya kadar normaldir. Başkalarıyla karşı karşıya geliş
sebebiyle kültürler “kendilerine ilişkin tutunumlu ve ayrıksı bir benlik duygusu
formülleştirmeye ihtiyaç duyarlar.”10 Başka kültürlerin kendilerine ait
bakışları kendilerini tanımlamalarında etkili olur. Sonuçta “kültürler
kendilerini ve birbirlerini abartırlar.”11 Ancak bu abartma üzerine bir söylem
inşa edilirse problemlerin doğması kaçınılmazdır.

Abartmanın bir yönü karşısında yer alan medeniyete üstün bir
gücün ve iç tutarlılığın atfedilmesi, bu gücün dönüştürücü etkisinin karşı
konulamazlığının varsayılmasıdır. Bu yaklaşım özellikle küreselleşme
tartışmalarında belirginleşir. Küreselleşme hakkındaki temel mit, merkezi bir
gücün kültürel homojenleştirmeyi başarıyla ve tek başına gerçekleştirdiğidir.
Oysa küreselleşme, homojenleşme ve heterojenleşmenin birlikte gözlendiği, yerel
olanın da çoğunlukla yereli aşan, yerel-ötesi kaynaklarca belirlendiği bir
küresel-yerelleşme (glocalisation) sürecidir.12 Çatışma halinde görünmekle
birlikte küreselleşme ve yerelleşme (ya da homojenleşme ve heterojenleşme)
aslında birbirlerini besleyen eğilimler olarak karşımıza çıkmaktadır.13 Yerel
kültürlerin sıklıkla gündeme gelmesi, yerel değerlerin özellikle bazı maddi
ürünlerinin (yemek, eşya vs.) ilgiyle karşılanması ve birer üst-kültür tüketim
nesnesi olarak sunulması aslında yerelin bazı yönlerinin küresel olan içinde
üretilmesine ve “keşfedilmesi”ne dair örneklerdir. Bununla birlikte yerele
yaslanan ideolojiler de farklılıklar temelinde yereli tekrar inşa etmektedirler.
Tabii bu küreselleşmenin homojenleştirici gücünü ve güç dağılımının
eşitsizliğini gözden kaçırmak şeklinde de anlaşılmamalıdır. Söz konusu
argümanların homojenleşmeyi göz ardı ettiğine dair eleştiriler yapılmaktadır.14
Burada benim değinmek istediğim husus başta modern dünya medeniyeti olmak üzere
çeşitli kavramlara oldukça kategorik yaklaşıldığı ve basit ikilikler
çerçevesinde tarihsel tecrübeler göz önünde bulundurulmaksızın yalınkat
karikatürleştirmelerle yetinildiği ve daha da vahimi bunların üzerine
ideolojiler inşa edildiğidir.

III. Muharref Din Anlayışları

Tahrip, tahrif ve reformla deformasyona uğrayan düşünceler dinin
tekliğinin ve bölünme kabul etmezliğinin aşikarlığına rağmen birbirleriyle
düşüncede çatışan ancak özünde tahribe dayanma bakımdan ortak yeni “din”ler
ortaya çıkarır. Gerçek dinin anlaşılmasının önündeki engeller belli konulardaki
yanılgı ve sapmaları aşarak yeni inanışların yolunu açar. Artık mensuplarının
sıkı sıkıya bağlı oldukları ve tek din kabul ettikleri yorumlar vardır. Bu
yorumlar fikir ayrılıklarını fazlasıyla aşmıştır. Ayet bu hale şöyle işaret
etmektedir: “Onlar, dinlerini parçaladılar ve hizipler haline geldiler. Her
hizip kendi yanındakiyle iftihar edip durmaktadır.”15 Dinin bütüncülüğü yok
sayılmakta ve dinin parçalarına din diye sahip çıkılmaktadır. İslam dünyasında
bu sapmaların ortaya çıkardığı başlıca din algıları şunlardır: Dünyevileşen din,
ideolojileşen din, milli din ve gelenekleşen din.

a) Dünyevileşen Din

Dünyevileşme vahyin mesajından kopma demektir. Dünyevileşme
vahyin tanımladığı dünya kavramının dışında bir dünya tanımına sahip olma ve bu
tanımı eylemlerinin ölçüsü kabul etmektir. Dünyevileşmeye kendini kaptıranların
elinde din, dünya merkezli yaklaşımın getirdiği bir inancın, bir ideolojinin
dayanak noktası haline gelmekte ya da daha dar bir anlamda fertlerin eylemlerine
meşruiyet kazandırmalarının yolunu açmaktadır. Dine uyma ve vahye muhatap olma
yerine dini kendisine uydurmaktır. Bu yönüyle yanlış din anlayışlarının ortaya
çıkışında dünyevileşme önemli bir etkendir. Dünyevileşme ile birlikte dünya ukba
dengesinin dünya lehine bozulduğu görülür. Artık din, dünyevi huzura giden yolda
bir araç haline gelmiştir. Aklın egemenliğinin toplumsal yaşamın tüm sahalarına
yayılmasıyla birlikte irrasyonel geleneğin gücünün ortadan kalkacağı
varsayılmaktadır. Büyük bir dönüşüm öngörülmektedir. Bu dönüşümle irrasyonel
değerler ve özel kimlik tanımlamalarından arınmış bireylerin iletişime
geçecekleri ve ortak paydalarda buluşacakları bir alan tasavvur edilmektedir.
Dünyevileşen din, aslında sekülerleşmenin ve en genel anlamıyla dünyevileşmenin
dini algılar üzerindeki yansımasıdır. Sekülerleşme insan hayatının her sahasına
nüfuz etmiş bulunan iktidar ve güç ilişkilerinin temelden dönüşümüdür.
Otoritenin meşruiyeti, aile fertleri arasındaki ilişkiden makro düzeyde politik
sistemin parçaları arasındaki etkileşime değin yeni temeller üzerine
kurulmaktadır. Bu, insan aklının kutsandığı bir medeniyetin otoriteyi aşkın bir
güçten alıp insana verme çabasıdır. Ancak sonuç bizzat insan idrakinin
parçalanması ve çatışan otorite ağı içerisinde kişinin kimlik bunalımına
düşmesidir. Dünyevileşme, sadece dünyadan alabileceklerini arttırma çabası
değildir. Hayatı dünyadan ibaret, başı sonu burada bir deneyim olarak görme
işidir. Dünyevi olanı merkeze almak insanda büyük bir güç ve otorite vehmine yol
açmaktadır. Neticede insan artık görünür, ölçülüp-biçilebilir olana nüfuz etme,
onu kontrol altına alma gücüne sahip olduğunu zannetmektedir. Kontrol
edemediğini yok sayma, gücünün sınırsızlığını ilan etmenin vazgeçilmez şartıdır.

Ancak, inancın insan hayatından bir çırpıda sökülüp atılması
mümkün olmamaktadır. Aslında bir yönüyle din, dünyevileşen bir medeniyetin
canavarlaşma ihtimaline karşı insanı dizginleyebilme aracı olarak
kullanabileceği bir olgu kabul edildiğinden dünyevileşmiş bir düzenin ayrılmaz
parçasıdır. İhtiyaçlarının ve gücünün sınırsızlığına inandırılmış bir insanın,
kendisini murakabe altında tutabilecek moral değerlerden de yoksun olması modern
zamanların efsanevi canavarını ortaya çıkarmak için oldukça verimli bir alandır.
Bu yönüyle toplumsal etkileşimin yoğun olarak yaşandığı kamusal alana
çıkarılmayan; ancak tek tek fertlerin özel hayatlarında uyguladıkları ya da
ilkeleriyle uyumlu hareket ettikleri bir din, düzenin korunması açısından
faydalı sayılmaktadır. Ancak, bu özünden tamamen koparılmış bir dindir. Daha
doğru bir tabirle, din vasfını yitirmiş bir değerler sistemidir ve içinde
bulunduğu düzenin doğrularını içselleştirmiştir. Fertler açısından bakıldığında
ise giderek silikleşen kişiliği muhafaza etmenin yolu inanmaktan geçmektedir. Bu
bakımdan dünyevileşen din, bir yandan modern dünyanın içinde yer alırken
gerektiğinde dinin “kutsal kubbe”sinden faydalanmanın yolunu açmaktadır.
Dünyevileşen din, dine karşı eleştirel ve tedirgin bir tavır sergiler. Dinin
aklı aşan öğretilerinin insan aklının sınırlılığına işaret etmesi; modern
dünyanın temel kabullerinden birini sarsmaktadır.Diğer taraftan dinin her an
kamusal alana yansıma ve alternatif bir direniş merkezi olarak ortaya çıkma
potansiyeli tedirginliğe sebep olmaktadır. Dünyevileşmiş fert dini yeniden
şekillendirmeye, yeniden yorumlamaya ve kendi kabullerine uygun bir ayıklamaya
tabi tutmaya çalışmaktadır. Dünyevileşen din, aslında modern insanın zihni
parçalanmışlığının ve tutarsızlığının da bir göstergesidir. Tanrıyı öldürüp
yerine geçmeye çalışırken bir yandan da yeni tanrılar icat eden modern insanın,
dine inanma çabasının bile tanrıyı öldürme gayretine dönüşüdür. Bir rövanş, bir
intikamdır bu.

İslam dünyasında dünyevileşen din, özellikle modernleşme
yolundaki adımları katı bir sekülerizmle eş anlamlı gören yaklaşımların
yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Din, kamusal alana dair ekonomi, hukuk,
siyaset başta olmak üzere makro plandaki öğretilerinden soyutlanmakta ve
bunların dinin bütüncüllüğü içindeki yeri göz ardı edilmektedir. Din, artık
kabul edilemez ve modern yaşamla çatışma halinde bulunan kurallarından ve
irrasyonel görülen unsurlarından arındırılmaya çalışılmaktadır. Bu yönüyle
dünyevileşen din çoğu zaman reform taleplerini gündeme taşır ve reformdan
beslenir. Din reforma tabi tutulmakta; yani yeni bir şekle bürünmektedir. Bu
oluşumda öne çıkan kaygı öze sadık bir arındırma yapmak değil dini mevcut
şartlara uydurmaktır. Belki de en çok üzerinde durulması gereken nokta dine
yönelik görünürde topyekün bir reddedişe gidilmemesidir. Dine, sahip
çıkıldığının gösterilmesi hususunda bir zorunluluk hissedildiği anlaşılmaktadır.
Bu psikolojinin çözümlenmesi muhtemeldir ki dünyevileşen dinin altında yatan
saikleri ve insan fıtratının mühim bir yönünü aydınlatacaktır.

b) İdeolojileşen Din

Dinin ideolojileşmesi onun bütüncüllüğünün istismarıdır.
Toplumun ve ferdin yaşadığı buhranların çözümünün din olduğu doğru tespit
edilmekte ancak bu tespit bir yanlışla neticelenebilmektedir. Din, artık çeşitli
ideolojik kalıpların üzerine çekilen bir örtü olmaktan öte işlev taşımamaktadır.
Din, kendisinden devlet sisteminin, ekonomi modelinin, hukuk ilkelerinin
çıkarıldığı bir kaynağa indirgenmektedir. Neticede, parçacı yaklaşım yeniden
kendini göstermekte ve bütüncüllüğünden soyutlanıp tarihselliğinden sıyrılan
bazı dini kavramlar, üzerine kolaylıkla bir ideolojinin inşa edildiği temeller
haline gelmektedir. Aslında ideolojik dinin savunucuları ya da dini
ideolojileştirenler eleştirdikleri sekülerleşme eğilimiyle önemli ortak
noktalara sahiptirler. Sonuçta her iki anlayış ta dini parçalara bölmekte,
otoriteyi akla vermektedir. İdeolojileşen din, kendisinden tüm dertleri bir anda
çözmesi beklenen bir sihirli formül haline gelmekte, cenneti dünyada arama
çabası dünyevileşmenin bir yansıması olarak ortaya çıkmaktadır.

Din toplumu dönüştürür ve insanların o inanç ve emirlerle ilgili
toplumsal beklentileri ve sorumlulukları vardır. Dinin ideolojileşmesi doğal ve
fıtri olanın dışına çıkılarak ve son derece la-dini yani seküler kaygılarla dine
bir misyon yüklenmesidir. İslam liberalizminden İslam sosyalizmine değin çeşitli
eklektik ideolojik tanımlamaların ortaya atıldığı herkesin malumu. Bundan daha
yaygın olanı ise aslında belli bir ideolojik kalıba olan yakınlık neticesinde bu
ideolojik duruşun doğrularının dine söyletilmeye çalışılması ve bu ön kabullere
dinden destek aranmasıdır. Neticede, birbirine taban tabana zıt ideolojiler
İslam adı altında pazarlanabilmektedir. Shayegan’ın tabiriyle ideoloji farklı
uygarlıklar arasında “en iyi ithal edilen madde, iki dünya arasındaki karşılaşma
noktası ve edindikleri takdirde Batı-dışı uygarlıkların tarihte hala bir rol
oynayabilecekleri yegane düşünce biçimi haline gelmiştir.”16 İdeoloji aslında
dine ve dini düşünceye karşı bir güvensizliğin ifadesidir. İdeoloji ilerlemeyi
ve gelecekteki bir değişimi müjdelemektedir. Tüm ideolojiler gibi ideolojileşen
din de basit bir reçete tarzında kitleleri ateşlendirmeye yönelen fikir ve
slogan örgülerini dini kavramlar ve kıssalarla süsleyerek sunar. Fikrin
savunulduğu toplumun özel şartlarına göre yorumlar değişir. Tağut bazen bir
şahıstır bazen bir grup. O an zihinlerde yer etmesi istenen ikiliği
anlamlandırabilmek için dini kavram ve referanslar rahatlıkla harcanır. Aslında
pek çok noktada reddedilen karşıtla aynı düşünce alanı içinde yer alınmaktadır.
Örneğin devlet anlayışı ve devletin toplumda üstleneceği rol modernitenin
ulus-devlet modelinden hiç de farklı değildir. Sınıf, eşitlik, özgürlük,
demokrasi, devrim başta olmak üzere çok sayıda kavram düşünce dünyasının
çerçevesini çizmektedir. Bu aşamada “uyarlanan ve içerilen bu modern siyasi
düşünce unsurlarının İslami terimlerle süslenmesi gerekir.”17 Aslında “gizli
bağdaşmazlıkların bilincinde olunmadan, aynı zamanda hem modern hem arkaik, hem
demokrat hem otoriter, hem dünyevi hem dinsel, hem zamanın ilerisinde hem de
gerisinde olmak istenmektedir.”18 Sonuçta hem dini düşünce hem de ideolojik
söylemler biçimsizleşmektedir.

c) Milli Din

Dinin algılanmasındaki bir diğer tahrip ve tahrif örneği ise
milli din anlayışıdır. Milli din, bazen dini bir millete has kılma biçiminde
tezahür eder. Dinin asli yorumunun bir millet tarafından temsil edildiği iddia
edilir. Milli din, dinin millet kavramını güçlendirici bir öğe olarak kabul
edilmesiyle de ortaya çıkabilir. Ulus-devletin doğuşunda çoğunlukla devlet
aygıtının ulusu öncelemesi, kurucu eliti ulus oluşumu problemi ile karşı karşıya
bırakmıştır. Ortak bir ulus bilincinin meydana getirilmesi ve devletin bu bağın
korunmasında vazgeçilmez bir araç olarak sunulması gerekmekteydi. Ancak, böylesi
bir kimlik tanımı alternatif kimlik tanımlarını ortadan kaldırmak ya da
ehlileştirerek kendine tabi kılmak zorundaydı. Milli din böyle bir çerçevede
ortaya çıktı.

Ulus-devlet bir yönüyle modernleşmenin simgesi, gereği ve
taşıyıcısıdır. Modern devlet “kendi bilincinde olan, herşeyi bilen, bildiğini
mutlak bilen ve sadece kendi bilincini bir arzu, irade ve bilgiyle aktaran
akıldır, rasyonalitedir.”19 Tarihin amacının yerine getirilmesi görevi artık
modern devletindir. Modern ulus-devlet rasyonel kurumlar eliyle örgütlenirken
içinde kök saldığı toplumu da dönüştürmektedir. Modern devletin oluşturmaya
çalıştığı ulus, modernliğin temel direklerindendir. Touraine’in ifadesiyle ulus,
“modernliğin siyasal biçimidir çünkü geleneklerin, göreneklerin ve
ayrıcalıkların yerine bütünleşmiş, aklın ilkelerinden esinlenen yasa tarafından
yeniden yapılanmış ulusal bir uzamı koyar.”20 Modern ulus-devleti tarihteki
öncüllerinden ayıran en önemli özellik kamusal alandan bireyin özel yaşamına
değin hemen her sahanın biçimlendirilmesinde aldığı etkin roldür. Aslında modern
ulus-devlet yepyeni bir paradigmanın siyasi yansımasıdır. Bu anlayış insan
bedenlerinin uysallaştırılması, emeğin insanın değerine eşitlenmesi, zaman ve
mekan kullanımı, kültürün popülerleştirilmesi, zevklerin ve anlayışların
tekdüzeleşmesi, muhalif söylemlerin dahi ifade tarzı başta olmak üzere kontrol
altına alınması, baskı ve otoritenin günlük yaşam pratikleri içine gizlenmesi,
insanlara sahte bir güç hissinin kazandırılması gibi hususlar başta olmak üzere
topyekün bir dönüşümü ifade etmektedir. Modern toplumda devlet, geçmiş
yüzyılların tanrı-kral anlayışının mekanikleşmiş tanrı-devlet haline gelişidir.
Bu yönüyle modern devlet, din başta olmak üzere gücünü sınırlayabilecek
alternatif güç odaklarını ve kimlik tanımlarını kendisine tehdit olarak
algılamaktadır. Bu durumda dinin irrasyonel ve anti-modern kabul edilen
öğretileri karşısında modern devlet birkaç tercih yapabilirdi. Dini yok etmeye
çalışmak bu tercihlerden biriydi ve denendiği görüldü. Bunun pek de akıllıca bir
yol olmadığını ve bu tür değişimin kısa bir sürede başarılamayacağını daha
başlangıçta fark edenler ise daha farklı yöntemlerde karar kıldılar.

Öncelikle dinin kamusal alandan dışlanması gündeme geldi. Dinin,
toplumsal yaşama dair en basit müdahalesi bile modern devletin hükümranlık
hakkına bir tecavüz sayılmaktaydı. İslam söz konusu olduğunda ise İslam’ın
bütüncüllüğü ve tarih boyunca İslam’dan siyasi teorilerin çıkarıldığını bilen
idareciler daha da temkinli davranma zorunluluğunu hissediyorlardı. Yapılması
hedeflenen şey, dinin yeni bir şekle sokulması, “re-form”a tabi tutulması idi.
Bu noktada hemen bir hususa değinmekte fayda var. Genellikle yaygın bir görüşe
dayanılarak Türkiye özelinde Cumhuriyeti kuran elitin dini kişisel alanın
meselesi haline getirmeye çalıştığı ve temel olarak dini kamusal alandan sürüp
çıkarma hedefini güttükleri iddia edilir. Bence modernleşmeyi nihai hedef olarak
kabullenen ve insanlık tarihini lineer bir gelişme çizgisi halinde
rasyonalitenin seyri olarak algılayanlar açısından dinin kişisel alanda etkin
olması belki de kamusal alandan etkin olmasından çok daha tehlikelidir. Çünkü,
modern ulus-devlet, yukarıda da belirttiğim gibi, topyekün bir paradigmanın ve
yeni bir dünya düzeninin siyasal alandaki yansımasıdır. Modern ulus-devletin
vatandaşı, aynı zamanda kapitalist dünya sisteminin bir yerlerinde büyük bir
makinenin küçük dişlisi olarak da olsa belli bir görevi ifa etmekle ve buna
uygun bir yaşam tarzı sürmekle, buna uygun bir bilinç geliştirmekle, buna uygun
giyinip, buna uygun düşünmekle mükelleftir. Kısacası, “kamusal alana yansımasın
da ne olursa olsun, nasıl ve neye inanılırsa inanılsın” anlayışı modern
ulus-devletin varlık sebebine ve mentalitesine aykırıdır. Bu bakımdan milli din,
dini dönüştürme, onu irrasyonel kabul edilen unsurlarından temizleme, birey
açısından dini, kimliğinin herhangi bir parçası haline getirme çabasıdır. Bu
dini anlayışa sahip bireyler ulus-devletin arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu
bireylerdir.

İslam dünyasında sekülerleşme yönünde keskin dönüşümlerden
birini yaşayan ve halihazırda İslam dünyasının en modern parçası kabul edilen
Türkiye’de de milli dinin oluşumu modernleştirmeci, misyoner tavrın en değer
verdiği projelerinden birisiydi. Cumhuriyet ideolojisi her ne kadar
sekülerleşmeyi ve Batılılaşmayı merkeze alsa da dinin topyekün inkarına gitmedi.
Bu, dinin toplumdaki gücünün farkında olunmasından kaynaklanıyordu. Diğer
taraftan kimlik politikasında din yerini almakta idi. Cumhuriyetin vatandaşı tüm
diğer özelliklerinin yanında Müslümandı. Ancak bu reforma tabi tutulmuş bir
milli din idi ve temelinde dinin içinin boşaltılması hedefleniyordu. Kurucu elit
için din, diğer sosyal öğeler gibi sekülerleştirilmesi gerekli ve mümkün bir
unsur idi. Amaç dini “makul” hale getirmekti. Dini inançlardaki irrasyonel
öğeler temizlenecekti. Bu anlamda ortaya çıkarılmaya çalışılan şey yukarıda
değindiğimiz tipte, ulus-devletin belirlediği bir dindi. Bununla birlikte
Türkiye örneğinde kurucu elitin dinde reform çabalarının bir süreklilik arz
etmediği ve değişik devrelerden geçtiği görülmektedir. Cumhuriyet’in ilk
yıllarında camilerde müzik eşliğinde kilise sıralarına benzer bir düzen içinde
ayin yapmayı öneren, ibadet dilini millileştirmeye çalışan eğilimlerin varlığı
biliniyor. Bununla birlikte topyekün din anlayışını eleştirenler, dini kabul
etmekle birlikte İslam’ı modern dünyada kabul edilemez bulanlar olduğu da
malum.21 Ancak, genel olarak dinin Türk toplumunda geleneksel olarak da olsa bir
yer işgal ettiği ve buna karşı doğrudan bir saldırının yoğun tepkiyle
karşılaşabileceği ve bunun tüm inkılap çabalarını yarıda bırakabileceği
düşüncesi hakimdi. Bu durumda, tercih reforma tabi tutulmuş bir din ortaya
koymak yönünde kullanıldı. Özetle Türk Aydınlanmacıları “Reformasyon’un dini
makul bir ‘doğal din’—veya ‘genel olarak Tanrı’ inancı, Deizm—olarak yeniden
kurmasından, işlevsel bir kurum haline getirmesinden etkilenmişlerdi.”22 Yeni
bir anlayış ve aslında yeni bir din yorumu hedefleniyordu. İçi boşaltılmış,
ehlileştirilmiş, sekülerleştirilmiş bir din. Takip eden yıllarda siyasi kaygılar
da işin içine girince bu politikada bazı değişikliklere gidildi. 1980 sonrasında
Türk-İslam sentezi ile bu sefer, dinden insanları devlete itaate ve anarşiden
uzak durmaya sevk edebilecek bir güç olarak faydalanılmaya çalışıldı. Bu
çabaların önemli ölçüde başarılı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Din anlayışı
konusunda belli bir tekelin insanların zihninde kurulduğu söylenebilir. Ancak
buna rağmen alternatif yorumların gündeme geldiği ve İslam’ın tüm ehlileştirme
çabalarına rağmen Cumhuriyet tarihi boyunca alternatif söylemlere kaynaklık
ettiği gerçeği ile yüz yüzeyiz. Dini söylemin gücünü bir ölçüde korumasında
Cumhuriyet’in merkezi değerler katındaki başarısızlığı Kemalizm’in güçlü ve
derin felsefi temellerinin olmayışı etkili oldu.23 Topluma alternatif bir dünya
görüşünün kazandırılamaması dinin etkisinin kırılması projesinin tamamen
gerçekleşmesini önledi.

Milli din kategorisi içinde bir başka tahrip ve tahrif örneği
ise dinin bir millete has kılınması ve dinin temsilinin bir milletin tekeline
alınmaya çalışılmasıdır. Aslında bu tarz bir milli din anlayışı, milliyetçiliğin
bir türevi olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada sorun yine modernleşmeci
yaklaşımın dini algılama biçiminde yatmaktadır. Milliyetçilik gibi modern bir
ideoloji, temelinde seküler öğeler taşımakta ve milletin varlığını bağımsız bir
milli devlete endekslemesi sebebiyle dine karşı ikircikli bir konum almaktadır.
İnsanın varlığını kavim perspektifinden algılayan bir anlayış açısından din,
ancak milliyet düşüncesini destekleyebilecek bir öğedir ve milleti var eden
unsurlardan “yalnızca birisi”dir. Burada özelikle İslam’ın insan topluluklarına,
din temelinde yaklaşması, inananları ümmet gibi ulus-üstü bir kavramla
ifadelendirmesi milliyetçilik açısından bazı tehditler taşımaktadır. Bu sebeple
bazı öğelerinden soyutlanmış ya da bazı yönleri göz ardı edilmiş din, milliyet
fikrini destekleyen bir unsur olarak sunulmuştur. Milli din anlayışı bu
versiyonuyla devleti aşıp halk bazında da taraftar bulabilmektedir. Türkiye
özelinde son yıllarda yaşanan Türk Müslümanlığı tartışmaları aslında
ehlileştirilemeyen bir dinin, millet ile sınırlandırılması ve o milletin
ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale getirilmesi talebini içermektedir.
Özellikle dini söylemlerin sıkı bir baskı altına alındığı bir devrede İslami
camiadan bazı kişi ve grupların Türk Müslümanlığı’nı dinin en iyi ve sağlam
algılaması olarak sunmaları; Türkiye’yi dinin en rahat yaşandığı ve en doğru
anlaşıldığı ülke olarak ilan etmeleri aslında temelinde dini bir söyleme tam
olarak tutunamamış ve hemen her zaman muhafazakar-milliyetçi bir yaklaşımı
içinde taşımış insanların dinin özünü tahribe kadar varabilecek yanlış
algılamalarının bir sonucudur.

d) Gelenekleşen Din

Dini anlayışta tahrifin bir başka biçimi ise dinin
gelenekleşmesi-geleneğin dinleşmesi olarak ortaya çıkar. Gelenekleşen din
anlayışı, gelenek ve modernleşme arasında kesin bir ayrımı öngörür. Bir noktada
bir şeyler kopmuştur. Bu kopuş, birbirini takip eden iki dönem biçiminde
gerçekleşir. Gelenekleşen din anlayışı dinin yorumlanması ve yaşanmasında dinin,
kendince tanımladığı bir klasik dönemdeki şeklini esas alır. Bu yorum ve
pratikler dinin özünü yansıtmada en yetkin yaklaşımlar kabul edilir. Bir bakıma
geleneğin ve geleneksel yorumların neredeyse dinin özü gibi algılanması söz
konusudur. Bu anlayışın problemli taraflarından birisi dini, kendisiyle ilgili
tüm yorum ve yaklaşımların gelişmesini tamamladığı bir değerler ve inançlar
bütünü olarak görmesidir. Din, yaşayan ve yaşanan bir süreç olmaktan çıkmıştır.
Dini pratiklerin aldığı formlar, içerdikleri özden çok daha değerli ve kendi
içinde tek başına anlamlı unsurlar kabul edilmektedir. Gelenekleşen din, insan
aklının vahiy karşısında varabileceği zirveye tarihte bir yerlerde zaten varmış
olduğunu ve bundan sonra yaşananların ancak bu söylenenlere düşülecek notlardan
ibaret kalmaya mahkum olduğunu varsayar. Bu yaklaşım bir yönüyle zihin
tembelliğini yansıtmaktadır. Düşünmek, bir şeylerin izini sürmek ve üretmek
çabayla, sıkıntıyla eş anlamlıdır çoğu zaman. Mesele bir de kendi değerleriyle
önemli zıtlıklar içeren bir çağda kendi değerlerini haykırma meselesi ise ciddi
bir zihin tecrübesine ve inşa gayretine dayanmaya mecbur tecdidden kaçışı
anlamak çok da zor olmasa gerek.

Gelenekleşen din bir yanıyla dengeyi kuramamak ve itidalden
uzaklaşmaktır. Gelenekleşen dinin etkisiyle insanlar, dinin tarihsel süreç
içerisinde aldığı görünümleri en ufak detayına kadar bir kolleksiyoncu
titizliğiyle korumayı dinin kendisi saymakta; diğer taraftan da sorumluluk
yüklenmekten kaçışın verdiği yükü bu kutsama yoluyla hafifletmeye ve kendilerini
avutmaya çalışmaktadırlar. Gelenekleşen din, birçok tarihsel pratiği, özünü ve
ruhunu kavramaya yanaşmaksızın taklit etmenin ve bu konularda en ufak bir
farklılığı adeta iman meselesi haline getirmenin adıdır. Gelenekleşen din, örnek
almakla taklit etmek arasındaki farkı ve bu ikisini ayıran çizginin insanın iman
başta olmak üzere tüm mükellefiyetlerinin temelini oluşturan akla ve bilince
dayandığını fark edememektedir.

Eziklik duygusu beraberinde içe kapanmayı getirmekte, bu da
geleneksel din anlayışını kuvvetlendirmektedir. Gerçekten de kendi dinamikleri
ile gelişip serpilmekte olan toplumlar giderek dış etkilere daha açık hale
geldi. Bu durumda kendini ötekine nispetle tanımlama çabası bu toplumların “ben”
algılamalarını da önemli ölçüde etkiledi. “Ben” artık kendi özellikleri ile
değil “öteki” gibi olmayan ve ötekinden tamamen farklı olan (ya da olduğu
varsayılan) yönleriyle vardı. Bu anlamda gelenekleşen din, dini düşüncenin
gelişiminde bir kırılma noktasını esas almaktadır. Ötekinin nüfuz sahasına
girinceye değin geçen dönem, saf “ben”in kök saldığı ve kendini ortaya koyduğu
dönem kabul edilmektedir. Bu kırılma yaklaşımı bir yönüyle dini artık yaşamayan
ancak tekrarlanılan bir tarihsel tecrübe derecesine indirgemektedir. Oysa, din
özü itibariyle zaman ve mekanın sınırlarını aşmakta ve tüm farklılıklarına
rağmen her devire ve akıl sahibi herkese hitap etmektedir. Din modern çağda da
takipçileri için yol göstericidir. Burada yapılan yanlışların başında dini
düşünceye dair yorumlarda tekelci ve alternatiflere kapalı bir bakışın hakim
olması gelmektedir. Yorumun din demek olmadığını ve insan zihninin geçirdiği
aşamaların ve edinilen tecrübelerin ışığında insanların vahiyden alacakları
derslerin farklılaşıp zenginleşebileceği ve insan zihninin vahyi tam olarak
hiçbir zaman kuşatamayacağı anlaşılamamaktadır.

IV. İnşa ve İhya Çabası Olarak Tecdid

Dinin aslında olmayanları dinden saymak, dinden olanları
reddetmek ya da dine zarar verici tarzda tevillerde bulunmak, dine ihtiyaçları
ve şahsi kabulleri referans alarak yeni bir form vermeye çalışmak, dini aklın
kabul etmediklerini içermeyen rasyonel bir kategori saymak, dini akla yer
vermeyen bir imanın nesnesi kabul etmek başta olmak üzere değişik adlar, farklı
argümanlar ve programlarla ortaya çıkan tahrip, tahrif ve reformun sebepleri
üzerinde durduktan sonra değinilmesi gereken husus bunlar karşısında tecdidin ne
anlam ifade ettiği ve İslami düşüncenin ihyasında tecdidin hangi aşamalardan
geçerek gerçekleşebileceği meselesidir.

İslam’ın bir inanç sistemi ve medeniyet kaynağı olarak gücünün
dayandığı özelliklerinden birisi İslam’ın insanlara yeni bir idrak sunması ve bu
varlık şuurunu hayatın her sahasına yaymasıdır. İslam’ın insana kazandırdığı
kulluk bilinci, insanın kendisini ve varlığı anlamlandırmada karşılaşabileceği
en kapsamlı ve doyurucu şuur halidir. Bu bilinç kendi varlığının ve eylemlerinin
ilahi bir sebebe dayanmakta olduğuna insanın iman etmesi ve kendisine sunulan
hayat programına riayet etme yolunda çaba göstermesi demektir. Bu bilinçle
yaşanan hayatlar neticede akıl ve hissin uyumunu, aşkın bir varlığa teslimiyetin
ve varlığına anlam kazandırmanın huzurunu bireye tattırmaktadır. Fertlerin bu
inancı, hayatlarına tatbik etmeleri toplumsal planda inançla paralel
yapılanmaların ortaya çıkmasının yolunu açar. Bu bir yönüyle zarurettir ve
zorlamadan uzak tabii bir insiyakla oluşur. Hemen belirtmek gerekir ki bu
yapılar ve kurallar sadece inancın birebir adlandırdığı ya da Resul’ün tatbik
ettiği uygulamalarla sınırlı değildir. Mesele bilincin ve ruh halinin değişik
yer ve şartlarda bu bilince uygun, inancın kemal derecesinde yaşanabilmesi için
gerek duyulan şartları meydana getirmesi ya da aramasıdır. Medeniyet
bunalımları, kimlik krizleri inanç, bilgi, şuur, değer gibi kritik olguların
insan toplumlarında bahsi geçen uygun kurumlaşmayı ve yapılaşmayı sağlayamadığı
ya da mevcut yapılarla uyumsuz olduğu zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Ancak
burada şu noktanın üzerinde önemle durmakta fayda var. İslam her zaman ve şartın
dinidir ve her devirde yaşamakta, yaşanmaktadır. Elbette ki kendi değerleriyle
uygun bir yapıda İslam’ın yaşanması en mükemmel sonucu doğurabilecek ve
fert-toplum, inanç-medeniyet arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir durumdur.
Ancak dikkat edilmesi gereken husus, her ne kadar yapı ve kurumların bilinç
oluşumu üzerinde önemli tesirleri olsa da, idrakin yapısallaşmayı öncelediğidir.
Bu anlamda tüm vurgusunu yapılar üzerine kuran bir söylem aradaki ilişkiyi net
olarak yakalayamamaktadır. Bu tür yaklaşımlar sonuçta her şeyi altüst etmekte ve
İslami yaşantıyı “şu an olan gibi olmayan” tanımına sıkıştırmaktadır. Bir diğer
muhtemel sonuç ise eskiye ait kurumların özü ve ortaya çıkış şartları dikkate
alınmaksızın sırf şekli olarak korunmalarının dinin en temel meselesi haline
getirilmesidir. Oysa mesele dini sahih bir biçimde algılayan Müslüman idrakinin
hayatın her sahasında bir akış içerisinde yaşantısını sürdürürken bu idrakle en
mükemmele doğru arayışını koruması ve uygun formlar içerisinde dinin özünü
yaşama çabasına yönelmesidir. Bu çaba ancak İslam inancının temellerinin sahih
bir biçimde kavranıp yaşanmasıyla ve İslam’ın insanlara sunduğu mesajın her
sahadaki yansımalarının keşfiyle mümkündür.

Dini anlayışın yenilenmesi ve bahsi geçen sapmaların etkilerinin
kırılabilmesi için öncelikle İslam’ın temel kaynaklarına olan halihazırdaki
uzaklığın ve ilgisizliğin aşılması gerekmektedir. İslam’ın ve İslam
medeniyetinin temeli Kur’andır, vahiydir. Vahiy akıl sahibi tüm insanları
teklife ve tebliğe muhatap kabul etmektedir. Bu yönüyle Kur’an bir yandan insan
zihninin sırlarını keşfetmekte sonuna ulaşamayacağı bir derinliği diğer taraftan
dağdaki ümmi çobana değin herkese bir şeyler katabilme ve onlara idrak
kazandırabilme gücünü taşıyan bir mesaja sahiptir. Vahiy anlaşılmak ve
anlaşıldığı yönüyle hayata tatbik edilmek için vardır. İslam toplumlarında
yaşanan taklidin ve sahih dinden uzak düşen sapmaların temelinde vahyin bu
özelliğinin göz ardı edilmesi ve vahyin hayatın dışına atılarak ahistorik bir
kategori haline getirilmesi vardır. Kendisini vahye muhatap kabul etmeme, vahyin
ne dediğini merak etmeme, önemsememe hastalığı İslam dünyasında önemli bir sorun
teşkil etmektedir. Bir yönüyle kitleler dinden giderek uzaklaşırken diğer
taraftan başkaları dine saygı ve dini muhafaza adı altında vahyi sadece
başkalarından öğrenme, vahyi herkes tarafından anlaşılamayacak kadar “esrarlı”
bir ilahi işaretler kitabı haline getirme yanlışına düşmüşlerdir. Oysa İslam
bağlılarını vahye istisnasız muhatap kabul etmektedir ve Kur’an insanları
akletmeye davet eden çok sayıda ilahi çağrıya sahiptir. Tecdid öncelikle
inananları Kur’an ile buluşturma çabasına yönelmelidir. Kur’an’ın İslam
dünyasında temel kaynağı teşkil ettiği fikri zihinlerde yer etmelidir. Kur’an’ın
anlaşılmaya çalışılması ve tecdid çabalarında merkeze oturması İslam dünyasında
bir özgüven oluşmasının da ön şartlarındandır. Çünkü Kur’an İslam medeniyetinin
temeli olarak insanlığa son derece sağlam bir varlık anlayışı ve ontolojik şuur
sunmuştur. Bu şuuru yansıtan Kur’ani kavramların anlaşılması İslam dünyasında
yaşanan bazı düşünce problemlerinin de çözümünü beraberinde getirecektir.
Örneğin vahyin insanları akletmeye çağıran mesajı, dini taklit sınırında
anlamaya çalışan ve her tür fikri yeniliği sapkınlık olarak algılamaya müsait
bir dünya görüşünü temellerinden sarsacaktır.

Bunlarla birlikte İslam dünyasında bilgiye, bilgi üretimine dair
bir sorgulamanın oluşması ve İslami ilimlerin şu andaki konumlarının ne
olabileceğinin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bir zamanlar İslam
toplumlarının tabii seyri içinde ortaya çıkan hadis, tefsir, kelam gibi
ilimlerin bugün artık sadece bir tekrar ve taklit halini almış olmasının
sebepleri üzerinde durmak gerekir. İnsanlığın halen her zaman olduğu gibi vahye
muhatap ve muhtaç olduğu düşünülürse Müslümanların mevcut şartlarda kendilerini
ve dünyayı anlamalarına ve anlamlandırmalarına rehberlik edecek bu ilimleri
canlandırmaları gereklidir. Bilgi anlayışı başta alem tasavvuru olmak üzere
varlığa dair köklü bir paradigmanın yansıması olarak ortaya çıkar. İslam’ın
bilgi anlayışı da insanın bilgiye ulaşma gücünü reddetmeyen ancak bilginin
hakikatini de yine İlahi Güç’te gören bir hiyerarşinin eseridir. İslam
toplumlarında bilgi ve ilim kavramlarında yaşanan değişim günümüzdeki zihin
problemlerinin ve bilgi üretiminde yaşanan kısırlığın önemli sebepleri
arasındadır. İslam dünyası kendi mecraını bulabilmek ve sahih bir anlayışla
İslam’ı hayatına hakim kılmak istiyorsa kendi bilgisini vahyin ışığında
üretebilmek ve kendisini yenileyebilmek mecburiyetindedir. Bu noktada dengeli
bir biçimde mevcut bilme çeşitlerini tanıyan ve kendi çabasında vahyi esas alan
ilmi önderliğin oluşması önemli bir atılım olacaktır. İslami düşüncenin
ihyasında bu önderliğin bir kadro halinde çalışmasının kritik rol oynaması
muhtemeldir. İslam’ın sunduğu mesajın anlaşılması ve günlük pratiklere
aktarılması hususunda bu önderliğin sağlayacağı en büyük katkı hazır veriler ve
programlar sunmak değil İslami düşüncede bir şeyler üretme ve insanlığa İslam
mesajını aktarma çabasına yönelik ciddi bir tartışma platformunun oluşturulması
olacaktır. Böylesi bir yaklaşım ayrıca vahiy karşısında yapılacak beşeri
yorumların vahyi tam olarak yansıtmasının mümkün olmadığının ve ne kadar yetkin
kişiler tarafından ortaya konulursa konulsun yenilenmeye ve eleştirilmeye açık
olduğunun da gösterilmesi gibi önemli bir işi yerine getirecektir.

V. Son/Uç Değil

Bir tel kopar ve bütün ahenk bozulur; ama sonsuza kadar değil.
Bu anlamda yaşananlar bir son uç değil. Tarih yapılmaya ve yaşanmaya devam
ediyor. İslam toplumları her şeyden önce İslami düşüncenin ihyası ile insanlığa
hala bir şeyler teklif edebilme gücüne ve belki de hepsinden önemlisi
sorumluluğuna sahiptirler. Bu sorumluluk basit bir ideolojik misyon ya da güce
tapan ütopik bir evrensel dönüşüm çabası değil vahyi bilincin insana
kazandırdığı var olma şuurunun gereğidir. Bunun yolu da her tür tahriften uzak
bir anlayışa ulaşabilmek için dinin algılanmasıyla ilgili sapmaların ortadan
kaldırılmasına yönelik bir tecdid çabasından geçmektedir. Yalnız İslam
topluluklarına değil genel olarak dünyaya baktığımızda karşılaştığımız manzara
bu mükellefiyetin tüm insanlık açısından ne kadar önem taşıdığını rahatlıkla
tespit edebiliriz. Bugün insanlar insani özden son derece uzak bir dünyada dinin
öğretilerinden oldukça kopuk, hatta habersiz yaşamaktalar. Ülkeler ve ülke
içinde farklı gruplar arasında görülen adaletsiz gelir dağılımı, geri kalmış
ülkelerde pek çok insanı ölümle karşı karşıya bırakan açlık ve sefalet, sömürü,
savaşlar, insanı üretim ve tüketim arasında fasit bir dairede yaşamaya mahkum
eden ve insanın değerini emeğine eşitleyen ekonomik anlayış, insan bedenini
sömüren ve kazanç için en kutsal şeyleri bile ayağa düşüren kokuşmuşluk …
Bunlar acı gelse de bugünün dünyasının gerçekleri. İnsani özden, insanca yaşama
şartlarından gitgide uzaklaşan ve apaçık bir bunalım içerisinde aklını
kullanmaksızın hayat sürdüren yığınlar vahyin mesajına muhtaçtırlar. İslam
dünyası da kendi değerleriyle arasına koyduğu engelleri aşmak ve kazandığı sahih
inanç idrakini yaymak zorundadır. Tecdid, bu anlamda yalnız bakışların değil
topyekün idraklerin de yenilenmesidir. Tecdid, tarihin yol ayrımlarının birinde
kendini yenileme ve insanlığa bir şeyler verebilme gücünü İslam dünyasına
kazandırabilecektir.

Dipnotlar

* Özel, İsmet. (1996) Ve’l-Asr. İstanbul: Şule Yayınları.
s.30.

1. Huntington, Samuel P. (1987) “The Goals of Development”
Weiner, Myron ve Samuel P. Huntington (eds.) Understanding Political
Development. Boston: Little Brown. s. 3.

2. Shayegan, Daryush. (1993) Yaralı Bilinç. İstanbul: Metis
Yayınları. s. 11.

3. İslamoğlu, Mustafa. (1998) Yahudileşme Temayülü.
İstanbul: Denge Yayınları. s. 248.

4. a.g.e. s.248.

5. Şeriati, Ali. (1996) Ümmet ve İmamet. Ankara: Fecr
Yayınevi. S. 80.

6. Bu konuda son derece doyurucu bir çalışma için bkz.
İslamoğlu, Mustafa. (2000) Üç Muhammed. İstanbul: Denge Yayınları.

7. İslam dünyasıyla ilgili temel kabullerden birisi
Batı-Doğu, Batı-İslam ikiliği ve karşıtlığıdır. Ben bunun belki tarihin bir
devresinde haklı bir kategorileştirme olduğunu kabul etmekle birlikte gerçeğin
tamamını yansıtmadığı ve algılama yanlışlarına yol açtığı kanaatindeyim. Bu
sebeple Batı, Batı medeniyeti gibi kavramlar yerine modern dünya medeniyeti
demeyi tercih ediyorum. Çünkü İslam toplumlarında tartışılan ve bir problem
olarak yaşanan şey halihazırda modern ve dünyaya ait (dünyevi) olan ve bir
yönüyle dünyaya yayılmış bulunan bir medeniyettir. “Modern dünya medeniyeti”
tanımı bana göre İslam toplumlarının bugün yaşadıkları ve problematize ettikleri
şeyi daha kapsamlı bir biçimde ifade etmektedir: modern, dünyaya yayılmış,
dünya-merkezli, dünyevi.

8. Touraine, Alain. a.g.e. s. 238.

9. Bayart, Jean-François. (1999) Kimlik Yanılsaması.
İstanbul: Metis Yayınları. s. 22.

10. Cohen, Anthony P. ( 1999) Topluluğun Simgesel Kuruluşu.
Ankara: Dost Yayınları. s. 131

11. a.g.e. s.131.

12. Robertson, Roland. (1995) “Glocalization: Time-Space and
Homogeneity and Heterogeneity”. Mike Featherstone, Scott Lash ve Roland
Robertson (eds.) Global Modernities. California: Sage Publications içinde.

13. a.g.e. s.40.

14. Bu konuda örnek bir çalışma için bkz. Friedman,
Jonathan. “Global System, Globalization and The Parameters of Modernity”. a.g.e.
s. 69-90.

15. Rum/32

16. Shayegan, Daryush. a.g.e. s.155.

17. Zubaida, Sami. (1994) İslam, Halk ve Devlet. İstanbul:
İletişim Yayınları. s.49.

18. Shayegan, Daryush. a.g.e. s. 30.

19. Bulaç, Ali. (1995) Modern Ulus Devlet. İstanbul: İz
Yayıncılık. s. 45.

20. Touraine, Alain. (2000) Modernliğin Eleştirisi.
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 155.

21. Dilipak, Abdurrahman. (1988) Bir Başka Açıdan Kemalizm.
İstanbul: Beyan Yayınları. s. 242-244.

22. Bora, Tanıl. (1999) Türk Sağı’nın Üç Hali. İstanbul:
Birikim Yayınları. s. 119.

23. Mardin, Şerif. (1995) Türkiye’de Din ve Siyaset.
İstanbul: İletişim Yayınları. s. 243.