Popülerleşen, kutuplaşmalara konu olan ve sonunda tartışılamaz kılınan kavramlardan biri küreselleşmedir. Dünyanın giderek küçük bir köy haline geldiğini, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, yaşarsak daha neler göreceğimizi sıklıkla
duyuyoruz. Özellikle 90’lı yıllarda kendisine en çok atıfta bulunulan kavram haline gelen küreselleşme, popülerleşen her şey gibi içerik ve tanım konusunda muğlaklaştı. Küreselleşmenin ne olduğu, ne tip etkilerde bulunduğu, bizleri nereye götürdüğü, ne kadar yeni olduğu çok
tartışıldı. Akademik ve kamusal söylemin hegemonik kavramı1 olan küreselleşme, aslında çokça tartışılıp az anlaşılan bir kavram olma yazgısından kurtulamadı. Küreselleşme; hayaller, mitler ve kavgalar arasında bir yerlerde sıkışıp kaldı.

Bu yazıda amacım, tartışmalar içinde elimizden kayıp giden küreselleşmenin, nasıl algılandığını ve tartışıldığını göstermek olacaktır. Popüler küreselleşme söylemlerini incelerken, bu söylemleri verdiği öncelikler ve yaptıkları vurgular açısından
üç temel kategoride inceleyeceğim. Bunlar ekonomik küreselleşme, siyasal küreselleşme ve kültürel küreselleşmedir. Alternatif algıların var olduğunu kabul etmekle birlikte bahsettiğim üç kategorinin akademik ve popüler küreselleşmenin algılarını en kapsamlı biçimde gözler
önüne serdiğine inanıyorum. Bu küreselleşme algılarının küreselleşme konusunda ideolojik pozisyonların oluşmasına katkıda bulunduğunu ve bu küreselleşme söylemlerinin etkisiyle oluşan ideolojik pozisyonların iki temel başlık altında incelenebileceğini öne sürmekteyim.
Bunlar liberal kibir ve yerel-ulusalcı direnişlerdir. Söz konusu duruşların, küreselleşmenin sağlıklı bir biçimde tartışılmasını engelleyen, tartışmanın taraflarını kamplaşmaya ve taraflardan birine destek olmaya iten baskıcı bir yapıya yol açtığı kanaatindeyim. Bunun
sebebinin küreselleşmenin yaşanan ve devam eden bir süreç olarak değil bir durum olarak ele alınması olduğunu iddia ediyorum. Söylemsel bir hegemonya savaşının beraberinde türev söylemleri ve dışlayıcı – anormalleştirici eğilimleri getirdiğini göstermeye çalışacağım. Bu
amaçla küreselleşmeyi liberalizmle ve liberalizmin zaferiyle eşleştiren ve adına "liberal kibir" dediğim yaklaşımın "yerel-ulusalcı direniş"i nasıl doğurduğuna değineceğim.

Yazının sonuç kısmında küreselleşmenin yeniden kavramsallaştırılmasına dair öneriler getirmeye çalışacağım. Küreselleşmenin modernite ile benzer bir akıbete sahip olmasının ciddi sıkıntılar doğurabileceğinden hareketle özellikle ideolojik, kültürel
tartışmalarının çerçevesinin yeniden çizilmesini gereğine değineceğim.

I. Hangi Küreselleşme: Mitler ve Tartışmalar

Küreselleşme çok yüzlü ve genel bir durumu adlandırmak için kullanıldığından, aslında birden çok küreselleşmeden bahsetmek daha sağlıklı olabilir. Ancak bu basit önermeyi çok da basit bir sınıflandırma takip etmiyor. Çünkü, çeşitli özellik ve halden
hangisinin ya da hangilerinin öncelenmesi gerektiğini tespit etmek zor. Küreselleşme denildiğince öncelikle entegrasyon, küçülme, birleşme ve etkileşim akla geliyor. Bu anlamda küreselleşmenin ne olduğu üzerinde belli bir ortak kabulden bahsetmek mümkün. En geniş anlamıyla küreselleşme,
sınırları anlamsız ve son derece geçirgen kılacak bir biçimde dünya üzerinde mal, hizmet, bilgi, kültürel değer ve insanların hareketliliğini tanımlıyor. Held’in tabiriyle küreselleşmeyi en üzerinde uzlaşılabilir kılan özellik, "sınır-ötesi akışkanlık".2
Küreselleşmeyi zaman ve mekanın sıkışması olarak tanımlayan sosyal bilimciler, bu sınır-ötesi akışkanlığın insanoğluna yepyeni bir zaman ve mekan tasavvurunu kazandırdığını vurgulamaktalar. Roland Robertson bu yeni tasavvurun tek bir dünya fikrine olan inancı kuvvetlendirdiğine
inananlardan. Bu inanç öylesine yayılmış durumda ki küreselleşme karşıtları bile bu entegrasyonu geri dönülemez bir bütünleşmenin işareti saymaktan kendilerini alamıyorlar.3

Küreselleşme tartışmaları, küreselleşmeyi tam olarak neyin temsil ettiğinden, küreselleşmenin gerçekten yaşanıp yaşanmadığına; küreselleşen dünyada devletin ve siyasetin rolünden, küreselleşmenin yerel kültürleri asimile eden bir tek-tipleştirici süreç
olup olmadığına değin çeşitli temalar üzerine yoğunlaşıyor. Bu sebeple hangi küreselleşme sorusu önemli. Küreselleşmenin temelleri ve etkileriyle ilgili vurgular, küreselleşmenin nasıl kavrandığının da işaretlerini veriyor. Küreselleşme tartışmalarını takip ederek üç
temel küreselleşme algısından bahsedebiliriz. Bunlar; ekonomik küreselleşme, siyasi küreselleşme ve kültürel küreselleşmedir. Bu üç kategorinin örtüşen yönleri olduğu muhakkak. Ancak, yine de son kertede her birinin küreselleşmenin niteliği ve etkileri konusunda farklı yerlere
bakıp farklı bir teorik çerçevede geliştirdikleri söylenebilir. Her sınıflandırma ve kavramsallaştırma çabasında olduğu gibi bu ayrımda da eleştirilebilecek taraflar vardır. Örneğin benim bu üçlü sınıflandırmama teknolojik küreselleşme, bilgi-tabanlı küreselleşme gibi
alternatif sunanlar da olabilir. Ancak, tartışmaların yoğunlaştığı konular ve bunlardan beslenen ideolojik pozisyonlar dikkate alınınca, aslında ana caddenin üç şeritli olduğu zannederim kolaylıkla fark edilecektir.

A. Ekonomik Küreselleşme

Küresel entegrasyonun pek çoklarına göre en önemli ayağı, artan ekonomik ilişkilerdir. Dünyanın gitgide tek bir pazar haline geldiği ve işgücü ile sermayenin hızlı ve esnek bir biçimde dünya üzerinde hareket ettiği iddia edilmekte. Bu anlamda küreselleşme
tartışmalarının ve bu literatürün önemli bir kısmı, küreselleşmeden ekonomik küreselleşmeyi kastediyor. Yaşanan ekonomik ilişkilerin nitelik ve nicelik açısından insanlık tarihinde yaşanmamış bir hale işaret ettiğini iddia eden ve çoğunluğu liberal eğilimli düşünürler,
bütünleşen bir dünya ekonomisinin sonuçta siyasetten hukuğa birçok sahada kendi mantığını hakim kılacağını söylüyorlar. Diğer taraftan, yine küreselleşmenin ekonomik yanına öncelik veren ancak bunun karşı konulması gereken tehlikeleri olduğuna inanan diğer uç ise aslında
hiç de küreselleşmediğimizi ve bugün yaşanan bütünleşmenin öyle kayda değer, eşi benzeri görülmemiş bir şey olmadığını ispatlamaya çalışıyor. Tabii bu noktada ciddi bir biçimde rakamların savaşı ve bunların çatışan yorumlarıyla karşı karşıya geliyoruz. Küreselleşme
ve piyasa ekonomisi arasında kurulan bağın ne derece sağlıklı olduğunun çok fazla tartışılmadığını hemen belirtmek gerekiyor. Stephen Gill’in de ifade ettiği gibi küreselleşmenin çok yönlü yapısından ne kadar bahsedilse de özellikle ekonomik boyutunun ön plana çıkarıldığını
görmekteyiz.4

Küreselleşmenin tarihi ve başlangıcına yönelik tartışmalar da bu ekonomik vurguyu gözler önüne seriyor. Küreselleşmenin başlangıcına yönelik tarih önerilerinin hemen hepsi ekonomik ilişkilerde yaşanan bir dönüşümü ya da kırılmayı temel almakta;
Wallerstein’e göre küreselleşme Avrupa ülkelerinin özellikle coğrafi keşiflerin etkisiyle yeni pazarlara açılmaları ile 16. yüzyılda başlamış bir süreç. Bu süreç Wallerstein’e göre bugün hala dünya politikasının çerçevesini belirleyen dünya-sisteminin de başlangıcı.5
Bu bakışın özellikle Marksist tarihçiler ve ekonomistler arasında genel bir kabul gördüğünü söylemek mümkündür. Liberaller için kapitalist ekonominin başlangıcı sayılan bu yüzyıl, dünya çapında kaynakların kullanımı (ya da sömürülmesi) açısından bir dönüşüme işaret
ettiği için küreselleşmenin dayandığı temel olarak kabul edilmekte. Küreselleşmenin 16. yüzyıla dayandırılması ve bunun üzerine Marksist ve liberal eğilimli düşünürlerin ittifak etmeleri, aslında farklı diskurların nasıl olup ta benzer bir analiz ve söylem inşası sürecinden
geçtiklerini göstermesi bakımında ilgi çekici. Liberal kibir diye tabir ettiğim ideolojik pozisyonu irdelerken daha detaylı değinmeye çalışacağım bu yaklaşım, aslında liberaller açısından bugün içinde yaşadığımız durumu liberal ekonomi ve demokrasinin zaferi olarak sunmanın
da yolunu açıyor. Yaşadığımız çağın sömürü ve eşitsizliğin çağı olduğuna inananlar içinse küreselleşmeyi kapitalizmle ilişkilendirmek, suçlunun tespiti ve kınanması için önem arz ediyor.

Küreselleşmenin başlangıcıyla ilgili bir diğer teklif ise 20. yüzyılın başında yaşanan ve Büyük Kriz’e değin devam eden liberal ticaret çağıdır. Williamson özellikle I. Dünya Savaşı sonrasında serbest piyasa ekonomisine dönük bir konsensüsün oluştuğundan
yola çıkarak küreselleşmenin en önemli parçası olan ekonomik entegrasyon yolunda insanlık tarihinde ilk kez ciddi bir fikir birliğinin olduğuna değiniyor.6 Büyük Kriz sonrasında bu trendin tersine döndüğünü ve korumacı ekonomik politikaların tekrar gündeme geldiğini
belirten sosyal bilimciler ise Williamson’ın erken davrandığı kanaatindeler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkeler arasında yaşanan ticaretin ve sermaye akışının hızla artmasından yola çıkan bazı sosyal bilimciler, o tarihten günümüze yabancı yatırımların ve sermaye
hareketliliğinin artan bir seyir takip ettiğini, bunun da küreselleşmenin ana damarını oluşturduğunu savunuyorlar. Bu süreci alt bölümlere ayırmak ve özellikle 1970’lerdeki Petrol Krizi’ni takiben ekonomik işbirliklerinin gündeme geldiğini ve 80’li yılların bunların kurumsallaşması
yolunda kritik adımların atıldığı dönem olduğunu düşünenler, küreselleşmenin başlangıç çizgisini iyice yakınımıza çekiyorlar.

Başlangıcı konusundaki tartışmalar her ne kadar nihayetsiz kalsa da temel vurgunun ekonomik faktörlerin ortaya çıkardığı yeni ve bütünleştirici dinamikler olduğu görülüyor. Bu anlamda bugünkü durumun ciddi bir entegrasyona işaret ettiği tezinden yola çıkılarak
buna bir tarihsellik katılmaya çalışılıyor. Örneğin Stephen Gill’in 1995 tarihli makalesinden o günler için toplam 72 milyon kişinin çokuluslu şirketlerde istihdam edildiğini öğreniyoruz. Bunun ortaya yüksek sermayeli ve bilgi-yoğun yeni bir sektör ortaya çıkardığına değinen
Gill, 90’lı yılların başında 300 büyük çokuluslu şirketin dünyadaki ekonomik kaynakların dörtte birine hükmettiğini belirtiyor. 1992 itibariyle toplam 37.000 çok uluslu şirketin yaklaşık 170.000 yan kuruluşa sahip olduğunu dile getiren Gill, bu rakamın 1970’li yılların başında
sadece 7.000 olduğuna dikkat çekiyor.7 Aslında bu rakamları bir kenara bırakıp özellikle dünya ülkelerini kasıp kavuran ekonomik krizler bile tek başına düşünüldüğünde, artan bağımlılık ve etkileşim rahatlıkla fark edilebilir. Uzakdoğu’da, Rusya’da geçtiğimiz yıllarda
yaşanan ve halihazırda Arjantin örneğinde tekrar gündeme gelen krizler, dünyanın bir köşesinde yaşanan çalkantının dalgalarının bambaşka sahilleri dövebileceğini ve bunun neticesinde zincirleme krizler doğabileceğini göstermektedir.

Ancak, bu entegrasyonun gerçekten yaşanıp yaşanmadığı konusunda ciddi itirazlar olduğunu da belirtelim. Örneğin Paul Hirst, bahsedilen ekonomik entegrasyon trendinin aslında küreselleşmeyi göstermekten uzak olduğuna ve birkaç büyük ekonominin artan etkinliğinin,
tüm dünyaya mal edilmeye çalışıldığına inananlardan.8 Benzer düşünceleri paylaşanlar, özellikle Amerikan sermayesinin, ülke sınırlarını aşıp dünyaya yayıldığını; bunu yaparken işgücü maliyetlerini ve pazar imkanlarını göz önünde bulundurarak bazı
faaliyetlerini gelişmekte olan ülkelere kaydırdığını; ancak bu yayılmanın dünya çapında yaşanan bir ekonomik birliktelik olarak sunulmasının amaçlı bir saptırma olduğunu belirtiyorlar. Küreselleşme iddiasına bir diğer itiraz ise çok-uluslu şirketlerin, ortak bir ekonomik çıkarı,
Amerikan ve Batı Avrupa sermaye egemenliğini yansıttığı yönünde. Bu itirazı dile getirenler, bir yandan da ticaretin her zaman ülke ekonomilerinde önemli bir paya sahip olduğunu belirterek, bugün sadece teknolojinin yardımıyla daha hızlı gerçekleştiğini belirtmekteler. Dünyanın
birçok bölgesinin küresel ekonomiden "nasib"ini tam olarak almadığı ve bu sebeple küreselleşmenin tamamlandığına dair yargıların yanlış olduğu da eleştiriler arasında.

Ekonomik küreselleşmeyle ilgili her iki taraf arasında bir rakamlar savaşı gözlendiğinden bahsetmiştim. Gill’in entegrasyonun gerçekleştiğini ispat için kullandığı verilerin karşısında, ekonomik küreselleşmenin abartıldığını savunanlar da bu sürecin hiç
de yeni bir şey olmadığını ispata çalışmaktalar. Hemen belirtmek gerekir ki bazı açılardan rakamlar da onlardan yana. Örneğin Çağlar Keyder’in de değindiği gibi sermaye birikiminde yabancı yatırımın payı ve göç rakamları aslında bugün 1900’lerin gerisinde olduğumuzu gösteriyor.9
Yirminci yüzyılın başında Yeni Dünya’ya çok yoğun bir göç dalgasıyla milyonlar akın etmişti. Ayrıca, ülkeler arası ticaret rakamları da ekonominin geneli içinde kayda değer bir yekün tutuyordu. Bu iddialara yine rakamlarla ve eleştirilerle karşı çıkan ekonomik küreselleşmeciler,
yaşanan entegrasyonun hızı ve tarzının yeniliği konusunda ısrarcılar. Çünkü, bazı rakamların gücünü arkasına alan ekonomik küreselleşme karşıtlarının, yaşanan değişimin niteliğini gözden kaçırmak gibi vahim bir hata yaptıklarını da ortada. 20. yüzyılın başında,
özellikle Yeni Dünya’ya yaşanan göçle bugün dünyanın her yanından eğitimli kitlelerin daha iyi eğitim ve iş motivasyonuyla gittikleri yerlere yaptıkları katkının boyutu çok farklı.

B. Siyasal Küreselleşme

Küreselleşme tartışmalarının ve algılarının şekillendirdiği bir diğer küreselleşme kavramlaştırması ise, Siyasal Küreselleşme olarak adlandırılabilir. Ekonomik küreselleşme ile yakından ilintili olmakla birlikte Siyasal Küreselleşme tartışmaları,
uluslararası arenada yaşadığımız dönemin ne olduğu ve bizi nelerin beklediği sorularını, siyasal organizasyonların durumu ve bunların birbirleriyle ilişkileri açısından ele alma eğiliminde. Siyasal Küreselleşmenin temel sorularını şöyle özetleyebiliriz: Küreselleşen dünyada
en önemli politik aktör ulus-devlet mi yoksa ulus-devlet üstü ve/veya uluslararası organizasyonlar mı? Küreselleşmenin getirdiği entegrasyon, küresel ve merkezi bir yönetimi mümkün ve gerekli kılıyor mu? Artan iletişim ve etkileşimin demokrasi ve özgürlükler sahasında ne tip
yenilikler getirmesi beklenebilir?

Küreselleşmenin siyasi boyutuyla ilgili tartışmalar otorite ve hükümranlık sınırları üzerinde odaklanıyor. James Rosenau bahsi geçen tartışmalara en kapsamlı katkılardan birini yapan siyasal bilimci olarak artık yeni ve sınırlandırılması zor otorite
sahalarının oluştuğu kanısında.10 Her geçen gün ulusal ve uluslararası olan arasındaki sınır gözden kaybolmaktadır. Rosenau’ya göre küreselleşme ve yeni durumla ilgili esas mesele, siyasetin sınırlarına ve işleyişine dair yıllardır zihnimizi şekillendiren bazı
kavram ve kalıplardan sıyrılma zorluğudur. Ulus-devletin temel aktör kabul edilmesi sebebiyle bugüne değin ulusların iç meselelerinin dış politika olay ve oluşumlarından farklı bir dinamizme ve mantığa sahip olduğu kabul edilegelmiştir. Oysa yaşanan küreselleşme, Rosenau’ya göre,
yeni (global) bir bakışı zorunlu kılmaktadır. Parçalanma ve entegrasyonun eş-zamanlı gerçekleştiğini düşünen Rosenau küreselleşmenin ortaya çıkardığı hale İngilizce’de entegrasyon ve parçalanma tabirlerinin birleşiminden oluşan yeni bir kavramı, "fragmegration"
demeyi tercih etmektedir.11 Artık sınırlar daha geçirgendir. Ulus-devletlerden sivil toplum örgütlerine çok sayıda aktör vardır. Temel sorunlar ise, her ferdi ilgilendiren sayısız meseleden oluşmaktadır. Bunun yansıması ise çalkantı ya da düzensizliktir. Bu gelişmeye
yol açan etkenlerin başında bireylerin daha fazla analitik yeteneğe sahip olmalarının ve daha fazla bilgilenmelerinin geldiğine inanan Rosenau, bunun sonucunda artık devletlerin ve diğer otorite merkezlerinin performanslarıyla değerlendirildiklerini söylemektedir.12

Dağınık ve çok merkezli bir yapının doğduğu kanaatinde olanlar için ulus-devlet artık tarih sahnesindeki rolünü tamamlamak üzeredir. Ulus-devletin artık tarihin en önemli aktörü olma ayrıcalığını yitirdiğini belirtilerek ortaya çıkan yeni yapının
ulus-devletin düzenleyici rolüne artık ihtiyaç hissetmediğini öne sürülmektedir. Yine de ulus-devletin artık tamamen anlamını yitirdiğini öne süren radikal düşünürlerin pek fazla olmadığını belirtmek gerek. Ulus-devletle ilgili tartışmalar, daha ziyade bu tarihsel kavramın
artık giderek güç ve hükümranlık erozyonuna uğradığı iddiası üzerinde yoğunlaşıyor. Bu bakışa göre teknolojik değişim ve buna eşlik eden ekonomik entegrasyonun geleneksel yapılarla, alışılmış çözümler ve eski otorite merkezlerince kavranılmaları ve kontrol altına alınmaları
mümkün değildir. Milli bilinç, ulusal çıkar ve benzeri nosyonların artık 19. yüzyıldaki ilerlemeci rollerini tamamladıkları ve bugün tek kelimeyle statükoyu temsil ettikleri öne sürülmektedir.13 Ulus-devletin kendi sınırları içerisindeki topluluk üzerinde kurduğu
hakimiyet, derinden sarsılmaktadır. Çünkü artık bireyler, vatandaşlık bağı ile sadece kendi devletlerine bağlı ve bağımlı değiller. Ulus-devletlerin kararlarını kontrol edecek, yeri geldiğinde hükümsüz kılacak uluslararası güç merkezleri var. Bunlar ulus-devletin gücünün
ve yetkilerinin bir kısmını devralmış durumdalar. Bu yargıda ulus-devletin ideolojik bir aygıt olarak rolünü tamamladığına inanılmasının büyük payı olduğu görülüyor. Buna göre ulus-devlet, kapitalizmin bir aşamasında kitleleri pazara entegre etmenin aracı olarak çıkmış,
siyasi bir aygıt. Kitlelerin yığın ve teba olmaktan çıkıp vatandaş olmalarına giden yolda eğitimden düzenli orduya, ortak hukuktan piyasa ekonomisine değin birçok adımı devlet attı. Bu devletin, toplumsal bütünlüğü sağlama yolundaki en büyük gücü ise başta milliyetçilik
olmak üzere kitlelere ortak geçmiş ve ortak gelecek duygusunu aşılayan ideolojilerdi. Bu ulusçu ideolojiler tarihin bir devresinde kanlı savaşları da doğuran ciddi ayrışmalara ve bölünmelere sebep oldular. Ancak bugün devletin elindeki güç ve bu ideolojinin sağladığı farklılık
duygusunun giderek törpülendiği düşünülüyor.

Bunun karşısında ise ulus-devletin hala vazgeçilmez bir güç olarak dünya siyasetine yön vermekte olduğuna inanan ve uluslararası örgüt ve organizasyonların aslında ulus-devletlerin inisiyatifi ile ayakta durduklarını düşünen sosyal bilimcilerin sayısı hiç
de az değildir. Bunlara göre, ulus-devlet hala dünya sisteminin temel belirleyicisi rolünde. Küreselleşmenin getirdiği problemlerle başa çıkma gücüne sahip olduğuna inandıkları devleti ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tehdit edebilecek bir kurumsal yapı yok. Bu görüşte olanlar
için küreselleşmeyi ulus-üstü örgütlerin doğuşuyla irtibatlandıranlar aceleci davranmaktalar. Aslında sona ermiş ve tamamlanmış bir süreçten değil, olsa olsa bugün bile devam etmekte olan bir "karma model" den bahsedilebilir. Bir yandan entegrasyon yaşansa da diğer
taraftan bölünme ve parçalanmalar gözlenmektedir.

Uluslararası örgütlerin etkisinin arttığına dair argümanlar ise, devletin önemini savunanlarca basit bir algı yanılması olarak tanımlanıyor. Uluslararası örgütlerin ulus-devlet temelinde organize olduklarına dikkat çeken bu sosyal bilimciler, bu örgütlerde
alınan kararların uygulanabilirliğinin yine devletlerin onayına bağlı olduğunun altını çiziyorlar. Gerçekten de uluslararası arenada 20. yüzyılın başından bu yana Milletler Cemiyeti ile başlayıp Birleşmiş Milletler ile devam eden, UNESCO’dan ILO’ya çeşitli alt dallara bölünen
uluslararası organizasyonlara yönelik en büyük tehdit, bu organizasyonlarda alınan kararların uygulanmasında yaşanan problemlerdir. Alınan bir kararın uygulanabilirliği, aynen ulus-devlet modelinde olduğu gibi gerektiğinde yaptırım ve cezalandırmayı gerektiriyor. Oysa bu yönde bir
güç tam anlamıyla oluşturulabilmiş değildir. Birleşmiş Milletler ve NATO bünyesinde bazen düzenlenen operasyonlara dair tartışmalar; çifte-standart suçlamaları ve sonuçsuz kalan çabalar herkesin malumu.

Devletin tarih sahnesinden çekildiğini iddia edenlerin karşısında, devletin hiç de o kadar güç kaybetmediğini ispata çalışanlar kadar, yaşanan sürecin aslında devleti daha da güçlü kıldığını öne sürenlere de rastlıyoruz. Charles Tilly küreselleşme sürecini
bu yönde algılayanların başında geliyor. Tilly, küreselleşme ile birlikte yeni sorunların gündeme geldiğini dile getirerek insan haklarından standart kurallara değin pek çok hedefin gerçekleşmesi için devletin elinde halihazırda tuttuğu güçle daha kritik bir varlık haline geldiğine
inanıyor.14 Devletin gücüne yönelik bazı tehditler ve devletler sisteminde bazı değişimler olduğunu kabullenmekle birlikte bazı sosyal bilimciler, bunun bir yeniden düzenleme olduğu konusunda ısrarcılar. Mevcut sistemin bazı yönlerden değişiklik ve düzeltmelere uğradığını,
ancak bu değişikliklerin devleti, merkezi siyasal aktör rolünden koparmadığını düşünüyorlar. Devlet artık farklı görevlere sahip olsa da yine de yapacak çok şeye sahip addediliyor.

Özetle söylemek gerekirse, küreselleşmenin siyasal boyutuna dair en önemli ve kayda değer tartışmada, yani ulus-devletin konumu hakkında, taraflar temel olarak hükümranlık ve fonksiyon kavramları üzerinde duruyorlar. Bu tartışmanın belkemiğini takip
edebilmenin yolu ise Çağlar Keyder’in tespitiyle, sosyal bilimlerin iki tanıdık kavramına geri dönmemizi gerekli kılıyor: Westphalia ve Weber.15 1648’de imzalanan Westphalia Antlaşması, ulus-devletin en yetkin siyasi aktör olarak tanımlanmasının başlangıcını ifade
ediyor. Bu anlaşmayla devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması, karşılıklı olarak birbirlerinin tüzel kişiliklerini kabul etmeleri, devletin kendi halkı üzerinde tek yetkili güç sayılması gibi konularda mutabakat sağlanmıştı. Weber ise bu otonom devletin örgütlenmesinin
ve işleyişinin ana hatlarını çizdi. Weber’e göre ulus-devlet, akılcı bir bürokrasi tesis ederek hakimiyetini kurmak ve meşruiyetini temellendirmek zorundaydı. Bu kriterler göz önünde bulundurulduğunda devletlerin hala birbirlerini, en azından kağıt üzerinde, hükümran ve muhatap
kabul ettiklerini söyleyebiliriz. Ancak, uluslararası organizasyonların devletlerin bu hükümranlık haklarını sınırladıklarını da görmezden gelemeyiz. İnsan haklarından işkenceye birçok konuda uluslararası bir denetim için çabalar var. Bu tarz uygulamaların ulus-devletlerin rızası
ile mümkün olduğu ve anlaşmalardaki tarafın yine devlet olduğu iddiası ise bir noktayı tam kavrayamıyor. Devletleri bu anlaşmalara ve prensiplere uymaya iten bir havanın ve baskı ortamının oluştuğu gözden kaçırılıyor. Kısacası, devlet kendi halkı üzerinde sınırsız ve
denetim kabul etmeyen bir tasarrufa sahip değil. Aslında, buna belki hiçbir zaman tam olarak sahip de olabilmiş değildi. Artık devletler kendilerini belli düzenlemelerin dışında tutamıyorlar. IMF politikaları bunun en tipik örneği. Ancak yine de küreselleşmenin bu etkisinin eşit ve
adil dağılmadığını da unutmamalıyız. Çin’in insan hakları konusundaki tutumunu, ona göre nispeten daha güçsüz bir Üçüncü Dünya ülkesinin ısrarla sürdürmesi beklenemezdi. Çifte-standart ve çıkar ilişkileri de meselenin ayrı bir yönü. Dünyanın pek çok yerindeki
uygulamaya farklı tepkiler gelebiliyor. Bunda özellikle Birleşmiş Milletler bünyesindeki hakim kliğin ve elbette tek süper güç olmanın -şu an için- keyfini çıkaran ABD’nin çıkarları da etkili oluyor.

Siyasal Küreselleşme ya da küreselleşmenin siyasal alanla ilgili algılamalarının önemli bir diğer alt başlığını, geleceğe yönelik tahminler ve özellikle demokratik bir yönetimin ortaya çıkma ihtimali oluşturuyor. Bu konularda da ciddi ayrılıklar yaşanmakta.
Küreselleşmenin global bir demokratik açılımı beraberinde getireceğine inananlar kadar bu sürecin kendi içinde tek-tipleştirici bir totaliterlik taşıdığını düşünenler de mevcut. Rosow’un tabiriyle demokrasi, küreselleşme içinde çeşitli biçimler ve karışık yollarla dolaşıyor.16
Küreselleşmenin demokratikleşmeye katkıda bulunacağına dair inancın en tipik temsilcisi olarak David Held’i göstermek mümkün. Held, yeni bir modelin ortaya çıktığına inanıyor ve bunu "kozmopolitan demokrasi modeli" olarak tanımlıyor.17 Ulus-devletlerin uğraşmakta
yetersiz kaldıkları finansal akışlar, çevre problemleri ve benzeri konuların, devletlerin otoritelerinin sorgulanmasına yol açacağını belirten Held, zamanla demokrasinin küresel hakimiyetinin kurulabileceğini ileri sürüyor. Bunun için ilk aşamada uluslararası hukukun ve bu hukuku
uygulama gücüne sahip kurumların oluşması gerektiğine inanan Held, kısa vadede Birleşmiş Milletler’in koordinasyon rolü üstlenebileceği kanısında. Uzun vadede ise, özellikle teknolojinin yardımıyla, halkın değişik düzeylerde karar alma mekanizmalarına doğrudan katılabileceğini
düşünen Held, global bir parlamentoyu da hedefleri arasında sayıyor.

Held’in bu oldukça iyimser vizyonunu paylaşmayan çok sayıda insan olduğu muhakkak. Küreselleşmenin içerisinde totaliter bir yan barındırdığına inananlar için gelecek, demokrasi açısından çok da olumlu bir tablo çizmiyor. Bu aşamada belki de tartışılması
gereken, demokrasinin ne tarz bir toplumu ve insanı gerekli kıldığıdır. Küreselleşme, böyle bir toplum ve insan için var olma imkanlarını arttırıyor mu azaltıyor mu? Bu soru üzerinde yoğunlaşıldığı takdirde ne tip bir dünyaya doğru yol aldığımızı kavramamız daha kolay
olabilir. Yine de sosyal olayların beklenmeyen ve hedeflenmeyen sonuçları olageldiğini unutmamak gerekiyor. Kısacası, gelecek yüzyılın demokrasinin zaferi mi yoksa hezimeti mi olacağına karar verebilmek o kadar da kolay değil.

C. Kültürel Küreselleşme

Küreselleşme ile ilgili en hararetli tartışmalar küreselleşmenin kültürel boyutuna dair olanlardır. Küreselleşmenin beraberinde belli bir yaşam tarzını ve kültürü getirdiği konusunda bir uzlaşmadan bahsedebiliriz. Özellikle kitle iletişim araçlarının açtığı
saha ile kültürler arasında kayda değer bir etkileşimin doğduğunu görmemek mümkün değil. Tartışmalar küresel kültürü neyin temsil ettiği ve bunun ne derece evrensel ne derece Batılı olduğu üzerinde yoğunlaşıyor.

Kimilerine göre "Mc Donaldization" ile karşı karşıyayız. Hergün çok daha fazla insan, içecek olarak Coca Cola’yı tercih ediyor. Her gün artan sayıda insan jeans giyiyor; başkalarıyla İngilizce iletişim kuruyor. Birçoklarına göre bu, belli bir yaşam
tarzının kitlelerce daha fazla tüketilmesi demek. Sklair’in tabiriyle ideolojileşmiş bir tüketim kültürü dünya üzerindeki egemenliğini günden güne sağlamlaştırmakta.18 Bu öyle bir kültür ki kendisine temel olarak hemen her şeyi metalaştıran bir tüketim kültürünü
seçerken diğer taraftan da kitlelerin kolay tüketimine uygun biçim ve tarzlarda kendisini sunuyor. Geri dönüşümden uzak bir ürün çeşitliliği söz konusu. Kullanımı pratik bu kültür nesnelerini çabucak tüketip atmanız mümkün. Bir bakıma fast-kültürün hakimiyeti bu. MTV’den
CNN’e özelikle global televizyon kanallarıyla bu kültüre ait simgelerin hızla dolaşıma sürüldüğünü görüyoruz. Hız ve tüketim bu sürecin anahtar kelimeleri.

Küresel kültürün bu hızlı yayılışını tehdit olarak algılayan çeşitli inanış ve kültür grubundan insanlar, küresel kültürün homojenleştirici yönünü vurgulayarak bu kültürel yayılmayı emperyalizmin yeni bir türü olarak adlandırıyorlar. Tomlinson’ın
da belirttiği gibi bu eleştirel bakış, adına küreselleşme denen şeyin tekdüze bir kültürün hegemonyası anlamına geldiğini savunuyor. Bu hegemonya, dünyanın kültürel zenginliğine de ciddi bir tehdit arz ediyor. Küreselleşme karşıtlarına göre küresel kültür, emperyalizmin
hiyerarşisini, belli kültürel değerlerin artan hakimiyetini ve tüketim kültürüne yaslanan Amerikan değerlerinin yayılmasını sembolize ediyor.19

Küreselleşmeyi Batılılaşma olarak görme eğiliminin özellikle Batıyla kültürel, ekonomik ve siyasal rekabeti olan; belki de daha doğru bir ifadeyle, Batı’nın bu sahalardaki tehdidi altında yaşayan toplum ve gruplarda ortaya çıktığını görmekteyiz. İngilizce’nin
yaygınlaşması, giyim kuşam tarzları, kitle iletişim araçlarının gücü ve diğer gelişme ve sembollerle izi sürülen bu küresel kültürün Batılılaşma olarak adlandırılmasının, beraberinde bazı teorik ve pratik problemleri de getirdiğini söyleyebiliriz. Bunlardam biri, Batının
ve Batılılaşmanın homojen, tamamlanmış bir olgu olarak sunulması. Tomlinson’ın da değindiği gibi her ne kadar Batılılaşma çoğunlukla içinde birşeylerin seçilebileceği bir menü olarak değil, bir "sosyal paket" olarak geliyorsa da, Batılılaşma kavramı söylenildiği
kadar geniş ve iç tutarlılığa sahip bir kavram değildir.20 Batı’nın geldiğimiz noktada hakim değerleri temsil ettiği muhakkak. Ancak bu, Batı’nın bizzat kendi içinde gözlemlenen farklılaşmaların olduğunu ve Batı dediğimiz medeniyetin ya da kültürün oluşmaya/oluşturulmaya
devam ettiği gerçeğini unutturmamalı. İkinci problem, Batılılaşma ve Batı’nın kültürel hegemonyasına dair tezlerin tek taraflı bir kültürel akışı öngörmeleridir. Batı’dan çevreye doğru yayılan kültür değerleri ve ürünlerinden bahisle, Batı-dışı toplumların bu akışın
pasif nesneleri olduğu varsayılıyor. Oysa yine Tomlinson’ın da detaylandırdığı gibi, kültürel bir akıştan değil, olsa olsa etkileşimden bahsetmek gerekir. Değerlerin iletilmesi sırasında taraflar bunları yeniden yorumlamakta, adapte etmekte, bazı şeylere karşı çıkmakta ve
hatta reddetmektedir. Bu anlamda verilen tepkiler, tarafların kendi değer ve duruşlarını yeniden gözden geçirmelerine sebep olmaktadır. Batı hegemonyasıyla ilgili tartışmalarda bir diğer husus, gizliden gizliye bir Batı üstünlüğü fikrinin Batı muhaliflerine bile sirayet etmiş
olmasıdır. Karşılaşılan şeyin baş edilmesi ve etkisinden kurtulunması çok zor, hatta imkansız bir güç olduğu düşünülüyor. Bu da Batı-dışı kültürlere yönelik süregelen "otantik ama aşağı kültür" yaklaşımının en tehlikeli yönüdür.

Kültürel küreselleşme ile ilgili kayda değer bir başka nokta, küreselleşmenin aynı anda hem bütünleşme hem de parçalanmayı beraberinde getirdiğine dair vurgulardır. Ekonomik küreselleşme ile ilgili olarak da benzer şeylerin söylendiğini görmekteyiz. Bir
yandan ülkeler arasındaki sınırları anlamsızlaştıran mal, bilgi ve insan akışı yaşanırken diğer taraftan AB’den NAFTA’ya bölgesel ekonomik bloklar oluşturulup dışarıya karşı set çekilmekte. Kültürel sahada da benzer bir durumla karşı karşıyayız. Küreselleşme ve
homojenleşme ile başbaşa giden yerelleşme çabaları var. Aslında birbirini besleyen iki eğilimden bahsediyoruz. Adına küyerelleşme (glocalisation) de denilen bu süreçte, yerel kültürel değerlerin kutsanması ve bunlara yönelik bir korumacılığın doğduğunu görmekteyiz.
Fast-food’un bayağılığından ve sıradanlığından bıkanların yerel mutfaklara yönelmesi, Hollywood yapımı filmlerden usananların İran sinemasında estetik duygularını tatmin etme çabaları ve daha bir çok örnek. Tabii bu tarz daha bireysel tepkilerin dışında asıl inceleme
konusu olması gereken şey herhalde yerel kültürler bazında örgütlenen toplumsal hareketler ve bunların ideolojik yapıları.

Kimlik politikaları başlığı altında çok sayıda akademik çalışmaya rastlıyoruz. Bunların önemli bir kısmının son yirmi yılda oluşturulması ve hatta Yeni Sosyal Hareketler literatüründen beslenerek kapsamlı bir analize kalkışmaları tesadüf değil. Küreselleşme
ve kimlik kaybı meseleleri, yerel direniş noktalarının oluşumunda etkili faktörler. Bu meseleler ise özellikle son yirmi yılda daha hararetli bir biçimde tartışılmaya başlandı. Bauman’a bakılırsa bu kimlik bazlı hareketler yaşanan hızlanmanın ortaya çıkardığı hoşnutsuzluklardan
ibaret. Bauman’a göre bireyler, nereye ait oldukları konusunda kuşku duydukları zaman kimliklerini hatırlamaktalar.21 Benzer bir yaklaşımın oldukça yaygın olduğunu belirtelim. Kimlik tabanlı hareketlerin (dini, ulusal vs.) ortaya çıkışını, yaşanan değişimin hızından
kaynaklanan "yerinden edilmelere" (displacement) bağlayan çok sayıda sosyal bilimci var. Belli ölçüde haklı olduklarını kabul etmek gerekiyor. Yaşanan etkileşim sırasında kendi özelliklerini yitirme kaygısının, çeşitli referans noktaları etrafında birleşen ve bu
referans noktalarını dünya görüşleri ve kimlik tanımları açısından temel kabul eden kişi ve grupları tepkiselliğe itmesi doğal.

Söylemler arasındaki ilişkinin doğasına dair türev söylem literatürü önemli veriler sunuyor. Türev söylem kavramı, esasen Hint yarımadasındaki milliyetçilikle ilgili çalışmalarla beslenmiş, ardından genel olarak kolonileşme sonrasındaki söylem oluşumunun
(özellikle milliyetçiliğin) analizini esas almıştır. Temel vurgu milliyetçilik düşüncesinin ve bunun etkisindeki tarih yazıcılığının egemen söylemin etkisinden kurtulamadığıdır. Örneğin Partha Chatterjee kolonileşme sonrasındaki milliyetçi düşüncenin politik egemenliğe
sahip olmakla birlikte söylem bazında kendi kavramlarını ve söyleminin çerçevesini kolonyal gücün söyleminden devşirdiğini iddia etmektedir.22 Bu yaklaşımını küreselleşmeyle ilgili kültürel tartışmalara da uygulayabilmek bir ölçüde mümkün. Fikirlerin ve en genel
anlamıyla söylemin diyalojik bir şey olduğunu ve sözün imkanları ve sınırlarından etkilendiğini söyleyebiliriz. Kendini muhalifiyle sürekli bir etkileşim ve hatta savaş içinde gören bir yaklaşımdan kurtulabilmek oldukça zor. Bunda yazının ilerleyen kısımlarında değineceğim
liberal kibirin de önemli bir payı var. Karşıtlıklar temelinde kurulan bir söylemin ciddi handikapları olduğu muhakkak. Kendi değerlerini "karşıtı gibi olmamak" ve hatta karşıtının tam tersi olmak gibi dar bir alana hapseden yaklaşımın, kendisi olarak var olabilmesi ve
sağlıklı gelişebilmesi pek mümkün değil. Varlık iddiasının, kendi içinde belli bir farklılık iddiası taşıdığı yadsınamaz. Ancak, kurulan ilişkinin yönü ve tarzı yanlış. Öncelikle tüm varlığını tek bir muhalife bağlamak, bu muhalifi de sürekli ayakta tutup beslemek
anlamına gelir. Oysa çok boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. A’nın B ile uzlaşmazlığına bakıp A ve B’yi birbiriyle hiçbir biçimde örtüşmeyen kümeler olarak tanımlamak; ve yine A’nın sadece B ile problemi olduğunu düşünüp çeşitli sahalarda ayrılıkları olabileceği C, D ve diğerlerini
sırf B ile olan benzer tarzdaki problemli ilişkilerinden dolayı yakın ve aynı safta görmek ciddi bir algı yanılmasıdır. Gerçek vakalardan bahsetmek gerekirse, İslam medeniyetinin ve İslami değerlerin sadece Batı-gibi olmayan ve hatta Batı’ya her sahada karşı olan değerler olarak
sunulması sakıncalıdır. Aslında bir yönüyle bu Batı’ya hak etmediği bir rütbenin de verilmesidir. Batı, (ki böyle bir genel kategorinin de problemli olduğunu kabul etmek lazım) İslam’ın sunduğu düşünce, inanç ve ahlak değerlerinin kapsayıcılığı karşısında son derece dar
bir alanı ifade ediyor. Bu tarz bir karşıtlık kurulması sonuçta hemen her sahada adeta birbirine yakın iki değerin karşılaştırılması oluyor. İşte bu yönüyle mevcut dünya düzenine ve küreselleşmeye yönelik İslam’ı temel alan bazı söylemlerin, aslında bir çok açıdan türev
söylem konumuna düştüklerini görmek zorundayız.

Ancak burada şöyle bir tuzağa da düşmemek gerekiyor. Bu kimlik tepkilerine bakılarak genellikle Batı karşıtlığı sebebiyle bir türev söylem konumuna düştükleri fikri, kolaylıkla bir ideolojik araç olarak kullanılmaya müsaittir. Kısacası, Batı’nın önermeleri
ile herhangi bir benzerlik tespit edildiğinde hemen bir el çabukluğu ile "İşte türev söylem. Hani nerede orijinalite?" tarzı tepkiler ve suçlamalarla karşılaşabiliriz. Karşılaşıyoruz da. Şunu kabullenmek gerek. Etkiden, tepkiden uzak bir şekillenme mümkün değil. Sonuçta
belli değerlerin hayata yansımasından ve pratiğe dökülmesinden bahsediyoruz. Bunun çevre faktörlerinden ve diğer medeniyetlerden etkilenmemesi mümkün değil. Hele bugünün teknolojisi ile hemen her sahayı kendisinin ilan eden bir yaklaşımın karşısında, bu tarz bir etkileşimden
uzak durmak neredeyse imkansız. Ama şunu da gözden kaçırmamak lazım. Türev söylem oluşumu aşamasında bile aslında egemen söylemin de bir bakıma bir türev söylem olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yukarı da değindiğim gibi, etkileşimden bahsediyoruz. Elimizde olmuş bitmiş,
nihai formuna ulaşmış ideal-tipler yok. Oluşum süreci devam ediyor ve bu süreç bahsi geçen ilişkiyle şekilleniyor. Bu sebeple telif hakkı konusunda dikkatli olmak gerek.

II. Küreselleşme İdeolojileri: Liberal Kibir, Yerel Direnişe Karşı

Küreselleşme algılarından ve tartışmalarından bahsettikten sonra küreselleşmenin bu tartışmaları aşıp ideolojik pozisyonların temeli haline geldiğine değinmek faydalı olacaktır. Küreselleşme, üzerine tartışılan bir kavram olmaktan çıkıp ideolojik
kamplaşmaların önemli bir parçası haline gelmiş durumda. Bu kamplaşmalar ise küreselleşmenin sağlıklı bir tarifinin ve analizinin yapılmasını engelliyor. Bir yanda küreselleşmeyi liberalizmin zaferi ilan eden ve küreselleşmeyi, liberalizmle birlikte insanlığın vardığı
optimum nokta olarak sunan liberal kibir; diğer tarafta küreselleşmenin mutlaka direnilmesi gereken bir tehdit olduğunu düşünen yerel direnişçiler var.

Suçluyu tespit kolay değil. Ama liberalizmin kibirinin ve küreselleşmeyi tarihin sonu olarak sunmasının; bahsi geçen ideolojik zıtlaşmaları doğurduğunu söyleyebiliriz. Ancak hemen şunu da belirtmek lazım. Liberalizm oldukça geniş bir kategori. Bu çalışmada
benim liberal yaklaşım ya da "liberal kibir" olarak tanımladığım düşünce tarzı; küreselleşmeyi olumlayan ve bu olumlama sırasında küreselleşmeyi liberal düşüncenin ve liberal demokrasinin zaferi ve hatta hegemonyası olarak sunan görüştür. Belki en bariz biçimde
Fukuyama’nın tarihin sonu tezinde karikatürize edilen bu kategorinin, aslında dozajı daha düşük de olsa birçok düşünür, yazar ve sosyal bilimcide var olduğu fikrindeyim. Bu sebeple Fukuyama ya da benzeri düşünürlerin kredibiliteleri ya da bilimsellikleri konusundaki eleştirilerin
benim bu sınıflandırmamı geçersiz kılmayacağına inanıyorum. Çünkü burada pratik sonuçları da olan bir algıdan ve hatta baskıdan bahsediyoruz. Amerikan dış polikasını ve dünya görüşünü ne şekillendiriyor derseniz "Liberal kibir" derim. Bu sebeple kullandığım
"liberal" tabirinin bu biçimde anlaşılması gerekir.

Liberal kibir, küreselleşmeyi uluslararası sahada yaşanan hızlı entegrasyon ve artan ilişkilerle tanımlıyor. Buna göre küreselleşmenin bizzat kendine has bir dinamiği ve mantığı bulunmakta. Değişik ülke pazarlarının birbirine açılması beraberinde
toplumlar arasında etkileşimi getiriyor ki bunun da devlet dışında ve devleti dengeleyici bir saha olarak ulus-devlet üstü kurum ve kuralları oluşturacağı düşünülüyor. Devletin giderek öneminin yitirdiği ve otoritenin artık çok-merkezli olduğu iddia ediliyor.23
Devletin yeni duruma uyum sağlamakta yaşadığı problem, küreselleşmeyle ilgili önemli bir gerilim noktası olarak kabul ediliyor. Devletler sisteminin eski gücünü ve hakimiyetini korumaktan öyle kolay kolay vazgeçmeyeceğini, yani sahadan dövüşerek çekileceğini liberaller de inkar
etmiyorlar. Ancak liberal bakış yine de devletin mevcut haliyle tarihi misyonunu tamamladığını inanıyor.

Liberalizmin küreselleşme konusunda önde gelen mitlerini ise şöyle sıralayabiliriz:

a. Dünya hiç görmediği bir biçimde entegrasyona gidiyor: Liberal küreselleşmeciler, dünyanın tek bir pazar olma yolunda ilerlediğine dair ciddi bir inancı paylaşıyorlar. Buna göre ülkeler arasındaki hızlı mal ve bilgi akışı önüne geçilemez bir birleşmeyi
de beraberinde getiriyor. Bu entegrasyonun dünya tarihindeki hiçbir döneme benzemediğine inanılıyor. Liberallere göre entegrasyonun giderek ivme kazanmasının esas sebebi, liberalizmin artık ideolojik olarak karşı çıkılamaz bir üstünlük elde etmesi.

b. Küreselleşme insanlık tarihinde eşi benzeri bulunmayan "yeni" bir durumdur: Ortodoks liberallerin küreselleşmeyi "yeni" bir "durum" olarak tanımlamak konusunda ciddi bir ısrarları olduğu göze çarpıyor. Bunda küreselleşmenin hiç
de yeni olmadığını iddia eden ve önceki kısımlarda değindiğim küreselleşmeyi küçümseme eğilimlerinin etkili olduğunu düşünebiliriz. Tam ters bir ilişki de söz konusu olabilir. Küreselleşmenin yeni bir durum olarak sunulması, bugüne değin görülen aksaklıklara karşı yeni
olanın cazibesinden faydalanmaya matuf da olabilir.

c. Küreselleşme engellenemez ve geri döndürülemez bir süreçtir: Küreselleşmenin önünde durulamaz bir sel gibi engellenemeyeceği ve geri döndürülemeyeceği düşüncesi, herhalde liberal kibiri en totaliter yapan kabullerden birisidir. Özellikle teknolojiye yapılan
atıfla, şahit olunan gelişmenin tersine çevrilemeyeceğine dair bir inanç sürekli olarak pompalanıyor. Bunun oldukça problemli olduğu ortada. Sosyal yaşama bu kesinlikle yaklaşmak, modası geçmiş bir determinizmden başka bir şey değil. Marksizme determinist diyenlerin, dini inançları
dogmatiklikle suçlayanların bilimselliği ve demokratlığı(!) görülmeye değer.

Küreselleşmeyi böyle kabul edince tartışılacak bir şey de kalmıyor. Küreselleşme bir süreç olmaktan çıkıp bir durum oluyor. Oysa hep vurguladığım gibi bunu yaşamaya, yapıp bozmaya, yeniden kurmaya devam ediyoruz. Küreselleşme, liberal kibirle birlikte bir
inanç meselesi haline geliyor. Diğer taraftan küreselleşmenin ortaya çıkardığı pek çok problem (eşitsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, ideolojik baskılar vs.) anomali olarak görülüyor. Hurrel ve Woods’un da belirttikleri gibi liberaller yaşanan eşitsizlikleri ve küreselleşmeye
yönelik eleştirileri görmezden gelme eğilimindeler. Onlar daha ziyade sorunların çözümüne teknokratik bir yaklaşımın yeterli olacağı düşüncesindeler. Apolitik ve teknik bir devlet aygıtının (ya da ulus-devlet üstü bir kurumun) meselelerin çözümüne yeteceğini düşünmekteler.24

Bu ve benzeri önermeler liberal küreselleşmecileri küreselleşmeyi liberalizmin nihai zaferi olarak sunmaya itiyor. Soğuk Savaş sonrasında dünyanın tek kutuplu bir hale geldiğine dair tezler bir yandan da liberalizmin zaferini müjdelemekteydi. Bunlar arasında
Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi oldukça popüler bir metin haline gelerek literatüre yerleşti.25 Fukuyama’nın kısa makalesi aslında akademik kriterleri karşılamaktan çok uzak bir polemik metniydi. Ancak belli bir düşünüşü yansıtması açısından ilgi çekici bir
yazı olduğundan, üzerine çok şeyler yazılıp çizildi. Fukuyama, Soğuk Savaş sonrasında liberalizmin karşısında hiçbir ideolojik alternatifin kalmadığını iddia ederek liberalizmin zaferini ilan etti. Bazı maddi hedeflerin tam olarak gerçekleşmediğini kabul etmekle birlikte
Fukuyama, liberalizmin bilinç düzeyinde bir zafere ve hakimiyete imza attığını söylüyordu. Hegel’e ve Marx’a atıfla aslında "Tarihin Sonu" tezinin çok da yeni bir şey olmadığına değinen Fukuyama, Hegel ve Marx’ın farklı biçimlerde izah ettikleri "Tarihin
Sonu"na, Soğuk Savaş sonrasında ulaştığımız düşüncesinde. Fukuyama yaşadığımız zamanı ise tarih-sonu (post-historical) diye tabir etmekteydi.

Tahmin edilebileceği gibi bu tez çok şiddetli eleştirilerle karşılaştı. Yazarın liberalizmi karikatürize etmesinden tutun da aslında küresel bir hegemonyayı ve yeni bir sömürgeciliği meşrulaştırma gayreti içinde olduğuna değin birçok eleştiri yapıldı.
Yanlıştı; yanlıydı belki ama Fukuyama bir zihniyeti ele vermesi bakımında önemli bir işe imza atmıştı. Keyman’ın hiperglobalizm26 olarak adlandırdığı bir tavrın yansımasıydı bu. İçinde önemli farklılıklar taşımakla birlikte liberalizmin değişik versiyonlarının
da aynı keskinlikle olmasa da küreselleşmeyi liberalizmin dünya hakimiyetine ve ideolojik hegemonyasına giden bir geri dönülemez yol olarak gördüğü aşikar.

Liberalizmin küreselleşmeyle ilgili bakışının ve beklentilerinin oldukça problemli olduğunu anlamak gerek. Küreselleşmenin liberal yorumu, bugün sağlıklı bir küreselleşmenin önündeki en kayda değer engellerden biri. Liberallerin küreselleşmenin tarihin
sonunu işaretlediğine dair inançları, Soğuk Savaş sonrasında yaşanan vakumun sağladığı ortamda yapılmış bir el çabukluğundan öteye geçmiyor aslında. Örneğin Fukuyama’nın tezini üzerine inşa ettiği, meydan okunamayan liberalizm fikrinin gerçeğe tekabül etmediği ortada.
Kurumsallaşmış tepkilerin, özellikle Sovyetlerin çöküşüyle ciddi bir gerileme yaşadığı gerçeğinden hareket ederek, muhalefetin güya yokluğunu imkansızlığına atfetmek tek kelimeyle bir göz bağlama. Buradaki hile; liberalizm, kapitalizm ve demokrasi gibi kavramları muğlak bir
biçimde ve birbirlerinin yerini tutabilecek tarzda tanımlamak. Mesela kitle tüketimine yönelik trendi, liberalizmle eşleştirmek gibi bir kolaycılık son derece problemli. Sonuçta kitle tüketimi artıyorsa toplumların bilinçleri de liberalizm doğrultusunda şekillenir tarzında bir ilişki
hayal etmek doğru değil. Aslında Fukuyama’nın karikatürize ettiği ve bir çok düşünürün de farklı dozlarda da olsa paylaştığı liberal zafer düşüncesi, iki kutuplu bir dünyanın sona ermesiyle birlikte geride kalan her şeyi, egemen güçle ilişkilendirme hatasını paylaşıyor.
Mevcut durum, onlara göre, liberal ütopyaya yakın bir hal. Bunun gücü ise, yine Fukuyama’nın değindiği gibi, bilinç düzeyinde bir alternatife sahip olmamasından kaynaklanıyor. Kabul etmemiz gereken şeyler var. Kitle tüketimi ve Batılı yaşam tarzı olarak adlandırılabilecek hayat
anlayışına ve dünya görüşüne uygun bir yapılanmanın giderek dünyanın en ücra köşelerinde bile hüküm ferma olduğunu inkar edemeyiz. Bunda küreselleşmenin tanımlanmasında sıklıkla kullanılan teknolojik etkinin rolü son derece büyük. Bu bakımdan bazı kavramlar (pazar
ekonomisi, özelleştirme, bireycilik vs.) gitgide taban bulup eleştirilmezlik zırhına bürünüyor. Ancak bunun tam olarak neye tekabül ettiğini daha derinden, yani felsefi düzeyde tartışmamız lazım. Ne tip bir varlık anlayışı ile karşı karşıyayız? Bilginin, insanın konumu ne?
Bu tarz sorular gereken açılımı sağlayabilir ancak.

Yaşanan entegrasyonun beraberinde getirdiği toplumsal görüntülerin liberalizmin dünyaya yayılan hakimiyeti olarak sunulması, beraberinde ideolojik tepkileri de doğuruyor ki bunlara türev söylem tartışmasında bir nebze değindim. Genel anlamıyla yerel direniş
olarak adlandırdığım bu ideolojik tavır, küreselleşmeyi bir tehdit ve tehlike olarak algılıyor. Liberal kibrin zafer naralarının bu tarz bir karşı çıkışı doğurması aslında son derece normal. Yerel direniş, kendisi ve dış dünya arasında çizdiği sınırı sağlam tutmak ve
gerektikçe daha da yükseltmek güdüsüyle hareket ediyor. Dışarının tehlikelerinin bünyeye nüfuz etmesini önlemek ana hedefi. Mesela bir ülkenin dışarıdan gelen tüm taleplere gücü nispetinde kendini kapatması, kendi varlığını ve hakimiyetini korumasının ana şartı sayılıyor.
Kültür ve kimlik politikaları açısından düşünüldüğünde ise tüm etkileşim yollarının reddi ve dış gelişmeler ışığında iç sorgulama ve dönüşümlerin önünün kesilmesini görüyoruz. Yerel direnişçiler küreselleşmeci liberallerin eski düzen dedikleri devletler
sistemine sahip çıkmayı ve küreselleşmeyi küçümseyip, yaşanan değişimin hiç de önemli olma-dığını ispat etmeyi gerekli görüyorlar. Oysa özellikle kimlik taleplerinin önünde ulus-devletin hep sürdüregeldiği totaliter tavır göz önünde bulundurulduğunda, bu tercihin çok
da sağlıklı olmadığı ortaya çıkıyor. Ancak, belirttiğim gibi, ideolojik pozisyonları genel olarak tartışma ve analizlerden ayıran bu kutuplaşma eğilimi. Taraflardan biri olmaya zorlanmaktayız.

Yerel direnişin tepkisinin sınırlarının ve tarzının belirlenmesinde bu kutuplaşma rol oynuyor. Ancak her iki tarafın mevcut kutuplaşmanın ortaya çıkışında ve sürdürülmesinde kullandıkları esas kavram "anormallik". Liberal kibir, yerel kimlik
taleplerini ve genel olarak küreselleşmeye dönük eleştirileri "anormal yerellikler" olarak tanımlıyor. Küreselin egemen olduğu bir çağda yerel olmak, yereli savunmak, yerel adına küresele karşı çıkmak tarihi anlayamamak kabul ediliyor. Sonuçta, liberal kibirin gözünde
yerel direniş anormalleştiriliyor ve ahistorik ilan ediliyor. Bu anormalleştirme kervanına farklı bir biçimde yerel direnişçiler cevap veriyor. Onlar da "anormal küreselleşme" dediğim bir kavramla karşımıza çıkıyorlar. Yerel direnişçiler küreselleşmeyi insanlık
tarihinde "anormal" ve yıkıcı bir gelişme olarak tanımlıyorlar. Olmaması gereken ve zararlı bir durum; normalden ciddi bir sapma kabul ediyorlar. Tavırların ve bakışların böyle belirlendiği bir ortamda da sağlıklı bir tartışmanın kapıları da kapanmış oluyor.

Son Söz İçin Çok Erken: Küreselleşmeyi Tartışabilmek

Küreselleşme yazının başında da değindiğim gibi, üzerine çok şey söylenen ancak gerçek anlamda tartışılmayan bir kavram. Bugün geldiğimiz noktada yapılabilecek en büyük katkı küreselleşmeyi tartışılabilir hale getirmektir. Bunun başarılabilmesi için
öncelikle küreselleşmenin bir durum değil bir süreç olduğunun kabul edilmesi lazım. Bu devam eden bir süreç ve herkes belli katkılarda bulunabilir. Gelecek yıllar, bu süreci çok farklı mecralara da sürükleyebilir. Olmuş bitmiş bir şeye karşı tavır almak ya da onun bu hayali
son halini kutsamak, bizi ancak kısır ideolojik kutuplaşmaların içine iter. Görmezden gelinemeyecek eşitsizlikler, sömürü ve kıyım ortadayken küreselleşme denen entegrasyonun bu haliyle bir zirve noktasını temsil ettiğini iddia etmek zaten çok da ahlaklı değil. Ancak, bundan yola
çıkarak köklerden uzak, yapay bir köktenciliğin tuzağına düşmek ve aslında aynı safta olunmaması gereken ideoloji ve gruplarla aynı siperde çarpışmak bir o kadar yanlış. Küreselleşmenin bir süreç olarak algılanması sırasında değişik küreselleşme devrelerinin ve dalgalarının
da farkında olmalıyız. Küreselleşme, farklı toplumsal formasyonlarda değişik görünüm ve etkilere sahip. Birden çok eş-zamanlı küreselleşmeden bahsedebiliriz.

Özetlemek gerekirse, küreselleşmeyi modernitenin akıbetine uğratmamak gerekiyor. Modernite tartışmaları yıllarca hep muğlak bir modernite mitinden, herkesin kendi keyfine ve konjonktüre uygun belirlediği modernite tanımlarından çok çekti. Sonuçta, farklı
modernite biçim ve etkileri olduğunu göremedik. Çünkü, aynen küreselleşme gibi modernite de bir durum olarak algılanmış ve ideolojik kutuplaşmalara konu olmuştu. Hatalardan ders almak gerekiyor. Bunu için de küreselleşme konusunu tekrar tartışılabilir kılmak gerek. Belki bu tartışmaların
getireceği katkı, bu sürece bazı grupların ya da ülkelerin değil, genel olarak insanlığın hayrına bir çizgiye götürür. Uğraşmakta fayda var…

1. Keyman, Fuat, "Globalleşme Söylemleri ve Türkiye", Koray, Meryem (ed.) Küreselleşme ve Ulus-Devlet, İstanbul: YTÜ Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2001 içinde, s. 113.

2. Held, David, Democracy and the Global Order: From the Modern State to Cosmopolitan Governance, Stanford: Stanford University Press, 1995, s. 29.

3. Robertson, Roland, Globalization: Social Theory and Global Culture, London: Sage Publications, 1992, s. 7-9.

4. Gill, Stephen, "Globalisation, Market Civilisation and Disciplinary Neoliberalism", Millennium: Journal of International Studies, Cilt 24, Sayı 3, 1995, s. 404-405.

5. Walerstein, Immanuel, The Modern World Ssytem, New York: Academic Press, 1980.

6. Williamson, John, "Globalization, Convergence, History", Journal of Economic History, Cilt 56, Sayı 2, s. 277- 306.

7. Gill, Stephen, Age, s. 405.

8. Hirst, Paul, Globalization in Question, London: Polity Press, 1996.

9. Keyder, Çağlar, "Globalleşme ve Devlet", Koray, Meryem (ed.), Küreselleşme ve Ulus-Devlet, İstanbul: YTÜ Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2001 içinde, s. 135.

10. Rosenau, James N., Along the Domestic-Foreign Frontier: Exploring Governance in a Turbulent World, Cambridge: Cambridge University Press.

11. Age., s. 30.

12. Age., s. 59.

13. Bu düşüncenin ideal bir örneği için bkz. Kennedy, Paul, Preparing for the Twenty-First Century, New York: Random House, 1993.

14. Tilly, Charles, Coercion, Capital and European States, Cambridge: Basil Blackwell Publications, 1992.

15. Keyder, Çağlar, Agy., s. 138.

16. Rosow, Stephen J., "Globalisation as Democratic Theory", Millennium: Journal of International Studies, Cilt: 29, Sayı: 1, s. 28.

17. Held, David, Age., s. 267.

18. Sklair, Leslie, Sociology of the Global System, New York: Harvester Wheatsheaf, 1991.

19. Tomlinson, John, "Cultural Globalisation: Placing and Displacing the West", The Erupoean Journal of Development Research, Cilt: 8, Sayı: 2, s. 25-26.

20. Agy., s. 26-27.

21. Bauman, Zygmunt, Parçalanmış Hayat, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 112-113.

22. Chatterjee, Partha, Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Dsicourse, Minneapolis: University of Minnesota Press. Söz konusu literatürdeki tartışmalar için şu eserler önem arz ediyor: Prakash, Gyan, After Colonialism: Imperial Frontiers and
postcolonial displacements, Princeton, NJ: Princeton University Press, 1995; Spivak, G. Chakravorty, A Critique of Postcolonial Reason: Toward a History of the Vanishing Present, Cambridge: Harvard University Press, 1999.

23. Hurrell, Andrew ve Ngaire Woods, "Globalisation and Inequality", Millenium: Journal of International Studies, Cilt: 24, Sayı: 3, s. 447-470.

24. Agy., s. 450.

25. Fukuyama, Francis, "The End of History", National Interest, Sayı: 16, 1989, s. 3-18.

26. Keyman, Fuat, Agy., s. 114.