Giriş

20. yüzyıl siyasi, ekonomik, teknolojik ve sosyal gelişmelerin çok hızlı yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Özellikle teknolojik alandaki gelişmeler, buna bağlı olarak, ekonomik ve sosyal hayatı da değiştirmiş, daha önceki dönemlerde görülmemiş
imkanları insanlara sunmuştur. Bu asır biterken, tartışmaların ana eksenini küreselleşme kavramı oluşturmaktadır. Bu kavram, diğerlerinde olduğu gibi, dışımızdaki gelişmelerin bir sonucu olarak yaşantımıza girmiştir.

Küreselleşme, hakim bir ideolojik kavram olarak daha çok olumlu, sesleri çok fazla çıkmasa da karşıtlarınca olumsuz nitelemelerle kullanılmaktadır. Çoğunluğu oluşturan kesim, küreselleşmeyi insanlığın teknolojik, ekonomik ve sosyal birikimlerinin sonucu ve
şimdiye kadar görülmemiş imkanlar sunan, insanlığın geldiği son ve mükemmel nokta olarak görürken, karşıtları da bu kavramı kapitalist sömürü düzeninin küresel çapta uygulanması olarak görmektedir.

Küreselleşme: Liberalizmin Zaferi ya da Tarihin Sonu

Küreselleşme (globalization) 1980’li yıllarda hukuki, ekonomik ve teknolojik değişimlerin karmaşık etkileşimi sonucu ortaya çıkmış bir kavramdır. Kimilerine göre kurulan yeni dünya düzeninin adıdır. Kimilerine göre insanlığın gelişme sürecinde yaşaması
gereken kaçınılmaz bir olgudur. Bu olguyu savunanlar da karşıtları da küreselleşmenin bütün dünyayı her alanda etkilemekte olduğu hususunda müttefik görünmektedirler. Özellikle 1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra pek çok kişi tarafından yeni bir dünya düzeninin ortaya çıktığı
ve bütün ülkelerin bu düzene uymak zorunda kalacakları konusu sık sık vurgulanmaktadır.

Küreselleşme, tüm yer kürenin (ve onu çevreleyen uzayın) aynı ölçülerle değerlendirilen tek bir birim haline gelmesi anlamını taşımaktadır. Dünyayı daha küçük birimlere bölen sınırların önemi azalmakta, mahalli ayrımların karşıtlığı yumuşamakta,
birçok alanda tüm dünyayı kucaklayan kurumlar ortaya çıkmaktadır. Bu durumu mümkün kılan öğelerden en önemlisinin modern iletişim teknolojilerinin olduğu kesin. Bazıları bu teknolojilerin yer yer küreselleşmenin nedeni haline gelebildiklerini de belirtiyorlar. (Şahin, 15)

Küreselleşme kavramı son 20 senedir hayatımıza girmiş olsa da, gelişmeler bir anda ortaya çıkmış değildir. Bu sonuç bir dizi ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişme ve değişikliklerle gerçekleşmiştir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Marksist ve
sol ideolojinin, kapitalist dünya karşısında teslim olmasına yol açmıştı.

1960’lı yıllarda Kanadalı iletişim felsefecisi Marschall McLuhan çok önceleri kitle iletişim araçlarının, özellikle de televizyonun dünyayı küresel bir köye dönüştürebileceği yorumunda bulunmuştu.1 McLuhan’ın bu öngörüsü 30 sene sonra gerçekleşti.
Annaelle Screbernyi Mohammed’in yorumuyla "Doğu ve Batı arasındaki karşıt bloklar, uluslararası pazar, para ve medyaya kapılarını açıyordu. Almanya birleşmişti. Yeni ve genişleyen Avrupa rüya gibi bir hayali gerçekleştiriyordu. Küreselleşmenin merkezkaç kuvveti 1990’ların
en hızlı figürüydü." (Mattelart, 177-178)

Daha sonraları liberalizmin rakipsiz kalması sonucu bu konuda yeni teoriler üretildi. Bunlardan en meşhur olanı Francis Fukuyama’nın teorisidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve liberalizmin tüm dünyada hakimiyetini ilan etmesini Fukuyama 1989 yılında The
National Interest dergisinde yayınlandığı bir makalesinde "Tarihin sonu" teziyle formüle etmişti.

Fukuyama bu teziyle, "Son yıllarda hükümet sistemi olarak liberal demokrasinin meşruluğu üzerinde dünya çapında dikkate değer bir mutabakatın oluşmuş olduğunu ve aynı zamanda monarşi, faşizm ve son dönemde komünizm gibi rakip hakimiyet biçimlerinin
liberal demokrasiye mağlup olduklarının ortaya çıktığını" göstererek fikir yürütmeye devam etmiş ve liberal demokrasinin muhtemelen "insanlığın ideolojik evriminin son noktasını" ve "nihai hükümet biçimini" temsil ettiğini öne sürmüştü. (Fukuyama,
7) Bu teze göre liberal demokrasi ve dolayısıyla Batının temsil ettiği değerler insanlık tarihçesinde yazılmış "son nokta"ydı.

Liberalizmin karşısında hiç bir rakip tanımayan Fukuyama’ya göre diğer ideolojiler gibi "belli bir ahlak koduna ve politik ve sosyal adalet doktrinine sahip bütünsel bir ideoloji" olarak değerlendirdiği İslam’ın da liberalizm karşısında şansı
bulunmamaktaydı. Fukuyama "İslam’ın kültürel fetihler döneminin geçmişte kaldığını, yitirdiği bazı yandaşlarını geri kazanabileceğini, ama, Berlin, Tokyo veya Moskova’da genç insanlar üzerinde hiçbir yankı uyandıramayacağını" iddia etmekteydi. Fukuyama bu konuda
şöyle devam eder: "Bir milyar insanın -dünya nüfusunun beşte biri- İslam’ın renklerini taşıyan bir kültürde yaşamakta olmasına rağmen, İslam kendi alanında, fikirler alanında liberal demokrasi karşısına çıkamaz."2

80’li yıllara damgasını vuran ve sosyo-ekonomik yapıları temelinden sarsan liberal ekonomi-politikaların desteklediği tüketim toplumu vakıası, her türlü değerin ticari mekanizmalar aracılığıyla ortaya çıkarılması manasına gelmiştir. Artık "yeni bir
dünya düzeni"nden söz edilmektedir. 1980’lerde belirginleşen ve ulus-devlet yapısını olduğu kadar geleneksel dengeleri de değiştirip yerinde oynatarak yeni bir hiyerarşik yapılanmaya yol açan; bu yönüyle "yeni dünya düzeni" adını hak eden batı merkezli bu değişim,
dünya ekonomisinin tek bir bütün olmaya doğru yönelmesi anlamında "küreselleşme" (globalization) olarak adlandırılmaktadır. Tek bir dünya sistemine gidildiğini anlatan ve temel olarak iktisadi bir süreç olan küreselleşme, günümüzde üretim, ticaret, sermaye hareketleri
ve teknolojinin milletlerüstü bir özellik kazanarak "serbestleşmesi" ve dünya ekonomisiyle serbest ticaret ve yoğun işbölümü şartlarında "bütünleşmesi" olarak yaşanmaktadır. (Mattelart, 99)

Bu yeni düzen tabii olarak, Batı değerlerinin ve çıkarlarının gelişmemiş ülkeler aleyhine üstünlük kazanması manasına gelmektedir. Küreselleşme bir anlamda dünyanın tek bir pazar haline gelmesi ve bu pazarda üretim araçları ve sermayeyi elinde tutan ABD ve
Batı ülkelerinin diğerlerini sömürmesini netice vermektedir. Bu pazarda kuralları koyanlar da gene pazara hakim olanlardır.

Kapitalizmin Yeniden Yapılanması ve Yeni Sağ

1980’li yılların en önemli özelliklerinden biri de hala iki kutupluluğun devam ettiği dünyada, Batı bloğunda egemen olan kapitalist ekonomik yapının yeni bir değişime girmesi olmuştur. 80’li yıllara kadar kapitalizmin sosyal yönünü de gözönüne alan
politikalarla yürüten Batı, bu dönemde liberalizme yeni bir yorum getiren uygulamalara şahit olmaya başladı.

19. yüzyıl boyunca vahşi bir kapitalizmin egemen olduğu Batı, 1930’lu yıllarda karşılaştığı ekonomik kriz ve toplumsal tabanı olan güçlü sosyalist akımlar karşısında, sosyal yönü daha ağır basan ılımlı bir liberalizmi uygulamaya başladı. Bu anlayış
soğuk savaş döneminde 50 yıla yakın bir zaman devam etti. O dönemde en tehlikeli durum, bir ülkenin komünizmin pençesine düşmesiydi. Çünkü II. Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa ülkeleri, Çin, birçok Asya ülkesi, hatta ABD’nin burnunun dibi sayılan Küba komünist yönetimlere
geçmişti. Bu nedenle sosyal politikaların uygulanması çok önemliydi.

1970’li yıllara gelindiğinde ise özellikle ABD’de 19. yüzyıldaki vahşi kapitalizmi hatırlatan yeni liberal politikalar ve teoriler seslendirilmeye başladı. Batıdaki bu gelişmelerin kökeni 1970’li yılların sonu ve 1980’li yılların başında ABD’de
"muhafazakarlar"ın "piyasa ekonomisini kamu müdahalelerinden arındırma" düşüncesine dayanmaktadır. "Reagannomics" başkan Ronald Reagan dönemini tanımlayan ve daha serbestleştirilmiş bir dünya ekonomisi oluşturma amacına dönük politikalar demetini oluşturan
bu yeni ekonominin ilk adı olmuştur. Müşahhas uygulamalarını ABD ve daha sonra İngiltere’de Margaret Thatcher’le bulan bu politikalar, önce batı dünyasını etkiledi, ardından da komünizmin yıkılmasına yol açan süreçte önemli rol oynadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü küreselleşmenin
yaygınlaşmasını daha da hızlandırdı.

Aynı dönemde bir dizi gelişmekte olan ülkelerin borç ödeyemez duruma düşmesi, bunların uluslararası kredi kurumları IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hedeflenen politikalara sokulmasını sağlamıştır. Serbestleşme rüzgarı 80’lerin sonunda Sovyetler Birliği
ve Doğu Bloğunun parçalanmasına neden olmuştur. Bu ülkelerin politik ve ekonomik düzenlerinin alt üst olduğu 90’lı yıllarda koşulsuz serbest piyasa ekonomisi yanlısı ABD’li danışmanlar, aynı düzeni bunlara hiç olmazsa ismen kabul ettirmede etken olmuş ve birkaçı ağır dış
borçlu bu ülkelerin merkezin kredi kurumlarında borçlanabilmekten başka çareleri kalmamıştır. Böylece on yıl gibi kısa bir sürede, serbestleşme-küreselleşme akımı dünyanın küçümsenmeyecek kadar geniş bir alanına yayılmıştır. (Kazgan, 45-46)

Yeni sağ (yeni liberalizm veya yeni muhafazakarlık) adı verilen bu akım, 60’lı yılların başında üstünlük sağlayan "yeni sol" harekete tepki olarak ortaya çıkmıştır. Yeni sağ, genelde ekonomik hayat gibi siyasi hayatın da ferdi hürriyetler ve öncelik
sorunsalı etrafında oluştuğunu savunur. Bu yönde bir serbest pazar oluşturulması "minimal" devlet ile birlikte temel hedefi teşkil eder. Yeni sağın siyasi programı şu hususları kapsamaktadır: Programın giderek daha fazla hayati alanı kapsayacak şekilde genişlemesi,
ekonomide "aşırı" müdahaleden arınmış bir devletin oluşturulması; belirli grupların (örneğin ticari birlikler) gücünün azaltılması; kanun ve düzenin uygulanabilmesi için güçlü bir hükümetin oluşturulması. (Held, 243; Akdemir, 230-231)

Özellikle ABD ve İngiltere’de iktidara gelen hükümetlerin programlarını oluşturan bu politikalar, Avrupa’da kendisine müttefikler bulmakta gecikmemiştir. Bunun sonucunda, yeni sağ politikalar dünyadaki ekonomik gelişmeyi ve ülkelerin ekonomik politikaların da
etkileyerek, bu yeni anlayışın yaygınlık kazanmasını sağladı.

Bu hükümetler, grup politikalarına yönelmiş olanların çıkarlarını korumaya çalışan bürokratik devlet kuruluşlarının çoğalması nedeniyle "ferdi hürriyetlerin" azaldığını ısrarla vurgulamışlardır. Böylece kolektif iyiliğin (veya fertlerin
iyiliğinin) bir çok durumda yalnızca rekabetçi bir tecrit edilmişlik içinde davranan ve sektörel hedeflerini en düşük seviyede devlet müdahaleleriyle gerçekleştirmeye çalışan özel fertler eliyle gerçekleştirilebileceğini söyleyen klasik liberal doktrine bağlılıklarını
ortaya koymuşlardır. Pazara olan bu bağımlılık, liberalizm tarihinde diğer bir önemli yöne işaret etmektedir; düşünce, iş, ticaret ve aile hayatının gelişebileceği emniyetli bir temel oluşturabilmek için güçlü bir devlete olan ihtiyaç. Başka bir deyişle, burada eşzamanlı
olarak hem devlet faaliyetleri alanının sınırlandırılması, hem de devletin gücünün artırılmasına yönelik bir strateji söz konusuydu. (Held, 243-244; Akdemir, 232-233)

Fordizm ve Fordizm Sonrası Dönem

20. yüzyılın başında ünlü otomobil üreticisi Henry Ford’un başlattığı ve bir üretim biçimi olmanın dışında, hayatın her alanına yayılan bir anlayış haline gelen Fordizm’in,* gelişen teknoloji ve iletişimle birlikte etkisini kaybetmeye başlaması
küreselleşmeye zemin hazırlamıştır.3

Fordizm sadece ekonomik bir gelişme olarak anlaşılmamalıdır. Fordizmin yalnızca belli bir organizasyonu değil, bir hayat biçimini temsil etmesi gibi Postfordizm de küreselleşmeye zemin hazırlayan daha geniş ve daha derin bir siyasal ve kültürel gelişmenin özetidir.
Postfordizm üretim tarzının 21. yüzyılın başında yol açtığı dönüşüm alanları şöyle sıralanabilir:

Gelişmiş kapitalist ülkeler, yeni ortaya çıkan oluşumlar yoluyla, modern kitle toplumunu nitelendiren homojenlik, standardizasyon ve büyük ölçekli ekonomi ve organizasyonlar yerine giderek çeşitlilik, farklılaşma ve ayrışma gibi kavramlarla nitelenir olmuşlardı.
Bu ise modernite deneyimini 20. yüzyılın üçte ikisini kapsayan bir süreç itibarıyla tanımlayan "Fordizm"den "Postfordizme" yani Fordizm sonrası döneme olan dönüşümün özünü teşkil etmektedir. Ekonomik açıdan, bu dönüşümün temel özelliği, kitle üretiminin
dayandığı eski montaj işleminin yerine "esnek ihtisaslaşma"nın giderek güç kazanmasıdır. Küreselleşmenin tekamülünü düzenleyen ve tahrik eden her şeyden önce bu gelişmedir.

1. Ekonomik alanda üretim sürecinin esnekleşmesi,

2. Siyasal alanda güç yapılarının zayıflaması,

3. Kültürel çeşitliliğin artması,

4. İletişim alanında düzenlemenin etkisizleştirilmesi. (Akdemir, 213-230)

Görüldüğü gibi küreselleşme dediğimiz olgu, aslında insanlığın tekamül yolculuğunun her döneminde olduğu gibi ekonomik gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü özelde üretim biçimleri genelde ekonomi insanların sosyal ve siyasi gelişiminde
de önemli rol oynamaktadır. Nasıl gelişen buhar teknolojisiyle oluşan sanayi devrimi, köleliğin sonunu getirerek, bir işçi sınıfı meydana ortaya çıkarmışsa, iletişim ve enformasyon alanında meydana gelen gelişmeler de küreselleşmenin zeminini hazırlamıştır. Bu açıdan küreselleşme,
durdurulamaz, karşı konulamaz ve kaçınılmaz bir gelişme ve yaşanan bir vakıadır.

Küreselleşme ve Medya

Küreselleşmeyi, hızlandıran en önemli unsurlardan birisi, gelişen teknolojik yapı sonucunda ortaya çıkan kitle iletişim araçları, yani medyadır. 1980’lerden sonra uydu yayıncılığının gelişmesiyle, dünyanın her tarafına yayın yapabilen televizyonlar, coğrafi
ve siyasal sınırları da ortadan kaldırmıştır. Bu gelişmelere asrın sonuna doğru hızla gelişen ve yaygınlaşan kişisel bilgisayar ve internet şebekelerini de katarsak küresel çapta bir iletişim çağını yaşamakta olduğumuz görülmektedir.

McLuhan 1960’lı yıllarda özellikle televizyonun dünyayı küresel bir köye dönüştürebileceği hususundaki öngörüsü, soğuk savaş döneminin şartları, ekonomik sınırlamalar, teknolojinin yaygınlaştırılmasındaki kısıtlamalar ve kamu yayıncılığı gibi
faktörler yüzünden uzun süre gecikti. Fakat zaman, uzay ve coğrafi sınırlar sonunda ortadan kalkarak, küreselleşme vakıasını insanlığın gündemine koydu. (Wheeler, 178)

Mattelart’ın tabiriyle (97) "Küreselleşme günümüzde yaşanan bir olgu olmasına karşın, aynı zamanda kendi ideolojisini de oluşturmuştur." Bütün teknolojik imkânlar ve kitle iletişim araçları bu ideolojinin meşrulaştırılması ve kabul ettirilmesi
için çalışmaktadır.

İdeolojik soğuk savaşın bittiği kapitalizmin dünyanın tek hakimi olarak görüldüğü yeni dünya düzeni, düzenin hakimleri olan devletler ve uluslararası şirketler, medyayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Bu yüzden
Chomsky’ye göre (23) yeni medya düzeninde, medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını, yerleşik imtiyazları destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya kaynaşmış olan devletlerin ve şirketlerin
menfaatlerine hizmet etmektedir.

Bazılarına göre medyanın öylesine büyük bir etkileme gücü vardır ki, insanlara nasıl düşünmelerini ve davranmalarının uygun olacağını telkin edebilir. Çoğu kişiye göre kitle iletişim araçları, çeşitli bilgiler ve görüş açıları sunmak yerine,
hakikatin yanılsamalı bir biçimde algılanmasına yol açar. Bunlar, isteyerek olmasa bile bir noktaya kadar kültürel yabancılaşma ve toplumsal tekbiçimciliğe yol açabilirler ve dünyanın hiçbir parçası bu tehlikeden korunmuş değildir. (MacBride, 18)

Küreselleşme sadece ekonomik alanda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da tek biçimliliği getirmektedir. Bu durum kimi akademisyenlerce "McDonaldlaşma (Mc Donaldsizition) kavramıyla ifade edilmektedir.

İletişim teknolojisindeki gelişmeler, farklı kültürel oluşumlara da imkân tanımamaktadır. Aksine dünya çapında hakim, başat ve tek bir kültürün oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Bunun tipik örnekleri, dünyanın hemen her ülkesinde görülebilecek olan
televizyon yayınları, standartlaşmış film ve programlarla, tek bir dil kullanan bilgisayarlardır. Enformasyon teknikleri, kültür hizmetlerinin niteliğini tanımlayan ve üreten tekelleşmiş -tek merkezden yönlendirilen- bir kültür ve eğlence pazarının doğmasını sağlamaktadır. Bu
vakıa, insanların özgün kültürel çevreleriyle bağlantılarını sağlayan ve kültürel gelişmelerin özünü teşkil eden mekanizmaların hızla yok olmasına yol açmaktadır. (Hamelink, 21) Dünya televizyonlarındaki programlar büyük ölçüde ABD ve Hollywood kaynaklıdır. Amerikan
kültürü ve hayat tarzı tüm dünyada televizyon vasıtasıyla yaygınlaştırılmaktadır. Ve bu kültür, insanlara küreselleşme olarak sunulmaktadır. Bu kültürel tekbiçimcilikten en muhafazakar ve kapalı toplumlar bile kurtulamamaktadır.

Sonuç

İnsanlığın sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmesi içerisinde kaçınılmaz bir olgu olarak bütün dünyayı etkileyen "küreselleşme" her alanda oluşmuş yapıları ve anlayışları değişime uğratmaktadır. Küreselleşmenin olumlu veya olumsuz bir gelişme
olduğu tartışmaları bir tarafa, hiçbir ülke ve kurumun bunun etkisinden kurtulması mümkün olmayan bir gerçek haline geldiği bir vakıadır.

Bu nedenle öncelikle küreselleşmeyi bir vakıa olarak kabullenmek gerekmektedir. Küreselleşme, bazılarının iddia ettiği gibi liberalizmin zaferi veya insanlığın varacağı nihai nokta değildir. Bu tekamül kanununa da aykırı düşer. Küreselleşme beşerin
tarihi gelişme sürecindeki duraklardan biridir ve insanlık ister istemez, bu durakta bir süre bekleyecektir.

Risale-i Nur’da da belirtilen insanlığın gelişme evreleri olan; bedeviyet, ecir, esir devirleri nasıl yaşanmışsa, belki de ecir devri ile malikiyet devri arasındaki bir geçiş devresi olarak küreselleşme de yaşanacaktır.

İslam, insanlığın gelişme sürecindeki ekonomik ve sosyal gelişmelerden çok, bu gelişmeleri yaşayan insanların imani ve ahlaki konumuyla ilgilenmiştir. Mesela İslam’ın onaylamadığı bir kurum olan kölelik, o devrin şartları içinde bir üretim aracı ve
"esir devri"nin bir gereği olarak, kabul edilmiş, ahlaki çerçevedeki düzenlemelerle, adaletsizlik en aza indirilmesine çalışılmıştır. Ama ideal olarak insanlığın Allah’tan başka kimseye kul olmayacağı bir sistem (iyyakenabüdü ve iyyakenestain) öngörülmüştür.
Olaylara bakışımızdaki ülfet perdesini kaldırdığımızda aslında, ecir devrindeki belli bir maaş karşılığı zamanının büyük bir kısmını patronunun emrine veren "çalışan"ın, esir devrindeki "köle"den sadece statü olarak biraz daha iyi konumda olduğu görülecektir.
Malikiyet devri ise gerçek anlamda insanlığın ve İslam’ın tezahür ettiği bir zaman dilimi olacaktır.

Ayrıca küreselleşme, bizim dışımızda gerçekleşmiş, ama bizim de etkisinden kurtulamayacağımız bir vakıadır. Olumsuz pek çok yönü olmasına rağmen, olumlu tarafları da göz ardı edilmemeli ve bunun asıl maksat olan "insanların dünya ve ahiret mutluğunu
kazanmasına" ne şekilde katkılarda bulunabileceği konusunun düşünülmesi gerekmektedir.

Küreselleşme olumsuz taraflarına rağmen önümüze pek çok fırsatı da beraberinde sürmektedir. Yeni dünya düzeninde medya, bu düzenin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Kişisel bilgisayarların çok hızlı gelişimiyle, internet şebekeleri dünyayı bir köy
haline getirmiştir. Kitle iletişim alanındaki bu gelişmeler ve küreselleşme vakıası, insanlığın önüne her türlü bilgiye ulaşma açısından çok büyük imkânlar sunmaktadır.

Bu araçlar, beşerin fıtratına ve yaratılış amacına aykırı, pek çok sefaheti ve ahlaksızlığı yaydığı gibi, dünyanın en uzak köşelerinde, hayatında hiçbir Müslüman’la yüz yüze görüşmeden, insanların hidayetine vesile olabilmekte, dinler, kültürler
ve milletler arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanan önyargıları yıkabilmektedir. Bu kitle iletişim araçları insanların çoğunu, küresel düzenin hakimlerinin istediği şekilde yönlendirirken, pek çok gerçeğin de ortaya çıkması amacına hizmet edebilmektedir.

Küreselleşme, gözümüzü kapayarak, uzak kalabileceğimiz bir vakıa olmaktan çıkmıştır. Bütün insanlık ister istemez bu süreci yaşayacaktır. Önemli olan küreselleşen dünyada, her biri ayrı bir küre (alem) olan insanın bu dünyasını aydınlatabilmektir.
Küreselleşme bu konuda önemli imkanlar sunmaktadır.

1. "İ’lem Eyyühel Aziz! Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefîheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması,
ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur." (Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 105.)

2. Geçtiğimiz yıl 11 Eylül’de ABD’de meydana gelen uçak saldırıları sonrasında yaşanan gelişmeler, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin ve başka pek çok kimsenin seslendirdiği gibi, Batı’nın İslam’a bakışının nasıl aşağılayıcı ve küçük gören bir
tavırda olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde biten ideolojilerle birlikte bazılarının yeni bir düşman icat etme çabaları içinde olduğu ve bunun için terör ve şiddet kavramıyla birlikte kullanılarak İslam’ı hedef aldığı ortaya çıktı.

* Fordizm: Ünlü sanayici Henry Ford tarafından ortaya atılan ve işin verimini malların standartlaştırılması ve yeni bir iş örgütlenmesiyle artırmayı amaçlayan sınai örgütlenme ve etkinlik kuramı. (Larousse, 4196)

3. Çıktığı dönemde insanları o kadar etkilemiştir ki, 1932 yılında Aldous Huxley’in yazdığı Cesur Yeni Dünya isimli romanında, 600 yıldan fazla devam eden, Ford otomobillerin çıkışının insanlık tarihinde bir milat olarak görüldüğü, insanları
hazlara boğarak oluşturulan ve Fordizmin yeni bir din haline geldiği bir diktatörlük anlatılmaktadır. (Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, İthaki Yayınları, İstanbul 1999.)