The New Facet of The West and The Westernization: European Union

"Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet,
medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir.
Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz eder."

—Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, s. 61.

Giriş

Andrew Neidermann’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan "Devil’s Advocate"
(Şeytanın Avukatı-1997) adlı filmde geleneksellikten modernliğe, yerellikten
küreselliğe adım atmanın bireyi, aileyi ve bunların sahip olduğu değerleri
dönüştürme gücü işlenmişti. Filmde Gainesville adlı küçük yerleşim biriminde
başarılı, gururlu ve hırslı bir avukat olan Kevin Lomax’ın (Keanu Reeves)1
hayatı, aldığı bir davada müvekkilinin haksızlığından emin olması ve aynada
ruhuyla yüzleşmesinden sonra başlayan soyut anlatımla birlikte büyük dönüşüm
geçirmişti. Aynada yüzleşme sahnesinden sonra imgeli anlatımın başladığı filmde
Lomax kendini davayı kazanmış olarak görür. Bu büyük başarısı, merkezi modern ve
küresel bir şehir olan New York’ta bulunan Milton Chardwick Waters adlı
uluslararası hukuk şirketinden iş teklifi almasına neden olur. Devasa binalar,
büyük iş merkezleri, medyanın yoğun ilgisi, kariyer, eğlence, şöhret ve paranın
egemen olduğu New York Lomax ve eşinin başını döndürür. Bu şehirde sahip
oldukları hayat standartlarıyla amaçlarına ulaştıklarını düşünürler. Lomax’ın
olağanüstü iş performansı, medya ile ilişkileri, siyasiler ve iş adamları ile
yakın diyaloğu zamanla karısı ile olan bağlarının gevşemesine neden olur. Bu
arada şirketin sahibi olan John Milton (Al Pacino)2 da Lomax’ı avucunun içine
almıştır. Ancak Lomax’ın bunu geç fark etmesi pahalıya mal olur. Çünkü Milton
Lomax’ın aile düzenine de el atmıştır. Lomax’ın eşi bizzat John Milton’un
kurgusu üzerine şirketin çalışanlarının eşleri tarafından tüketim kölesi haline
getirilmiş, ev dekorasyonu, giyim, yeme-içme kültürü gibi baş döndürücü,
cazibedar yenilikler Bayan Lomax’ı zamanla ruh hastası haline getirmiştir. Bu
yüzden ruhunun sıkıldığını ve Gainesville’e geri dönmek istediğini sık sık
tekrarlamaya başlar. Yeni hayat tarzına ayak uyduramayan Bayan Lomax zaman zaman
halüsinasyonlar görmeye başlayınca bir akıl hastanesine yatırılır ve burada
intihar ederek yaşamına son verir. Bayan Lomax’ın ölümünden sonra Kevin’ın
muhafazakar bir Hıristiyan olan annesi Kevin’ın yaşamını alt üst edecek bazı
olaylardan söz eder. Buna göre Milton, Kevin’ın öz babasıdır ve Anne Lomax bu
"hakikat"ı Milton’dan çekindiği ve korktuğu için gizlemiştir. Bu haberi alan
Kevin, Milton’un yanına gider ve John Milton’un "şeytan" olduğunu, Kevin’ın
başarı ve kariyer öyküsünün bizzat Milton tarafından kurgulandığını öğrenir. Bu
yüzleşmeden sonra Milton Lomax’tan tek isteği olduğunu söyler: "Kevin’ın kanını
taşıyan bir çocuk vasıtasıyla neslini devam ettirmek." Zira Milton, Chardwick
Waters’un başına Kevin’ı getirip sistemini devam ettirmeyi düşünmektedir. Kevin
bu öneriyi özgür iradesini kullanarak3 geri çevirir ve intihar eder. Kevin’in
intihar etmesiyle birlikte Milton ve düzeni yok olur. Çünkü sistemin beka imkanı
Kevin’ın Milton’un önerisini kabul etmesine bağlıdır. Milton’un sisteminin yok
olmasından sonra başa dönen filmde Kevin başına gelebilecekleri bu bireysel
tecrübeyle öğrendiği için şöhret, kariyer ve parayı terk etme pahasına davadan
çekilir. Diğer insanlar Kevin’ın bunu niye yaptığını anlayamazlar ama Kevin
artık uyanmıştır. Sistemin çarklarının dönmesine yarayan "onursuz" bir vida
olmak yerine, onuruyla yaşamayı tercih eden mütevazı bir insan olmayı tercih
etmiştir.

***

Kevin Lomax’ın içine girmiş olduğu sisteme ne ad verirsek verelim dünya
siyasetinin, ekonomik dengelerin, uluslararası ilişkilerin ve bunlara bağlı
olarak insanlık değerlerinin Lomax’ın yaşadığı tecrübe ile çok benzer olduğunu
söylemek mümkündür. Yerellikten modernliğe, modernlikten de küreselliğe geçiş
sürecinde bireylerin ve ulusların bir sistemin temel mantığına göre dönüşüme
uğraması, sistemin kendi değerlerine uygun şekilde yayılmasını kolaylaştıran
argümanları üretmesi modern dünyanın oluşum sürecindeki siyasal, kültürel ve
ekonomik değişikliklerle benzerlikler taşımaktadır. Batı Avrupa’da ortaya çıkan,
oradan Kuzey Avrupa’ya yayılan, 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin
zayıflamasıyla birlikte de Balkanları, Afrika’yı, Ortadoğu’yu ve Asya’yı da
etkisi altına alan sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasal değişiklikler ulus
devletlerin egemen olduğu, Avrupa merkezli bir dünyayı meydana getirmiştir.
Yerellikten modernliğe ve küreselliğe geçişi ifade eden bu değişimi yönlendiren
ana dinamik ise insanlığın yaklaşık son 400 yıllık tarihine damgasını vurmuş
olan ulus devlet olgusudur.

Ulus devlet belirli sınırlara sahip toprak parçası üzerinde mutlak egemenliğe
sahip olan kurumu ifade etmektedir. Bu devletler belirli toprak parçası üzerinde
bağımsız ve otonomdurlar. Bu sınırlar içinde belirli bir düzeni oluşturabilmek
için meşru ceza yetkisine sahiptirler. Ayrıca toplum üzerindeki meşruiyetini
sağlayabilmek ve otoritesini devam ettirebilmek için insanların belli bir
türdeşliğe getirilmesi ulus devlet modelinde önemli bir unsurdur. Bu yüzden ulus
devletlerin doğumu ve gelişmesi yaşamı, toplum anlayışını, devlet-birey
ilişkilerini, ekonomiyi ve uluslararası ilişkilerin niteliğini büyük ölçüde
etkilemiştir. Öyle ki, ulus devlet modeline geçiş Avrupa’nın Hıristiyan
kimliğinde önemli dejenerasyon yaparak, kıtayı birbirinden bağımsız birçok
devletin yer aldığı bir arenaya çevirmiştir. Ulus devletlerin Avrupa ve diğer
coğrafyalar için bir diğer önemi, bu devlet modellerinin Avrupalıların ekonomik
zenginliğinde önemli rol oynamış olmaları, sermaye birikimini ve ekonomik çıkarı
arttırmayı öngören politikalarla büyümeyi bizzat yönlendirmeleridir. Bu süreçten
sonra da dünya ekonomisinin ve siyasetinin bizzat yönlendiricisi olmuşlardır.

18. yüzyıldan itibaren ulus devlet modelli Avrupa’nın dünya siyasetinde tek söz
sahibi haline gelmesi, Avrupa’nın ulaşmış olduğu ekonomik, teknik ve bilimsel
seviye, bu seviyenin vaat ettiği cazibedar yaşam standartları dünyanın diğer
coğrafyalarındaki Avrupa hegemonyasının önemli unsurlarından birisi olmuştur.
İlerleyen yıllarda Avrupa’nın maddi yönden gelişmesine neden olan reform,
aydınlanma, hümanizm, laikleşme, ekonomik, kültürel ve siyasal modernite gibi
olgular zihinlerde evrensel norm haline gelmiştir. Sanatta, fende, teknolojide,
sosyal bilimlerde, tüketim alışkanlıklarında, imajda kısaca hayata nüfuz eden
her alanda Avrupa medeniyeti merkeze yerleşmiştir ve inşa edici bir rol
oynamıştır.

Batı Avrupa’nın kendine özgü sosyo-kültürel süreci içinde ortaya çıkan ulus
devlet olgusu 20. yüzyılla birlikte globalleşmiş ve dünyanın hemen hemen her
bölgesine ulaşmıştır. 20. yüzyıla kadar Doğu’nun siyasal istikrarını elinde
bulunduran ve kontrol eden Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecine girmesinde
ulusal hareketlerin oynadığı rol göz önüne getirilirse, İslam dünyasında da
uluslaşma sürecinin yeni baştan inşa edici rol oynadığı kolaylıkla
görülebilecektir. Çağlar Keyder’in belirttiği gibi Osmanlı Devleti’nin
dağılışında doğrudan rol oynayan etkenlerden birisi, Avrupa kapitalizmi ile
bütünleşmeye çalışan ulusal hareketlerin ortaya çıkması ve devletin bu siyasal
sürecin önüne geçememesidir.4 Hint Hilafet Hareketinin öncülerinden olan
Muhammed Ali’nin hilafetin kaldırılmasından sonra söylemiş olduğu, "Allah insanı
yarattı, Şeytan da ulusu" sözü uluslaşma sürecinin dünya düzleminde ne kadar
inşa edici rol oynadığını izah etmektedir.5 Modern dünyayı doğuran ve Avrupa
hegemonyasını devam ettiren temel unsur ulus devlet olgusudur.

Avrupa’nın ve Avrupa’yı oluşturan sosyo-kültürel ve ekonomik dinamiklerin
insanlığın neredeyse son beş yüz yıllık tarihine damgasını vurması, bu
coğrafyanın iç dinamiklerine göre sürekli değişmesinin, halden hale girmesinin,
siyasi, bilimsel, ekonomik, dini ve kültürel hareketlerin ürünüdür. İlber
Ortaylı’nın deyimiyle birbirinden farklı onlarca etnik kökenden oluşan, ortak
dili, dini ve kısmen kültürü olmasına rağmen sürekli savaşan, çatışan, bölünen,
ihtilal çıkaran Avrupa, diğer coğrafyalardan daha önce değişimin farkına varmış,
değişime müdahale etmiştir. Tarih tecrübesinden ötürü insan fıtratına
güvenmemiş, insan sevgisini, fikir özgürlüğünü, bireysel girişimi, siyasal
yapılanmayı kurumsallaştırarak güvence altına almıştır.6

Avrupa tarih boyunca savaşlara, rekabete, ihtilallere, etnik ve dini
farklılıklara sahne olmuş karmaşık bir tarihsel olgudur. Bu yüzden Avrupa
dediğimiz zaman tek bir olgudan bahsetmediğimiz ifade edilmelidir. Bu bağlamda
Bediüzzaman’ın 1920’li yıllarda Avrupa’yı oluşturan medeniyet ve zihni yapıyı
"Avrupa ikidir"7 şeklinde sınıflandırması ve bu tasnifinde Avrupa’nın dünya
genelinde yapmış olduğu zulüm ve sömürgecilik gibi olumsuzluklar içinden müsbet
manalar ifade eden bir Avrupa görebilmesi, Avrupa’nın heterojen kültürlü,
değişken, fenalıkları ve güzellikleri aynı anda bünyesinde barındıran karmaşık
bir medeniyet olduğunu öğretmektedir. Bu tanım Doğu’nun bütün sıkıntılarının
bizzat içinde olan, düşünen, çözüm üreten aksiyoner bir İslam aliminin Avrupa
görüşüdür. Batı’dan birisi olan Edgar Morin de Bediüzzaman’ın karmaşık yapılı,
zıtlıkları bünyesinde barındıran Avrupa tanımına yakın bir tanımda bulunur. 1987
yılında yazdığı "Avrupa’yı Düşünmek" adlı eserinde Avrupa tanımı yapmanın
zorluğuna dikkat çekerek, hukukun yanında hukuksuzluğun ve kaba kuvvetin,
demokrasinin yanında zulmün ve istibdadın, maneviyatçılığın yanında maddeciliğin
Avrupa kültüründe yer aldığını belirtir.8 Bu yüzden Avrupa’yı soğukkanlı bir
şekilde değerlendirmek, cazibesine kapılmadan sorgulamak, hangi siyasal,
ekonomik ve kültürel aşamalardan geçerek dünyayı inşa ettiğini belirlemek
önemlidir. Çünkü yaşamın hemen her alanında Avrupa’yı oluşturan medeniyetin
etkileri hissedilmektedir. İkinci olarak, Avrupa medeniyetinin ve modern
dünyanın en önemli unsurlarından birisi olan ulus devletli Avrupa modelinin
aşınmaya uğradığı bir zaman diliminde, bu değişimin Batı’nın hangi yüzünü
yansıttığını belirlemek, tarihsel ilerlemenin hangi yönde olduğunu ortaya koymak
bakımından faydalı olacaktır. Dünya savaşlarından sonra Batı’nın tek bir blok
olmaktan uzaklaştığı, insan hakları ve demokratikleşmeyi ön plana çıkaran
kurumsallaşmanın hangi Avrupa’yı temsil ettiği sorgulanmalıdır. Burada
Bediüzzaman’ın iki siyasi öngörüsü ve tarihsel ilerleme anlayışı ana ekseni
oluşturacaktır. Birinci eksen Sünuhat’taki "Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun
ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf
edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz eder"9 şeklindeki
tarih ve medeniyet yorumudur.

İkinci eksen ise Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Savaşından sonra dünya genelindeki
zihniyet değişimi ve bu değişimin insanlık değerlerini esas alan, barışı tesis
eden yeniliklerin öncülü olacağı şeklindeki yorumudur. Dünya savaşlarının bütün
dünyada neden olduğu kan, gözyaşı, tahribat gibi negatif etkilerin zihniyet
değişimine neden olduğuna, dünya hayatının faniliğini ön plana çıkardığına
işaret eden Bediüzzaman’a göre insanlığın bundan sonraki asıl hedefi ebedi
mutluluğu aramak olacaktır.10 Bu iki eksen göz önüne getirildiği takdirde şöyle
bir sonuca ulaşabiliriz: Bediüzzaman’a göre Batı medeniyeti denilen tarihsel
olgu kendi kendini eleştirerek, menfiliklerinden arınarak, yani geçmişinden ders
alarak dönüşecektir. Bu değişim yine Batı merkezli olacaktır. Ancak ilerleme
"hak ve hakikat" ekseninde olacak ve yavaş yavaş gerçekleşecektir. İkinci olarak
dünya savaşlarından- özellikle ikinci dünya savaşından- sonra Batı’daki büyük
değişime dikkat etmek gerektiğidir. Batı’nın tek bir blok olmaktan uzaklaştığı
bu dönemde insan hakları, demokratikleşme, özgürlük, sosyal ve ekonomik adalet
gibi ilkelerin Batı merkezli siyasal gelişmelerden ötürü yavaş yavaş evrensel
ilkeler haline gelmesi ve yatay şekilde dünyanın diğer coğrafyalarında da bu
ilkelerin etkilerinin hissedilmesi Batı medeniyetinin geçmişinden
farklılaştığının işaretidir. Bu yüzden öncelikle Avrupa’nın tarih içinde
geçirdiği değişime ve Avrupalılık olgusunun tarihte ne ifade ettiğine dikkat
çekmek gerekmektedir. Ardından, Avrupalıların başlattığı iki dünya savaşından
sonra Avrupa Birliği dediğimiz entegrasyonunun Avrupa’yı ne hale getirdiği, bu
entegrasyonun kıta genelinde neleri değiştirdiği, hukuki ve siyasal değişimin
Avrupa’nın hangi yüzünü yansıttığı işlenecektir. Son olarak, henüz tamamlanmamış
bir entegrasyon olan AB’nin devletlerarası ilişkileri ve iç hukuku nasıl
etkilediğini görmek için Türkiye-AB ilişkilerine göz atılacak, bu ilişkilerin
Türkiye’ye neler getirdiği, neler götürdüğü ortaya konmaya çalışılacaktır.
Böylece "Batı’da bir değişim var mı?" şeklindeki sorunun sağlaması Türkiye-AB
ilişkileriyle ortaya konmaya çalışılacaktır.

A- Tarih İçinde Avrupalılık Olgusu

Avrupa sözcüğü en genel anlamıyla coğrafi, siyasi, kültürel ve ekonomik bir alan
olarak ifade edilmektedir. Ancak modern dünyanın kurulmasında oynadığı etkin rol
Avrupa’nın yalnızca bu unsurlarla ifade edilemeyeceğini göstermektedir.
Avrupa’nın kökenlerine ilişkin en çok kabul gören görüş bu coğrafyanın ve
medeniyetin Yunan-Roma, Hıristiyanlık ve Yahudilik geleneklerinin ortak sentezi
olduğudur. Avrupa sözcüğünün kökeni de Yunan mitolojisinden mülhemdir.
Mitolojiye göre Europa, eski Fenike bölgesinde (bugünkü Lübnan) Sur şehri kralı
olan Agenor’un kızıdır. Zeus Europa’ya aşık olur ve O’nu Girit adasına kaçırır.
Zeus’tan bir sürü erkek evladı olan Europa bir süre sonra Girit Kralı ile
evlenir ve bir daha Ege Denizinin doğusuna düşen anayurduna dönmez. Avrupa
sözcüğü mitolojideki bu anlamından sıyrılarak zamanla bir coğrafya ve bir mekan
anlamına dönüşür. Europa, bütün Yunan hinterlandını ifade ederken, Yunan
kolonilerinin yayılmasıyla birlikte Yunanistan’ın kuzeyi ve batısı da Avrupa
(Europa) adıyla anılmaya başlanır.11

Avrupa kelimesinin coğrafi anlamını aşarak, siyasal ve kültürel anlam ifade
etmesi ve Hıristiyanlıkla neredeyse özdeşleşmesinde Roma İmparatorluğu’nun
Hıristiyanlığı resmi din haline getirmesi önemli rol oynamıştır. Roma’nın
Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte bütün Avrupa’da Hıristiyanlık hızla
yayılmaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din haline
getirmesiyle birlikte Yunan mitolojisinden kaynaklanan ritüeller ile Hıristiyan
öğretiler birleşmiş ve ortaya yeni bir sentez çıkmıştır. Bu sentez Hıristiyan
kimliği ön plana çıkarmış ve kıtayı "Hıristiyan ülkesi" (Christendom) haline
getirecek koşulları oluşturmaya başlamıştır.

Germen kavimlerin kuzeyden güneye, doğudan batıya doğru Roma İmparatorluğu
sınırlarına saldırması ve neticede Batı Roma İmparatorluğunun dağılması bile
Roma-Hıristiyan sentezini ortadan kaldıramamıştır. Roma eyaletlerinin birçoğunda
Cermen Krallıklarının kurulmasına rağmen Roma-Hıristiyan medeniyeti
Müslümanların Akdeniz’i bir "Müslüman Gölü" haline getirmesine kadar varlığını
ve üstünlüğünü devam ettirmiştir. Roma medeniyetini oluşturan kilise, dil,
kurumsal yapılar, ekonomik zihniyet ve hukuk Roma’nın dağılmasından sonra bile
devam etmiştir. Henri Pirenne’in deyimiyle Roma uygarlığı, Roma egemenliğinden
çok daha uzun sürmüştür.12

Avrupa’nın ekonomik ve siyasal gücünü devam ettiren, doğu-batı arası ulaşım,
ticaret ve haberleşmeyi sağlayan Akdeniz’in 8. yüzyıllardan itibaren
Müslümanların kontrolüne geçmesi Avrupa tarihinde ve bilincinde bir dönüm
noktası olmuştur. Avrupa’nın doğusu ile batısını yakınlaştırma işlevi gören
Akdeniz, bundan böyle doğu ve batıyı ayıracaktır.13 Akdeniz hakimiyetinin
Müslümanların eline geçmesi Avrupa’nın merkezini batıya doğru kaydırmıştır. Bu
dönemden itibaren kendi içine kapalı, dış ilişkilerden kopuk, dış pazarları
olmayan, kendine yetecek kadar üreten bir Avrupa ortaya çıkmıştır. Bu dönemde
Şarlman’ın Roma İmparatorluğu mirası üzerine kurulan Kutsal Roma
İmparatorluğunun başına geçmesi (800) Avrupalılığın oluşumunda önemli bir aşama
olarak kabul edilir. Şarlman ile birlikte Avrupa’da yeni bir kültürel ortam
doğar. Bu dönemde Şarlman kilise ile sıkı bir ilişki kurar ve dil, edebiyat, örf
ve adetler, kurumlar ve devlet yapılanması kilise öğretilerine uydurulur.14
Akdeniz coğrafyasında ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kaybeden Avrupa
Hıristiyanlığa sarılır. Henri Pirenne Akdeniz üstünlüğünü kaybeden Avrupa’nın
içe dönmesini ve yeniden yapılanmasını "Hz. Muhammed olmasaydı Şarlman
düşünülemezdi"15 şeklinde ifade eder. Hıristiyanlaşma sürecinin en önemli delili
kıta üzerindeki bütün otorite birimlerinin (İmparatorluk, Katolik Kilisesi ve
çok sayıdaki yerel otoritelerin) kendilerini Hıristiyanlık Ülkesi’nin
(Respublica Christiana) bir parçası olarak tanımlamalarıdır.16 Bütün Ortaçağa
hakim olan zihniyet de aşağı yukarı budur: Avrupa kimliğinin Hıristiyanlıkla
özdeşliği. Bugün Avrupa Birliğinin "Hıristiyanlar Birliği" olması gerektiğini
savunanların düşünsel temelleri de bu dönemden beslenir. Bu görüşe göre
Avrupa’nın bu dönemi Avrupa’nın ve Avrupalılığın altın çağıdır.17

Akdeniz üzerindeki hakimiyetini kaybeden Avrupa’da ticari faaliyetlerin
zaruretten ötürü kuzeybatıya kayması, ekonomik faaliyetlerin yeni görünüm
kazanmasını sağlamıştır. Bu dönemde Avrupa kara ticaretine ağırlık vermiştir.
Edgar Morin’in deyimiyle Avrupa ekonomisi artık suya bağlı olmaktan çıkmıştır,
zaruretler kara ticaretini ortaya çıkarmıştır.18 Bu tarihi dönüşüm yeni siyasal
ve toplumsal düzeni oluşturacak olan feodal sistemin ortaya çıkmasını
geciktirmemiştir.19 Feodal düzen ile birlikte de toplumun ve ekonominin temelini
belirleyen temel etkenlerden birisi toprak sahipleri olacaktır. Bu dönüşüm
imparatorluk sınırları içinde prenslik, baronluk, lordluk gibi yüzlerce yerel
otoritelerin doğmasına yol açmıştır. Uzun bir süre Avrupa köylüleri toprak
sahibi soyluların ve mutaassıp kilisenin baskısı altında yaşayacaklardır. Bu
dönemde Avrupa bireyi neredeyse bir hiçtir. Feodal toplum düzeni ancak 18.
yüzyıldaki siyasal gelişmelerden dolayı tamamıyla çözülecektir.20

Avrupa’da 10. yüzyıldan itibaren kültürel ve ekonomik hayatta canlanmalar,
ilerlemeler görülür. 11. yüzyılda Müslüman-Hıristiyan savaşını oluşturan Haçlı
Seferleri başlar. Bu savaşlar hem kilisenin Avrupa bireyi üzerindeki etkisini,
hem de Avrupalıların toparlanma sürecine girdiğini, yeni arayışlar içinde
olduklarını göstermektedir. Kendi kabuğundan çıkan, yeni pazarlar arayan
Avrupa’nın en büyük ötekisi İslam’dır. Bu dönemden itibaren Avrupa’da toplumsal
ve ekonomik yapı yeni bir sürece girecektir. Bu değişimde Haçlı Seferleri
sonunda tekrar canlanan doğu-batı ticareti önemli bir rol oynamıştır. Avrupa’nın
güneyinde (İtalyan Cumhuriyetlerinde) örnekleri görülen ticaret şehirlerinin
doğu-batı ticaretini tekrar canlandırması ve Akdeniz’i kontrol altına almaya
başlaması üzerine ekonomi canlanmıştır. Güney Avrupa’daki girişimciler yavaş
yavaş Avrupa’nın diğer bölgelerine yatırım yapmaya başlayınca yepyeni bir
toplumsal yapıya doğru ilerleme başlayacaktır. Üretim ve ticaret canlanır.
Feodal sistemin içe kapalı ekonomisi, yerini büyük fuarların bünyesinde oluşan
pazar ekonomisine bırakmaya başlar. Avrupa’da sermaye rekabetinin ilk
belirtileri ortaya çıkar. Ekonomi tarihçisi Henri See bu gelişmelerin
sermayeciliğin ve seri üretim ekonomisinin ilk belirtileri olduğunu ifade
etmektedir.21 Bu gelişmeler Avrupalıları çok daha canlı bir yaşam tarzının içine
itmiştir. Artık üretim yalnız yerel değildir, dış pazarlara yönelme başlamıştır.
Ekonomik gelişme, günlük hayatta ve toplumsal sınıflarda değişiklikler yapmaya
başlayacaktır. Toprağa bağlı yaşam tarzı değişmeye başlamış, feodal sistemin
katı yapısı yerini daha esnek modellere bırakmıştır. Ticari kentler hızla
artmaya başlamıştır. Bu kentlerin yaşam standartları ve değer yargıları
kentlerde yaşamayan köylüleri cezbetmiş ve buraların da yaşam standardını
değiştirmiştir. Ekonomik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan ticari kentler
Avrupa’nın ve Avrupa bireyinin değişiminde itici rol oynamıştır. Bu kent
kültürleri, toplumsal değişmenin hem öncüsü, hem de belirleyicisi olmuşlardır.
Özellikle ortaya çıkan tacir sınıfı kilise ile sürdürülen geleneksel ilişkilerin
değişmesine neden olmuş ve kendilerine ait bir yaşam standardı oluşturmuşlardır.
Yani Avrupa tacirlerin ve ekonomik gelişmelerin neticelerine bağlı olarak
değişmeye başlamıştır.

Avrupa 15. yüzyıldan itibaren yeni bir sürece girmiştir. Bu dönemden itibaren
yaşanan gelişmeler Ortaçağ Avrupasının sosyo-kültürel yapısını dönüştürerek
yepyeni bir Avrupa üretmiştir. Öncelikle imparatorluklar çözülme sürecine girmiş
ve ulus-devletlerin temeli kabul edilen krallıklar ve hanedanlıklar bu dönemden
itibaren tüm Avrupa’da yayılmaya başlamıştır. Papalık ve İmparatorluk evrensel
otoritelik vasıflarını yitirmiş ve yetkilerini ileride ulus devletlere dönüşecek
olan krallıklara devretmişlerdir.22 Bu büyük dönüşüm yalnızca yönetimdeki
otorite değişikliği olgusu ile açıklanamaz. Birbirini besleyen birçok faktör
mevcuttur. Bunlardan en önemlileri Hümanizm, Rönesans ve Reform sonrası ortaya
çıkan laikleşme, coğrafi keşifler ve sonrasında elde edilen dev sermaye,
bilimsel yenilikler, Aydınlanma Hareketleri ve Endüstri devrimleridir. Ancak
imparatorlukların çözülmesi ve kilisenin ulusallaştırılması, bu olgunun da tüm
Avrupa’ya yayılması, geleneksel otoritelerin ortadan kalkmasına, toplumsal
sınıfların yeni yüz kazanmalarına neden olduğu için değişime ivme kazandıran
motor güç ulus devlet olgusudur.23

Avrupalılığın şekillenmesinde dönüm noktalarından birisi Hümanizm, Rönesans ve
Reform hareketleri sonucunda Avrupa’da Katolik kilisesinin otoritesinin
sarsılmasıdır. İtalya’da ortaya çıkan düşünsel ve bilimsel ilerlemeler ticaret
ve matbaa vasıtasıyla Avrupa’nın diğer bölgelerine de yayılmıştır. Bu zihinsel
canlılık Avrupalıların insanın eylemci vasfını keşfetmelerine, kilise öğretileri
dışındaki düşüncenin gelişmesine neden olmuştur. Reform ile birlikte milli
kiliseler kurulmaya başlamış ve kilise geleneksel etkinliğini yitirerek ulusun
ve devletin hizmetine girmiştir. Bu değişim Avrupalıların kimlik oluşum
sürecinde çok önemli bir aşamadır. Katolik Kilisesinin bireysel girişimi, mal
biriktirmeyi, özgür düşünceyi kısıtlayan uygulamaları, yerini bireysel girişimi
ve kâr etmeyi, kapitalist ekonomiyi destekleyen Protestanlığa bırakmıştır.
Protestanlığın aşağı yukarı bütün mezheplerinde kazancın kutsallığına atıf yapan
görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.24 Bundan böyle Avrupalılar bireysel
girişiminde "kilise baskısı" gibi sermaye birikimini engelleyen bir baskı
mekanizmasıyla karşılaşmamışlardır. Ekonomi zihniyeti Katolik öğretiden
arındırılmıştır. Tabii ki, Avrupalı birey de kilise ile olan bağlarını iyice
gevşetmiştir.

15. yüzyılın sonlarında başlayan coğrafi keşifler ve Avrupalıların denizaşırı
genişlemesi Avrupalılık olgusunun yeni anlamlar kazanmasına neden olan önemli
faktörlerden birisidir. Coğrafi Keşiflerden sonra sermaye birikimi,
sömürgeciliğin devamını sağlayan kurumsallaşma ve deniz aşırı ticari faaliyetler
Avrupa’lı devletlerin güç ve hakimiyeti üzerine kurulu bir dünya düzenine neden
olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren görülen sömürgecilik ve deniz ticareti
sayesinde Uzakdoğu ve tropikal bölgedeki ülkelerden elde edilen -özellikle gümüş
ve altından- çok yüksek miktarda sermaye Avrupa piyasalarına girmiştir.
Portekizlilerin ve İspanyolların başlattığı Okyanus Seferleri ve bu seferler
sonucunda elde edilen yüksek kâr, Avrupa sermayesinin ve zenginliğinin önemli
kaynaklarındandır.25 Kolonyal ticaret anayurdu zenginleştirmiş, Avrupa
tüccarlarının servet edinmesine neden olmuştur.26 Bu ekonomik zenginlikten sonra
Avrupalılık olgusu küresel nüfuz ve kültürel üstünlük iddiasıyla birlikte
şekillenmeye başlayacaktır.

Avrupa’da Rönesans, Reform ve denizaşırı genişlemeden sonra Avrupalılık,
yalnızca Hıristiyanlıkla açıklanan bir olgu olmaktan uzaklaşmıştır. Toplumsal
yapının çözülmesine paralel olarak Avrupalılar kendilerini Hıristiyan
kimliğinden farklı şekillerde de tanımlamaya başlamışlardır. Artık
Hıristiyanlığın yanında dünyevi tanımlamalar da yer almaya başlayacaktır. Bu
değişim ulus devlet yapılanmalarının iyice yaygınlaştığı bir döneme
rastlamaktadır. Kimlik tanımlamada Hıristiyanlığın yanında Avrupa terimi bu
dönemde kullanılmaya başlanmıştır. İlkin Batı Avrupa bölgesinde kullanılan
Avrupa terimi zamanla Doğu Avrupa’yı da içine almıştır. 1630-1660’lı yıllarda
Hıristiyan dünyası yerini Avrupa sözcüğüne terk etmiştir.27 Avrupa sözcüğü de
zamanla dönüşecek ve "Medeniyet" (uygarlık) terimiyle ifade edilmeye
başlanacaktır. 1766’da basılan bir kitapta uygarlık (civilisation) kelimesi ilk
defa kullanılır. Bu kelime fikri, teknik, ahlaki ve içtimai terakki (din dışı
terakki) manasında kullanılmıştır. Kelimenin ifade ettiği anlamları da
Avrupalılar inhisarları altına almışlardır.28 Avrupa ekonomisinin 1800’lü
yıllardan itibaren küreselleşmeye başlaması ise Batı uygarlığı kavramının dünya
genelinde yaygınlaşmasını ve Avrupalıların bunu siyasal hegemonya vasıtası
olarak kullanmalarına kolaylık sağlamıştır.

Avrupa ekonomik yönden güçlendikçe kendi içinde de kültürel değişmeler
yaşamıştır. 19. yüzyıldan itibaren İngiltere’nin siyasi ve ekonomik egemenliği
altında yaşayan Avrupa, serbest ticaret rejiminin yaygınlaşmasıyla birlikte
toplumsal yaşamda, aile düzeninde, işgücünün organizasyonunda, kentleşmede,
tarımsal yapılarda büyük dönüşüm yaşamıştır. Bu dönem "yaşamda devrim"
(revolution of life) olarak adlandırılmaktadır.29 Kendi bünyesinde sanayileşmeye
paralel olarak geçmişi ile bağlarını koparan Avrupalılık, Doğu’da hakimiyet,
hükmetme, üstünlük imajıyla ortaya çıkmıştır.

Buraya kadar çerçevesi çizilen dinamiklere göre doğmuş olan Avrupalı, değişen
siyasal dengeler, uluslararası rekabet, yeni pazar ve sömürge arayışı, doymak
bilmez iştah, ötekileştirme siyaseti ve milliyetçilik gibi nedenlerden ötürü 20.
yüzyıla, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, tarihin hiçbir döneminde
görülmemiş şekilde kan dökülen, kültürleri mahveden, asker sivil ayrımını
ortadan kaldıran, hak, özgürlük, insanlık gibi değerleri hiçe sayan iki büyük
savaşı sığdırmıştır. Popüler ulusal kinlerin ilk defa bir politika aracı olarak
kasıtlı bir biçimde alevlendirildiği, yalnız askeri kuvvetler arasında cereyan
etmeyen, düşmanın her ferdini cezalandırmayı amaç edinen küresel vahşet ortaya
çıkmıştır.30 Bediüzzaman, bu iki büyük savaşı Avrupalıların kimlik oluşum süreci
çerçevesinde yorumlar. 20. yüzyıla kadar ki siyasal, kültürel ve sosyal
çatışmalardan oluşan Avrupa medeniyetinin (Avrupalılık olgusunun) günahının
sevabını aştığını belirten Bediüzzaman, bütün dünyayı kana bulayan dünya
harplerinin bu medeniyetin sosyal patlaması olduğunu ifade etmektedir.31 Yazının
bundan sonraki kısmı Batı medeniyetinin sosyal patlaması olarak
değerlendirdiğimiz dünya savaşlarının Batı’yı nasıl etkilediği, insanlığa neler
getirdiği üzerinedir. Burada temel çıkış noktamız Bediüzzaman’ın İkinci Dünya
Savaşının dünya genelinde zihinleri sarstığı, bu afetten sonra insanlığın ebedi
mutluluk arayışı içine gireceği yönündeki yorumu olacaktır.32 Bu sebeple dünya
savaşları sonrasında ortaya çıkan siyasi tabloların, hukuki gelişmelerin ve
entegrasyon projelerinin bu değişime yaptığı katkılara dikkat çekilecektir.

1. Uluslararası İlişkilerde Değişim ve Avrupa

Avrupa’da 15. yüzyıldan itibaren "Hıristiyan Birliği"nin (Respublica Christiana)
çözülmesine paralel olarak ortaya çıkan ulus devletler, ana eksenini "güç
dengesi"nin oluşturduğu anarşik uluslararası ilişkilerin ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Ulus devlet egemenliğinin her otoritenin üzerinde, kendi başına bir
birim olduğu bu sistemde uluslararası ilişkiler daha fazla güce sahip olan
devletin kontrolünde gelişme göstermiştir. Askeri ve ekonomik alanda güçlü olan
devletler diğer devletler üzerinde ekonomik ve siyasi hakimiyet kurmuşlardır. Bu
yapı Avrupalıların uluslaşma, dinsizleşme ve sömürgeciliğiyle eş zamanlı
gelişmiş ve Avrupa’nın global hakimiyeti ile sonuçlanmıştır. 19. yüzyılda
İngiltere devletlerarası ilişkileri yönlendiren güç olmuştur. Dünya savaşları
ise bu güçler dengesinde kırılma olmasına neden olmuştur. Birinci Dünya
Savaşından sonra ağırlığı hissedilmeye başlayan ABD İngiltere’nin yerini alarak
merkezi bir konum edinmiş, devletlerarası ilişkileri yönlendiren süper güç
haline gelmiştir. Dünya savaşlarının güçler dengesi konusunda yaptığı bu
dönüşümün yanısıra uluslararası ilişkilerde barışın tesis edilmesi yönündeki
girişimleri hızlandıran bir etkisinin olduğu da görülmektedir.

2. İki Dünya Savaşı Arasında Evrensel Barış Girişimleri

Birinci Dünya Savaşından sonra devletlerarası ilişkilerin savaşı önleyici ve
barışı tesis edici bir eksene oturtulması amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti
(1920) insan eksenli uluslararası kurumsallaşmanın ilk örneklerinden biridir.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’un öncülüğünde kurulan
Milletler Cemiyeti, ulusal sistemin demokrasi prensibi etrafında örgütlenmesini,
uluslararası sistemin ise "açık diplomasi" ve "uluslararası kurumsallaşma"
prensiplerine göre düzenlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bu cemiyet uluslararası
ilişkilerin o güne kadar hakim olan "güç" ilkesi (Realizm)33 yerine kolektif
güvenlik ve barışı ön plana çıkarmayı amaç edinen ilkelerin uygulanmasını esas
almıştır. Bu girişimlerle dünya genelinde barışın tesis edileceği ve her
milletin kendini güvende hissedeceği uluslararası sistemin doğacağı umut
edilmiştir. Ancak, Milletler Cemiyetinin savaştan artakalan imparatorlukları
tasfiyeyi öngörerek ulus devlet yapısını güçlendirmesi, savaş galibi devletlerin
çıkarlarını ön planda tutması, barış antlaşmalarının kaybeden devletlere
yüklediği ağır tazminatlar Milletler Cemiyeti’nin arzu edilen neticeleri
gerçekleştirmede yeterince ciddi olmadığını göstermiştir. Edward H. Carr’ın
savaştan sonraki geçici barış dönemi (1924-1929) için söylemiş olduğu
"Toplumsallaşmış uluslar arasındaki savaş, kaçınılmaz olarak galip taraf için
ekonomik araçlar elde etmenin ve yenik tarafa ekonomik sıkıntılar yüklemenin
aracı haline geldi. Modern savaşlarda sonuna kadar dövüşülür ve kaybedenlerin
hiçbir hakkı olmaz"34 sözü etkisini 1930’lu yıllardan itibaren göstermiştir.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ve Japonya ve Almanya’nın siyasetleri uluslararası
ilişkilerde çözülmeyi beraberinde getirmiştir. Kısa bir süre sonra başlayan
İkinci Dünya Savaşı da Milletler Cemiyeti’nin saygınlık ve ciddiyetinin
olmadığını, uluslararası kurumsallaşmanın barışı tesis etmekteki yetersizliğini
ortaya koymuştur. Ayrıca barışın tesisi, uluslararası ilişkilerde istikrar gibi
konuların siyasallaştırılabileceğinin, güçlü devletlerin çıkarına hizmet
edeceğinin de kanıtı olmuştur. Savaş sonrasında ise Avrupalı devletlerin yıkıma
uğramasının da etkisiyle ABD’nin egemen olduğu bir dünya düzeni ortaya
çıkmıştır.

3. ABD Kontrolünde "Realizm" Dönemi

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD dünya liderliğine paralel olarak öncelikle
dünya çapında serbest pazar ekonomisinin kurulmasına, komünizmin ve Sovyetler
Birliği’nin yayılmasını önlemeye ağırlık vermiştir. Bu politikasına uygun
şekilde Avrupa İmar Planı (Avrupa’nın restorasyonu) olarak da bilinen Marshall
Planı hayata geçirilmiştir. Bu planla içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok
Avrupa ülkesine ekonomik yardım yapılmıştır. Bu ekonomik yardımlar devletten
devlete yardım şeklinde gerçekleşmiş, bu fonlar da yerli yatırımcılara kendi
hükümetleri tarafından dağıtılmıştır. Böylece, hükümetler ABD’nin etkisi altına
girmişler, yerli seçkinlerin de siyasi iktidara olan bağlılıkları onları da
ABD’yi desteklemeye yöneltmiştir.35

Askeri ve teknolojik gücün ön plana çıktığı bu dönemde felsefi temelleri
Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlere dayandırılan "Realizm"in etkileri
uluslararası ilişkiler teorilerinde ve ABD’nin dış politikasında etkilerini
göstermeye başlamıştır. İnsanın doğası icabı taşıdığı hırs, iktidar arzusu,
bencillik gibi özelliklerin savaşa neden olduğu, savaştan uzak durmanın ise
ancak insanın kendi kendini yönetmekten vazgeçip bunu bir üst otoriteye
devretmesi ile mümkün olabileceği, bu üst otoritenin de devleti doğurduğu
şeklindeki kadim söylem ABD liderliğinde uluslararası ilişkilere de
uygulanmıştır. Her ulusun gücüyle doğru orantılı şekilde etkinlik kazanabileceği
uluslararası politik arenada, lider konumda bulunan ABD üst otorite olarak
devletlerarası ilişkileri yöneten güç olmuştur. Bir diğer anlatımla İkinci Dünya
Savaşı sonrasında dünyanın siyasi ve ekonomik yapısı ABD’yi lider konumuna
getirirken, ABD’de realist izler taşıyan dış politikasıyla küresel egemenliğini
muhafaza etmiştir. Bu dönemde ABD’nin temel politikası küresel egemenliğini
korumak, kendi varlığı için tehdit oluşturabileceğini düşündüğü devletleri
çevrelemek ve sınırlamak, güçler dengesini muhafaza etmek olmuştur.

Bu dönemde Avrupalı devletler ise ABD kontrolü altında tekrar kalkınma sürecine
girmişlerdir. Marshall Planı’nın uygulanması kısa bir sürede Batı Avrupa
ekonomilerini yeniden inşa etmiştir. Sınai ve ekonomik kalkınmanın
gerçekleşmesinden sonra Amerikan fonlarına bağlılıktan kurtulan Batı Avrupa
ülkeleri eski itibarlarını kazanmaya başlamışlardır. 1950’lerden sonra
geleneksel sömürgeci, katı ulusçu, ötekileştirici politikalarının yerini
kademeli olarak entegrasyon politikasının aldığı Avrupa, siyasal katılım ve
hukukun üstünlüğü ilkelerine bağlı kalarak bütünleşme çağına adım atmıştır. Bu
dönemde ulusçu nitelik taşıyan hareketlerin etkisinin azalması, dengeli ekonomik
ve sınai kalkınmanın, demokratikleşmenin ve insan haklarının önceliğinin
artması, güçlendirilmiş uluslararası hukukun ve kurumsallaşmanın ortaya çıkması
gibi olgular görülmektedir. Bir başka anlatımla katı ulus devlet Avrupa’sı yeni
bir siyasal sürece girmiştir. Bu süreçte dış tehditlere karşı biraraya gelme ve
iç bünyede karışıklığa neden olabilecek engelleri ortadan kaldırma temel hedef
olmuştur. Öncelikle ekonomik entegrasyonu ifade eden bu süreç, zamanla
genişlemiş, hukuku ve siyaseti de bünyesine alan kapsamlı ve karmaşık bir yapıya
kavuşmuştur. Bu entegrasyon çağı devletler arası ilişkilere hukukun üstünlüğü,
eşitlik, adalet, ortak menfaat gibi ilkeleri önceleyen kurumsal yapıyı armağan
etmiştir. Bunun anlamı geleneksel düşmanlıklarla, ekonomik rekabetle ve ulusal
çıkarla yoğrulmuş Avrupa’nın ortak ekonomik politika, siyasal istikrar, ortak
değerler ve siyasal modellerin kabul edildiği hukuki zeminde bir araya
gelmesidir. Bu dönüşüm Batı’da bir kırılma yaşandığının ve Batı’nın tek bir blok
olmaktan uzaklaştığının işaretidir.

B- Batı Merkezli Dünyada Bir Kırılma İşareti: Avrupa Birliği

Avrupa’da birlik ve bütünleşme özlemini yansıtan söylemlerin geniş tarihsel arka
planı vardır. Roma İmparatorluğu’nun kıta genelindeki hakimiyeti, Şarlman’ın
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu pratiği, Voltaire’in "Avrupa uluslara bölünmüş
büyük bir Cumhuriyettir" sözünde36 ve Kant’ın "Ebedi Barış" teorisinde
görülebileceği gibi bütünleşme Avrupa’da birçok dönemde felsefi, duygusal veya
siyasal olarak öne sürülmüştür. Yani Avrupa bütünleşmesi 20. yüzyıla özgü bir
arzu değildir. Ancak ulus devlet politikaları, kapitalistleşme süreci, din
savaşları, sömürgeci rekabet gibi olgular Avrupa bütünleşmesinin siyasal
pratiğini imkânsız kılmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra yıkıma uğrayan
Avrupa, bütünleşmesini politik bir zemine oturtmuştur. Bu yıllardan itibaren bir
daha benzeri acılarla karşılaşmamak için Avrupa’da birlik oluşturulması
gerektiği görüşü yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Dönemin siyasilerinin
söylemlerine de yansıyan bütünleşme arzusu Avrupa’nın yeni bir sürece, yeni bir
arayışa girdiğinin işaretidir. 1943 yılında Fransa ulusal kurtuluş komitesi
üyesi olan Jean Monnet Avrupa’da sürekli barışın sağlanması için, savaştan sonra
Avrupa devletlerinin ulusal çıkar, prestij ve ekonomik çıkar sağlamayı öngören
politikalardan vazgeçmeleri gerektiğini belirtmiştir.37 Dönemin İngiltere
Başbakanı Winston Churchill 1946 yılında Zürich Üniversitesinde yapmış olduğu
konuşmada barış ve huzur için bir tür "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulması
gerektiği şeklinde görüş ileri sürmüştür. Birlik ve bütünleşme konusundaki somut
adımlar 1950’lerden sonra hız kazanmıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Robert
Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de38 yayınladığı bildiri ile öncelikle ekonomik ve sınai
bütünleşmenin sınırları ve yolları çizilmiştir. Schuman bu planında örgütlü ve
diri bir Avrupa’nın doğabilmesi için somut adımların atılmasını, Fransa ve
Almanya arasındaki geleneksel düşmanlığın ortadan kaldırılması gerektiğini
ortaya atmıştır. Bu amaçla Fransa ve Almanya arasında, sanayinin belkemiği olan
kömür ve çelik üretiminin ortak bir kurum vasıtasıyla denetlenmesini ve işlerlik
kazandırılmasını teklif edmiştir. Ayrıca oluşturulacak olan bu ulus devlet üstü
kuruma diğer Avrupa devletlerinin de katılımı ön görülmüştür. Schuman’ın Fransız
hükümeti adına yaptığı bu teklif yüzlerce yıldan beri savaşlara sahne olmuş
Avrupa topraklarında barışın tesis edilmesini ve yaşam standartlarının
yükseltilmesini amaçlamaktaydı. Bu amacın Avrupa siyasi pratiğinde
gerçekleşebilmesi ise öncelikle ekonomik alanda işbirliği ve menfaat ilkesine
saygıdan geçiyordu.

Schuman planı kısa sürede netice verdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya,
Lüksemburg ve Belçika 18 Nisan 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu’nu (AKÇT) kuran antlaşmayı imzaladılar. AKÇT’nin kurulmasıyla birlikte
Almanya, İngiltere ve ABD ile zıtlaşmadan Batı bloğuna mensup olmuş, çelik
üretimine getirilen ortaklık sayesinde, birbirleriyle yıkıcı bir rekabet içinde
olan milli kartellerin savaş sonrası Avrupa’sında ortaya çıkarabileceği iktisadi
kaosun önü kesilmiştir.39 Ayrıca kömür ve çelik üretiminin rasyonel dağılımı
antlaşma ile kurulan kuruluş ile güvence altına alınmıştır. Üye devletlerin
ekonomik büyümeleri, istihdam yaratılması ve yaşam standartlarının yükseltilmesi
hedeflenmiştir.40 Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulması ile ulusal devletin
belli başlı egemenlik hakları bir üst yüksek otoriteye devredilmiştir. Bu hamle
Avrupa entegrasyon sürecini başlatan ilk adımdır.

AKÇT’den sonra güvenlik ve askeri işbirliği konularında faaliyetler ortaya
çıkar. Avrupa Savunma Topluluğu (1952), Avrupa Politik Birliği (1953) gibi
örgütlerin kurulması hedeflenir. Ancak ekonomik entegrasyon sağlanamadan siyasal
entegrasyonun sağlanamayacağı realitesi ağır basar ve bu teşebbüslerden istenen
sonuç alınamaz.

Avrupa’nın siyasal ve ekonomik istikrar için bütünleşme projesi 1957’de yeni bir
veçhe kazanır. 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik
Topluluğu41 (AET) kurulur. Bu topluluğun amacı bir ortak pazar kurmak ve üye
devletleri giderek birbirlerine yaklaştırarak topluluğun bütünü içinde iktisadi
etkinlikleri uyumlu bir biçimde geliştirmek, sürekli ve dengeli bir büyüme
sağlamak, istikrarı arttırmak, yaşam standardını yükseltmek ve üye devletler
arasında daha sıkı ilişkiler kurmaktır. Ekonomik bütünleşme ve parasal birliğin
temellerinin atıldığı bu antlaşma ile gümrük birliğine kademeli geçiş
öngörülmüştür.42 Gümrük birliğine geçiş AET’nin en önemli işlevidir. Anlaşmaya
imza koyan ülkeler kendi aralarındaki tüm gümrük engellerini ve diğer
kısıtlamaları terk etmeyi; fiyat ve teslim koşulları, ulaşım masrafları,
üreticilerin seçimi vb. açılardan üreticiler, tüketiciler veya kullanıcılar
arasındaki tüm farklı uygulamaları ve piyasaların işleyişine müdahale eden tüm
uygulamaları kaldırmayı kabul etmişlerdir. Roma Antlaşmasından çok kısa bir süre
sonra Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kurulur. Atom enerjisi alanında
yatırımları tespit etmek, atom enerjisinin barışçıl amaçlar dışında
kullanılmasına engel olmak ve işçileri koruma bu topluluğun esas hedefidir.
Buraya kadarki bütünleşme sürecindeki üye devletler, AKÇT’yi kuran ülkelerdir.
AKÇT’nin yapısı ve hedefleri korunmuş, sonraki topluluklar ile AKÇT’yi oluşturan
ülkelerin bütünleşme alanları genişletilmiştir. AET, AKÇT’nin faaliyet alanları
dışında yeni bütünleşme unsurları ortaya çıkarmıştır. İşçilerin, sermayenin,
malların ve emeğin serbest dolaşımını öngören, parasal birliğe geçişi
düzenleyen, kademeli olarak gümrük birliği hedeflerini içeren hükümler AET ile
hayata geçirilmiştir.

8 Nisan 1965’de AKÇT, AET ve AAET’nin organları birleştirilmiştir.43 1969’da
yürürlüğe giren antlaşma ile bu topluluklar Avrupa Toplulukları (AT) olarak
anılmaya başlanacaktır. Böylece aynı üye devletleri barındıran üç topluluk ortak
bir konseye ve komisyona sahip olmuşlardır.

Roma Antlaşması ile öngörülen gümrük birliğine kademeli geçiş 1 Temmuz 1968’de
hayata geçmiş ve üye ülkeler arasında gümrük vergileri, eş etkili resimler ve
kısıtlamalar tamamıyla kaldırılmıştır. Bu ekonomik bütünleşme yolunda atılan en
büyük adımlardandır.44

1969 yılında La Haye Zirvesinde topluluklara katılma talebinde bulunan
İngiltere, İrlanda, Danimarka ve Norveç ile konuya ilişkin müzakerelerin
başlatılmasına karar verilmiştir.45 İki yıl süren müzakerelerden sonra
İngiltere, İrlanda ve Danimarka tam üye olarak topluluğa katılmışlardır (22 Ocak
1972). Norveç’in tam üyelik anlaşması, Norveç halkının referandumda hayır oyu
vermesi nedeniyle hayata geçirilmemiştir.

7 Ocak 1976 yılında dönemin Belçika Başbakanı Leo Tindemans’ın hazırlamış olduğu
rapor Avrupa Topluluklarının bütünleşme çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştır.
Tindemans raporunda Avrupa Topluluklarının kurumsal yapı üzerine kurulmasının
önemine işaret edilmiş ve bütünleşmenin tedrici bir şekilde, demokratik bir
düzen altında gerçekleşmesi öngörülmüştür. Ayrıca entegrasyon süreci içinde
Avrupa yurttaşlarına somut haklar verilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir.
Tindemans raporu içeriği itibariyle Avrupa bütünleşmesini ileriye yönelik olarak
etkilemiş, bütünleşmenin siyasal ve ortak kimlik unsurlarını ön plana
çıkarmıştır.

Yapılan anlaşmalarla bütünleşme alanlarını kademe kademe genişleten Avrupa
Toplulukları 1980’lerden itibaren siyasal birliğe ağırlık veren düzenlemeleri
gerçekleştirmeye başlamıştır. Ortak kimlik bilincini hissettiren simgesel
unsurlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Sınır kontrollerinin kaldırılması, Avrupa
pasaportu, sürücü belgelerinin tek tip haline getirilmesi bütünleşmenin siyasal
unsurlarını öne çıkaran önemli aşamalardandır. Ayrıca Robert Schuman’ın Kömür ve
Çelik işbirliği üzerine yaptığı konuşmanın tarihi olan 9 Mayıs "Avrupa Günü"
ilan edilmiş, Ludwig van Beethoven’in 9. senfonisinin 4. Bölümü olan "Neşeye
Çağrı" melodisi Avrupa Topluluklarının resmi marşı olmuş (1985), Mavi zemin
üzerindeki 15 altın sarısı yıldızdan oluşan bayrak Avrupa Topluluklarının resmi
bayrağı olarak kabul edilmiştir (1986).

1 Temmuz 1987’de yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi bütünleşme aşamasında önemli
dönüm noktalarından birisidir. Tek Senet, Avrupa Topluluklarının ekonomik
entegrasyon sürecini siyasal entegrasyonla bütünleştirmenin önemli aşamasıdır.
Avrupa Tek Senedi ile Avrupa Toplulukları mahkemelerine ilk derece mahkemesi
olarak da çalışma görevi verilerek topluluğa üye devletlerin hukuki alanda
bütünleşmesine adım atılmıştır. Topluluk üyesi devletlere dış politikada diğer
üye devletlere danışma, görüş alış-verişinde bulunma ve diplomatik ilişkilerde
gizli hareket etmeme gibi yükümlülükler getirilmiştir.

Avrupa Topluluğu 7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa
Birliği’ne (AB) dönüşmüştür. Anlaşma kapsamında kararların mümkün olduğunca
vatandaşlara yakın düzeyde alınması ve Avrupa halkları arasında daha sıkı bir
birlik oluşturulması öngörülmüştür. Bu amaca uygun olarak üye devlet
vatandaşlığı statüsüne ek bir statü olarak Avrupa Birliği yurttaşlığı ihdas
edilmiştir. Buna göre, "üye devletlerden herhangi birinin vatandaşı olan kişi
birlik yurttaşıdır."46 Birlik yurttaşlarına da Avrupa Parlamentosu seçimlerinde
ve yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı, arabulucuya başvurma hakkı, bütün
üye devletlerin diplomatik ve konsolosluk makamlarının sağladığı korumadan
yararlanma hakkı gibi yeni haklar tanınmıştır. Maastricht ile bireyleri doğrudan
ilgilendiren adalet ve iç işleri gibi alanlarda hükümetler arası işbirliği
öngörülmüş, ayrıca bu işbirliği AB çatısı altında toplanarak kurumsal güvence
altına alınmıştır.47 Tek paraya geçilmesini sağlayacak ekonomik ve parasal
birliğin kurulmasına, Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, demokrasi ve insan
hakları gibi ortak değerlerin savunulduğu ortak güvenlik ve dış politikanın
oluşturulmasına, iç güvenlik ve iç işlerinde işbirliği sağlanmasına yönelik
kararlar alınmıştır. İnsan haklarının birlik hukukunun genel ilkesi olarak
kabulü ve üyeliği muhafaza şartlarından birisi olarak tayin edilmesi de
Maastricht’in getirdiği yeniliklerdendir. Ayrıca eğitim, kültür, sağlık, çevre
sorunları gibi alanlar da anlaşmaya dahil edilmiştir.

22 Haziran 1993 yılında yapılan Kopenhag Zirvesinde ortaya çıkan "Kopenhag
Kriterleri" Avrupa Birliğinin genişleme stratejisini ve adaylık için başvuruda
bulunan ülkelerle ilişkilerin hangi eksen üzerinde yürütüldüğünü ortaya koyması
bakımından önemli bir adım olmuştur. Bu zirvede üyelik başvurusunda bulunan bir
ülkenin Kopenhag Kriterlerini yerine getirmesi üyelik için esas şart haline
getirilmiştir. Yani aday ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve
azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan kurumsal bir yapının varlığı
(siyasi kıstas), istikrarlı ve iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisi, başta
AB olmak üzere dış dünya rekabetine dayanabilecek kapasite (ekonomik kıstas),
siyasi birlik ile ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere, AB’nin
müktesebatına uyum kapasitesi (uyum kıstası) aranmaktadır. Bu dönemden itibaren
Avrupa Birliği Doğu Avrupa ülkelerini içine alacak şekilde genişleme
politikasını kabul etmiştir. Böylelikle Kopenhag Kriterleri Avrupa Birliğinin
demokratik yapılanma, ekonomik istikrar ve iç hukukun AB mevzuatına uygunluğu
gibi şartların gerçekleşmesine bağlı bir genişlemenin sınırlarını çizmiş
olmaktadır.

2 Ekim 1997 yılında imzalanan Amsterdam Anlaşması ile AB’ye üyelik şartı olan
Kopenhag Kriterleri kanunlaştırılmış ve bu şartlar mevcut üyelere de uygulanmaya
başlanmıştır. Bunun anlamı Kopenhag Kriterlerini yerine getirmeyen ülkelerin
AB’ye giremeyecekleri, üye ülkelerin bu kriterleri ihlal etmeleri halinde de
adaylıklarının askıya alınma ihtimalinin ortaya çıkacağıdır. Bu AB’yi ortaya
çıkaran anlaşmaların devletler üstü özelliğinin olağan sonucudur.

26 Şubat 2001 tarihinde imzalanan Nice Antlaşmasında genişleme ile birlikte üye
sayısının yirmi beşe çıkması kararlaştırılmış ve bu karar 1 Mayıs 2004’de hayata
geçirilmiştir. İş yoğunluğu göz önüne alınmış ve AB Adalet Divanının
yetkilerinin genişletilmesi öngörülmüştür. Ayrıca "güçlendirilmiş işbirliği"
ilkesi kabul edilerek en az sekiz AB üyesi devletin, diğer üye devletlerin
katılma şartı aranmaksızın işbirliğine gitmeleri öngörülmüştür. Genellikle
teknik konular hakkında hükümler içeren Nice Anlaşmasının önemli özelliği Avrupa
Birliğinin genişleme stratejisini, genişlemede takip edilecek tekniği ortaya
koyması, kısacası birliği 21. yüzyıla taşıma hedeflerini içermesidir.

Buraya kadar sınırları çizilen gelişmelere göre sınırları sürekli değişen AB ve
AB mevzuatının bundan sonra da değişikliklere uğrayacağı muhakkaktır. Tam üyelik
statüsüne sahip ülkelerin talepleri, siyasi, sosyal ve ekonomik olgular, dünya
konjonktürü gibi olgular AB’yi de sürekli değişime zorlayacak nedenler arasında
sayılabilir.

Yaklaşık yarım yüzyıllık bir entegrasyon sürecini ifade eden AB, ekonomik
entegrasyon ile başlamış, zamanla genişlemiş, hukuk ve siyasette de etkisini
göstermiştir. Henüz tamamlanmamış bir entegrasyon olan AB ile birlikte insan
hakları, demokratikleşme, sosyal ve ekonomik adalet, istikrarlı ekonomik
politika ve pazar ekonomisi gibi kriterler üye devletlerin iç hukukunda ve
devletlerarası ilişkilerde ana ekseni oluşturmuştur. Bu kriterler AB’nin
genişleme stratejisiyle birlikte kıtanın diğer ülkelerine de yayılmıştır.
Sözgelimi bir zamanlar Doğu Bloğunu oluşturan devletler birliğe üye olma
amacıyla Kopenhag Kriterlerini hayata geçirebilmek için büyük dönüşüm içine
girmişlerdir. Yalnızca kendi iç dinamiklerine dayanarak demokratikleşmeyi,
ekonomik ve sınai kalkınmayı başarması zor görünen ülkeler AB desteğini
arkalarına almışlar ve bu büyük entegrasyona dahil olabilmek için değişmeleri
gerektiğinin farkına varmışlardır. Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinden de
görülebileceği gibi ekonomik, siyasi ve sosyal birçok alanda AB’ye tam üyelik
beklentisi her türlü kontrol mekanizmasının üstüne çıkabilmektedir. İç hukukun
Kopenhag Kriterlerini hayata geçirebilmek için yeniden düzenlenmesi, yolsuzlukla
mücadele, sivil toplum kuruluşlarının beklentileri, siyasal partilerin AB
politikaları gibi birçok alanda AB etkisini göstermektedir. Ancak asıl önemli
olan nokta yüzlerce yıldan bu yana savaşa, kana, gözyaşına, ihtilale, siyasal
entrikalara sahne olmuş Avrupa arenasının AB ile birlikte ulus üstü
yapılanmanın, egemenlik devri ve paylaşımının, ortak değerler ve ortak çıkarlar
üzerinde uzlaşmanın, karşılıklı bağımlılığın ve dayanışmacı ortaklığın, birey
eksenli siyasetin ve uluslararası ilişkilerin benimsendiği hukuki bir zemine
dönüşmesidir. Bu köklü değişim elbette ki Avrupa ile kader ortaklığı olan diğer
ülkeleri de etkilemiştir ve etkilemeye devam edecektir.

Avrupa’daki kırılmanın etkilerini bizzat hissettiğimiz örnek Türkiye’dir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkileri göz önüne alındığı takdirde
geleneksel Batılılaşma politikasının ve zihniyetinin niteliksel bir değişime
uğradığı görülmektedir. Devletin toplumu dönüştürdüğü, kontrol altında tuttuğu
geleneksel Batılılaşma ideolojisi, AB ile ilişkiler ekseninde toplumun devleti
sorguladığı ve denetlediği bir yapı ile yer değiştirmiştir. AB eksenli değişim,
devlet yapılanmasına, siyasetin kalitesine, devlet-birey ilişkilerine geleneksel
Batılılaşmaya kıyasla daha yapıcı, çıtayı yükseltici, öz denetimci ve ilerlemeci
bir anlayış kazandırmıştır. Bu yüzden AB pratiğinde gördüğümüz Batı’daki
zihinsel kırılmanın dünya düzleminde nasıl etkiler yapabileceğini ortaya
koyabilmek için Türkiye’nin birlik ile ilişkileri örneğinde nasıl değiştiğine
dikkat çekilecektir. Böylelikle Batı zihniyetindeki kırılmanın sağlaması Türkiye
örneği ile yapılmış olacaktır.

C- Batılılaşmanın Niteliksel Dönüşümü: Türkiye-AB İlişkileri

Karşılıklı ötekilik üzerine kurulu Türkiye-Avrupa ilişkilerinde en esaslı rolü
din farklılığı oynamıştır. Haçlı Seferlerine kadar uzanan Müslüman
Türk-Hıristiyan Avrupa uzlaşmazlığı Osmanlı Devleti’nin kurulması ve Akdeniz’in
Osmanlı kontrolüne girmesinden sonra iyice gerginleşmiştir. Osmanlı Devleti
kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’ya doğru genişlemiş ve uzun bir süre bu
coğrafyaya hakim olmuştur. 20. yüzyıla kadar süren bu hakimiyet beraberinde
siyasi ve kültürel etkiler de getirmiştir. Akdeniz hakimiyetini kaybeden
Avrupalıların zaruretlerden ötürü denizaşırı ticarete, coğrafi keşiflere
yönelmeleri, İslamiyet’i çağrıştıran Osmanlı-Türk kimliğinin Hıristiyan
Avrupalılar için en büyük öteki oluşu, Osmanlı tehdidinin Avrupa’da birlik olma
düşüncesini doğurması bu etkilerden bazılarıdır. Avrupalı düşünürler ve
seçkinler arasında geliştirilen birlik ve bütünlük düşüncesi her zaman Türk
(Müslüman anlamında) tehdidine göre geliştirilmiştir. 15. yüzyılın başından
itibaren reform hareketleriyle parçalanan Avrupa’yı birleştirebilecek tek olgu
doğudaki Osmanlı tehdididir. 15. ve 16. yüzyıllarda artan Türk baskısı ortak bir
kimlik ve bağın odak noktası olmuştur. Bu durum Avrupa fikrinin gelişmesine,
Avrupalılar da Avrupa coğrafyasının özgün bir toplumsal sistem ve değerler
toplamı olduğu bilincinin uyanmasına sebep olmuştur.48 Bu sebeplerden ötürü
Avrupalılık olgusunun ortaya çıkmasında en büyük etkenlerden birinin İslamiyet
olduğu kabul edilmektedir. Özetle, Türkiye (Osmanlı anlamında) ve Avrupa
arasındaki ilişkiler karşılıklı ötekilik, siyasal mücadele, din farkının meydana
getirdiği meydan okuma, ekonomik çekişme gibi negatif unsurlar üzerine
kuruludur.

1. Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Dönüşüm: Batılılaşma

Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde ulaşmış olduğu büyük zenginlik ve siyasal
güç karşısında ekonomik yönden çökmüş, sürekli toplumsal hareketlerle çalkalanan
Avrupa vardı. Bu durum Osmanlıların haklı olarak Batılılara karşı üstünlük
düşüncesinin doğmasına neden olmuştur.49 Bu dönemde Batılı devletlerin bir
"model" olarak takip edilmesi şeklinde bir emare görülmemektedir.50 Ancak bu
durum Osmanlı Devleti’nin siyasal gücünü yitirmesiyle tersine dönmeye
başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin yenilgileri ve giderek siyasal hakimiyetini
yitirmesi dünya güçler dengesini de değiştirmiştir. Avrupa’nın en büyük tehdidi
olan Osmanlı Devleti bu özelliğini yitirmiştir. Osmanlı ve Avrupa ilişkileri
büyük bir dönüşüm geçirmiş, bu dönüşümde sınırları Avrupa devletleri çizmeye
başlamıştır. Bu tarihi değişimi Cemil Meriç 1683’te Osmanlı Devleti’nin
Viyana’da bozguna uğramasından sonraki siyasal süreçle başlatmaktadır. Meriç’e
göre Viyana bozgunundan itibaren karşılıklı ilişkilerde ipler Avrupa’nın eline
geçmiş ve Avrupalılaştırma çağı başlamıştır.51 Bu dönemden itibaren Osmanlı
ordusu, Batılı askeri uzmanların, diplomatların kontrolü altına girmeye
başlamıştır. Batı’da sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması, Batılı
devletlerle diplomatik ilişkileri sağlayan hariciye memurlarının gözlem ve
analizleri Batının model olarak takip edilmesi ve devletin bu modele göre düzene
sokulması gibi düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.52

Batılılaşmanın simgesel odak noktası olan Tanzimat’tan itibaren Batı’nın askeri,
idari ve hukuki yapısının yanında Batılı yaşam tarzı da Osmanlı toplumunda
yayılmaya başlamış, giyim, ev eşyası, dekorasyon, tüketim alışkanlıkları ve
beşeri münasebetler gibi gündelik hayatın birçok unsurunda Batılılaşma izleri
görülür olmuştur. Ahmed Hamdi Tanpınar, bu etkileşimi, "Aslında yaratıcı
olmamaktan doğan rahatsızlığını bin türlü israf ve debdebe ile avutmağa çalışan
bir mirasyedi yaşayışı bu zamanın ayırıcı vasfıdır. Beyoğlu, Avrupalı lokanta ve
kahveleriyle, en basit gündelik ihtiyaçtan, en pahalı zevk unsuruna kadar her
şeyi Avrupa’dan tedarik eden zengin mağazalarıyla, gece hayatıyla, eğlence
yerleriyle Avrupa hayatının küçük bir numunesini verir"53 sözleriyle
anlatmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi
düşünürler tarafından anayasa, parlamenter rejim, hürriyet, hukukun üstünlüğü
gibi konular siyasal tartışmaların odak noktasına yerleşmiştir. Gazetelerin
yaygınlaşmasıyla birlikte tartışmalar genişlemiş ve Tanzimat dönemindeki
Batılılaşmayı ifade eden politikalar sorgulanır hale gelmiştir. Bu dönemde
Tanzimat döneminde uygulanan politikalar yüzeysel Batıcılıkla suçlanmıştır.54
Batının gündelik hayatının örneklenmesinin Batı’yı yeterince anlayamamaktan
kaynaklandığı, asıl önemli olanın hürriyet, anayasal parlamenter rejim gibi
olgular olduğu öne sürülmüştür. Bunlar Batılılaşmanın felsefi anlamda
eleştirildiği, meseleyi politik zemine çeken ilk düşünsel hareketlerdir.

Pozitivizm ve biyolojik materyalizmin Osmanlı düşünürleri arasında yaygınlaşması
Batılılaşmaya yeni boyutlar kazandıran etkenlerden birisidir. Pozitivist
düşüncenin Türkiye’ye girişi edebiyat akımları, eğitim kurumlarında verilen fen
bilimi dersleri, Fransız ekolüne mensup okulların eğitim programı, Avrupa’ya
gönderilen öğrenciler aracılığıyla gerçekleşmiştir.55 Biyolojik materyalizmin
tıp eğitimi veren okullarda yaygınlaşması da pozitivist düşüncelere destek
kazandıran bir olgudur. Toplumsal ilerlemenin sağlanabilmesi için dinin yerini
alması gerektiği düşünülen biyolojik materyalizm pozitivist felsefeye gerekli
desteği sağlamıştır. Bu iki akımdan etkilenen düşünürler İslam dinini ilerleme
engeli olarak gören, geleneksel düzenin sorgulanmasını ve değiştirilmesini de
kapsayan düşünceler ileri sürmüşlerdir. Felsefi ve siyasal pozitivizmden
beslenen bu görüşler Abdullah Cevdet’in "Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet
Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle, dikeniyle isticnas etmeye mecburuz."56
şeklindeki köktenciliğine kadar uzanacaktır. Batılılaşmanın bu boyutu Osmanlı
geleneksel düzenini her yönden Batılılara benzetme amacı taşımaktadır. Devlet
düzeninden, toplum yapısına, hukuktan, gündelik hayata kadar her alan
Batılılaştırılmadıkça ilerlemenin mümkün olmadığı, bu anlayışın temel çıkış
noktası olmuştur. Batılılaşma için dinin toplumsal etkilerinden faydalanılması,
yani dinin araçsallaştırılması bile savunulmuştur. Şükrü Hanioğlu’nun belirttiği
gibi pozitivistlerin İslam dinine bakışı Batı modeli kurumların Osmanlı
Devletine aktarılması için bir araçtan başka bir şey ifade etmemiştir.57

İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı Devletinde etkin konuma gelmesinden
sonra Batılılaşma yine gündemin en önemli konularındandır. Tartışmaların odak
noktasında genellikle devletin eski güçlü günlerine döndürülmesi projeleri yer
almaktadır. Bu nedenle Batı yine pragmatik düşünceler dışında anlam
kazanmamaktadır.

Japonların 1905 yılında Rusları yenilgiye uğratmaları Batılılaşmayı toplumsal
gerçeklikle birlikte değerlendiren düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Geleneksel değerler korunarak da kalkınma ve ilerleme sağlanabileceği düşüncesi
mecmualarda dile getirilmeye başlanmıştır. Sosyal pozitivizm ile çatışan bu
görüşler Batılılaşma zihniyetini sorgulayan, Batı taklitçiliğine karşı çıkan
düşünürler tarafından dile getirilmişlerdir.

Bu dönemde Batılılaşmayı idari ve ekonomik yönleriyle ele alanlar da vardır.
Prens Sabahaddin’in öncülüğünü yaptığı adem-i merkeziyetçiler, Osmanlı
Devleti’nin idari ve ekonomik yapısının Anglo-Sakson geleneğe dayandırdıkları
bireysel girişim (teşebbüs-ü şahsi) ve adem-i merkeziyetçilik ilkelerine göre
yapılandırılmasını savunmuşlardır. Merkeziyetçi yönetime karşı çıkan adem-i
merkeziyetçiler, aynı zamanda bireysel teşebbüse inanmış bireylerin ortaya
çıkarılması gerektiğinin de altını çizerler.58

Cumhuriyet döneminde ise Batılılaşma devlet politikası haline gelerek yeni bir
ivme kazanmıştır. Bu dönemde Batılılaşma geleneksel Osmanlı düzeninden kopuşu
kapsayan, yeni siyasi sistem, yeni milli kimlik oluşturma amacı taşıyan bir
içerik barındırmış ve bizzat devletin partisi olan CHP tarafından
yönlendirilmiştir. Kültürel düzlemde baskıcı özellikler gösteren bu
Batılılaşmanın temel çıkış noktası devletin ve toplumun sekülerleştirilmesi
olmuştur. Bu yüzden Batılılaşma devletin ve toplumun yeni çehresini belirleyen
politikaların ana eksenini oluşturmuştur. Devletin sekülerleştirilmesi yolunda
atılan en büyük adımlardan birisi hilafetin kaldırılmasıdır. İslami geleneği
temsil eden bu kurumun kaldırılmasının temel nedeni kurumun geçmiş mirası ve
İslamiyet’i çağrıştıran özelliğidir.59 Hilafetin lağvedilmesinden sonra gündelik
hayatı Batılı standartlara göre düzenleyen reformlara geçildiği görülmektedir.
Bu amaçla İsviçre Medeni Kanunu yürürlüğü sokulmuştur. Toplumun en mahrem
alanları olan aile hayatına nüfuz eden bu reformlar toplumun
sekülerleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Sosyolog Nilüfer Göle, Medeni
Kanunun kabulünün toplumsal değişmenin itici gücü olduğuna dikkat çeker: "Medeni
Kanunun amacı adet ve görenekleri tercüme etmek değil, tersine modernliğin
ilkelerine uygun yeni bir aile yapısı getirerek, bu adet ve görenekleri
aşmaktır."60 5 Nisan 1928’de 1924 Anayasasının 2. maddesi olan "Türkiye
Devletinin dini, dini İslam’dır" hükmü değiştirilmiştir. Bu hükmün kaldırılması
devletin İslam ile olan göreceli ilişkisini tamamıyla ortadan kaldıran bir
gelişmedir. Latin Alfabesinin kabul edilmesi toplumun Batı medeniyetiyle
bütünleşmesinin önemli aşamalarındandır. Bu alfabenin kabul edilmesinin amacı
resmi söylemlere Batı medeniyetiyle bütünleşme isteğinin bir ifadesi olarak
yansımıştır: "Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün alemi medeniyetin yanında
olduğunu gösterecektir."61

18. yüzyıldan sonra Batı’nın üstünlüğü altında gelişen Türkiye-Batı ilişkileri
öncelikle devletin bekasını temin etme, kaybedilen siyasi gücün tekrar elde
edilmesi gibi pragmatik amaçlar taşımıştır. Tanzimat’tan sonra hızlanan
Batılılaşma hareketleri siyasal, kültürel ve hukuki birçok alanın etkilendiği
düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Siyasal kutuplaşmalara neden olduğu gibi
yeni bir bilincin, yeni kimliğin de kurucu öğesi olmuştur. Batılılaşma olgusunun
yabancı olmadığı bir siyasal gelenek üzerine kurulan Cumhuriyet döneminde
Batılılaşma ideolojik görünüm kazanınca devlet ve toplum değişmiştir. Devlet
düzeninden hukuk sistemine, gündelik hayattan eğitime kadar her şey
Batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Bu Batılılaşma politikaları altındaki nesil,
Şerif Mardin’in deyimiyle, "Batı’nın Büchner gibi materyalist düşünürlerinin,
müspet bilimlerle toplum problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin
ve Darwin’in evrim teorilerinin sosyal bilimlere yansımasının etkisi altında
yetişti."62 Cemil Meriç’e göre "Avrupalılaşmanın gerçek zaferi Kemalist
inkılapla yaşıttır. On yıl içinde yaşayış şartları bakımından komşusu Bulgarlar
gibi baştan aşağı Avrupalılaşmış yeni bir Türkiye doğmuştur."63

2. Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Niteliksel Dönüşüm:
Türkiye-AB İlişkileri

Cumhuriyet dönemini, kültürel özellikleri ağır basan Batılılaşma politikaları
ile geçiren Türkiye, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Lozan Antlaşması ile
oluşan statükoyu devam ettirmeyi amaçlayan politika takip etmiştir. Bu yüzden
dış politikanın ana ekseni Avrupa’da savaş sonrası ortaya çıkan dengeyi
sürdürmeye çalışan devletlerin çabalarına katkıda bulunmak olmuştur.64 Bu
dönemde özellikle Türkiye’ye yönelebilecek olası bir askeri tehdit için bölgesel
barışa önem verildiği görülmektedir. Bu amaçla Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya,
Yunanistan, Yugoslavya, İran, Irak ve Afganistan ile dostluk ve saldırmazlık
antlaşmaları imzalanmıştır.

İkinci Dünya Savaşından sonra ise Batılılaşma politikalarının eksen değiştirdiği
görülmektedir. Cumhuriyet döneminde devlet politikası olarak uygulanan, devlete
ve topluma yeni kimlik kazandırma özellikleri ağır basan Batılılaşma yeni çehre
kazanmış, içe kapalılıktan kısmen sıyrılmış, Batı kurumlarının ve Batı
ittifakının bir parçası olabilme endişesi Türk dış politikasının temel
unsurlarından olmuştur. Bu dönemde Batılılaşmanın ekonomik ve sınai kalkınma
umudu, Soğuk Savaş sonrası artan güvenlik ve savunma problemlerini Batı
ittifakına üye olarak aşma gibi nedenler bu yönelişte etkili olmuştur.
ABD-Sovyetler Birliği çekişmesinin Türkiye’nin stratejik önemini arttırması da
Batılı devletlerin Türkiye’ye olumlu yaklaşmalarına neden olmuştur. Bu yüzden
Batı ittifakının askeri cephesiyle bütünleşme, Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya
üye olmasıyla gerçekleşmiştir.

Bu dönemde Avrupalı devletlerin ekonomik amaçlı işbirlikleri de Türkiye’nin
dikkatini çeken gelişmelerdendir. Türkiye, yukarıda kronolojik ve siyasi
gelişimi anlatılan Avrupa entegrasyonuna dahil olabilmek için girişimlere
başlamıştır. Bu amaçla 31 Temmuz 1959 yılında Avrupa Topluluğuna ortaklık
başvurusu yapmıştır. Türkiye’nin ortaklık başvurusu ekonomik seviyesinin Avrupa
entegrasyonunu olumsuz etkileyebileceği endişesiyle hoş karşılanmamıştır. Ancak
Soğuk Savaş döneminin güvenlik endişeleri ile dolu konjonktürü, Türkiye’nin
stratejik önemini öne çıkardığı için ortaklık görüşmelerini yürütme kararı
alınmıştır. Bu amaçla 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye-AET ortaklık ilişkisini
belirleyen Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmanın amacı "Türkiye
ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalıştırılma
seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz
önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız
ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir."65 şeklinde ifade edilmiştir. 1
Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara Antlaşması ile Türkiye Topluluğa Batı
Avrupa’daki altı üyenin66 taşıdığı tam üyelik statüsüyle değil, ortak üye
statüsüyle katılmıştır. Ankara Antlaşmasının 28. maddesinde ortaklık statüsünden
tam üyelik statüsüne geçişin şartları düzenlenmiştir. Buna göre, "Antlaşmanın
işleyişi Topluluğu kuran antlaşmanın doğan yükümlerin tümünün Türkiye’ce
üstlenebileceğini gösterdiğinde, akit taraflar Türkiye’nin Topluluğa katılması
olanağını incelerler." Böylece Türkiye’nin tam üyelik statüsünü kazanabilmesi
Türkiye’nin siyasi ve hukuki başarılarına bırakılmıştır. Yani Ankara
Antlaşmasının kendine yüklediği yükümlülükleri yerine getirmesiyle kazanılacak
üyeliktir söz konusu olan.

Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında kurulan ortaklık ilişkisinin
nihai amacı gümrük birliğinin kurulmasıdır. Bu nihai amaç için Ankara
Antlaşmasının 2. maddesinde Hazırlık Dönemi, Geçiş Dönemi ve Son Dönem olmak
üzere üç aşama öngörülmüştür. Hazırlık Dönemi sınırlı da olsa AET’nin tek
taraflı olarak Türkiye’ye taviz verdiği dönemdir. Ankara Antlaşmasının 3.
maddesinde ve antlaşmaya eklenen Geçici Protokol ile Mali Protokolde Türkiye’ye
yapılacak ekonomik yardımların usulü belirlenmiştir. Geçiş dönemi akitlerin
karşılıklı ve dengeli yükümlülükleri esası üzerine kurulmuştur. Sınai mamullerde
gümrük birliğinin kurulması, Türkiye’nin kendisini topluluğun tarım politikası
için hazırlaması, emeğin serbest dolaşımının sağlanması, Türkiye’nin ekonomi
politikalarını topluluğa uydurmaya çalışması bu dönemin temel hedefleridir. Son
dönem ise geçiş döneminde tamamlanan sınai mamullerde gümrük birliğini izleyerek
tarım ürünlerinde de serbest dolaşımın gerçekleştirildiği, genel ekonomi
politikaları arasında uyumlulaştırmanın sağlandığı bir aşamadır. Bu aşama ile o
tarihe kadar topluluğun geliştirdiği ekonomi politikalarına Türkiye’nin de kendi
politikaları ile intibak edeceği öngörülmüştür.67 Geçiş döneminde öngörülen
hedeflerin gerçekleştirilme koşulları ve usulü Ortaklık Konseyi tarafından
hazırlanan Katma Protokolün Ankara Antlaşmasına ek protokol olarak eklenmesi ile
belirlenmiştir.

1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol ile Türkiye ve Avrupa Topluluğu
arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması beklenirken 1970’lerin ortalarından itibaren
olumsuzluklar baş göstermeye başlamıştır. İktisadi problemlerin ağır bastığı bu
dönemde ilişkiler 1970’lerin sonlarında donma noktasına kadar gelmişti.
Türkiye’nin uzmanlaşmış ve rekabete hazır sanayisinin olmayışı, ekonomik altyapı
eksikliği, ihracat yetersizliği, kontrolsüz nüfus artışı, yoğun işsizlik, tarım
sektöründeki ilkesizlikler ve yetersiz teknoloji gibi sosyo-ekonomik sorunlar
Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna üyeliğinin zor olduğunu gösteren hususlar
arasında sayılmıştır. Ayrıca Avrupa Topluluğunun genişleme sürecine girmesi de
Türkiye’yi olumsuz etkileyen nedenlerdendi. 1973 yılında İngiltere, Danimarka ve
İrlanda’nın Avrupa Topluluğuna katılması Türkiye’nin genişlemiş topluluğa uyum
sağlayabilmesi için yeni bir anlaşmayı gündeme getirdi. Bu amaçla Tamamlayıcı
Protokol düzenlendi. Bu protokolden sonra Türkiye Ankara Antlaşması ve Katma
Protokol ile topluluk üyesi devletlere verdiği ekonomik tavizleri yeni üyelere
de vermek zorunda kalıyordu.68 Bir anlamda sürekli genişleyen Avrupa pazarının
hızına yetişemiyor, kendi yapısal sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyordu.
Avrupa Topluluğunun 1960’ların sonlarından itibaren Akdeniz Politikasındaki
değişme de Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen
faktörlerdendi. Topluluğun Akdeniz ülkeleriyle ticari ilişkilerini geliştirmesi,
Türkiye’nin tarım sektöründe kazandığı tavizlerin benzerinin İsrail, İspanya ve
Yugoslavya gibi ülkelere de verilmesi Türkiye’yi olumsuz etkiliyordu. 1975
yılında Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın tam üyelik için Topluluğa başvuruda
bulunması Türkiye’nin bir başka dezavantajı oldu. Bu ülkelerin iklim özelliği,
tarım ürünleri, benzer ihracat kalemleri gibi noktalarda Türkiye ile benzer
özellikler göstermesi Türkiye’den daha avantajlı konuma geçmelerine neden
oldu.69 Özetlemek gerekirse 1970’lerden sonra Avrupa Topluluğunun genişlemesi ve
diğer ülkelerle ilişkilerini güçlendirmesi Türkiye’nin avantajlı konumunu
aşındırıyordu. Bu avantajlarını diğer ülkelerin de Avrupa pazarına girmesiyle
yitiren Türkiye bir yandan da Ankara Antlaşması ile kabul ettiği tavizleri
yerine getirmek zorunda kaldığı için Topluluk ile uyumsuzluk ortaya çıkmaya
başladı. Türkiye’nin kendi iç bünyesindeki sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlar
sürekli genişleyen Avrupa pazarına katılımı zorlaştırıyordu. Bu bir anlamda
kültürel Batılılaşmanın bütünleşme sürecindeki Avrupa karşısındaki zayıflığını
vurguluyordu.

1980’lerden itibaren sorunlu bir şekilde seyreden Türkiye-Avrupa Topluluğu
ilişkileri daha da zor bir döneme girmiştir. 1970’lere damgasını vuran iktisadi
ve siyasi problemler 1980’lerden sonra demokrasi sorununun eklenmesiyle artış
göstermiştir. 12 Eylül askeri müdahalesi ilişkilerin olumsuz bir sürece
girmesine neden olan en önemli faktörlerdendir. Yunanistan, İspanya ve
Portekiz’in tam üyelik başvurusundan sonra demokrasiyi vazgeçilmez koşul olarak
öne süren Avrupa Topluluğu, Türkiye ile olan ilişkilerinde de demokrasi sorununu
ileri sürmüştür. Bu durum Türkiye’nin iç işlerine müdahale olarak
değerlendirilince Avrupa Topluluğu ile ilişkilerde siyasal boyut ön plana
çıkmıştır. Ayrıca Türkiye’nin 1980’lerden sonra ABD ile ilişkilerini
genişletmesi aynı anda Avrupa Topluluğu ile ilişkilerin kurulmasını da
zorlaştıran faktörlerden olmuştur. Bu entegrasyona dahil olmanın
yükümlülüklerini yerine getirmek yerine ABD eksenli dış politika benimsenince
Türkiye tutarsız politikalarla yönlendirilen, siyasal istikrara kavuşamayan bir
ülke görünümüne bürünmüştür. Bu dönemde hazırlanan ve Türkiye-AT ilişkilerindeki
siyasal problemlere atıf yapan Tindemans Raporu Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını
ortaya koyması bakımından önemli bir belgedir. Dönemin AT Bakanlar Konseyi
Başkanı Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans başkanlığındaki heyet tarafından
hazırlanan bu raporda Türkiye’deki insan haklarının durumu, kurumsallaşmamış
demokrasi gibi problemler sıkça vurgulanmıştır. Bu raporlar hem askeri yönetim
hem de Başbakan Turgut Özal tarafından egemen bir ülkenin iç işlerine müdahale
olarak değerlendirilmiştir. Bu AT ile Türkiye’nin demokrasi tanımlarının
çatıştığı bir dönemin başlangıcıdır.70 Avrupa Topluluğu ile ilişkilerin oldukça
sorunlu olduğu bu dönemde Özal Hükümeti -tüm olumsuzluklara rağmen- 14 Nisan
1987’de tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu başvuru Avrupa Topluluğunun
uluslararası ilişkilere farklı yaklaşımlar geliştirdiği bir döneme denk
gelmişti. Soğuk Savaş döneminde güvenlik endişesiyle Türkiye’ye olumlu mesajlar
veren Avrupa Topluluğu, 1980’lerden sonra insan hakları ve demokratikleşme,
uluslararası meselelerin hukuki yollardan çözümü gibi unsurlara ağırlık vermeye
başlamıştı. Türkiye ise gerek iktisadi yönden, gerekse de siyasal yönden Avrupa
Topluluğunun belirlediği standartlara uyum göstermekte zorluk çekiyordu. Üstelik
bu kriterlerin gerçekleşmesini zorlaştıran askeri vesayet, insan hakları ihlali
gibi sorunların uluslararası tartışmaya açılmasına yanaşmıyordu.71 Bu dönemde
Avrupa Parlamentosunun işkenceleri, askeri mahkemelerde devam eden yargılamaları
ve basına getirilen kısıtlamaları kınayan kararları Türk Hükümetini insan
hakları ihlallerini durdurmaya çağırıyor, ilişkilerin devamının koşullarını şu
sözlerle belirtiyordu: "Türkiye-AT ilişkilerinin normalleşmesi ve Ortaklık
Anlaşması’nın canlandırılması, demokrasinin yeniden kurumsallaşması ve insan
haklarına saygı gösterilmesine bağlıdır."72 Türkiye’de içe dönük ithal
ikameciliğin ihracatı destekleyen, dünya pazarına entegre olmayı amaçlayan yeni
ekonomik politika ile yer değiştirmesine rağmen, AT ile ilişkilerde Türkiye’nin
demokratikleşme hususundaki siyasal eksiklikleri büyük problem oluşturuyordu.

Bu ortamda yapılan üyelik başvurusu da sürüncemede kalmıştır. Avrupa Topluluğu
Komisyonu’nun Türkiye’nin başvurusu hakkındaki raporunu hazırlaması Yunanistan,
Portekiz ve İspanya örneklerinden farklı olarak oldukça uzun bir süre almış, 2.5
yıl kadar sürmüştür.73 Nitekim 18 Aralık 1989 yılında Avrupa Topluluğunun
Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu değerlendirdiği raporda Türkiye’nin topluluğa
tam üyelik statüsünü kazanmadan önce ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda
gelişmesi gerektiği belirtilmiştir.74

Topluluğa tam üyelik için başvuran Türkiye, bu başvurunun ağırdan alınması ve
ciddi karşılanmaması gibi nedenlerden dolayı Avrupa Birliği projesinden
uzaklaştığı bir dönem içine girmiş, yeni arayışların peşine düşmüştür. Sovyetler
Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra Karadeniz Ekonomik İşbirliği
Projesi, yeni bağımsızlıklarına kavuşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile
ilişkilerin arttırılması gibi hususlar ön plana çıkmıştı. Bu dönem Türkiye’nin
AT projesinden uzaklaştığı dönem olarak değerlendirilmektedir.75

Bölgesel işbirliği projeleri beklenen hedefleri gerçekleştirmekten uzak kalınca
Türkiye 1992’den sonra AB76 ile ilişkilerini tekrar canlandırmaya gayret
etmiştir. Bu dönemde AB de Türkiye ile ilişkilerini gümrük birliğini
gerçekleştirmeye yönelik alanlarda yoğunlaştırmıştır. Ancak tam üyelik konusunda
aynı yoğunluk göze çarpmamaktadır. 6 Mart 1995 yılında Türkiye ile AB arasında
Gümrük Birliği’nin gerçekleştirilmesi ile ilgili Gümrük Birliği döneminde
uygulanacak usul, esas ve süreleri belirleyen karar kabul edilmiştir. 1 Ocak
1996 tarihinde de AB ile entegrasyonda 22 yıl süren "Geçiş Dönemi" tamamlanmış
oldu. Sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinde Gümrük Birliği ile tam üyelik
sürecinde "Son Dönem"e girildi. Böylece Ankara Antlaşmasından yaklaşık 33 yıl
sonra tam üyelik sürecindeki son aşamaya geçilmiş oldu. Tam üyelik yolunda çok
önemli bir aşama olan Gümrük Birliği’ne geçişten sonra Türkiye ile AB arasındaki
ilişkilerin yumuşayacağı, Türkiye’nin tam üyelik ihtimalinin güçleneceği
düşünülmesine rağmen siyasal realite daha farklıydı. 1980’lerden sonra Avrupa
Topluluğunun üyelik şartlarında demokratik unsurlara ağırlık vermesi doğal
olarak Türkiye’nin topluluk ile olan ilişkilerini de etkilemişti. Kıbrıs
meselesi, insan hakları ihlali, demokratikleşmedeki kurumsal eksiklikler gibi
hususlar ekonomik meselelerden daha öncelikli konuma yerleşti. Siyasi
meselelerin adamakıllı çözüme kavuşturulmaması üyelik sürecinin pozitif anlamda
ilerlemesi imkanını ortadan kalkıyordu.

13 Aralık 1997’de Avrupa Birliği Lüksemburg Zirvesinde 10 Orta ve Doğu Avrupa
ülkesi77 ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin "aday" ülkeler olarak belirlenmesine rağmen,
Türkiye’ye bu statü tanınmıyordu. Türkiye’nin yalnızca üyeliğe ehil olduğu
belgeleniyordu. Türkiye’ye adaylık statüsü ancak 10 Aralık 1999’da Helsinki’de
toplanan AB hükümet ve devlet başkanları zirvesinde veriliyordu. Bu statüyü
tanıyan belge Türk Hükümeti tarafından onaylandı. Böylece, Türkiye’nin uzun
yıllardan beri peşinde koştuğu büyük ideal somutlaştırılarak hukuki bir sürece
girmiş oldu.

AB’nin Türkiye’ye adaylık statüsü tanıması yaklaşık 40 yıldan beri problemli
süren ilişkilerin en önemli aşaması olmuştur. Adaylık statüsünün tanınmasını AB
komisyonunca bir yol haritası olarak tanımlanan, içerik ve usul olarak
Türkiye’nin tam üyelik stratejisinin tek taraflı olarak belirlendiği "Katılım
Ortaklığı Belgesi"nin açıklanması izlemiştir. Katılım Ortaklığı Belgesi ile tam
üyelik sürecindeki kısa ve orta vadeli öncelikler belirlenmiş, Türkiye’nin
siyasi ve ekonomik kriterler (Kopenhag Kriterleri) ışığında katılım
hazırlıklarını hangi koşullar altında gerçekleştireceği ve Türkiye’nin AB
müktesebatını üstlenme, uygulama ve hayata geçirmeye ilişkin yükümlülükleri
ortaya konulmuştur. Kısaca, Katılım Ortaklığı Belgesi Türkiye’nin tam üyelik
statüsünü kazanabilmesi için yerine getirilmesi gereken ilkeleri ortaya koyan,
iç hukuk düzeninden ekonomi politikasına, eğitimden sağlığa, tarımdan
hayvancılığa kadar hemen hemen her alanı etkileyen kurallar bütünüdür. Ulusal
devletin egemenlik alanına giren birçok düzenleme bu ilkelere göre yeniden
yapılandırılacak ve AB mevzuatıyla uyumlulaştırılacaktır. Bir başka anlatımla iç
hukukun Kopenhag Kriterleri ile çelişen hükümleri değiştirilecek, mer’i hukuk AB
standartları doğrultusunda yeni baştan tanzim edilecektir.

Katılım Ortaklığı Belgesinin kabul edilmesinden sonra AB ile olan ilişkiler Türk
Hükümetleri tarafından hazırlanan "Ulusal Programlar"ın AB Komisyonu tarafından
değerlendirilmesine göre şekillenmeye başlamıştır. İç hukuk düzenlemelerini
ifade eden Ulusal Programlar AB Komisyonu tarafından hazırlanan raporlar ile
değerlendirilmiş ve Türkiye’nin Katılım Ortaklığı Belgesinde kabul edilen
ilkeleri ne oranda gerçekleştirdiği ortaya konulmuştur.

Bu sürecin bir parçası olarak Türk Hükümetinin 2001 yıllı Ulusal Programında78
siyasi, idari ve yargı reformlarının hızlandırılacağı ortaya konulmuştur.
Özgürlükçüğü, katılımcılığı ve hukuk devleti ilkesini üstün kılan anayasa ve
yasa hükümlerinin AB standartları temel alınarak geliştirileceği ifade
edilmiştir. İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki
gelişmelerin hükümet tarafından sürekli izleneceği, bu alanlarda AB
müktesebatıyla uyumun hükümet tarafından hızlandırılacağı açıklanmıştır.
Programda anayasanın temel hak ve hürriyetleri, düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyetini, bilim ve sanat özgürlüğünü ve basın hürriyetini düzenleyen
hükümlerin gözden geçirileceği, TCK’nın 312. maddesi ile Terörle Mücadele
Kanununun 7. ve 8. maddelerinin, RTÜK Kanununun ve Basın Kanunun tekrar
inceleneceği belirtilmiştir. Ayrıca dernek kurma özgürlüğünün ve sivil toplum
örgütlerinin kurumsallaştırılmasının anayasal güvence altına alınacağı ifade
edilmiştir. MGK’nın siyasal hayattaki yeri "Anayasal bir kuruluş olan Milli
Güvenlik Kurulu, ulusal güvenliği ilgilendiren alanlarda bir danışma organı
niteliğindedir. Anayasa ve Yasanın ilgili maddeleri, Kurulun yapısı ve işlevini
daha açık bir biçimde tanımlayacak şekilde orta vadede gözden geçirilecektir"
şeklinde tanımlanarak MGK’nın iç hukuktaki ve siyasal realitedeki yeri hükümet
tarafından eleştirilebilir hale gelmiştir.

Türk Hükümetinin Ulusal Programının değerlendirildiği AB Komisyonunun 2001
yılına ait Düzenli Raporunda ise Türkiye’nin bazı alanlarda ilerleme
kaydetmesine rağmen henüz Kopenhag Siyasal Kriterlerini yerine getirmediği ifade
edilmiştir. Raporda Türkiye’de insan hakları ve temel hak ve özgürlüklerin
güçlendirildiği anayasa değişiklikleri olumlu karşılanmıştır. Ancak asıl önemli
olanın bu yeniliklerin hayata uygulanması olduğuna dikkat çekilerek salt yasal
düzenlemelerin Katılım Ortaklığı Belgesinde kabul edilen hükümlerin yerine
getirildiğinin işareti olmadığına dikkat çekilmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin
kullanımında ilerleme sağlanabilmesinin, anayasal değişikliklerin yorumu,
yasaların yetkililer tarafından doğru şekilde (ruhuna uygun şekilde) uygulanması
ve anayasa değişikliklerinden sonra çıkarılan uygulama yasalarının ayrıntılarına
bağlı olduğu ifade edilmiştir. Böylece siyasal kültüre hakim olan fiili
yasakçılığa dikkat çekilerek demokratikleşmenin toplumsal taleple, özgürlük
eksenli uygulamalarla birlikte gerçekleşebileceğine işaret edilmiştir. Güney
Doğu meselesinin de işlendiği raporda bu bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel
adaletsizliğin hakim olduğu ifade edilmiştir. Bu adaletsizliklerin
giderilebilmesi için hükümetin daha etkin rol oynaması gerektiğinin altı
çizilmiştir. Türkiye’de demokratik sistemin temel unsurlarının bulunduğu, ancak
ordu üzerinde sivil denetim gibi unsurlara ağırlık verilmesi gerektiği ortaya
konulmuştur.

Türkiye-AB ilişkileri 2002 yılında Türk Hukukunda temel hak ve özgürlükleri
düzenleyen bazı hükümlerin değiştirilmesine neden oldu. AB uyum yasaları olarak
da bilinen kanunlarda yapılan bazı değişiklikler şunlardır: Türk Ceza Kanununda
terör suçlarına verilen ölüm suçları kaldırılarak müebbet ağır hapis cezasına
çevrildi. Türklüğü, Cumhuriyeti, hükümeti, TBMM’yi, bakanlıkları, güvenlik
güçlerini ve adliyeyi sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü ve
görüntülü yayınların cezayı gerektirmeyeceği kabul edildi. Cemaat vakıflarının
Bakanlar Kurulu izniyle ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gayrimenkul
edinebilecekleri, gayrimenkullar üzerinde tasarruflarda bulunabileceği hükme
bağlandı. RTÜK Kanununda yapılan değişikliklerle Türk vatandaşlarının günlük
yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın
yapılabilmesine olanak sağlandı. Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda yapılan
değişikliklerle kanun AB mevzuatıyla uyumlu hale getirildi.

2002 yılında çıkarılan ek kanunlarla yapılan iç hukuk düzenlemeleri AB
Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili Düzenli Raporunda (2002) iyimser şekilde
değerlendirilmiş, ancak köklü ve ciddi reformlara ihtiyaç olduğu da gözden
kaçmamıştır. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Konsey Başkanı Günter Verheugen bu
raporun açıklanmasından sonra "AB Komisyonu Türkiye’ye üyelik perspektifi
dışında özel bir statü önermemektedir. Raporda öngörülen eksikleri tamamladığı
ve reformları uygulamaya geçirmeyi başardığı an, AB Komisyonu Türkiye ile
müzakerelerin başlatılmasını önerecektir. Türkiye’nin AB üyeliği yolu açıktır"
şeklinde açıklamada bulunarak yapılması gereken reformlara ve bunların hayata
geçirilmesinin zorunluluğuna işaret etmiştir. Bir anlamda adaylık sürecinin
Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan problemlerin çözümlenmesiyle
mümkün olacağını ifade etmiştir. Düzenli Raporda Türkiye’nin siyasi ve ekonomik
kıstaslarda ve AB müktesebatına uyumda ilerleme kaydettiği vurgulanmıştır.
Anayasal reform ve yasa değişiklikleri ile Katılım Ortaklığı Belgesinde
belirlenen temel önceliklerin ele alındığı ifade edilmiştir. Yapılan reformlar
ile siyasi hayatın en hassas konularında (anadilde yayın, ordu-siyaset ilişkisi,
idam, terör suçları gibi) bile demokratikleşme eğiliminin ağır bastığı ortaya
konularak uyum paketlerinin AB’ye üyelik yolunda önemli adımlar olduğu ortaya
konmuştur. Ancak Türkiye’nin siyasi kriterlere tam olarak uyum sağlayamadığının
altı çizilmiş ve eksiklikler sayılmıştır. Din özgürlüğü, basın ve yayın
hürriyetini kapsayan düşünce ve ifade özgürlüğü, demokratik örgütlenme özgürlüğü
gibi alanlardaki eksiklikler vurgulanmıştır. Ayrıca ordunun siyaset üzerindeki
etkisi, işkence ve kötü muamele, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyum
gibi alanlarda da köklü reforma ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Ayrıca anayasal
reform ve yeni yasaların uygulanmasındaki aksaklıkları ortadan kaldıracak, bu
yeniliklerin gündelik hayatta uygulanabilirliğini sağlayacak hukuki işlemlerin
gerekliliğinin altı çizilmiştir.

Türkiye 2003 yılında da mevzuatını AB standartlarına uyumlu hale getirebilmek
için uyum yasaları çıkarmıştır. Bu dönemde de hükümetin AB düzenli raporlarında
eleştiri konusu olan alanlara yoğunlaştığı, yapılan yenilikleri, ilerleme
sağlanan hususları ön plana çıkardığı görülmektedir. AB müktesebatının
üstlenilmesine ilişkin 2003 Türk Ulusal Programında insan hakları,
demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, azınlıkların korunması ve saygı gösterilmesi
gibi ilkeleri güçlendirme amacıyla yapılan düzenlemeler sayılmıştır. İdam
cezasının kaldırılması, işkence ve kötü muamelenin önlenmesini sağlayan yasal ve
idari düzenlemelerin yapılması, gözaltı ve cezaevi koşullarının Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinin ilgili normlarına uygun hale getirilmesi, olağanüstü hal
uygulamasının ülke genelinde kaldırılması, farklı dil ve lehçelerde öğrenim ve
yayın hakkının kullanılmasına yönelik yasal düzenlemelere dikkat çekilmiştir. Bu
yasal düzenlemelerin etkili şekilde uygulanabilirliğini sağlamak, reformların
ruhunu yansıtabilmek için idari tedbirler alındığı vurgulanmıştır. Ayrıca
düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen mevzuatın Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile tam uyumlu hale getirilmesi için gerekli çalışmaların yapılacağı,
basın özgürlüğünde evrensel standartları yakalayabilmek için yeni tedbirler
alınacağı, farklı dil ve lehçelerde yayın ve öğrenim hakkının hayata
geçirileceği ifade edilmiştir. Türk pozitif hukukundaki bu değişiklikler Avrupa
Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan Düzenli Rapora (2003) "Türkiye son 12 ay
içinde etkileyici yasal çabalarını sürdürerek Kopenhag Siyasi Kriterlerine uyum
sağlamada önemli ilerleme kaydetmiştir" şeklinde yansımıştır. Ancak temel hak ve
özgürlükleri, yargı faaliyetlerini, kültürel hakları ve siyasi kültürü
ilgilendiren alanlarda hala problemlerin sürdüğü vurgulanmıştır. Yargı
bağımsızlığı ve yargının işleyişi, dernekleşme, ifade ve din özgürlüğü gibi
temel hürriyetlerin kullanılmasında, ordu-sivil ilişkilerinde ve güneydoğu
meselesinde demokratik açılım ve çözüm gerektiren sorunların bulunduğu
belirtilmiştir.

Sonuç

20. yüzyılın ortalarına kadar ekonomik rekabet, piyasa savaşları, sosyal, dini
ve etnik sınıf farklılıkları gibi olgulardan ötürü sürekli gerginliklerin ve
sosyal hareketliliğin yaşandığı Avrupa, İkinci Dünya Savaşından sonra büyük bir
dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün felsefesini ve sınırlarını belirleyen en büyük
kurum henüz bitmemiş bir entegrasyon projesi olarak görülen Avrupa Birliği’dir.
Gelenekselleşmiş düşmanlıklar, siyasal gerginlikler, gözyaşı ve kaosla yoğrulmuş
yaşlı kıta Avrupa, AB üyesi devletlerin eşit ve özgür iradesi ve bu birliği
oluşturan temel metinlerle birlikte demokrasi ve insan haklarının kurumsal
güvence altında olduğu, her bireyin istediği yerde mülk edinebileceği, serbestçe
fikirlerini ifade edebileceği, istediği yere yatırım yapabileceği, devletlerin
de ortak ekonomi ve güvenlik politikası takip ettikleri devasa bir birliğe
dönüşmüştür. Avrupa tarihinin hiçbir döneminde devletleri eşitlik ve
bağımsızlık, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları ilkelerine göre bir
araya getiren böyle bir birlik yoktur.

Hukuki belgeler, siyasal ve ekonomik işbirlikleri ile birlikte ortaya çıkan AB,
tedrici ilerlemeye bağlı olarak Avrupa’nın dokunulmaz ve kutsal miti olan ulus
devlet olgusunu da aşındırmaktadır. Üye devletlerin vatandaşlarına verilen
serbest dolaşım ve ikamet özgürlüğü, birlik sınırlarında istenilen yerde mülk
edinme, hizmet sunabilme ve yatırım yapabilme hakkı, aynı hukuki yollara
başvurabilme, ulus devlet vatandaşlığından farklı olarak AB vatandaşlığı statüsü
gibi haklar üye devletler için bağlayıcı norm olan Kopenhag Kriterleri ile
güvence altına alınmıştır. Böylece, AB üyesi devletler ne kendi vatandaşlarına,
ne de AB vatandaşlarına yönelik uygulamalarında Kopenhag Kriterlerine aykırı
davranamayacaklarıdır. Bunun anlamı Avrupa kimliğinin diyalog, işbirliği, fikir
özgürlüğü, farklılıklara saygı, barış siyaseti gibi olgulara göre şekillenme
sürecine gireceğidir. Yeni nesil Avrupalısının kimlik oluşumunda Kopenhag
Kriterleri ve benzeri hukuki belgelerin yapacağı etki gözden uzak
tutulmamalıdır. Rönesans’ın mağrur, coğrafi keşiflerin bencil, sömürgeci ve
saldırgan Avrupalısı farklılıklara saygı göstermeyi, ekonomik ve sosyal adalete
aykırı davranmamayı, insanlık namına paylaşabilmeyi öğrenecektir. Farklılıkları
bir arada tutma yolu baskı ve otorite yöntemleri ile değil, her farklılığa eşit
temsil imkânının verilmesi ile gerçekleşebilecektir. Serbest dolaşım, serbest
ikamet ve mülk edinebilme hakkına sahip olan AB vatandaşlarını bir arada tutan
güç de budur.

Bu değişimin Avrupa dışındaki ülkeler için önemli yanı insan hakları,
demokratikleşme, özgürlük gibi ilkelerin bu birliğin genişleme felsefesine
paralel olarak yatay bir şekilde diğer coğrafyalara da yayılmasıdır. Türkiye de
çevresindeki bu köklü değişime ilgisiz kalamamıştır. Yaklaşık 200 yıldan bu yana
Türk siyasetinin ayrılmaz parçası olan, ilerlemenin olmazsa olmaz koşulu olarak
yorumlanan Batılılaşma Avrupa Birliği’ne üyelik süreciyle yeni boyutlar
kazanmış, toplumsal irade, demokratikleşme, özgürlük, kurumsal güvence altında
olan insan hakları öncülüğünde gerçekleşecek kalkınma ve ilerleme modelini Türk
siyasetine sokmuştur. Avrupa Birliği’ne üyeliğin olmazsa olmaz koşulu kabul
edilen güçlü demokrasi, özgürlüklerin anayasal ve kurumsal güvence altında
olması, ordu-sivil ilişkilerinde sivillerin etkin olması gibi ilkelerin
Türkiye’de yer almadığı görülünce siyasal kültüre hakim olan baskı unsurları,
değişime karşı olanların muhalefetine rağmen tartışmaların odak noktasına
yerleşmiştir. Toplum genelinde de AB üyeliğini savunanların sayısı artınca
ordunun, MGK’nın devlet üzerindeki vesayetini tanımlayan ve kısıtlayan yasal
düzenlemeler yapılmaya başlanmış, siyasal kültüre hakim olan özgürlük
kısıtlayıcı zihniyet ve kurumların kutsallığı tartışmaya açılmıştır. Böylece
devletin toplum mühendisliği rolüne bağlı olarak gerçekleşen geleneksel
Batılılaşma, meclis iradesini ve toplumsal talebi ilk sıraya yerleştiren, hedef
olarak da Kopenhag Kriterlerine uyum sağlamayı öngören, bireyi ve özgürlüğü
temel alan, hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik gibi ilkeleri ön planda
tutan bir modele dönüşmüştür. Yine Avrupa merkezli gerçekleşen bu değişimin
amacı AB Komisyonunun Türkiye ile ilgili 2003 Düzenli Raporunda görülebileceği
gibi "Türk vatandaşlarına Avrupa standartlarında insan hakları ve temel
özgürlüklerden yararlanma sağlamak amacıyla tam ve etkin uygulama" sağlayacak
değişikliklerin hayata geçirilmesinden ibarettir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa coğrafyasında yaşanan gelişmeler
Avrupalıların ve Avrupalılık olgusunun artık eskisinden farklı olacağının
sinyalleri olarak kabul edilmelidir. Bu bize Bediüzzaman’ın 1920’li yıllarda
"Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i
hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet
esaslar vaz eder." şeklinde ifade ettiği tarihsel ilerleme anlayışını
hatırlatmaktadır. Kıta genelinde ortaya çıkan siyasi, ekonomik ve sosyal
problemlere çözüm arayışının ürünü olan Kopenhag Kriterleri ile bütünleşen
Avrupa bir anlamda dünya savaşları öncesindeki kanlı cephesiyle yüzleşmektedir.
Tıpkı makalenin başında özetlediğimiz filmde Kevin Lomax’ın aynada ruhuyla
yüzleşmesi ve ardından keskin dönüş yaparak onurunu kurtarmayı tercih etmesi
gibi.

Netice itibariyle, Batı’nın insana, topluma, devlete ve ekonomik ilişkilere
bakışından oluşan hegemonyal Batı medeniyeti AB müktesebatıyla birlikte dönüşüm
sürecine girmiştir. Sömürgeciliği kurumsallaştıran, bilim ve tekniği hükmetme
vasıtası olarak gören, demokrasiyi ve zenginliği yalnızca ulusal devletin
sınırlarına layık gören Avrupa, AB ile birlikte hukukun, insan haklarının,
demokratikleşmenin ve özgürlüklerin savunuculuğunu yapmaktadır. Umudumuz Edward
Said’in "Garp ile Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, egemenlik ilişkisi,
derecesi değişen karmaşık bir hakimiyet ilişkisidir"79 şeklinde tanımladığı şu
ana kadar ki siyasal ve kültürel realitenin, Batılı olduğu kadar Doğulu da olan
Türkiye’nin tam üyeliğiyle diyaloğa, işbirliğine dönüşmesi, nihai olarak da
evrensel barışı tesis etmesidir. İnsanlığın geleceği bir anlamda Doğu-Batı
diyaloğunun sağlıklı bir zemine oturtulmasına bağlıdır. Bu sağlıklı zeminin
küresel istibdadı kurumsallaştırma yolunda ilerleyen "tek ülkeye" alternatif bir
model olarak önümüzde durduğu bilindiğine göre yapılacak iş Batı’daki değişimin
Batılılaşmayı da değiştirdiğini, bu değişimin ise bireye ve çoğulculuğa izin
veren bir model olduğunu teslim edip, evrensel barış ve insanlığın geleceği için
bu süreci desteklemektir. Müslüman-Hıristiyan işbirliğinin hukuki ve eşit bir
zemine oturması ancak bu bitmemiş entegrasyon projesinin desteklenmesiyle mümkün
görünmektedir. Özellikle, alternatifi düşünüldüğünde.

Dipnotlar

1. Küçük yerleşim biriminde ihtiraslı, gururlu ve şöhret müptelası bir birey,
yerellikten modernliğe adım atan bir bireyin kimlik oluşumunda etki eden
faktörleri simgelemektedir. Gainesville dar kalıpları olan ve geleneksel
ilişkilerin hakim olduğu gösterişsiz bir yerleşim birimidir. New York gibi
modern ve küresel bir şehre taşınmak Lomax’ın temel gayesidir ve bu göçten sonra
Lomax benliğini gurur, hırs ve şöhret arzularına göre yeni baştan inşa
edecektir.

2. John Milton 17. yüzyılda yaşamış, Shakespeare’den sonra en büyük İngiliz
şairi kabul edilen, mutaassıp bir Hıristiyan’dır. Filmde şeytanı temsil eden
karakterin John Milton olarak adlandırılması bir çelişki gibi görülse de,
aslında modern dünyada Hıristiyan kimliğinin görünmeyen yüzlerine dikkat
çekmektedir. Filmde yerellikten modernliğe geçişte sık sık kilisenin ahlaki
öğretilerine atıf yapılması karşısında mutaassıp bir Hıristiyan olarak bilinen
John Milton isminin şeytanla özdeşleştirilmesi, kapitalist toplumda
Hıristiyanlığın aidiyet ifade eden üst kimlik olduğuna, kimliğin içinin ahlaki
öğretiler yerine, ekonomik menfaatleri besleyen ve sistemin bekasını arzulayan
düşüncelerle doldurulduğuna işarettir.

3. Bu Lomax’ın New York’a taşınma kararından sonra verdiği ikinci iradi
kararıdır.

4. Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İletişim Yayınları,
İstanbul 2003, s. 23.

5. Muhammed Ali’nin bu sözünün orijinal hali "God made man and the Devil made
the nation"dur. Aktaran Tayfun Atay, "İttihad Sembolü mü, İhtilaf Kaynağı mı?
Öncesi ve Sonrasıyla Halifeliğin Kaldırılması Üzerine Bir Yeniden Düşünme
Denemesi", Toplum ve Bilim Dergisi, Bahar 2000, s. 213-245.

6. İlber Ortaylı, Batılılaşma Sorunu, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 134.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994,
s. 129-134.

8. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, Afa Yayınları, İstanbul 1988, s. 33.

9. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 61.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s.
140-141.

11. Türkiye ve Avrupa, derleyen Atilla Eralp, mak. Nuri Yurdusev, "Avrupa
Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği", İmge Kitapevi, Ankara 1997, s. 30-31.

12. Henri Pirenne, Ortaçağ Kentleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 15.

13. A.g.e., s. 26.

14. A.g.e., s. 36.

15. A.g.e., s. 27.

16. Atilla Eralp, Devlet-Sistem ve Kimlik, İletişim Yayınları, İstanbul 1996 s.
36.

17. Deniz Vardar, "Avrupa Birliği ve Kimlik Oluşum Süreci", Birikim Dergisi,
Mayıs 2002, s. 34.

18. Morin, s. 39

19. Pirenne, s. 37

20. Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yayınları,
İstanbul 1995,
s. 174.

21. Henri See, Modern Kapitalizmin Doğuşu, Yöneliş Yayınları, İstanbul 2001, s.
15.

22. Yurdusev, s. 39.

23. A.g.m., s. 40.

24. Huberman, s. 190-193.

25. Henri See, s. 55-69.

26. Huberman, s. 181.

27. Morin, s. 52.

28. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977, s. 106.

29. Recep Boztemur, Avrupa’nın Uzun On Dokuzuncu Yüzyılı, Doğu Batı Dergisi,
Şubat-Mart-Nisan 2001,
s. 55.

30. Edward Hallett Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul
1993,
s. 41.

31.Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1992, s.
42.

32. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler,
s. 140-141.

33. Realizm devletlerarası hukukta siyaset ile ahlak arasında kesin ayrım olduğu
varsayımına dayanıp, siyaseti ahlaktan kesin çizgilerle ayıran, uluslararası
ilişkileri "güç" ilkesine göre açıklayan yaklaşımdır. Uluslararası ilişkileri
çoğul egemen devletlere göre açıklayan bu yaklaşıma göre uluslararası düzen
güçlü devletin politikasına göre çizilecektir. İnsan doğasındaki ihtiras
uluslararası düzende barışın tesisini imkânsız kılmaktadır. Realizmin felsefi
temeli Machiavelli ve Hobbes’un düşüncelerine dayandırılmaktadır.

34. Edward H. Carr,
s. 43.

35. M. Fatih Tayfur, "Yunanistan ve İspanya’nın Avrupalılaşma Serüveni ve
Türkiye: İki Nikah, Bir Cenaze", Türkiye ve Avrupa içinde, İmge Kitapevi, Ankara
1997,
s. 180.

36. Aktaran Yurdusev, s. 47.

37. İbrahim S. Canbolat, Avrupa Birliği: Uluslarüstü Bir Sistemin Tarihsel,
Teorik, Kurumsal, Jeopolitik Analizi, Alfa Yayınları, İstanbul 2002, s. 96.

38. 1985’te yapılan Avrupa Topluluğu liderleri Milano Zirvesi’nde 9 Mayıs’ın
"Avrupa Günü" olarak kutlanması kararlaştırıldı. Bu Schuman Planı’nın Avrupa
Birliği sürecinde yaptığı etkinin ifadesidir.

39. Cengiz Aktar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, "Modernleşme ve Batıcılık",
c. 3, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 270.

40. Ünal Tekinalp-Gülören Tekinalp, Avrupa Birliği Hukuku, Beta Yayınevi,
İstanbul 2000,
s. 6-7.

41. Avrupa Ekonomik Topluluğu, Ortak Pazar adıyla da anılmaktadır.

42. Tekinalp-Tekinalp,
s. 8.

43. A.g.e., s. 9.

44. A.g.e, s. 10.

45. O dönemde Avrupa Topluluğuna rakip olarak kurulan Avrupa Serbest Mübadele
Birliğini (EFTA) kuran İngiltere, 1961 yılında Avrupa Topluluklarına katılmak
için başvurmuş, ancak yapılan müzakereler ve Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün
vetosu üzerine görüşmeler kesilmişti.

46. Ercüment Tezcan, Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları,
İstanbul 2002, s. 27.

47. A.g.e. s. 277.

48. Yurdusev, s. 64.

49. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2000, s. 42.

50. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, s. 10.

51. Cemil Meriç, Batılaşma, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim
Yayınları, İstanbul 1983, s. 234-244.

52. Mardin, s. 11.

53. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,
İstanbul 2001, s. 156.

54. Mardin, s. 14.

55. Murtaza Korlaelçi, "Pozitivist Düşüncenin İthali", Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul 2001, s. 214-222.

56. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi,
Üçdal Neşriyat, İstanbul 1981, s. 359.

57. A.g.e., s. 135.

58. Nezahet Nurettin Ege, Prens Sabahaddin, Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Güneş
Neşriyat, İstanbul 1977,
s. 71-72.

59. Lewis, s. 263.

60. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul 1998,
s. 105.

61. Lewis, s. 277.

62. Şerif Mardin, "Atatürkçülüğün Kökenleri", Cumhuriyetten Günümüze Türkiye
Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 88.

63. Meriç, s. 235.

64. Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, c. 1, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1996,
s. 229.

65. Ankara Antlaşması, md. 2.

66. O dönemde Avrupa Ekonomik Topluluğuna tam üye statüsüne sahip olan Batı
Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’dur.

67. Gülten Kazgan, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türkiye İlişkileri, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 1, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s.
98-107.

68. A.g.m., s. 102.

69. A.g.m., s. 103.

70. Atilla Eralp, Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri,
Türkiye ve Avrupa içinde, s. 101.

71. Siyasal yönden Türkiye ile benzerlikler taşıyan İspanya, Portekiz (1986) ve
Yunanistan (1981) demokratikleşmeyi ve insan hakları ihlallerini önleyecek
tedbirleri adım adım gerçekleştirerek 1980’lerden sonra Avrupa Topluluğuna üye
olmuşlardır.

72. Türkiye ve Avrupa içinde, İhsan D. Dağı, "İnsan Hakları ve Demokratikleşme:
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Siyasal Boyut", s. 137.

73. Eralp, s. 105.

74. Ali Bulaç, Avrupa Birliği ve Türkiye, Feza Gazetecilik A.Ş, İstanbul 2001,
s. 30.

75. Eralp, s. 108.

76. Avrupa Topluluğu 1992 yılında akdedilen Maastricht Antlaşmasından sonra
Avrupa Birliği adını almıştır.

77. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Estonya, Slovenya, Bulgaristan,
Romanya, Litvanya, Letonya ve Slovakya.

78. Ulusal Programlar ve Düzenli Raporların tam metnine www.belgenet.com
sayfasından ulaşılmıştır.

79. Edward Said, Şarkiyatçılık-Batının Şark Anlayışları, Metis Yayınevi,
İstanbul 1999,
s. 15.