The Consept of "Europe" in Risale-i Nur

Avrupa, kıta olarak 10.500.000 km2 yüzölçümüyle tahminen 700 milyon insanı
barındırmaktadır. Diğer kıtalara oranla en yoğun nüfusun yaşadığı coğrafyadır.
Kilometrekareye yaklaşık 70 kişi düşmektedir. Bu rakam Asya’da 57, Afrika’da 10,
Amerika’da 10.5’tur. Ancak, bu yoğunluk kıtanın genelinde eşit olmayıp farklılık
arz etmektedir. Avrupa’nın en yoğun nüfuslu ülkesi Hollanda, en az nüfus
yoğunluğuna sahip ülkesi ise Norveç’tir.

Kıtadaki aşırı nüfus yoğunluğu zaman içinde doğal bitki örtüsünü yok etmiş,
mevcut yeşil alanlar ise sonradan insanlar tarafından oluşturulmuştur.
Akarsuların çokluğu, düzenli bir rejimde ve yavaş akışlı olmaları, açılan
kanallarla kolay bir şekilde birbirlerine bağlanmaya imkan sağlamaları kıtanın
ulaşımı üzerinde olumlu bir etki yapmıştır. Verimli topraklara sahip olan kıtada
ekilebilir alan yüzeyin % 30’unu oluşturmaktadır. Bu alanlarda üretilen hububat
dünyadaki toplam üretim içinde önemli bir yekun tutmaktadır.

Avrupa, yer altı kaynakları bakımından çok zengindir. Ancak, asırlardan beri
işletilen madenler yavaş yavaş tükenme noktasına gelmiştir. Endüstri çok büyük
boyutlara ulaşmıştır. Dünya çelik üretiminin yarısı Avrupa’da yapılmaktadır.
Ulaşım ağının sıklığı kıtanın gelişmesinde çok büyük etki yapmıştır. Gerek
demiryolları, gerekse karayolları su ulaşımına ilaveten önemli yer tutmaktadır.

Yirminci yüzyılın başında Avrupa’da son derece az olan Müslüman nüfusun bu asrın
son çeyreğinde on altı milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Değişik sebeplerin
yanında, 1960 yılından sonra ekonomik sebeplerle İslam ülkelerinden Avrupa’ya
önemli oranda nüfus akışı olmuş, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Müslüman
ülkelerden binlerce insan ailelerini yanlarına alarak Avrupa’ya göç etmiş ve
Avrupa’daki Müslüman nüfusun artışında önemli bir etken oluşturmuşlardır.

Avrupa hakkında verdiğimiz özet bilgiden sonra, Risale-i Nur’da "Avrupa"
kavramının yansımasına bakacak olursak; "Avrupa" başlığı altında daha çok
medeniyetin incelendiği, kıyasların ve karşılaştırmaların bu eksende yapıldığı
söylenebilir. Dolayısıyla, daha çok coğrafi bir anlam ve kıta adı taşıyan bu
kavram bir medeniyetin tanımlanmasında kullanılmaktadır. Böylece, Risale-i
Nur’da "Avrupa" adı altında aynı zamanda bir medeniyetin sorgulanması,
eleştirisi, ağır basan yönleri ayrıntılı bir şekilde izahını bulmaktadır.

A. "Avrupa İkidir"

Risale-i Nur’da Avrupa kavramının işlendiği bölümlere bakıldığında, genel olarak
bir olumsuzlama görülür. Ancak, Bediüzzaman her konuda olduğu gibi Avrupa
değerlendirmelerinde de toptancı bir yaklaşım sergilememiş, müsbet yönlerini de
ifade etmiştir.

Avrupa Medeniyeti, Risale-i Nur’da iki ana başlık altında sınıflandırılmıştır:

Birincisi; temel dayanağını semavi dinlerin teşkil ettiği, hakiki İsevîlik dini
ve İslamiyet’ten aldığı feyizle, insanların sosyal hayatları için faydalı fen ve
sanayii insanların hizmetine sunarak terakki etmelerini sağlayan, aynı zamanda
hakkın ve adaletin göz ardı edilmediği, ben merkezciliğin değil, toplum
menfaatinin ön planda olduğu medeniyet.

İkincisi ise; insanları sefahat ve dalalete sevk eden, "ene"yi ön planda tutan,
dayanışma yerine mücadele ve boğuşmayı netice veren medeniyet. (Mesnevi-i
Nuriye, 1994, s. 129)

Avrupa bu iki cereyan arasında sıkışıp kalmıştır. Neticede, Avrupa’da menfi
olanın ağır basması ve bunun zararlarının bütün dünyayı etkisi altına alması,
daha çok bu yönünün öne çıkmasına ve sert bir şekilde eleştirilmesine sebep
olmuştur. Ayrıca, Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyetinin, aralarındaki çok
büyük farklılıklara rağmen kıyaslanması, İslam’a yönelik eleştiriler ve bu
eleştirilerin dozunun giderek artması, İslam alimlerinin de bunlara cevap
vermelerine ve örnek gösterilen medeniyetin insanlara ne
kazandırıp-kaybettirdiğiyle ilgilenmelerine sebep olmuştur. Bu bağlamda
Bediüzzaman haksız eleştirilere, hazır medeniyetin insanları sürüklediği
tehlikeleri ortaya koyarak cevap vermiştir:

1. Olumsuz Yönleri

Mesavi-i Medeniyet’in güzelliklerine galebe çalması, medeniyeti yaşlandırdığı
gibi ölüme mahkum etmektedir. Yani medeniyetin kötü yönlerinin güzelliklerine
galebe çalması aynı zamanda sonunu da hazırlamaktadır. Medeniyetin
kötülülüklerinin galebe çalmasının diğer sebepleri; dinin ve faziletin
medeniyetin temel düsturu haline getirilmemesi ve buna paralel olarak sefahate
müsaade edilerek, nefsin şehevi duygularına muvafakat verilmesidir. İkincisi,
dinsizlik ve şehevi duyguların ön plana çıkmasından kaynaklanan toplumdaki
müthiş eşitsizliktir. (Muhakemat, 1999, s. 46)

Medeniyetin kötülüklerinin ağır basması, bunun sonucu olarak hüküm sürmeye
başlayan dinsizlik, Avrupa medeniyetinin iç yüzünü karıştırmış, bölücü fesat
şebekelerini ve ihtilalleri netice vermiş, yıllarca süren din savaşları binlerce
insanın ölümüyle neticelenmiştir. Avrupa’yı kasıp kavuran bu tehlike Müslümanlar
için de büyük tehdit oluşturmuş, Bediüzzaman, Müslümanları bundan korunmaları
için İslam dininin hakikatlerine sığınmaya davet etmiştir. Ona göre tabakalar
arasında Avrupa’dakine benzer mücadelelerin önünün alınabilmesi için toplumsal
barışı sağlayan ve zengin-fakir arasındaki irtibatı müspet yönde etkileyen zekat
müessesesi medeniyetin düsturu olmalıdır. (Muhakemat, 1999, s. 47)

Avrupa’da maddi konular üzerinde yoğunlaşıldığı için manevi alan ihmal
edilmiştir. İç meseleleri ile uğraşan Avrupa, kendi alanı dışında gelişen ve
dini karakteriyle büyük farklılıklar arzeden İslam inanç ve medeniyeti hakkında
gerçek bilgiye sahip olamamıştır. Böylece Kur’an hakikatlerine de uzak
kalmıştır. Avrupa, tahrif edilen ve iktidara alet edilen bir dinle uğraşırken,
İslamiyet insanlık alemine yepyeni kapılar açmıştır. (Mesnevi-i Nuriye, s.
201-202).

Mevcut medeniyete Müslümanların kendi rızalarıyla dahil olmadıklarını belirten
Bediüzzaman, bu medeniyetin kendilerine yaramadığı gibi esaret altına aldığını
da belirtmektedir. İlaç olması gereken medeniyet insanlık için zehire dönüşmüş,
toplumun yüzde seksenini meşakkate düşürürken sadece yüzde onunu saadete
çıkarmıştır. Geri kalan yüzde onluk kesime de vasat bir hayat standardı
sunmuştur. Çoğunluğun saadetine vesile olması gerekirken, çoğunluğu azınlığın
zulmüne maruz bırakmıştır. Böyle bir netice de insanlığa rahmet olarak nazil
olan Kur’an-ı Kerim’in esaslarına uymamaktadır. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in esas
aldığı medeniyette, insanlığın tümünü veya hiç olmazsa büyük ekseriyetini
saadete ulaştırması esastır. Oysa, Avrupa’da durum bunun aksidir ve dolayısıyla
kabul edilmesi, benimsenmesi, örnek alınması, insanlığın kurtuluşunun reçetesi
olarak sunulması mümkün değildir. (Sözler, s. 653-654).

Bediüzzaman, Avrupa-Batı medeniyetini irdelerken "hazır"(mevcut) kelimesine yer
vermekte ve o anki uygulamalar hakkında düşüncelerini ifade etmektedir.
"Medeniyet-i garbiye-i hazıra"nın semavi dinleri dinlemediğini, beşeri
fakirleştirdiği gibi ihtiyaçlarını arttırdığını, iktisat ve kanaat anlayışını
bozarak; israf, hırs ve cimriliği ziyadeleştirdiğini, zülüm ve harama yol
açtığını belirtmektedir. Ayrıca, insanları sefahat vasıtalarına teşvik ettiğini,
çaresiz ve muhtaç olan insanı tembelliğe attığını, çalışma şevkini kırdığını,
heva ve hevese rağbet ettirerek ömrün faydasız bir şekilde kaybolup gitmesine
yol açtığını ifade etmektedir. (Emirdağ Lahikası, s. 335)

"Hazır medeniyet" tabirinin kullanılması, söz konusu durumun ebediyen böyle
gitmeyeceğinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan kurtulmanın
yolları elbette aranacaktır.

Medeniyet-i hazıra ifadesi gibi, günahları iyiliklerine baskın gelen "günahkar
medeniyet" (Hutbe-i Şamiye, s. 42) ifadesine yer veren Bediüzzaman, bu
medeniyetin günahlarının iyiliklerine, seyyiatının da hasenatına galip gelmesi
neticesinde yer yüzünü kana bulaştırdığını ifade etmektedir. Çünkü, bu medeniyet
dünyayı kazanmak için dini rüşvet vermiştir. Ardından günahlarının ağır
basmasıyla iki büyük dünya savaşına sebep olmuş, böylece iki şiddetli tokat
yiyen günahkar medeniyet yerle bir olmuştur. Buna karşılık gelecekte
İslamiyet’in kuvvetiyle medeniyetin güzelliklerinin galip duruma geleceğini,
zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek evrensel barışı temin edeceğini sözlerine
eklemiştir.

Avrupa’da o zamana kadar medeniyetin kötü tarafının ağır basmasının bir sebebi
de bu medeniyetin fazilet ve hüda üstüne tesis edilmemesidir. Bunun yerine heva,
heves, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden semeresi de zulüm, kan ve
gözyaşı olmuştur. (Sözler, 1999, s. 372)

Toplumsal hayatta kuvvetin esas alınması güçsüzlerin hakkına tecavüzü netice
verir. Kişisel menfaatlerin her şeyin üstünde tutulması boğuşmayı doğurur.
Menfaati elde etmek için başvurulan yöntemin uygun olup olmaması çok fazla
dikkate alınmaz. Hayat bir mücadeleden ibarettir anlayışı ise sürekli bir
mücadeleyi ve savaşmayı netice verir. Toplumsal dengeler güçlerin durumuna göre
şekil alır. Irkçılık, kanla beslenir ve başkasını yutmayı esas hedef ittihaz
ederek üstün gelmeye çalışır. Bütün bunlar, toplumsal barışı sağlamamış ve
insanları huzura kavuşturmamıştır. Toplumun yüzde sekseni kazançlarıyla
ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından mutsuzluğa ve sefalete düşürülmüştür. Ancak
yüzde yirmilik kesim müreffeh bir hayat seviyesine ulaşmıştır.

İnsanların yüzde doksan beşinin mutsuzluğuna sebebiyet veren medeniyet
anlayışına karşılık, Kur’an medeniyetinin dayanak noktaları farklıdır. Toplumsal
hayatta kuvvet yerine hak esastır. Kuvvetli olan değil, haklı olan kazanır. Bu
da ittifaka ortam hazırlar. Menfaat yerine fazilet ve Allah’ın rızasını kazanmak
hedeflenir. Fazilet ise boğuşmayı değil, dayanışma ve yardımlaşmayı gerektirir.
Irkçılık fikri yerine din birliğini, vatan birliğini ön görür. Böyle olunca da
birbirini yutma değil, ortak değerler etrafında bir araya gelme ve kaynaşma
vücut bulur. Nefsani hevesleri tatmin yerine, gerek kendisine ve gerekse
başkasına zarar verebilecek durumda duyguları dizginler, böylece dünya saadetini
sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kişinin ahiretini de kurtarır. (Sözler, 1999, s.
372)

Bediüzzaman, medeniyetin semavi kanunlara hizmetkar yapılması, beklenti ve
temennisini dile getirirken, mevcut durumun ebediyyen devam etmeyeceği
düşüncesindedir.

2. Olumlu Yönleri

Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin zararlı yönlerini ortaya koyup, yol açtığı
büyük tahribatları sıralarken toptancı bir anlayış sergilememiştir. Avrupa’yı
ikiye ayırmış, "Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı"
(Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 225) olduğunu vurgulamamış, bu medeniyetin
iyiliklerinin de çok olduğunu ifade etmiştir. Ancak, bu iyiliklerin insanlığın
ortak birikimi olduğunu dile getirmiştir. İnsanlığa büyük faydalar sağlayan ve
önemli ilerlemelerin kaydedilmesine imkan veren medeniyet, sadece
Hıristiyanlığın malı değildir. Bu medeniyetin arka planında; asırlar boyunca
devam edegelen fikirlerin birbirlerine ilave edilmesi ile oluşan birikim, semavi
dinlerin katkısı, fıtri ihtiyaçların zorlamaları ve özellikle İslamiyet’in
katkısı vardır. (Sözler, 1994, s. 655)

Medeniyet, insanlığın ortak eseridir. Buna rağmen Hıristiyanlığın malı olmayan
medeniyeti ona mal etmek, İslamiyet’in düşmanı olan gerilemeyi de İslamiyet’e
dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir. (Sünuhat, 1996, s. 80)
Yeryüzündeki tüm kemalat, medeniyet ve terakkinin kaynağı semavi dinlerdir ve
peygamberler eliyle gelmiştir. İslamiyet’in zuhuruyla insanlık alemi cehaletten
kurtulmuştur. Felsefe ve hikmetin içinde görünen fazilet, umumun menfaati gibi
insani esaslar, İslam güneşinin doğmasıyla beşeriyetin fikir ve kalbine
aksetmiş, gecesini nurlandırarak aydınlatmıştır. Fen ve sanat da bundan istifade
etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s. 140)

Batı’dan gelen fen ve sanata İslamiyet’in malı olarak sahip çıkan Bediüzzaman,
bunların tevhid ile yoğrularak, Kur’an’ın bahsettiği tefekkürle ve Cenab-ı
Hakk’ın kainata dercettiği kanunlar nazarıyla değerlendirilmesi gerektiğini
savunur. Böylece, bu yeni sanatlar vasıtasıyla ileriye doğru harekete
geçilecektir. İslam dünyasının kalkınması için medeniyetin yeni fenlerine
ihtiyaç vardır. Fen ve dinin birbirine dost olması sağlanmalıdır. (Divan-ı
Harb-i Örfi, 1993, s. 35-36) Manevi değerler noktasında gerekli ve yeterli
kaynağa sahip olan İslam dünyası Avrupa, Amerika veya başka bir bölgede istimal
edilen ilmi gelişim ve tekniklere ihtiyaç duymaktadır. Bu zamanda ilay-ı
kelimetullah toplumsal kalkınmayla; bu ise yeni fenlerden istifade ile
mümkündür.

B. Avrupa’nın Gelişme Nedeni

Avrupa’nın gelişmişliğini tahlil eden Bediüzzaman, bunun sebeplerini şöyle
sıralamaktadır: Coğrafi olarak darlığı, güzel olması, girintili çıkıntılı
yapısı, yer altı kaynakları açısından zenginliği, deniz ve nehirleri, soğuk bir
iklime sahip olması. Avrupa yüzölçüm olarak dünyanın yaklaşık 1/5’ini
oluşturmasına rağmen dünya nüfusunun 1/4’ünü barındırmaktadır. Dolayısıyla,
nüfus yoğunluğu ihtiyaçların artmasına yol açmıştır. Artan ihtiyaçların
karşılanabilmesi için Avrupalı eğitim, sanat ve ticarete yönelmiştir. Etrafını
çevreleyen denizleri ve kıtanın içinde ulaşımı kolaylaştırıcı bir unsur olarak
dolaşan nehirleri vasıtasıyla birbirleri ve çevreleriyle tanışan, ticarete
ağırlık veren Avrupalı, iş ortaklıkları tesis etmeye başlamıştır. Bunun neticesi
olarak fikir alışverişi, rekabet ortamı ortaya çıkmıştır. Sanayinin en temel
unsuru olan demir madeninin de bu kıtada bol olarak bulunması kendileri için
büyük bir imkan sağlamıştır. Elde ettikleri güçle eski medeniyetlerin
birikimlerini de kendi uhdelerinde toplayıp dünya dengelerini kendi lehlerine
değiştirmişlerdir. İklim olarak kıtanın soğuk olması çalışmalarına önemli ölçüde
katkı sağlamış; bir şeyi geç alıp geç bırakma özellikleri, sabır ve metanetleri
medeniyetlerinin kalıcılığına katkı sağlamıştır. Devletlerini ilmi esaslara
dayanarak kurmaları, karşılıklı kuvvetlerin çarpışması, istibdadın zorlaması,
aşırı taassubun ters etkisi, denk unsurların rekabetleri Avrupalıların
kabiliyetlerini ve meziyetlerini inkişaf ettirmiş, aynı zamanda fikr-i milliyeti
uyandırmıştır.

Avrupa’nın iç dinamiklerinden kaynaklanan ve gelişmesinde önemli ölçüde etkili
olan bu sebepler; Rönesans, reform, coğrafi keşifler, sermaye akımı vb.
etkenlerle de takviye edilince mevcut gelişmişlik durumu ortaya çıkmıştır.
Bediüzzaman, söz konusu sebepleri maddi sebepler olarak kategorize ederken,
Avrupa’nın ilerlemesine etki eden manevi sebeplere de değinmiştir.

Avrupa’da mevcut olan Hıristiyan taassubu da önemli sebeplerden birisi olmuştur.
Farklı maksatlar peşinde koşmalarına rağmen kendi dindaşlarının desteğini
arkalarında hissetmeleri büyük bir dayanak noktası oluşturmuştur. Çünkü, nerede
bir Hıristiyan bulunsa oraya ulaşılmaya çalışılmakta ve birbirlerine hayat
vermektedirler. Örneğin; Habeşistan, Sudan, Lübnan, Arnavutluk, Ermenistan gibi
yerlerde bulunan Hıristiyanlarla ilgilenerek buralara kadar el uzatmışlardır. Bu
dayanak noktası en ağır ve mücadele gerektiren işlere girişmelerinde kendileri
için manevi bir kuvvet meydana getirmiş, kendi dindaşlarına yardıma koştukları
gibi, bu arada Müslümanların can damarlarını kesmekten geri durmamışlardır.
(Sünuhat, s. 76-78).

C. Avrupa’yı Canlandıran İslam’ı Öldüren…

İslamiyet’in zuhuru ile birlikte çok kısa zamanda büyük inkılaplar gerçekleşmiş,
yepyeni bir medeniyet ve anlayış hakim olmaya başlamıştır. Ortaçağ karanlığında
yaşayan Avrupa’ya karşılık, büyük imparatorluklar kuran ve yeni bir medeniyet
anlayışı ile hareket eden Müslümanlar, sonraki dönemlerde neden gerilemeye
başlamışlardır? Bediüzzaman, bu konuda çok önemli bir tespitte bulunmaktadır;
Avrupa’yı ve Avrupalıyı canlandıran emeldir. Yani, ümit besleme, şiddetli arzu
ve hırstır. İslam alemini öldüren de yeis, yani ümitsizliktir. Geri kalışımızı
irdelemeye devam eden Bediüzzaman, şu noktalar üzerinde durmaktadır: Şeriatın
hükümlerini gözetmeme ve bundan uzaklaşma, bazı dalkavukların gelişi güzel
yaptıkları yanlış yorumlamalar, zahirperest cahil kimselerin yersiz taassupları,
Avrupa’nın iyi yönlerini terk edip, heva ve hevese hitap eden kötü yönlerini
taklit etme. İslam dünyası kendi değerlerinden uzaklaşmaya paralel olarak maddi
gelişmişlik noktasında da geri kalmışlardır. Özellikle medreselerde müspet
ilimlerin ihmal edilmeye başlanması, Avrupa’daki gelişme ve ilerlemelerin takip
edilememesi bunda etkili olmuştur.

D. Avrupa Tarihinde Din

Halk ile arasında giderek uçurum oluşturmaya başlayan, iktidar sahipleriyle gücü
paylaşan ve bunun nimetlerinden faydalanan kilisenin tavrına tepkiler giderek
artmıştır. Fransız İhtilali ve sonrasında meydana gelen olaylarla kilisenin bazı
uygulamaları ve değerleri tahrip edilmiştir. Belli bir kesimin tekelinde olan
dini durum değişmeye ve yeni inanç sistemleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu
arada yeni mezhepler de teşkil edilmiştir. Ancak bütün bunlar kolay olmamış;
yıllarca süren din savaşları, binlerce insanın hayatını kaybetmesi ve büyük
değişimlerin gerçekleşmesiyle neticelenmiştir.

Avrupa, daha sonraki dönemde çok hızlı bir ilerleme kat etmiş, kendi
sınırlarından taştığı gibi, sömürgeleştirme vasıtasıyla başta İslam beldeleri
olmak üzere çok büyük alanlarda kendi egemenliğini tesis etmeye başlamıştır.
Avrupa’nın yeni durumuna bakan ve bundan hüküm çıkarmaya çalışan bazı kimseler,
terakki için bizim de benzer şekilde hareket etmemiz gerektiğini ileri sürmüş ve
dinde reform adı altında, manevi değerlerden uzaklaşmayı ve arınmayı
savunmuşlardır. Ancak bunu yaparken İslam ve Hıristiyanlık arasındaki farkları
dikkate almamışlardır.

Risale-i Nur’da ise, kıyas yapılmak suretiyle aradaki fark ortaya konulmuştur.
Özellikle, Fransa’da ve diğer yerlerde Hıristiyanlık dini ve Katolik mezhebi bir
tahakküm ve istibdat aracı olarak kullanılmıştır. İktidar sahipleri bu vasıta
ile halkın üzerindeki nüfuzlarını devam ettirmişlerdir. Serseri olarak telakki
ettikleri hürriyetçi ve vatanseverleri bu yolla ezdiklerinden Avrupa’da dört
asır boyunca ihtilaller eksik olmamıştır. (Mektubat, 2000, s. 422)

İslamiyet’in ise, halkı himaye ettiği ve bu yüzden Müslümanlar arasında dini
muharebe olmadığı, cereyan eden bazı hadiselerin de dini mahiyet taşımadığı
görülmüştür. Çünkü, İslamiyet üst tabakadakilerden çok halkın menfaatini
korumuştur. Zekatı farz ve faizi de haram kılması ile bu durumu pekiştirmiştir.
Ayrıca, "Milletin efendisi, ona hizmet edendir." ve "İnsanların en hayırlısı,
onlara faydalı olanıdır." Hadis-i Şerifleri bunu net olarak ortaya koymuştur.
(Mektubat, s. 422)

Avrupa’da, dinin bir tahakküm aracı olarak kullanılmasının arka planına değinen
Bediüzzaman, bunun sebeplerini "şimdiki Hıristiyanlık dininin velediyet
akidesi"ne bağlar. Bu akidenin aracı ve sebeplere yer vermesi, din namına
enaniyeti kırmaması, din adamlarına Hz. İsa’nın (as) mukaddes vekili payesini ve
kutsiyet vermesidir. Bu yüzden dünyaca meşhur Hıristiyan devlet adamları birer
papaz gibi mutaassıp ve dindar olmuşlardır. Müslüman liderlerden ise çok azı tam
dindar olabilmiştir. Çünkü, makam ve mevkileri enaniyeti güçlendirdiğinden, dini
konularda zafiyet görülmeye başlanmıştır.

E. Avrupalılarla İlişkilerin Sınırları

Avrupa veya daha kesin bir ifade ile Müslüman olmayan kesimlerle ilişkilerin
nasıl olması gerektiği tartışma konusu olmuş ve olmaya devam etmektedir. Bu
konuda çeşitli fikirler beyan edilmiş, yirminci yüzyılın başından itibaren bu
konu üzerindeki tartışmalar, siyasetin de etkisiyle giderek bir artış
göstermiştir. Zaman içinde de özellikle Hıristiyan ve Yahudilerle ilişkilerde
hassas davranıldığı gibi genelde mesafeli bir durum takınılmıştır. Uzak duruşta,
Maide Suresi’nin 51. ayeti belirleyici bir etki yapmıştır.

Bediüzzaman, zamanın değişen şartları çerçevesinde, bu konuda çok önemli bir
noktaya daha temas etmektedir:

Saadet asrında büyük bir dini inkılap meydana gelmişti. Bütün zihinler o noktaya
yönelmişti. Dostluk ve düşmanlık bu daire içinde gerçekleşiyordu. Bu nedenle
dostluk ve düşmanlıklar da dini bir renk almıştı. Dolayısıyla, Müslüman
olmayanlara karşı beslenecek muhabbet, ayrılık için önemli bir gösterge idi.
Ancak, şimdi dünyada medeni bir inkılap gerçekleşmektedir. Bu nedenle nazarlar
bu sefer medeniyet ve terakki üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca, günümüzdeki
Hıristiyan aleminde eski dini taassup olmadığı gibi, evvelki asırlara oranla
dinlerine bağlılık da yoktur. İnsani değerleri ön planda tutan, ortak değerlerde
buluşma imkanı verecek medeni dünya ile dost olmak, terakkilerini beğenip almak,
bununla bağlantılı olan dünyevi saadeti temin etmek mümkündür. Bilindiği gibi;
"Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar
birbirlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan
olur…" (Maide: 51) mealinde İlahi bir ikaz mevcuttur. İşte, günümüzde insani
değerler noktasında bir araya gelmek, dinsizlik cereyanına karşı güç birliği
yapmak, ilmi ve maddi noktalarda ortak arayışlar içine girmek, Kur’an’da
ifadesini bulan bu yasağı çiğnemek demek değildir. Çünkü, hedef, onların dini
değerlerini ve inançlarını kabullenip bu çerçeve dahilinde onlarla dost olmak
değildir. (Münazarat, 1993, s. 71) Ayrıca, yirminci yüzyılda yaşayan dinsizlik
ve anarşi semavi dinleri tehdit etmiş ve hepsi için tehdit oluşturmuştur. Bu
tehdide karşı koymak da başlı başına güç birliğini ve ortak düşmana karşı
birlikte hareketi gerekli kılmıştır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın eleştirdiği hususlar, Avrupa’da yaşanan acı tecrübeler sonunda
daha net bir şekilde ortaya çıkmış ve kendileri de bunun farkına varmışlardır.
Özellikle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında teşekkül eden milletlerarası
organizasyonlarda, daha önce yaşanan acıların tekerrür etmemesi düşüncesi önemli
bir yer edinmiştir.

Sömürge durumunda olan İslam topraklarında yeni devletlerin kurulması,
Avrupa’nın kendi sınırlarına çekilmesi, aralarındaki çekişmeleri bir kenara
bırakıp Avrupa Birliği gibi ekonomik ve siyasi ağırlığı olan oluşumları meydana
getirmeleri, dünyada yeni şekillenmelere yol açmış, sözü edilen medeniyetin kötü
yönleri yavaş yavaş azalmaya ve iyi tarafların ağırlık kazanmaya başlamasına
imkan vermiştir.

Günümüze gelinceye kadar eleştiri konusu olan medeniyet zaten İslam coğrafyasına
muhtelif kanallardan girmiştir. Bu arada Avrupa, İslam medeniyetinden istifade
etmeye devam etmiştir. İslamiyet’i hakkıyla yaşayan ve Avrupa’ya açılan
Müslümanların müspet medeniyete katkısı, dini değerlerini, İslami yaşantılarına
yansıttıkları oranda, çok daha fazla olacaktır.

Avrupa’da ve dünyada insani değerlerin ön plana çıkması, hakiki medeniyetin
hükümferma olmasına paralel olarak teşekkül ettirilecek yakınlık ve dostluklar,
onların dinlerine dahil olma, Kur’an yasağını çiğneme değil, insanlığın hayrına
olan ortak değerlerde buluşmaktır. Zaten, Kur’an’ın emrettiği medeniyet de
öncelikle insanların tamamına veya en azından çoğunluğuna mutluluk ve saadet
getiren medeniyettir. Müslümanlar ve dolayısıyla ülkemizdeki mütedeyyin
insanlar, dini değerlerimiz zarar görecek korkusuyla, Avrupa’ya uzak durma
yerine, dini güzellikleri kendi yaşantılarında daha fazla uygulamak ve bunu
Avrupa’daki medenilere göstermek fırsatını iyi değerlendirmelidirler.