The Light Bringing Science to Knowledge of God: Risale-i Nur

1. Kur'ân-ı Hakîm'in Gayesi Yaratıcıyı Tanıtmaktır

Tabiata saplanıp onda boğulmamanın, dolayısıyla, ilahi hikmete yaklaşmanın yolu,
ilahî vahyi; yani Kur'ân'ı esas almakla mümkün olacaktır. Çünkü Kur'ân, bize Rabbimizi
tanıtır. O, büyük kâinat kitabının en büyük ve en güzel müfessiridir. Semavat ve
arz sayfalarında cilveleri gözüken ilahî isimlere ulaşmanın ve hakikatini anlamanın
yollarını bize o gösterir.

Kur'ân, ilahî isimlere ve onların anlamlarına değinir. Bazı âyetlerin sonunda
ise, okuyanı, okuduğu âyetlerin mânâları üzerinde düşünmeye çağırır. İlahi vahyin
ilk hedefi, Allah'ın fiil ve eserlerini önümüze sermektir. Sonra dikkatimizi bu
eserlerdeki ilahî isimlere çeker. Tevhid, nübüvvet ve haşir gibi temel maksatlarını
anlatmaya başlar.

Aşağıdaki âyet, Kur'ân'ın bizi nasıl bir tefekküre çağırdığını açıkça göstermektedir:
"De ki: 'Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir?
Diriyi ölüden, [ölüyü diriden] çıkaran kimdir? Her işin tedbirini gören kimdir?'
'Allah' diyecekler. De ki: 'O halde O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız? İşte
Hak Rabbiniz, Allah budur.'" (Kur'ân-ı Kerim, 10:31-32)

1.1. İnsana Allah'ı Anlatan Tarif Ediciler

Risale-i Nur, bizlere Allah'ın ilmini ve kudretini anlatmakta, insana Rabbini
tanıtan muarriflerden söz etmektedir. Bu açıdan muarriflerin (tarif edicilerin),
Risale-i Nur'da dört ana başlıkta toplandığı görülmektedir:

Bunlardan birincisi, bütün peygamberlerin "marifet"ini şahsında toplayan Hz.
Muhammed (a.s.m.); ikincisi, bütün semavî kitapların ders verdiği hakikatın en azamî
ifadesi olan Kur'ân-ı Kerim; üçüncüsü, bütün varlıkları içine alan kâinat; dördüncüsü
ise, insanın Allah'ı tanıma istidadı taşıyan tüm duygularının merkezi hükmündeki
"fıtrat-ı zîşuur" olarak vicdandır.

Bir başka yerde, Bediüzzaman Said Nursi, "Tevhid"in "üç külli muarrifi"nden söz
eder ve vicdandan burada söz etmez. (S., 214) Allah'ın birer sanatı, eseri, mahluku
olma noktasında söz konusu bu üç külli tarif edici; Yaratıcı'nın varlığına ve birliğine
ait ilk göze çarpan delillerdir. Tevhid'in söz konusu üç temel değeri olan kâinat,
Kur'an ve Hz. Peygamber arasında önemli bir bağlantı vardır.

En başta, Allah'ın bir san'atı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur'an vardır.
Kur'an'ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed'dir (a.s.m.). Kâinat kitabı ise
varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde Kur'an-ı Hakim'in
ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur'an varlık âleminin gerçeğini
anlatırken, Peygamber (a.s.m.) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.1

Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde ifade edildiği gibi (41:9, 10, 11) kâinat, doğrudan
Allah'ın vahyettiği kanunlara itaat etmektedir. Bu ilahi kanunlarla kâinatın düzeni
sağlandığı gibi, Peygamberler vasıtası ile insana anlatılan şeriatla da, insan ve
toplum hayatının düzeni sağlanır.

"Şeriat ikidir. Birincisi: alem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim
eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattir. İkincisi: İnsan-ı ekber olan
alemin harekat ve sekenatını tanzim eden sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı
fıtriyedir ki, bazen yanlış olarak tabiat tesmiye edilir." (H.Ş., 119)

2. Marifete Ulaştıran En Kısa Yol Kur'an'ın Yoludur

İnsanı, erişebileceği en yüksek ve en ulvi makam olan marifetullaha ulaştıran
yolların birincisi ve en kısası Kur'ân'ın yoludur. Kur'ân, diğer üç yola nasıl muhatap
olacağımızın yollarını da göstermektedir. Mesela, Kur'ân birçok âyetiyle insanı
mevcudatın "nasıl yaratıldığı"na bakmaya dâvet etmektedir. Semavat, arz ve içindekilerin
Yaratıcısını; mutlak ilim, mutlak kudret, mutlak irade sahibi bir Zât-ı Zülcelâl
olarak tanıtır. O'nun yaratmada ortağı olmadığına, hiçbir şirk unsurunun sözkonusu
olamayacağına dikkatleri çeker.

Risale-i Nur, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif eder.
Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmaktadır
ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde icad edebilmek için, bütün kâinatı icad
edecek sonsuz bir kudret lâzımdır.

Kur'ân-ı Hakîm, kâinatı, tevhidin en büyük, en küllî bir delili olarak sunarken,
daha çok her insanın kolayca anlayabileceği delilleri dikkatimize sunar. Yer, gök,
yıldızlar, ay, yağmur, su, bulut, arı, karınca, rüzgâr gibi ilahi kanunların nazara
verilmesi bunun en güzel örnekleridir.

Risale-i Nur, bu usulü ve bu yolu kendine rehber yapar. "Vâhidiyet içindeki Ehadiyeti
göstermek"2 diye tarif ettiği ilahi bakışla, zerrelerden yıldızlara kadar bütün
mevcudatın her birinin, mutlak kudret sahibi Vâcibü'l-Vücud'un varlığının parlak
bir delili olduğunu anlatır.

Risale-i Nur'un doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakîm'den aldığı bu meslek, insanı
marifetullaha ulaştıran en kısa yoldur. İnsan bu yolla, ne sebeplere takılarak boğulur,
ne de kâinatı yok sayar. "Huzur-u daimi"yi kazanmak için "hâzırâne bir ubudiyet"in
yollarını aramaya çalışır.

Bu yolla insan, kâinatı hayale atmak veya "aslında yoktur" diyerek varlıkları
inkâr etmek zorunda kalmaz. Bir anlamda Risale-i Nur bizlere, "huzur-u daimî"yi
kazanmak için, Vahdet-i Vücud mesleğinin de ötesinde; daha emniyetli, daha selâmetli,
daha umumî ve daha kısa bir yolu, Kur'ân'dan bulmuş ve göstermiştir. Risale-i Nur,
"Herşeyden Cenab-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var" demekte; böylece
marifetullaha ulaşabileceğimizi söylemektedir.3

Risale-i Nur'a göre, her bir şeyin hakikatı Allah'ın isimlerine dayanır. Eşyadaki
san'atların her biri, Allah'ın isimlerinin bir aynasıdır. Eşyanın gerçek hakikati
Esma-i İlâhiye'ye dayanır. Risale-i Nur, tek bir hayat sahibinde bile, zâhir olarak
yirmi kadar Esma-i İlâhiyenin tecellisinin nakışlarının görülebileceğini anlatır.
Bunun da ötesinde, Cenab-ı Hakk, bütün isimlerini insanda ihsas ettirmiştir. (S.,
627)

İnsanın kâinatı anlama çabasının bu isimleri okuyup anlamasına yönelik olması
gerektiği ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan,
özellikle bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl
amacına ulaşamamış, yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır.
Zira, bu çalışmalarda kâinat vardır; hem san'atlı, maksatlı, her bir cüz'üne, parçasına,
pek çok hikmet yüklenen bir kâinat vardır. Bununla birlikte kâinatın sahibinin varlığına
dikkat çekilmez. Bazen tam tersi bir bakışla inkar edilir. Oysa kâinata dair bütün
araştırmalar ancak, Esmâ-i İlâhiyeyi gösterip ona ayna olabilir. Onlar, insanlara
Rabbini tanıttığında amacına ulaşmış olur:

"Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı
âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor (…) o isme dayanmakla o
fen, o kemalât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir
sûrette nâkıs bir gölgedir." (S., 244)

Bu bakışla, "kâinat kitabını okuyan hakikî bir fenn-i hikmet" "Hakîm" ismine,
hakikatli bir tıb ilmi "Şâfi" ismine ve hendese de diyebileceğimiz geometri ilmi
"Mukaddir" ismine dayanır ya da dayanmalıdır. Her bir fen, bir ism-i İlâhînin tecellisine
dayanır ve dayandığı o ism-i İlâhîye ulaşarak kemâline erişir. "Her bir fen nurlu
bir burhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp duran maslahat
semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Sâniin kasd
ve hikmetini ilan ediyorlar." (İ.İ., 96-97)

Kâinat kitabının nasıl okunması gerektiğini ise, Kur'ân'dan hareketle, Risale-i
Nur şöyle özetlemektedir:

"Sakın… terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından, tabiat
dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit-bevakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma
dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven
yapınız. Tâ ki, fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbaniyeme
çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız." (S., 244)

Son zamanlarda dile getirilen bilimle dinin buluşturulması çalışmaları bu açıdan
çok da anlamlı değildir, din ve bilim iç içe olmalı, meczedilmelidir:

"…Mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını
kısmen kabul edip, onların silahlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları
kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünûn-u müsbete suretinde lâyetezelzel
teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adetâ
kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya
takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece
tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin
esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki
sathî kalır… Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî
telâkki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu.
Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin." (M.,413-414)

Bediüzzaman Said Nursi "Aklın nuru fünun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulum-u
diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd
eder". (Mün., 127) ifadesiyle bilim ve din arasındaki olumsuz olarak algılanan anlayışı
aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış,
kâinata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapılmadan, her ikisi
bir bütün olarak algılanıp, varlık aleminin sırrı öyle çözülmelidir. Bu nedenle
kâinat bir kitap gibidir: "Sani-i Zülcelal'in alem-i ekberindeki san'atı o derece
manidardır ki, o sanat bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitab-ı kebir
hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı
ve ona göre yazdı." (M., 454)

Başka bir eserinde aynı konuyla ilgili olarak, "çok ilim ve fenler vardır ki,
adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelir."
(İ.İ., 117) demektedir. Kur'an'da Peygamberler'in mu'cizelerinin zikredilmesinin
maksadı, bunların benzerlerinin yapılması ve ortaya konmasına yönelik olarak bilim
adamlarını teşvik etmektir. (S., 262)

Bu yüzden din ve bilim arasında bir çatışma olamayacağı gibi, aksine, "İslamiyet
fünunun (bilimlerin) seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin reisi ve pederidir."
(Muh., 8)

Bu değerlendirmelerden çıkarılacak sonuçlardan anlayacağımız gibi, kâinatı bir
kitap gibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmamak gerekir. Aksine, yazarın
büyüklüğünü kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışmak gerekmektedir. İnsanın okuduğu
kitapla ilgili bilgisi artıkça, yazarına karşı kendini daha sorumlu hissedecektir.

Diğer bakış ise, sadece kitabı incelemenin ve okumanın peşindedir. Kitabın yazarıyla
ilgilenmediği gibi, ona ilgi de duymaz, ne demek istediğini anlamak da istemez.
Bu yaklaşımı, bilim adamlığıyla veya bilimle anlamdırmak mümkün değildir. (S., 117-122)
Allah'ı inkâr eden, Esmâ-i Hüsnâya dayanmayan veya onu anlamak istemeyen bilimsel
bir çalışma, Risale-i Nur'a göre, "bilgi" değil; "vehim" ve "zan" üretir. Marifet
değil, cehalettir. Bu konumdaki biri, "binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple
bir echel"dir. (S., 505, 658)

3. Risale-i Nur ve Bilimler

Geleneksel sınıflandırmada; belagat, gramer, kozmoğrafya gibi bilimler âlet ilimleri;
tefsir, hadis ve fıkıh ise âlî ilimler olarak sınıflandırılmaktadır. Risale-i Nur'un
terminolojisinde ise, "âlî" ilim ifadesi daha çok "marifetullah"a götüren ilimleri
ifade etmektedir. Risale-i Nur'un, bilimin maddeci, materyalist yorumunun hâkim
olduğu bir dünyaya sunduğu bakış, bin yıldır birikmiş olan temel sorunlara yeni
yorumlar getirmiş ve böylece aşmamızı sağlamıştır

Risale-i Nur kâinatı sathi, yüzeysel bir nazarla, bilim adamı gibi incelemez;
ama bir bilim adamının kâinatı "imanî" bir temelde çalışması için yöntemler sunar.
Bir çiçeğin nakışlarını, rengini, kokusunu incelerken bizi marifetullaha ulaştıracak
olan "mânâ-yı harfî"yle bakışı önümüze sunar. Eserden müessire ulaşmamız gereğini
anlatır.

Bu açıdan, "bilimsel gerçek" diye önümüze sunulan birçok şey, Risale-i Nur'da
"felsefî" bir bakış olarak değerlendirilir ve temelsiz olduğu ifade edilir. Mesela,
dünyanın var olmasıyla ilgili yapılan çalışmalar hakkındaki yorumlar için şöyle
der:

"'Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılâp etmiş, sonra nebatat
husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş' gibi tabirler, icad ve hilkat-ı ilâhî
noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur'un san'at ve icad-ı ilâhî cihetindeki beyanatına
münasip düşmüyor." (E.L., I).

"Şimdi bak: Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: 'Güneş, bir kitle-i
azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp; cesameti
bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir.' Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten
başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'ân gibi etmiyor. Buna kıyasen;
bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın."
(S., 222)

Risale-i Nur'da, "Akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş" felsefî bilim
için şu ifadelere yer verilir: "Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'ân'ın hakaik-ı
kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."
(S., 316)

Bediüzzaman'ın bilime, fenne ve teknolojiye yaklaşımı bu açıdan önemlidir. Said
Nursi, bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına
inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır:

"Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini
ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir" (S., 239)

"Cenab-ı Hakk insanı ilim ve kemalata öyle bir tarzda sevk ve teşvik eder ki…
(sanki şöyle der)… 'Ey insan! şu kâinattaki maksad-ı ala, tezahür-ü Rububiyet'e
karşı ubudiyet-i külliyye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum
ve kemalatla yetişmektir'" (S., 20. Söz)

3.1. Said Nursi, Kur'an'dan Aldığı Bir Yolu Seçmiştir

Risale-i Nur daha çok imani hakikatlerin izahı ve delillendirilmesi üzerinde
durur. O "Velayet-i Kübra"4 yolundan giderek, akıl ve kalbi birlikte harekete geçiren
bir yol seçmiştir. Bu yeni tarz, "hükemanın ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur'an'ın
bir icaz-ı manevisiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi, bir
saatte görür gibi, Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda
hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlup olmayıp galebe etmiş"tir. (M.N. 8-9)

Bediüzzaman Said Nursi, Katre Risalesi'nde "süluk edilmemiş" bir yoldan söz eder:
"Arkadaş! Katre nâmındaki eserimde Kur'ân'dan ilhamen takip ettiğim yolla ehl-i
nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur: Kur'ân'dan tavr-ı
kalbe ilham edilen asâ-yı Mûsâ gibi, mânevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâyla,
kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü
müessir ancak eserde görünebilir. Mânevî asansör hükmünde olan murakabelerle mâ-i
hayatı bulmak pek müşküldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi
Arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere,
şeytanlara mağlûp olup caddeden çıkmamak için, pek çok bürhanlar, alâmetler, nişanlar
lâzımdır ki, yolu şaşırtmasınlar. Kur'ân ise, bize asâ-yı Mûsâ gibi bir hakikat
vermiştir ki, nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i
hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması
ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. " (M.N., 71)

Bu yolda Said Nursi, "Her bir şeyde O'nun bir olduğuna delalet eden bir delil
vardır" hakikatine ulaşmıştır. (M.N.,7) Risale-i Nur'un birçok yerinde, Yaratıcının
varlığı ve birliği akli delillerle ortaya konulurken, Allah'ın cemali ve celali
isimlerinin tecellileri devamlı bir şekilde nazara verilir:

"Semayı dinle; nasıl 'Yâ Celîl-i Zülcemâl' diyor. Ve arza kulak ver; nasıl 'Yâ
Cemîl-i Zülcelâl' diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl 'Yâ Rahmân, yâ Rezzâk' diyorlar.
Bahardan sor; bak nasıl, 'Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ
Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin' gibi çok esmâyı işiteceksin.
Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde
yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir;
en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor." (S.,
301-302)

3.2. Risale-i Nur Kelam İlmine Yeni Bir Bakış Getirmiştir

Risale-i Nur Külliyatı, gerek içine aldığı konular, gerekse bu konuları ele alış
şekliyle, "Kur'an tefsiri" olarak kabul edilmektedir. (M., 360; Ş., 326, 328; K.L.,13)
Said Nursi, bir başka yerde Risale-i Nur'u bir "ilm-i kelam eseri" olarak isimlendirmektedir.
(B. L., 162; E.L., 80-86)

Risale-i Nur'un kendine has yeni bir kelam ilmi metodu geliştirdiği görülecektir.
Said Nursi, insanı marifetullaha (Allah'ı bilmeye, tanımaya, anlamaya) götüren yolları
kelâm, tasavvuf, felsefe ve Kur'an olmak üzere dört ana sınıfta toplamaktadır.

"Marifet-i Sani denilen kemalat arşına uzanan miraçların usulü dörttür. Birincisi:
Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikin-i sufiyenin minhacıdır. İkincisi: İmkan
ve hudusa mebni mütekellimin tarikidir. Bu iki asıl, çendan Kur'an'dan teşaub etmişlerdir.
Lakin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan
masun kalmamışlar. Üçüncüsü: Şübehat-alüd hükema mesleğidir. Dördüncüsü ve en birincisi:
Belagat-ı Kur'aniyenin ulvi mertebesini ilan etmekle beraber, cezalet cihetiyle
en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en
eşmeli olan mirac-ı Kur'anidir." (M.N., 212-213)

Bediüzzaman, kullandığı yöntemin Kur'anî bir yöntem olduğunu, bu nedenle diğer
yöntemlerden daha etkili olduğunu belirtir. Ona göre diğer yöntemler de Kur'an'dan
elde edilmiştir; fakat hikmetsiz olarak o kadar uzatılmış, detaylandırılmıştır ki,
asıl maksat ortadan kalkmıştır. Allah'ın varlığının ortaya koyulması konusunda klasik
kelamcıların geliştirdiği "hudus" ve "imkan" delilleri, sadece Allah'ı ispatta kullanılabilecek
bir araç olmaktan çıkmış, başlı başına bir felsefî mesele haline gelmiştir. Sıradan
insanların (avamın) anlaması bir tarafa, üst düzeydeki insanların (havassın) bile
anlayamayacağı şekle sokulmuştur.

3.3. Kur'an'ın ve Risale-i Nur Metodunun Benzerliği

Said Nursi, Risale-i Nur'un sadece Kur'an'a dayandığını ve ilhamını ondan aldığını
belirtmiştir. Bu çerçevede, Risale-i Nur incelendiğinde, onun Kur'an'ın üslubundaki
bazı özellikleri ve marifetullaha götüren yolları kullandığı görülecektir.

Kur'an'ın, başta Allah'ın varlığı ve birliği olmak üzere, iman hakikatlerini
ispat ederken ortaya koymuş olduğu deliller, kâinattandır. Kur'an bir bütün olarak
kâinatı, Allah'ı bilmenin birer delili olarak kullanmaktadır. Risale-i Nur tefekkür
üslubu da buna yöneliktir. (S., 146-148; M., 20-23, 247-249 v.d.)

İddialarına aklı şahit gösteren, insanları tefekküre davet eden ve taklitçiliği
şirkin temeli olarak göstererek, kökünden kesip atan Kur'an'ın eğitici, öğretici
ve tefekküre dayalı üslubunu, Risale-i Nur da aynen benimsemiştir. (E.L., 76-77)

Kur'an'ın hitabı bütün insanlığadır. Risale-i Nur Külliyatı incelendiğinde görülecektir
ki, onun da muhatabı doğrudan doğruya insandır. (Ş., 549) Kur'an, bir bütün olarak
insanlığa hitap etmektedir. Onun hitabından sadece akıl veya kalb değil, insanın
bütün varlık ve duyguları birden feyiz almaktadır. Risale-i Nur da bu üslubu benimsemiştir.
Risale-i Nur'daki tefekkür bahislerinin tekrar tekrar okunduğu halde usandırmaması
da yine Kur'an'dan gelen bu özelliğe bağlanmaktadır. (Ş., 81)

Risale-i Nur'un Allah'ı tanıtmasında da Kur'an'dan ilham olunan üslup hakimdir.
Yeis yerine ümit vermeyi, korkutmak yerine müjdelemeyi esas alan Risale-i Nur, Allah
korkusunu, bir yavrunun, annesinin şefkat dolu sinesine sığınmasına benzetmektedir.
(S., 358)

Risale-i Nur, Kur'an'dan aldığı temsil yöntemini sıklıkla uygular. Zira seçilen
bu yol, Cenab-ı Hakk ve iman hakikatleriyle ilgili birçok şeyin anlaşılmasına yol
açmaktadır. "Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, hakikatleri durub-u emsalle beyan ediyor.
Çünkü daire-i ulûhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta, ancak misallerle
temessül ve tavazzuh eder. Mümkün ve miskin olan insan da daire-i imkânda misallere
bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuûnâtını, ahvalini düşünür." (M.N., 91)

Risale-i Nur'un kelam ile ortak noktaları, tasavvuf ile benzerliklerinden daha
fazla ve daha esaslıdır. Bilgi çağı olarak adlandırılan bu çağ insanının önüne açtığı
tefekkür ufkuyla Risale-i Nur, kelam ilminin gelişiminde orjinal bir yere oturmuştur.
Çünkü onun ortaya koyduğu kelam tarzı, insanları doğrudan doğruya Kur'an ile tanıştırmaktadır.
(Ümit Şimşek, "Risale-i Nur'da Tefekkür Üslûbu", Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu-3,
25)

Ona göre kelâm ve tasavvuf, Kur'an menşeli olmasına rağmen daha sonraları işin
içine insanların aklî ve fikrî mülahazalarının girmesiyle yetersiz kalmıştır. Her
meselede aklı kendine rehber edinen felsefe ise zaten şüphe ve tereddütlerle dolu
bir yoldur. Bütün bu yolların dışında bir de Kur'an'ın ortaya koyduğu bir yol vardır
ki, bu, Allah'a ulaşmada en kısa ve en kolay olan yoldur. (Muh., 145; M.N., 212-213)
İşte kelâm ilminin bütün konularını ihtiva eden Risale-i Nur, akıl ve kalp bütünlüğü
içinde bu yolu takip etmekte ve her şeyde Allah'ı tanımaya bir pencere açmaktadır.
(M.N., 10-11)

Risale-i Nur, ne bazı kelâmcılar gibi yalnız aklı kullanmış, ne de tasavvufçular
gibi yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiştir. O, imanın sadece ilimden
ibaret olmadığını ifade ederek, insanın akıl, ruh, kalp gibi diğer duygularının
da imanda hissesi olduğunu vurgulamıştır. Akıldan kalbe; kalpten akla geçişler yaparak
yeni bir çığır açmıştır. (M.N., 65, 203)

3.4. Bilimin Anlamı

İnsanlığın bugüne kadar ulaşan ortak aklı olarak kabul edebileceğimiz bilimin
amacı, kâinatta var olan kanunların keşfi ile, Allah'ın her bir varlıkta yazdığı
kitabı çözmek olmalıdır.

"İnsan bu âleme duâ ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet
ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır" (S., 330). "İnsanın vazife-i fıtrîyesi
taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir." (İ.K.M., 96)

"Cenâb-ı Hakk'ın arzında beşerin halife olması, Allah'ın hükümlerini icra ve
kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır." (İ.İ., 240-241)

Said Nursi, ilmi Esmâ-i Hüsnâ açısından ele alır, "din ilimleri ve fen ilimleri"
olarak ayırmaz; "Allah hesabına müşahede edilen herşey ilimdir" demektedir. (M.N.,
167)

İlim, Allah'ın "Alim" sıfatına dayanır. Allah'ın ilmi, olmuş, olacak herşeyi
kuşatmıştır. İslâmiyet-imân-ilim münâsebetini de şöyle bağlar: "İman saadetin anahtarı,
mârifet (ilim) ise terakkiyatın miftahıdır." (As. Mûs., 102.)

"İlim odur ki, kalbe yerleşsin. Yalnız akılda kalsa, insana mal olmuyor."

"İslâmiyetin menşeî ilim, esası akıldır. Binâenaleyh, İslâmiyetin hakikati kabul
ve safsatalı evhamı reddetmek şanındandır." (İ.İ., 107)

Said Nursi, ilim, Esmâ-i Hüsna, fen, kâinat arasında şu bağlantıyı kurar: "Herbir
kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-i âlisi var
ki; o hakikat bir ism-i İlâhiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı
muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemal, o kemalât, o sanat;
kemalini bulur. Hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir.

"Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenâb-ı Hakk'ın
ism-i Adl ve Mukaddir, hendese ayinesinde o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle
müşahede etmektir.

"Tıp bir fendir, hem bir sanattır. Nihayeti ve hakikati; Hakim-i Mutlak'ın Şâfi
ismine dayanıp eczahane-i kübrâsı olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini edviyelerde
görmekle, tıp kemalâtını bulur, hakikat olur." (S., 273)

Said Nursi tarafından "Risale-i Nur'un fidanlığı" olarak tanımlanan Mesnevî-i
Nuriye'de, marifetullaha yönelik olarak önemli bir bakış açısı sunulur:

"Kur'ân'dan… maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isal
edici bir yol buldum. Serîü's-seyr (çok süratle giden veya akan) olan bu zamanın
evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek rahmet-i Hakime'nin şânındandır."
(M.N.,194) "Maksud-u bizzat olan ilimler," Risale-i Nur'un dilinde, "ulûm-u imaniye"dir,
yani bir anlamda "iman ilmi"dir, "marifetullah"tır, Cenab-ı Hakk'ı hakkıyla tanımaktır.

3.5. Varlık Aleminin Sırları

Said Nursi, "kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört
kelam öğrendim" der. "Kelimelerden maksat: mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazardır.

"Şöyle ki: Cenab-ı Hakk'ın masivasına mânâ-yı harfîyle ve O'nun hesabına bakmak
lâzımdır. Mânâ-yı ismîyle ve esbab hesabına bakmak hatadır…"

Hem, "nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder… Maddiyata esbab hesabiyle
bakılırsa cehalettir. Allah hesabiyle olursa marifet-i ilâhiyedir."

Aynı mukaddimede, öğrenilen "dört kelam"ın ise şunlar olduğu belirtilir: Birincisi,
"Ben kendime malik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir"; ikincisi, "Ölüm haktır";
üçüncüsü, "Rabbim birdir" ve dördüncüsü de "ene"dir. (M.N., 46-47)

Risale-i Nur'un temel örgüsünde bu dört kelime ile, dört kelam vardır. Risale-i
Nur'da, kâinat, baştan başa "mânâ-yı harfî" penceresiyle, yani mânâsı kendinde olmayan,
ancak başkasının mânâsını gösteren bir âyet olarak algılanır.

Anlaşılabilir imanî bir tefekkür için, "ene"nin kendi mahiyetini anlaması gerekmektedir.
İnsanın "akleden kalp"ten mahrum kalıp, "kalpsiz akl"a mahkum olmaması için, enenin
acz ve fakrını anlaması gerekir. İnsanın "mânâ-yı harfî"ye yönelmesi; "mahiyet-i
eşya"yı değiştiren "nazar ve niyet"ini sahih kılması bununla mümkündür.

Bu bakımdan, Risale-i Nur'da, marifetullaha ulaşmanın en kısa, en selametli ve
en umumî yolunun acz, fakr, şefkat ve tefekkür bütünlüğünü kurmak olduğu ısrarla
anlatılır. Bu noktada enfüsî tefekkürle âfâkî tefekkürü buluşturur.5

Kâinatı incelemeye yönelmiş nazarı, bu bütünlük içinde "tashih" eder. Bu tashih
iledir ki, âfâkî malumat nefse geldiği vakit, enede bir tasdik edici bulacak; "o
ulûm, nur ve hikmet olarak kalacak" ve "zulmet ve abesiyete inkılâb etmeyecek"tir.
Oysa, bu halde olmayan ene, âfâkî malumatı zulmete dönüştürmekte; "binler fünunu
bilse de cehl-i mürekkeple bir echel" olacaktır. Çünkü bilinenleri, marifetullaha
âlet kılamayan bir noktada kalacaktır. (S., 502; M.N., 182-183)

3.6. Allah'ın İsimlerinin Anlaşılmasında Ene Kavramının Yeri

Bediüzzaman, kâinat ve Kur'an'ın tılsımını keşfettiğini söylediği Otuzuncu Söz
olan Ene ve Zerre Risalesi'nde, yüzyıllardır örneğine rastlanmayan tahliller yapar.

"Emaneti sema, arz ve dağlara arz ettik, fakat kabul etmediler, onu insan yüklendi,
insan çok zâlim ve cahildir" (Ahzab Sûresi, 72) meâlindeki âyeti tefsir ederken
sema, arz ve dağların yüklenmekten kaçındığı "büyük emanetin" bir yönünün "ene"
olduğunu belirtir Bediüzzaman. Enenin gizli bir hazine olan ilâhî isimlerin, insanlar
tarafından anlaşılabilmesi için en önemli bir araç olduğunu ifade eder.

Cenâb-ı Hakk, insana, kendisinin isim, sıfat ve faaliyetlerinin mahiyetini kavrayabilmeleri
için bir ene vermiştir. Ancak ene kâinatta gerçek anlamda maddi olarak var olan
bir şey değil, belki geometrideki farâzî çizgiler gibi itibarî bir şeydir. Bu araçla,
yani enesiyle insan, Allah'ın isim, sıfat ve fiillerinin mahiyetini anlayabilir.
Böyle bir araç verilmeseydi insanın "insan" olması, ilâhî sıfat ve isimleri anlaması
mümkün olamazdı. Çünkü, mutlak ve her şeyi kapsayan bir şeyin sınırı olmadığı için
ona bir sınır çizmek, bir suret takdir etmek mümkün değildir, sınırlanamayan şeyin
mahiyetinin anlaşılması ise mümkün olmazdı. Karanlık olmadan sürekli aydınlığın
mahiyeti anlaşılamadığı gibi, mukayese imkânı olmayan şeylerin anlaşılması da mümkün
değildir.

Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve ilim gibi sıfatlarının da sınırı olmadığı için bilinmeleri
mümkün değildir. Bilinebilmeleri için farâzî bir sınırın çekilmesi gerekir, bunu
da ene gerçekleştirir. Ene ilk aşamada kendinde farâzî (var kabul edilen) bir rububiyet,
kudret, ilim ve mülkiyet tevehhüm eder; Allah'la kendi alanı arasında bir hat çeker
ve "buraya kadar benim, gerisi Allah'ın" der. Bu hatla ilim, kudret, rububiyet ve
mülkiyet gibi kavramların mahiyetini hissetmeye başlar. Zamanla, bütün kâinatla
beraber kendisinin de Allah'ın mülkü olduğunu anlayıp, kendi ilmi, kudreti ve mülkiyeti
için çizdiği farazî çizgileri de kaldırarak Allah'ın ilim, kudret ve mâlikiyetinin
sınırsız olduğunu fark eder ve Allah'a bilerek inanmaya başlar. (S., 494)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bir vahid-i kıyasi olan ene, Allah'ın isimlerinin
gizli hazinesinin anahtarıdır. (S., 494-495) Ene aynı zamanda, kâinattaki tılsımları,
sırları çözen de bir anahtardır. Allah'ın mutlak, sınırsız ve hududu olmayan sıfatlarını
anlamamıza yarayan bir ölçüdür. (S., 496)

Esma-i Hüsnâ'nın, varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız
zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrımızı anlamış ve bu dünya üzerinden kâinat kitabının
sayfalarını okuyan bir misafir olarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah
deryalarında gezinmeye başlamışız demektir.

"Bütün Güzel İsimler (Esmâ-i Hüsnâ) Allah'ındır." (Haşir Sûresi, 24) Bir başka
âyet-i kerîmede, "Onun isimleriyle adlandırılabilecek başka birisini bilir misin?"
denilir. (Meryem Sûresi, 65)

Bir hadîs-i şerifte ise, Allah'ın doksan dokuz ismi bulunduğu bildirilmiş ve
bu isimleri sayanlar Cennetle müjdelenmiştir. Bu durum bile bize, dünyamızda bilim
ve esma arasında açmamız gereken kapının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

3.7. Kâinattaki Düzenin Arkasında Esma-i Hüsna'nın Yansımaları Vardır

Bediüzzaman'a göre kâinattaki olaganüstü düzenlilik ve intizamın arka planında
Cenab-ı Hakk'ın kudreti, iradesi ve binbir esması bulunmaktadır:

"Her şeyin, vücudunda (…) sıfat ve şuunatında kemal-i sanat ve intizam gösteriyor
ki, bir kudret-i kâmilenin desatiri (…) ve bir irade-i nafizenin kavanini ile
vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip, birer miktar-ı muayyen, birer
şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin külli ve umumi bir mecma-i kavanini,
bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususi vücutları ve mahsus suretleri
ona göre dikilir, giydirilir." (Onuncu Mektup)

4. Esma-i Hüsna'dan Kâinata Yansımalar

4.1. Hafiziyyet Gerçeği

Cenab-ı Hakk'ın kendisi baki olduğu gibi, bütün sıfatları ve isimleri de daimi
ve sermedidir. O'nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileri olan varlıklar için
yok oluş yoktur, ölüm hiçlik değildir, bir boyuttan başka bir boyuta geçiştir. Cenab-ı
Hakk'ın sınırsız isimlerinin açığa çıkması ve yeni vazifedarlara yer açılması için,
varlıkların terhis edilerek "daire-i kudret"ten "daire-i ilm"e; "alem-i şehadet"ten
"alem-i gayb"a; "alem-i tegayyür ve fena"dan, "alem-i nura, bekaya" giderlerken,
manalarının ve hakikatlerinin korunması, muhafaza edilmesi Hafiz isminin gereğidir.

Kâinatta bir bütün olarak her ne varsa, muhafaza edilmekte ve sonuçları hafiziyet
hakikatiyle saklanmakta ve muhafaza edilmektedir. Gökyüzünden gelecek zararlı maddelere
ve ışınlara karşı atmosferle örtülen yeryüzü, direkler ile muhafaza edilen bir gemi
gibi dağlar ile kazıklanarak zararlı sarsıntılardan da Hafiz isminin tecellisiyle
koruma altına alınmıştır. Ayrıca, dağların sulara kaynaklık yapması, havayı temizlemesi,
toprak tabakasını denizin istilasından koruması ve beşerin medeniyeti için çok büyük
ihtiyaç duyduğu madenlere hazinedarlık etmesi gibi hayati önemdeki faydaları, hafiziyetin
dağlar azametinde bir tecellisidir. Yeryüzünde canlı hayatının devamı için çok önemli
üç unsur olan su, hava ve toprağın muhafaza edilmesinde büyük bir vazife gören dağlar
üzerinde Hafiz ismi ihtişamlı bir şekilde gözükmektedir. (S., 76)

Hiçbir varlık, hatta en basit hayat tabakasından olan bir bitki bile yok olmak,
unutulmak ve çürüyüp kaybolmak için bu alemde var değildir. Ölümle maddi yapısını
kaybediyor olsa bile, hafızalarda ve tohumlarda daimi bir vücudu kazanmaktadır.
Hafiz isminin tecellisiyle, her şeyin "manası", "hakikati", "misali", "dünyevi ve
uhrevi meyveleri", "hüviyeti", "sureti"; ruh sahibi ise "ruhu", "hafızalarda", "elvah-ı
mahfuzada", "sermedi manzaraların film şeritlerinde", "ilm-i Ezelinin meşherlerinde",
"amel defterlerinde", "daire-i Esmada" ve buna benzer sayısız vücut alemlerinde
manevi varlık kazanmaktadırlar. (Ş. 66)

Senelik haşir meydanı olan bahar mevsimi de Hafiz isminin azami tecellilerine
mazhardır. Yer altında defnedilen tohumlar İsrafil'in (a.s.) sûr üflemesini hatırlatan
gök gürültüleri ile uykularından uyandırılmaktadırlar. Birbirine benzeyen ve karma
karışık bir vaziyette toprak altında bulunan tohumların süratle, hatasız olarak
ve kolay bir tarzda canlanmaları fevkalade bir muhafazanın varlığını göstermektedir.
Demek ki; "Her bir tohum, ism-i Hafiz'in cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin
ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor."
(L., 190)

Ağızdan çıkan bir kelime, çabucak geçmiş zamanın karanlıklarında kayboluyor gözüktüğü
halde, Allah'ın izniyle kulaklarda, kağıtlarda, kitaplarda ve akıllarda sayısız
vücutlar kazanmaktadır. Bunun gibi bir gül çiçeği de, kısa bir zamanda vazifesini
tamamlamakta ve solup gitmektedir. Fakat, gerçekte onu gören insanların hafızaları
ve neslini devam ettirecek tohumları miktarınca suretleri ve manaları arkasında
bırakarak beka kazanmaktadır. O gül için, hafızalar ve tohumlar; suretini, zinetini
muhafaza etmek için birer menzildirler. (M.N., 39)

Her canlının hayatının muhafazası için gerekli olan aletlerin ve cihazların verilmesi
de hafiziyetin latif bir güzelliğidir, aslında. Arının zehirli iğnesinden, dikenli
çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına kadar geniş bir yelpazede
yaşanılan söz konusu hakikat, eşsiz bir yaratılışın misalidir. (Ş., 72)

"Hadisçe 'zahr-ı kalp' denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar
fihristesi ve bir küçük numune haritası ve şecere-i kâinatın bir manevi çekirdeği
ve ekser esma-i İlahiyenin incecik bir ayinesi"dir. (S., 26)

Hafiz isminin en parlak tecellilerinden biri de insanın hafıza kuvvesinde görülmektedir.
Hayat boyu görülen, işitilen, yaşanan ve öğrenilen her şey, insanın başında hardal
küçüklüğünde bir yere yerleştirilmiş "kuvve-i hafıza" denilen kütüphaneye kaydedilmektedir.
İnsanın işlediği her amel, mucizevi bir sanatla hafızasına yazılmaktadır. Bu işi
yapan Zat, haşirde "büyük defter-i a'mal"i neşrederek insanları hesaba çekecektir.
İnsandan dünyada işlediği her şeyin hesabı sorulduğunda, itiraz edememesi ve her
işinin inceden inceye yazıldığının ispatı için, kuvve-i hafıza, kendi aklının cebinde
küçük bir senet olacaktır. (S., 621)

Kâinatta hafiziyetin öyle bir tarzda hakimiyeti vardır ki, mikroorganizmalar
bile pek büyük rahmet ve hikmetle muhafaza edilmektedirler. Bu küçük canlılara "hıfzü'l-hayat
hissi", yani hayatlarını koruma duygusu verildiği gibi, vücut sağlıklarının devamı
için bağışıklık sistemi ve düşmanlarına karşı da etkili silahlar ile donatılmaları,
muhafaza hakikatinin ne kadar esaslı olduğunun aşikar bir delilidir. Elbette, hafiziyetini
bu şekilde gösteren bir Zat, ahirette ebedi meyveler veren ağaçların çekirdekleri
mahiyetinde olan insanın amellerini ihmal etmeyecektir. Belki; "Bir incir ağacının
tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilalden vikaye
eden ve o tohumda incir ağacının teşkilatına lazım olan esasları kemal-i ihtimam
ile muhafaza eden, elbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin a'malini ihmal
etmez, hıfzeder." (M.N., 162)

İnsanın fıtratında daimi olma gibi bir duygu vardır. Cehennem de olsa bekayı
arzulayan insan, faaliyetlerini, bugünkü teknolojik imkanları da kullanarak saklamak,
görmek ve göstermek istemektedir. Kasetler, CD'ler, disketler, kitaplar, dergiler
dünyada bu hakikate işaret ettiği gibi; yazıcı meleklerin insanın her fiilini kaydetmesi
de bu anlamdadır ve Hafiz ismine işarettir. (Ş., 231)

"Beni beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri,
tohumları, elbette bir hafıza-i kübrayı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfuz-u
Azam'ı ihsas eder, iş'ar eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir." (S.,
56) Levh-i Mahfuz, Cenab-ı Hakk'ın mülkünde cereyan eden bütün işleri, hadiseleri
kaydettiği, suretlerini aldığı ve kâinat sayfalarındaki zerre miktar hayır ve şerri
yazdığı, Hafiz isminin azami bir tecellisidir.

4.2. Kâinatta Hükmeden İsm-i Hakem

Bediüzzaman, İsm-i Azam'dan olan İsm-i Hakem'i anlatırken o kitabın bölümlerini
şöyle tanımlıyor: "Bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat,
hayvanat taifeleri adedince kitaplar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız,
gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin
bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince
manzum kasideler, beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.
O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır.
İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i
Zülcelal'in medh-ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç
gibi o ağaç dahi Nakkaşı’nın medihalarını teganni eden manzum bir kasidedir." (L.,
295)

Öyleyse, Kur'ân ile kâinat arasında bir bağlantı vardır. Kâinattaki mânâların
anlaşılması için Kur'ân'ın rehberliğine ihtiyaç vardır. Kâinatın varlığı, Kur'ân
ile anlam kazanabilir,

"Kur'ân bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor.
Güya Kur'ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı
Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor." (L., 124) Böylece Kâinat, "mücessem
bir Kur'ân" haline gelir. (Ş., 177, 203)

4.3. Varlık Alemi İsm-i Kayyum'un Cilvesi ile Ayakta Duruyor

Allah'ın Kayyum isminin anlatıldığı 30. Lem'a enfüsi tefekkürün en güzel örneklerinden
birini anlatmaktadır. Herşeyin varlığı O'nunla ayaktadır ve O'nun varlığı ile devam
etmektedir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur, Baki'dir. Daimi,
sürekli ve ebedi olarak herşeyi ayakta tutar, Sermedi'dir.

Kâinat, ism-i Kayyum'un cilvesi ve yansıması ile ayakta durmaktadır. Eğer ism-i
Kayyum'un tecellisi bir an kesilse, alem mahvolacaktır. Kâinatta her şey mükemmel
bir denge üzerinde kurulmuştur. Bütün isimlerin birbirine ayine olması gibi; ism-i
Kayyum penceresiyle kâinata baktığımızda, Allah'ın diğer isimlerinin de bir sergi
gibi önümüze sunulduğunu görürüz. Yıldızlardan hücrelere ve atomlara varıncaya kadar
bütün mevcudat bu sırla ayakta durmaktadır.

"İsm-i Kayyum'un cilvesiyle, Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlar küreler,
yıldızlar, direksiz olarak havadan daha lâtif olan madde-i esîriye içinde kısmen
durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebini olan
ikinci dürbünüyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle,
zîhayat mahlûkat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam
bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki
"küreyvat-ı hamra ve beyza" tabîr ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri,
seyyar yıldızlar gibi, Mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar
görüyoruz." (L., 333)

"Evet -sırr-ı Kayyumiyetle- en cüz'î bir fiil-i îcadî, doğrudan doğruya bütün
kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı azamı taşıyor. Evet meselâ
bir arının îcadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat'a hususiyetini
gösteriyor.

"Birincisi: O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri
gösteriyor ki: Bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin
bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil
dahi onundur.

"İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için,
o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek
ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz'î fiili
yapan zatın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

"Demek en cüz'î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey'e has olduğunu gösterir.
… Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle
bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i
Arz'dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak,
birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde-
binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet
iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de:
O Zat-ı Kayyum-u Zülcelâl'in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet
derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam
vererek, bazısı Küre-i Arz'dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla
azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir
vazife ile tavzif edip gâyet muhteşem bir ordu şeklinde "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen
fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyum'un azamî cilvesine bir
ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle
kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin
herbir âzaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi
akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve
muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle
olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde
olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde
durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti
ilân ederler." (L., 333)

4.4. Risale-i Nur'dan Bazı Esma-i Hüsna Örnekleri

Allah'ın isimleri en bilinen şekliyle doksan dokuz olarak bilinir. Gerçekte ise
bu sayı tahmin edilemeyecek kadar fazladır. Cevşenü'l-Kebir'de binbir esma-i İlahiye'ye
işaret vardır. (B.L., 189) Bu bölümde Risale-i Nur'da dikkat çekilen bazı Esma-i
Hüsna örneklerinden kısaca söz edilecektir.

Mesela, kâinattaki muhteşem düzen, insan bedenindeki akıl almaz intizam, bahar
ve mevsimlerin peşpeşe gelmesi ve daha bir çok olay Allah'ın Adl ismine (L., 490-491);
her bir canlının hayatının sona ermesi, tohum ve çekirdeklerin varlığı ve meyveye
dönüşmesi Allah'ın Ahir ismine (Ş., 35-36); çekirdek ve tohumların bitkilerin plan
ve programını taşıması ve kudret kitabından bir sayfa olması Allah'ın Alim ismine
(M.N., 200); kâinatin her zerresinin Allah'ın emri altında hiç durmadan istikbalden
gelip hale uğrayarak teneffüs etmesi ve maziye dökülmesi, zerrelerin, havanın ve
diğer varlıkların emir tahtında hareket etmesi ve görevlerini şaşırmaması Allah'ın
Amir ismine (Ş., 100) işaret etmektedir.

Yine, güneş Nur isminin kesif bir aynasıdır (S., 153); hendese de denilen geometri
ilmi Allah'ın Adl ve Mukaddir isminin bir yansımadır (S.,238). Varlık alemini anlamaya
çalışan bilimler, Allah'ın Hakîm ismine dayanmaktadır (S., 238). "Hürriyet-i şeriyye
Cenab-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm isminin bir ihsanıdır." (H.Ş., 67)

Said Nursi, daha çok tıp alanında mucizeler gösteren Hz. İsa Peygamberde, Kadîr
isminin daha üstün olduğunu belirtir (S., 302); insanın mahiyetinde nakışları açıkça
görünen yetmişten fazla esma örnekleri olduğunu vurgular. (S. 628) Hz. Muhammed
ise bütün isimlere mazhar olmuştur. (S.,519)

Bediüzzaman Said Nursi'nin kaleme aldığı Risale-i Nur, Allah'ın Hakem ve Hakîm
ismine mazhar olmuştur. (B.L., 71) Risale-i Nur bu açıdan ayrı bir çığır açmış ve
yüzlerce Esma-i Hüsna örneklerini nazarımıza sunmuştur. Risale-i Nur dikkatli bir
nazarla incelendiğinde baştanbaşa bu yansımalara dikkatimizi çektiği görülecektir.

5. Tefekkür Nedir?

Tefekkür, en genel anlamıyla, varlıklara "mana-i harfi"6 ile bakmak demektir.
Kâinat kitabının sırlarını çözerek ve anlayarak okumak; böylece varlık aleminden
ilahi gerçeğe ulaşmak demektir. Tefekkürün en önemli kaynakları arasında acz, fakr
ve şefkat vardır. Çünkü, harfin dikkate alınmadan mananın ortaya çıkması insanın
iç dünyasına yönelmesiyle başlar.

Bu açıdan insanın iç dünyasındaki en önemli anahtar ise, Acz, fakr, şefkat ve
tefekkür arasındaki ilişkidir. Acz, fakr ve şefkatle tefekkür gelişir; tefekkür,
acz, fakr ve şefkatle anlam kazanır. Böylece, insanın marifetullah yolculuğu başlar.

Söz konusu dış dünyanın, kendilerindenmiş gibi gösterdikleri şeyin, aslında,
Allah'ın varlıklar diliyle kendini ve kendi güzelliklerini göstermesi olduğunu;
"ben"in ve "varlıklar"ın, hiçbir güzelliğinin, kendilerine ait olmadığını anlarız.
Daha sonra ise, bütün sevgiler, hazlar, aşklar gerçek istikametine; yani mecaziden
hakikiye değişir. Böyle bir tablo; aczini ve fakrını, Halık-ı Zülcelal karşısında
hiçliğini anlayan insanın, benliği ve varlıkları aradan çıkarıp Allah'a yönelmesini
netice verecektir. Söz konusu bakışla insan; harf gibi, kelime gibi, cümle gibi;
kendinden çok manasını gösteren bir kitap olacaktır.

5.1. Risale-i Nur'da Tefekkür

Risale-i Nur'da, bütün varlık âlemi bir tefekkür levhası olarak algılanır. Şuur
sahibi varlıkların yaratılmasının anlamı, tefekkür içindir.

Âlemi iki daire ve iki levha şeklinde mütalâa eden Said Nursi, şöyle der:

"Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musannâ, murassâ
bir levha-i san'at. Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet
vâsi, câmi bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman."

Bu levhalardan san'at levhası, yani rububiyet dairesinin izhar ettiği nihayetsiz
tezyinat; nihayetsiz bir tefekkür vazifesini gerektirmektedir.

Tefekkürün gayesi, eserdeki harikulâdelikleri fark etmek, onları tek tek tartmak;
böylece eserden Allah'ın cemaline, kemaline, azametine, celâline ve diğer sıfatlarına
ulaşarak, Onu tanımak, Ona hayranlık ve muhabbet duymak; Onun huzuruna çıkıp iltifatına
mazhar olmaktır.

Anlaşılacağı gibi, diğer bütün yaratılmışlardan farklı olarak, üstün kabiliyetlerle
donatılmış olarak bu âleme gönderilen insan, âdetâ bir sanatkârın güzide eserleriyle
donatılmış bir sergiye çağırılan davetli gibidir. Kâinatı baştan başa fikren dolaşır,
karşısındaki her eseri inceler. Ondaki sanat inceliklerini çözer, bütün varlıkların
tek tek ve hep beraber şahitliklerini dinler.

Böylece onların ibadet ve tesbihatlarını anlar ve tıpkı sorumlu olduğu kişiler
adına brifing veren biri gibi, kendisine teshir edilmiş varlıkların ibadet ve tahiyyatlarını,
onlar adına dergâh-ı İlâhîye takdim eder.

Risale-i Nur, en önemli esası olan tefekkür yoluyla, bu neticeye varmak ister.
Bu tefekkürün sonucu, sadece Allah'ın varlık ve birliğini teslim eden bir bilgi
derecesinde kalınmaz; insan hayatının bütün safhalarına nüfuz eden bir "huzuru",
yani Allah'ın varlık ve birliğini ve esmâ ve sıfâtını her yerde, herşeyde, her hadisede
bulmayı, bilmeyi, hissetmeyi ve bu şuur içinde yaşamayı öğrenir:

"Mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam
edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı
harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir,
herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır."

Said Nursi'nin ilk eserlerinden olan Muhakemat'ta, marifetullah yollarını şu
şekilde karşılaştırdığını görürüz.

"Birincisi, tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

"İkincisi, imkan ve hudusa mebnî olan mütekellimînin tarikidir. Bu iki asıl,
filvaki Kur'an'dan teşaub etmişlerdir. Lakin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği
için, tavîlüzzeyl ve müşkülleşmiştir.

"Üçüncüsü, hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildir.

"Dördüncüsü ki, belagat-i Kur'aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istikamet
cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'anîdir.
İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik." (Muh., 107)

Bediüzzaman, bu iddiasını, daha sonra da bütün hayatı boyunca devam ettirmiş
ve eserlerinin birçok yerinde tekrar ederek, Risale-i Nur'un sadece Kur'an'a dayandığını
ve ilhamını ondan aldığını söylemiştir.

6. Allah'ın Varlığına Deliller

Daha önce değinildiği gibi, Allah'ı bize anlatan üç büyük delil vardır: Kur'an-ı
Hâkim, Hz. Peygamber ve kâinat. Said Nursi, bu üç delilin dışında, diğer delil ve
bürhanların sayısız olduğunu ifade eder. (M.N., 21)

Said Nursi'nin Allah'ın varlığını ispat etme konusunda genellikle aklî delilleri
kullanmaktadır. (İ.İ., 144) Genel meselelerde ispata karşı nefyin herhangi bir kıymeti
yoktur ve kuvveti pek azdır. Mesela, Ramazan ayının başında hilâli görmek hususunda,
avamdan iki şahit hilâli ispat etseler, ancak buna karşılık havastan pek çok eşraf
ve âlim "Hilali görmedik" deyip bunu nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve
kuvvetsizdir.

Çünkü, ispatta bir dayanışma ve birbirini destekleme varken, nefiyde ise herkes
kendi başına kalmakta ve ayrıca sayının çok veya az olması bu durumu değiştirmemektedir.
Çünkü ispat eden kişi dış dünyaya bakmakta ve hadisenin kendisine göre hükmetmektedir.

Nefiy ve inkârda ise, "hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat
edilmez" meşhur kaidesine göre hadisenin kendisine bakmamaktadır. Meselâ, bir şahıs
bir şeyin dünyada bulunduğunu, başka bir şahıs ise bulunmadığını iddia etse; birinci
şahıs söz konusu şeyin varlığını gösteren bir işaret tespit ettiği takdirde iddiasını
ispat etmiş olacaktır. Diğer şahsın ise o şeyin yokluğunu ispat etmek için dünyanın
her yerini, hatta geçmiş zamanları bile araması gerekecektir.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, nefiy ve inkâr edenler hadisenin kendisine bakmadıkları
için, kendi nefislerine, akıllarına ve gözlerine bakıp hükmetmekte ve dolayısıyla
birbirine kuvvet verememektedirler. Netice itibariyle, ispatta netice birdir ve
dayanışma vardır. Nefiyde ise bir değil, çeşitlidir. Bu noktada Allah'ın varlığına
inanmayanların çok olmasının bir kıymeti yoktur. Bu çokluk, inanan insanların imanlarına
şüphe vermemelidir. (Ş., 93, 94)

Kur'an, şuur sahibi insanları mevcudata kendileri için değil, o mevcudata vücud
veren Allah'ı tanıtmaya çalışır. Risale-i Nur; Allah'ın varlığını ispat eden delilleri
"inayet ve gaye delili", "hudûs ve ihtira delili" ve "imkân delili" olmak üzere
incelemektedir. Bu üç delili kelâmcıların ve felsefe ile uğraşanların da kullandığını
ifade eden Said Nursi, (Âs.Mûs., 116-118; Ş., 117-119) bu delilleri, "Kur'ân" başlığı
altında değerlendirmektedir.

6.1. İnâyet Delili

Said Nursi, Risale-i Nur'da Allah'ın varlığı konusunda daha çok inayet ve gaye
delili üzerinde durmuş ve Kur'ân'ın da önem verdiği bu delile yönelmek gerektiğini
vurgulamıştır. (Yusuf Şevki Yavuz, "Nur Risalelerine Göre Said Nursi'nin Kelâmî
Görüşleri", Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu-3, 792)

Kâinattaki mükemmel düzene bakıp anlayacağımıza göre, yaratılışta kusursuz bir
sanat sergilenmiş ve hikmetli faydalar gözetilmiştir. Bu ise kâinatın Yaratıcısının
kasd ve hikmetini ispat etmekte; tesadüfen yaratılmış olma şüphesini bile kesinlikle
reddetmektedir. Çünkü, mükemmellik ve maksat, iradesiz ve ihtiyarsız olamaz. Kâinatın
bütününde ve ayrıca her bir parçasında bulunan inayet ve gaye, bu düzeni onlarda
düzenleyen varlığa, her varlıkta görülen hikmetli işler ve güzellikler bunları yaratan
bir Zât'a açıkça işaret etmektedir.

Bu varlığın üstün sıfatlara, sınırsız ilme, sonsuz kudrete sahip olması gerekir
ki, kâinatta hüküm süren hayret verici intizam ve hikmet dolu işler makul bir şekilde
açıklanabilsin. Üstün nitelikleri bulunan bir Yaratıcıyı inkâr etmek, kâinattaki
düzeni, insanı hayrette bırakan engin sanatı, varlıklardaki gaye ve hikmeti inkâr
etmek anlamına gelir ki, bu mümkün değildir.

Eşyanın insanlara ve diğer mahluklara sağladığı faydalardan bahseden bütün Kur'ân
ayetleri inayet ve gâye delilinin konusunu teşkil etmektedir. Bu âyetlerin sonlarındaki
"Hiç düşünmüyorlar mı?", "Hiç düşünmezler mi?", "Hiç düşünmez misiniz?", "İbret
alın!" (Bakara S., 2/44, 76; Âl-i İmran S., 3/65; En'am S., 6/32; A'raf S., 7/169);
gibi ifadeler, bu faydaları düşünmek üzere akla havale etmekte ve aklı vicdanla
meşverete sevkederek bu delili zihinlerde yerleştirmektedir. (M.N. 213; Muh., 107-109)

Kâinata ince ve derinlemesine bir nazarla bakılacak olursa her bir zerresinde,
her bir hareketinde eşsiz bir inayetin izleri görülecektir. Bunun yanısıra her bir
şey apaçık bir gayeye yönelik bulunmaktadır. (M.N., 229-230)

Kâinatı Kur'ân'ın vahyi ışığında inceleyen Risale-i Nur, böylece, bir yandan
Allah'ın varlık ve birliğini ve diğer iman hakikatlerini ispat ederken, diğer yandan
da materyalist felsefenin temellerini teşkil eden tesadüf, tabiat ve sebepler gibi
mefhumların imkânsızlık ve saçmalığını göstermekte ve ilmin materyalist yorumunu
çürütmektedir. Risale-i Nur, kâinatın mahiyetini, her şeyi içine alan düzen ve intizamını,
hassas denge ve ölçülerini, her şeyde takip edilen hikmet ve faydaları, kâinat eczasının
birbirine bağımlılığını ve birbiriyle birlik teşkil etmesini, felsefe ve materyalizm
tarafından öne sürülen her türlü iddiayı ihtimal dışı bıraktığını çeşitli delillerle
ortaya koymaktadır.

Bu konuda hemen akla gelen bir örnek, "Otuz İkinci Söz'ün Birinci Mevkıfı"dır.
Risale-i Nur'da inayet ve gaye delilini açıklayan daha pek çok misaller vardır ki,
bunlardan bir tanesi havanın vazifelerini açıklayan, "Hüve Nüktesi" adındaki "zarif
bir nükte-i tevhiddir." (S., 146-148).

Said Nursi, kâinatta böylesine muhteşem bir nizam olduğu halde niçin insanların
bu nizamı görmeyip Allah'ın varlığını inkar ettikleri mevzuunda güneş örneğini vermektedir.
Zira güneşin varlığı o kadar açık ve belirgindir ki, bu açıklık onun görünmesine
mani olmaktadır. O, kâinata hikmet gözüyle bakılması gerektiğini ifade etmekte ve
bu şekilde kâinatta görülen nizamın bir nizam koyucunun varlığına delil teşkil edeceğini
belirtmektedir. (M.N., 225-226).

6.2. Hudûs ve İhtira Delili

İhtira delili, Allah'ın bütün varlığı hiçten, yokluktan yaratmasıdır. Bir zamanlar
var olmayan madde ezeli değildir, başlangıcı vardır. Bu ise, bir kader-i İlahi'yi
göstermektedir. Said Nursi, hudûs delilini asrın aklına uygun bir üslûp çerçevesinde
ele almış ve insanların Cenâb-ı Hakk'ın marifetine ulaşabilmesi için delil-i mahsus
(maddî deliller) seviyesine indirgemiştir.

Hudûs konusunda kelam âlimleri özetle şunu söylemektedir: Âlemin değişken olduğu
apaçık ortadadır. Bir şey, değişken ise, aynı zamanda hâdistir; yani sonradan vücut
bulmuştur. Bir şey hâdis ise, onun bir muhdisi, yani mûcidi vardır. Öyle ise bu
kâinatın kadîm bir Mûcidinin olması mantıkî bir zorunluluktur.

Kelâm âlimlerinin geliştirdiği; kâinatın bir yoktan var edicisinin olması gerektiğini
mantıken izah eden bu usul için, Said Nursi şu değerlendirmede bulunmaktadır: "…Sebepleri,
nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü'l-Vücud'un
vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor." (M., 317).

Bu noktada, Said Nursi, ayrıca önemli bir hatırlatmada daha bulunmaktadır: Kâinatın
bir Yaratıcısının olması gerektiği hükmüne mantıken ulaşıp, "Allah'ın varlığını
bilmek" tam bir marifetullaha ulaştırmamaktadır. Allah'ın varlığını bilmenin yanında,
"Allah'ı ilmen bilmek" gerekir diyerek, "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayri"
olduğunu anlatır. Bunun için ise imanı, yalnızca ilimden ibaret bırakmamak lazımdır.
Çünkü insan yalnızca akıldan ibaret değildir. İnsandaki ruh, kalp, sır, nefis gibi
pek çok şeylerin de hissesini alması gerekmektedir. (M., 318-319)

Said Nursi'ye göre insan, "şimdi" ve "burada" yaşamaktadır. Onun sınırsız duygu
ve kabiliyetleri vardır ve gözü önünde, akıl, kalp, dil, göz gibi kabiliyet ve duygularıyla
muhatap olduğu eşsiz bir âlem uzanmaktadır. Bu eşsiz âlemin her bir mevcudu, kendi
varlığıyla, insana bir şeyler söylemektedir. Kâinat tarafsız ve isteyenin istediği
gibi yorumlayabileceği bir alan değildir. İnsan ya kâinatın her bir mevcudunun hal
diliyle söylediğini işitecek veyahut kendi vehmince bir yoruma kalkışacaktır. Gözlemlediği
şu mevcudat âlemi, bakıp da görebilen her insana, her bir mevcudun yoktan var edilişini
anlatmakta ve üzerinde görünen özelliklerle onu var edeni tanıtmaktadır. (S., 637)

Kâinattaki varlıkların kendi kendilerine olamayacağını ve bu varlıkların hudûs
lisanıyla Yaratıcılarının varlığına kat'î bir şekilde şehadet ettiğini (İ.İ., 89)
ifade eden Said Nursi'ye göre hudûs delili, kâinatın her köşesinde geçerlidir.

Bu hakikate başta göz olmak üzere akıl da şahittir. Çünkü gözün önünde her sene
güz mevsiminde her birisinin sınırsız fertleri bulunan ve her biri hayat sahibi
bir kâinat hükmünde olan yüz bin çeşit bitki ve hayvanlar, o âlem ile beraber ölüp
gitmektedirler. Fakat bu ölüm öyle muntazamdır ki; varlıklar, haşir ve neşirlerine
medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan
çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, amel defterlerini
ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Cenâb-ı Hakk'ın
himayesi altında, hikmetine emanet edip ölmektedirler. Bahar mevsimi gelince ise
bu varlıkların tamamı, tekrar dirilmekte ve "Amellerin yazılı olduğu defterler açıldığında…"
(Tekvir Suresi, 10) hakikatini ifade etmektedirler. İşte bu noktada bir Zât-ı Zülcelal'in
varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır. (Ş., 130)

Kâinattaki bütün varlıkların değişken oluşu onların ezelî değil, hâdis olduklarını
göstermektedir. Zira her varlık ya hareket veya sükûn halinde bulunmaktadır. Hareket
ve sükûn birer araz olup hâdistir, her hâdisin de bir yaratıcısı olması gerekir
ki, o da Vâcibü'l-Vücud olduğundan kadim olan ve tagayyür ve tebeddülü mümkün olmayan
Allah'tır. (L., 364; M.N., 213-214)

Şuursuz, camid, basit olan sebeplerin, bütün insanları hayrette bırakan, her
biri bir kudret mucizesi, harika bir sanat eseri olan mevcudatın mucidi olmaları
mümkün değildir. Kendileri de yaratılmış olan sebepler, mevcudatı yeniden icad ederek
yaratamazlar. Mutlak kudret sahibi Allah, her bir mahlukun kabiliyetlerine uygun
ve yalnızca o cinse has müstakil bir vücud vermiş; böylece onu kendi Zatına mahsus
bir delil kılmıştır. (M.N., 213-214; İ.İ., 144-145)

Mutlak yoktan var etmeyi ve mutlak vardan yok etmeyi beşer aklının anlayamamasının
sebebi, yanlış bir kıyasla icad ve yaratmayı kendi işlerine kıyas etmesidir. Kur'ân-ı
Kerim, halk ve icaddan bahseden ayetleriyle, müessir-i hakikinin yalnız Allah olduğunu,
hakiki tesirin sebeplerde olmadığına dikkat çekerek bu delili de insanların zihinlerinde
yerleştirmektedir.

Çünkü sebepler basit ve aciz olup onların herhangi bir şeyi yaratmaları imkânsızdır.
Buradan da anlaşılmaktadır ki, bütün sebeplerin yaratıcısı olan bir zat vardır ki,
o da Allah'tır. (S., 634, 635; L.,171, 172)

6.3. İmkân Delili

Kâinattaki varlıklardan her birinin zat ve sıfat itibariyle sonsuz sayıdaki alternatiflerden
sadece birine uygun halde bulunması onların mümkün olduklarını göstermektedir. Ölenin
öldüreni, sanatın sanatkârı ve çocuğun babayı gerektirdiği gibi kâinatın mümkün
oluşu onun vacib bir varlığın eseri olduğunu göstermektedir. (Ş., 119; İ.İ., 173;
Âs. Mûs., 118; Muh., 110)

İmkân delilini Said Nursi şöyle özetlemektedir: İmkân, "mütesâviyyü't-tarafeyn"dir.
Yani, bir şey mümkin ise, o şeyin yokluğu ve varlığı eşittir. Dolayısıyla varlığını
yokluğuna tercih edecek bir tercih edici, bir tahsis edici, o şey yok iken onu yoktan
icad eden bir mucid gerekir. Çünkü mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez.
Yahut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise vücudu mümkin
değil, vâcib olan bir Vâcibü'l-Vücud vardır ki, bu zatında mümkin olan eşyayı icad
etmektedir. Böylece, devrin ve teselsülün aklen muhal olduğu pek çok delillerle
gösterilip, Vâcibü'l-Vücud'un mutlak var olması gerektiği ispat edilmiş olunmaktadır.
(S., 684-685)

Her bir şey hem mevcudiyeti ve hem de sıfatları ile; çok imkânat yolları içinde
belirli bir vücudunun olması, hikmetli ve faydalı sıfatlar yüklenmesiyle bir Vâcibü'l-Vücud'a
şahitlik etmektedir. Aynen bunun gibi, cüzlerden oluşmuş bir cismin parçası olarak
görevlendirildiği zaman, en büyük cisme kadar bir ilişkiler ağı içerisinde gördüğü
anlamlı hizmeti ile de kasden ve hikmetle yaratan Sânii'nin ihtiyar ve irade sahibi
olduğunu göstermektedir. Çünkü bir şeyi münasebet ağı ile bağlı olduğu diğer tüm
cisimlerin içine hikmetle yerleştiren, ancak bütün o cisimler terkibinin tümünün
Yaratıcısı olabilir.7

Demek bir tek şey, ayrı ayrı konumlarda, ayrı ayrı anlamlar yüklü ve iç içe görevler
yaparak, binlerce ayrı yönüyle bize Yaratıcımızı tanıtmaktadır. (S., 639-640; Ş.,119;
İ.İ.,173)

7. Gerçeğe Ulaşmada Engeller

Said Nursi, bu asırda insanların gerçeği algılamalarında etkili olan yanılgılardan
sözeder. Bu iki yanılgı, "yakîn-i imani"yi bu asırda sarsmakta ve tereddüte neden
olmaktadır.

Umumi meselelerde ispata karşı inkar etmenin kuvveti ve kıymeti olmadığı halde,
inkar edenlerin sayılarının çok gibi görünmesi psikolojik olarak ehl-i imanı yıldırmaktadır.

"Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü'l-emre bakmazlar; belki kendi nefislerine
ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler
ve zahîr olmazlar. Çünkü, görmeye ve bilmeye mâni olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar.
Herkes 'Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur' diyebilir. Yoksa 'Vâkide
yoktur' diyemez. Eğer dese hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar
büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz." (Ş., 94)

Bir diğer önemli konu ise, uzman olmayan kişilerin konuştuğu ve fikir yürüttüğü
konulardan etkilenmektir. Her konuda uzmanına başvurduğumuz gibi, dini, imani konularda
da uzmanına başvurmak gerekir:

"Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin
ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar,
sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar.

"Meselâ, büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük
tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe
mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen
en büyük bir filozofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."
(Ş., 94-95)

"Hakaik-ı İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mâhiyeti bir inkârdır,
bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de, mânâsı ademdir,
nefiydir. İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Herbir menfî meselesi
dahi, bir müspet hakikatın ünvanı ve perdesidir.

"İtikad-ı küfriye, iki kısımdır:

"Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl
bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir.
O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

"İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

"Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir;
bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

"İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir
hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeğe
mecburdur.

"Nefiy dahi iki kısımdır:

"Birisi: "Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur" der. Bu kısım ise ispat
edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

"İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî
ve âmm ve muhît olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise, Birinci Meselede
beyan ettiğimiz gibi, hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihâta edecek ve
âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşâ edecek bir nazar lâzımdır,
tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

"Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya
maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden,
bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler."

"Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalâletlerinin mâhiyetine bakabilseler,
görecekler ki, imanda bulunan mâkul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece
muhâl ve imkânsızlık ve imtinâ o küfrün altında ve içindedir." (Ş., 95-96)

Hz. Peygamber'in Rabb'inden, kendisine "eşyanın hakikatini öğretmesini" sık sık
istemesi anlamlıdır. İnsanın eşyanın hakikatine ulaşabilmesi öyle kolay olmamaktadır.
Karşısına çıkan engelleri aşıp marifete erme yolculuğunda birtakım engellerle karşılaşır.
Mesela, Hıristiyanlar özellikle şu üç engele takılıp kalmışlar, hak dinden udûl
edip dalalete düşmüşlerdir: Aklı azl etmişlerdir, bürhanı tard etmişlerdir, ruhbanı
taklit etmişlerdir. (Muh.,34)

İnsanın iktidarı cüzî, isti'dadı muhtelif, arzuları değişik olduğundan binler
perdeler, berzahlar içinde gerçeği araştırmaktadır. Onun için gerçeğin keşfinde,
hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşmektedir. Bazıları berzahtan geçememektedir.
Kabiliyetler başka başka olmaktadır. (S., 311, 312)

Risale-i Nur'da bu engeller anlatılmakta ve hakikatte önemleri olmadığına dikkat
çekilmektedir.

7.1. İnsan Kâinata Kendi Aynasıyla Bakmaktadır

Her an psikolojik ve fizyolojik olarak iç ve dış faktörlerin etkisinde kalan
insan, zaman zaman bu etkileri, hayata bakışının merkezine taşır. Böyle durumlarda
algılanan, gerçekler yerine, o an içinde bulunduğumuz durumdur.

"Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenab-ı Hakk insanı kâinat için bir mikyas,
bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için bu âlemden hususî bir alem vermiş.
O alemin rengini o insanın itikad-ı kalbisine göre gösteriyor. Mesela, gayet me'yus
ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür.

"Gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kâinatı
neşeli, güler gördüğü gibi, mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih
eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını
bir derece keşfeder ve görür.

"Gafletle veya inkarla ibadeti terkeden adam, mevcudatı hakikat-ı kemalatına
tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna
tecavüz eder." (L., 182)

Bediüzzaman, dış alemin bize yansımasını "ayna" misaliyle açıklar. "Herkesin
her günde şu alemden mahsus bir alemi var. Hem o alemin keyfiyeti o adamın kalbine
ve ameline tâbiidir. Nasıl ki ayinende görünen muhteşem bir saray, ayinenin rengine
bakar. Siyah ise siyah görünür, kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine
bakar. O ayine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise çirkin
gösterir…" (S., 253)

Herkes kendi aynasında gördüğü gözlemleri dikkate alır. Mesela, güzel bir bahçeye
giren iki kişiden biri, bahçenin çeşitli yerlerinde bulunan bazı pis şeylere bakar,
midesi bulanır. Diğeri ise, "herşeyin iyisine bak" diyerek o bahçenin güzelliğinden
istifade eder. (Mün., 74) "Evet, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından
lezzet alır." (H.Ş., 119)

7.2. Alışkanlık ya da Ülfet Önemli Engellerden Biridir

Kâinattaki varlıkların ince ve sanatla dokunmasını, kanunların işleyişini, yaratılışın
her an devam etmesini çoğu zaman gereği gibi algılayamayız. İnsan kâinat kitabında,
ruhun gıdasını, ne yazık ki, ülfet kapağı altında fark edememiştir. (Muh., 44)

Ülfet, çevremize, kâinata "ben bunları biliyorum" düşüncesiyle bakmakta, araştırma
arzumuzu kaldırmaktadır. Böyle bir bakış, etrafımızda olup biten harikaları görmemize
engel olur. Etrafına dikkatle bakmayanlar, "nazar-ı sathî" (yüzeysel bir bakış)
ile bakmaya mahkum olurlar. Böyleleri "kâinat kaplarında, ülfet kapağı altında olan
gıda-yı ruhaniyi zevkedemediğinden, kabı ve kapağı yalamakla" oyalanırlar. (Muh.,44)

"İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telakki etmeleridir.
Yani melufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta, ülfet dolayısıyla
adiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malum zannettikleri
o adi şeyler, birer harika ve birer mucize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla
onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye
iman-ı nazar edebilsinler.

"Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair
garip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgarla husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından
peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malikü'l-Bihar olan Allah'ın azametine delil
getiren adamın meseli gibidir.

"İnsanların arza ait malumat ve müsellemat-ı bedihiyatları, ülfete mebnidir.
Ülfet ise, cehl-i mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa, zannettikleri
ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an, ayetleriyle insanların nazarını melufatları
olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın
kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havariku'l-adat mucizeleri
o adiyat içerisinde gösterir." (M.N. 191-192)

Bediüzzaman'a göre ülfet; Cehl-i mürekkebin hemşiresi, nazar-ı sathi'nin annesidir.
(Muh., 43) Bir şeyi bilmemek, cehildir. Bilmediğini bilmemek, yani bilmediğinin
farkına varmamak ise, cehl-i mürekkeb. İçinde yaşadığımız şu harika âlemde, güneşin
her gün doğup batması, her sene bahar olması, kış olması gibi olaylar, devamlılık
arzettiğinden, pek çok insanda harikalığı örten bir perde olmuştur.

Bediüzzaman Said Nursi'nin aşağıdaki açıklaması, gözümüzdeki gaflet ve ülfet
perdesini aralayacak niteliktedir:

"Beşer felsefesi, gayet harikulade olan kudret-i İlahiye mu'cizelerinin üstüne
âdiyat perdesini çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o harika nimetlerini
görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruc etmiş, hususi bazı cüziyatı görür, ehemmiyet
verir.

"Mesela, insanın yaratılışındaki kudret mu'cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor.
Fakat kaideden çıkmış, iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp istiğrap ve velvele-i
hayret ile nazar-ı dikkati celbeder. Küllî, umumî mucizeleri âdet perdesinde saklar.
Cüz'î ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.

"Hem mesela, hayvandan insandan yavruların pek harika, pek mu'cizatlı iaşelerini
görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika'da bir gazetenin neşrettiği gibi,
taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir
yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar, şaşaa
ile ilan etmişler. Halbuki, en cüz'î bir yavruda, memedeki ab-ı kevser gibi rızkında
onun gibi binler rahmet ve ihsan mu'cizeleri var…

"İşte, hikmet-i Kur'aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî harika mu'cizeleri
ve fevkalade nimetleri beşere ders verir; Allah'ı tanıttırır. Küllî şükür namına
ubudiyete sevkeder." (E.L., 378)

7.3. Allah İzzet ve Azametini Saklamaktadır

Gerçekler bazen açık değil, perdelerle gizlidir. Perdeleri aralayamayanlar gerçekleri
göremezler. Mesela, hastalıklar Hz. Azrail'e, Hz. Azrail ruhların kabzedilmesine
perdedir. Gerçekte iş gören Cenab-ı Hakk'tır. (L., 79) Gerçekte ise ölümü takdir
eden Allah'tır. Yoksa Hz. Azrail, canının istediği zaman can alan bir yetkili değil,
aksine kendisine verilen talimata göre hareket eden bir görevlidir.

7.3.1. Sebepler Perdesi

Bediüzzaman Said Nursi, sebeblerin birer perde olduğunu söyler (S., 272). En
büyük bir sebebin, en basit bir neticeye kuvveti yetmez. (S., 634) Buna göre, "Sultan-ı
Ezeli'nin memurları saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın
dellallarıdırlar ve rububiyetin temaşager nazırlarıdırlar." (S. 272)

Bediüzzaman, bazı insanların sebepleri fail zannetmelerini şöyle bir misalle
açıklar: Zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri bitişik ve birbirine
yaklaşmış görünür. Halbuki, dağların ufku dairesinden semanın eteğine kadar umum
yıldızların matla'ları ve başka şeylerin meskenleri olan büyük bir mesafe olduğu
gibi, sebeplerle neticeler arasında öyle bir manevi mesafe var ki, imanın dürbünüyle,
Kur'an'ın nuruyla görünür. (S., 393)

7.3.2. Zahir Perdesiyle Kanunların İşleyişi İnsanı Yanıltır

Zahir, eşyanın ve olayların dış görünüşüdür. Bu dış görünüş çoğu kere aldatıcıdır.
Mesela, zahirde güneş dünyanın etrafında döner. Gölge sabittir. Hastalıklar çirkindir.
Ölüm bir yok oluştur… Halbuki, dünya güneşin etrafında döner. Gölge hareketlidir.
Hastalıklar, Rahmanî birer hediyedir. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır.

Kur'an-ı Kerim, herşeyin güzel yaratıldığını bildirir. (Secde Suresi, 7) Bediüzzaman,
ayetin izahında şu açıklamaları yapar: "Herşeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde
hakiki bir güzellik ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat
güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü
bilgayr denilir…" (S., 215-216) Bahar mevsiminde, fırtınalı, yağmur-çamurlu toprak
perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklıdır.

Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pekçok manevi
çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok kabiliyet
çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya,
umum inkılaplar va tahavvüller birer manevi yağmurdur. Atmaca kuşunun serçelere
saldırması zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı o saldırı
ile inkişaf eder. (S., 215-216)

7.4. Alet İlimlerinde Boğulmak

Özellikle ilahiyat eksenli ilmi tahsil edenlerin takıldığı bir engel, alet ilimleridir.
Bu engele takılmak, amaç ile aracı, gaye ile vasıtayı birbirinden ayırt edememekten
ileri gelir. Arapça, mantık, belagat gibi alet ilimleri, tefsir hadis fıkıh gibi
yüksek ilimlere vesiledirler. Hakikat bu iken, İslam dünyasında söz konusu alet
ilimleri "maksud-u bizzat" sırasına geçmiş, yüksek bir ilim olan iman ilmi, yani
marifetullah ilmi ihmal edilmiştir. Ayrıca, resmen tahsil silsilesine geçen kitapların
zamanla artması, bütün vakti ve fikri kendisiyle meşgul edip, asıl ilimlere sıra
gelmemiştir. (Muh.,47)

7.5. Bilim Dünyasındaki Baskılar ya da "İstibdat-ı İlmi"

İlmî istibdad, düşünceye yapılan baskıyı ifade eder. Bu baskı, maddi olabileceği
gibi, psikolojik de olabilir. Mesela, tartışmalı bir konuda "bu budur!" şeklinde
kesin bir ifade kullanmak ve başkalarını da bunu kabule zorlamak tam bir ilmî istibdattır,
baskıdır. İzlediğimiz bir Biyoloji Kongresi'nin Sonuç Bildirgesi'nde katılanların
bazılarının kabul etmemesine rağmen bu "bilimsel açıklama"yı, yani Evrim Teorisi'nin
kabulüne zorlanması bir örnektir. Bu durum elbette bu zamana has değildir. Yüzyıllar
öncesinde de benzer olaylar yaşanabiliyordu.

Abbasiler devrinde iki yüz yıl boyunca Mu'tezile mezhebi mensuplarının, kendilerinden
olmayanlara görüşlerini dayatmaları; Ortaçağda kilisenin hür düşünenleri Engizisyon
Mahkemelerine vermesi, ilmî istibdadın iki görünümüdür. Bediüzzaman'ın ifadesiyle
ilmî istibdad, "taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledidir". Cebriye, Rafıziye,
Mu'tezile gibi İslamiyeti müşevveş eden fırkalar, hep ilmî istibdadın neticesidir.
(Mün., 22)

8. Kâinat Kitabı Nedir?

Bütün bilimler, kâinattaki düzenin şahididir ve onu anlamaya çalışır. Bu açıdan
kâinattaki bütün gerçekler Esma-i Hüsna'nın, Allah'ın isimlerinin bir yansımasıdır.
Dünya ise kâinatın kalbi hükmündedir. (S., 163) Daha da ötesinde herkesin kendine
ait özel bir kâinatı vardır. İman ise bu kâinatı ışıklandıran bir güneş gibidir.
İnsanın bu gerçeği anlamaması ve uzak durması kâinatı kızdırmaktadır. (S., 340)
İnsanın bu kâinatta yapması gereken geçerli olan kanunları keşfetmek ve gereğini
yapmaktır. Bir hikmet perdesi vardır ve bütün kâinatı kaplamaktadır; bu bir iradeyi,
kudreti ve hikmeti göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, "bir
sergi," "bir tarla," "bir misafirhane" ve "bir saray" gibi, fakat "bir kitap" yani
okunacak bir şeye benzetmesi Risale-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır.
Risale-i Nur'da "sıfat-ı Kelam'ın kitabı" olan Kur'ân ile "sıfat-ı İrade'nin Kudret
kitabı" olan kâinat arasındaki ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir. Bediüzzaman
kendisine kulak verenlerin dikkatini devamlı kâinata yöneltir. Kâinat kitabı ve
onun tefekkür ile okunması, Risale-i Nur mesleğinin merkezinde yer alan bir özelliktir.

Said Nursi, "Kur'ân'dan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü:
Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki; mücessem bir kitab-ı Sübhânî ve cismânî
bir Kur'ân-ı Rabbânîdir" der (Ş., 119)

Vahdetin sonucu olan "kemal-i intizam ve insicam-ı mizan gayet manidar öyle mucizane
bir kitaba çevirmiş ki, her bir harfi yüz satır ve her bir satırı yüz sahife ve
her sahifesi yüz bab ve her babı yüzer kitap kadar mânâları ifade eder. Hem bütün
babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine
işaret ederler" der. (Ş. 25-26)

Kur'ân'ın kâinat kitabının "ayat-ı tekviniye"si hakkındaki ayetleri, kâinattaki
düzenli değişimlerdeki "şuunat-ı İlâhîye"nin delalet ettiği hakikatlere, O'nun fiillerine,
esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine şuurlu mahlukların dikkatlerini
çeker. Kur'ân tekrar tekrar insana bu "ayetler" üzerinde durmayı emreder ve onu
tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister.

Bu sebeple, nasıl ki, kâinatın bu şekilde olmasındaki gaye "okunma"sıdır, anlaşılmasıdır;
insanın da "vazife-i asliyesi …küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşâhede
ederek şehadet etmek …ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizâtını temaşa ederek,
nazar-ı ibretle tefekkür etmektir." (S. 317)

8.1. Kâinata Marifetli Bir Bakış Örneği: Ayetü'l-Kübra

Said Nursi, Kastamonu'da "Ayetü'l-Kübra" adıyla, Allah'ın varlığını ve birliğini,
kâinattaki varlıkların diliyle ispat eden harika bir eser kaleme alır. O, bu eser
için, "şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-i Kur'aniye ve bir sedd-i azam"
ifadesini kullanır. Hatta öyle olmuştur ki, "kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış,
birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir." (T.H., 291)

Said Nursi "Âyetü'l-Kübrâ" isimli risalesinde bir yolcuya hayâlî bir kâinat gezisi
yaptırmakta ve bu şekilde kâinatın, Allah'ın varlığını ispat eden delillerden birisi
olduğunu ifade etmektedir. Bu yolcu, bulut, rüzgar, yağmur, şimşek, hava, deniz,
dağ gibi her bir mahlûkat, Hâlık'ını sormakta ve herbirinin fıtrat lisanları ve
yaratılış tavırlarıyla dile getirdikleri şehadetlerden Allah'ın varlığına ulaşmaktadır.
(Ş., 91-156)

Yıldızlardan bulutlara, dağlardan çiçeklere, denizlerden kuşlara kadar bin bir
sanat cilvesini üzerinde taşıyan bir âlem önümüze serilir, Yaratıcıya giden sayısız
yollara dikkat çekilir. Kısaca bu risalede insan, bütün varlık alemlerini dolaşıp
inceledikten sonra, insana gelir. Peygamberlere ve vahye ve Hz. Muhammed'e başvurulur.
Kâinattaki varlıklara başvurularak Allah'a ulaşan insan, O'na inanarak vahyi keşfetmekte
ve yeniden kâinata yönelmektedir. Eserden Müessire ve Müessirden yeniden esere geçişin
örneklerini görürüz.

"Güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, açık bir şekilde yazmak ve
yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi açık olarak
yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger ünvanları ise açık bir şekilde kitabet
ve dülgerlik san'atlarını ve sıfatlarını ve bu san'at ve sıfatlar açık olarak herhalde
bir zâtı gerektirir ki, mevsuf (bir sıfatla sıfatlanan) ve sâni' (bir sanat eseri
olarak meydana getiren Allah) ve müsemma (isimlendirilen, bir ismi olan) ve fâil
(işi yapan) olsun.

"Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir
sıfat, san'atkârsız bir san'at dahi mümkün değildir. İşte bu hakikat ve kaideye
binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin
çekiciyle yapılmış manidar sınırsız kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar
hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber pek çok vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî
nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin esasları olan bin bir İlâhî isimlerin pek çok
tecellileriyle ve o güzel isimlerin kaynağı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz
tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve
ebedî bir Zât-ı Zülcelal'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz
şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller,
kıymetler, kemaller dahi, Cenâb-ı Hakk'ın fiil, isim ve sıfatlarının kendilerine
lâyık ve uygun kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Allah'ın kudsî cemal
ve kemaline açık bir şekilde şehadet ederler." ifadeleri bu hakikati anlatmaktadır.
(Ş.,134)

"Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir
ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi
tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkaşına delâlet eder; öyle de: Kâinatın hilkatindeki
makâsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini
tâlim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mâhiyetindeki
kıymetini ve içindeki mevcudâtın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânalarını
ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sâdık
muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle;
elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat
Hàlıkının en yüksek ve sâdık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi." ( Ş.,
111)

8.2. Tabiat Okunmayı Bekleyen Bir Kitaptır

Risale-i Nur'un birçok yerinde rastlayabileceğimiz bir konu vardır: Bu,"tabiat"
ya da geniş anlamı ile "kâinat"tır. Said Nursi'nin gözünde tabiat sıradan ve kendiliğinden
bir şey değildir. Hele ruhsuz maddelerden oluşmuş bir terkip asla değildir. O'na
göre tabiat bir "kitap"tır. O bir kitabın okunması gibi okunmalıdır ya da okunmayı
beklemektedir. Bu öyle bir okuma biçimidir ki, nasıl insan indirilmiş bir kitap
olarak Kur'an'ı okuyarak Allah'a ulaşırsa, tabiat kitabını da okuyarak ulaşabilir.
Onun sözleriyle kâinat, "kitab-ı kebir" (büyük bir kitap), Kur'an ise onun "tefsiri"dir.
(L., 759)

Allah'ın elinden çıkmış olan tabiat, sıradan bir kitap değildir; "tabiat dedikleri
şey olsa olsa bir sanattır, Sani' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz." (L., 247)
O halde bu harika sanat eserine bakarak, onun yaratıcısı hakkında bir fikir sahibi
olabiliriz.

Bir başka deyişle kâinat ve tabiat, Allah'ın isimlerine bir "ayna"dır. Burada
her şey Allah'ın güzel isimlerini yansıtır. "Kâinat bir aynadır. Her mevcudatın
mahiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile icad-ı ilâhîye maruzdurlar. Her
bir mevcud, bir cihetle şems-i Ezelinin bir isminin bir aynası olup bir nakşını
gösterir." (L., 598)

Kâinatta hiç bir şey kendi başına bırakılmış değildir. Külli bir kanuna itaat
vardır. Bu "Sünnetullah, adetullah"tan başka bir şey değildir. Onu yaratan ona bir
de şekil vermiştir. Zerreden güneşe kadar belirli bir düzen içinde hareket eden
kâinat, bu yönüyle de Allah'ın varlığına tanıklık eder. (L., 648-649) İnsan, kâinatın
kalbi ve merkezidir. İnsan sayesinde, semavata kıyasla büyük bir ağacın küçük bir
meyvesi olan arz, bütün semavata denktir. (S., 69-70)

İnsan da bir aynadır. Hem kendisine verilen cüz'i ilim, kudret, basar vs. gibi
sıfatlarıyla, hem de sanatkarane yapısıyla Allah'ı tanır ve tanıttırır. Üstelik
nihayetsiz acziyet ve zaafıyla da kuvvetli bir dayanak noktası arayan bir varlıktır.
(S., 315-316)

Hem büyük âlem kâinat ve hem de onun içinde küçük bir âlem olan insan, Allah'ın
tasarrufundan bağımsız değildir. Allah, hiç bir yerde görünmediği halde, her yerde
hazırdır ve her şey O'na tabidir. Ona mülkünde ortak biri yoktur. "Sani-i Kâinat,
elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti hiç bir mahiyete benzemez. Öyleyse,
kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar O'nun önüne geçemez, O'nun icraatını takyit
edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen
tasarrufat ve ef'al kâinata havale edilse, o kadar müşkülat ve karışıklığa sebebiyet
verir ki, hiç bir intizam kalmadığı gibi, hiç bir şey dahi vücutta kalmaz, belki
vücuda gelemez." (M., 463)

Böylece, tabiat kanunu denen kâinattaki intizamın, Cenab-ı Hakk'ın "Hakim" isminin
bir tecellisi olduğu anlaşılır. Allah'ın "Kadir İsmi" tecelli etmek istediğinde,
tabiat kanununun işleyişine geçici olarak ara verip mucize ve keramet gibi fevkalade
olayları yaratması mümkündür. Bir başka ifadeyle, dünyada işler hikmetle görülürken,
ahirette kudretle iş görülecektir.

Öte yandan tabiattaki nizam ve intizamın ifadesi olan tabiat kanunlarının bilim
adamları tarafından incelenmesi, araştırılması doğrudan Esma'nın araştırılması anlamını
taşıyacağından, aynı zamanda bir ibadet hüviyetini de taşıyacaktır. Tabiat kanunlarının
bu şekilde okunması bilime anlam kazandıracaktır. Zira insanın gayesi esmayı hakkıyla
anlamaktır. Böyle bir esmayı okuma yolculuğunun da sonu olmayacaktır.

8.3. İbda ve İnşa ile Yaratma

Allah, maddeyi yoktan yaratmıştır; O, ezeli değil, sonradan yaratılmıştır. O'nun
yaratmasında, madde asıl olmadığından, varlık alemi maddeyle doğrudan ilgili değildir.
Madde şekilden şekle girmekte, adeta dokunmaktadır. (L.,193)

Risale-i Nur'un Kur'an'dan ilham alarak anlattığına göre; Kadîr-i Zülcelâl'in
yaratması iki çeşittir: Birincisi, ibdâ, yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona
lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor. İkincisi inşa ile, san'at iledir.
Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler
için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan
zerratları ve maddeleri, Rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Allah kâinatı yoktan yaratmıştır. Kâinatın bu yokluk aleminden varlık alemine geçişinden
sonra, maddeyi dokumaktadır, ona şekil vermektedir.

9. Biyoloji ve Marifetullah

Said Nursi, Kastamonu'da yanına gelen bir grup öğrencinin "Bize Hâlıkımızı tanıttır,
muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor"lar sözü üzerine onlara şöyle der: "Sizin okuduğunuz
fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan bahsedip, Hâlık'ı
tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz." (Ş., 187)

"Kendi lisan-ı mahsusiyle" seslenişine dikkat etmek gerekir. Bazı bilim adamları,
kâinatı inceleyip, elde edilen sonuçları kendilerince yorumlayabilir. Biz örnek
olarak biyolojinin ve biyologların kâinata bakışını ele alalım.

Bilindiği gibi en genel anlamıyla biyoloji, canlılar bilimi demektir. Bu alanda
çalışanlar, canlılar dünyasını incelerken, kendi yorumlarını, felsefî ve ideolojik
tercihlerini biyoloji bilimi adına bize sunabilirler. Bizim yapmamız gereken, Said
Nursi'nin ifadesiyle, biyologlara değil, biyolojinin diline kulak vermektir.

Aynı konuyu inceleyen bir biyolog, yaptığı incelemeyi marifetullaha bir basamak
yaparken, diğer bilim adamı, tam tersi bir yaklaşımla, incelediği şeyde maddi bir
bakışla, kesrete dalıp farklı sonuçlar çıkarabilir. Burada dikkat çekilmesi gereken
nokta, biyolojiden çok biyoloğun değerlendirmesidir. Oysa, "Her bir fen, kendi lisan-ı
mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyor"dur. Yani aslında
biyolojinin dili Allah'ı anlatmaktadır.

Mikrokozmoz da denilebilecek olan, "alem-i asgar" ve kâinatın "küçük haritacığı"
olarak insan, kâinat kitabının küçük bir nüshasıdır. (E.L.,146) Anlaşılacağı gibi,
biyolojinin yapması gereken, kâinat kitabının küçük bir misali olan insanı ve diğer
canlıları anlatırken, incelediği şeyde boğulmadan, Allah'ın ilim ve kudretini anlamaya
çalışmak olmalıdır.

Sadece maddi değerleri dikkate alan biyoloji bilimi, canlıları bir obje olarak
değerlendirir ve inceler. Fiillerin arkasındaki "Fail-i Muhtar"ı görmez. Oysa, Risale-i
Nur'un birçok yerinde açıkça belirtildiği gibi, Kur'ân-ı Hâkim, hayatı madde ile
mananın, ruh ile cesedin imtizacı olarak değerlendirir. Bugün ruhun varlığı ve yapısı
ile ilgilenen bilim dalı vardır; sadece maddi bir bakışla, ortaya konan biyolojik
bilgiler, insan gerçeğini bu anlamda anlayamaz, kendince yorumlar, ortaya koyar.

Bu durum, bugün ideolojik ve felsefi bir kabullenme olan evrim teorisinin değerlendirilmesinde
açıkça ortaya çıkmaktadır. Farklı biyolojik olayları inceleyen bilim adamlarından
bazıları, incelediği şeyin altında kalır, ideolojik yaklaşımına basamak yapmaya
çalışır. Aynı olayları inceleyen bir başka bilim adamı ise, incelediği şeyi, Allah'a
ulaşmada bir basamak yapar.

9.1. Biyolojiye Marifetli Bir Bakış

Bu yaklaşım tarzıyla ilgili Risale-i Nur'un birçok yerinde örnekler sunulur.
Mesela, fizyoloji ve hematoloji bilimi, insanın damarlarından ve kan dolaşımından
söz eder. Genel anlamda liselerde ve üniversitelerde öğretilen bilgiler yüzeysel
ve sathidir. Said Nursi, Sözler adlı eserinde, atar ve toplardamarların hareketlerini
anlatır. Hücre ve dokulardaki değişimi daha farklı bir bakışla önümüze sunar; konuyla
ilgili aşağıdaki yorumu yapar:

"Sâni'-i Hakîm, beden-i insanı gâyet muntâzam bir şehir hükmünde halketmiştir.
Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin
boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medârdırlar. Kan ise içinde
iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tâbir edilir ki, bedenin
hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor
(tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere
nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi
müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile
süratli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi
var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını
toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var
ki: Biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı
toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı "ree" denilen nefesin geldiği
yere getirirler.

"Sâni'-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza.
Müvellidü’l-humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon
unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı
karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi
temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü Sâni'-i Hakîm, fenn-i Kimya'da aşk-ı kimyevî
tâbir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki;
o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac
ederler.

"Fennen sabittir ki; imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizac, bir nevi ihtiraktır.
Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri
var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac
eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizaçtan
evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde
bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni'-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılab
eder. Zâten "hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra
binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği
gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dahile girdiği
vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı
vakit ağızda mu'cizât-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor." (S.,
631)

9.2. DNA Hafiz İsminin Bir Gölgesidir

Allah'ın Hafiz ismi, hücre çekirdeğindeki DNA'larda canlı bedenlerine ait bütün
bilgilerin arşivlenmesinden, kâinatta olmuş ve olacak olan olayların kayıt edildiği
Levh-i Mahfuz'a kadar çok geniş bir dairede hükmünü icra etmektedir.

Genetiğin ilgilendiği alan ise bu harika arşiv faaliyetinin çok dar bir kısmını
ihtiva etmektedir. İnsan Genom Projesi gibi genetik çalışmalar sonucunda binlerce
genin hayati fonksiyonları anlaşılmış ve milyarlarca harften meydana gelen DNA'nın
şifresi çözülmüştür. Ulaşılan merhale hafiziyetin yalnızca insan üzerindeki tecellisinin
zayıf bir gölgesinin başka bir şey değildir.

Fenaya maruz ve çürümeye, dağılmaya, bozulmaya mahkum bir bedenin, trilyonlarca
hücresi ve hücrelerinin içindeki genlerinin diliyle geçici bir beka için yapmış
oldukları dualarına harikulade bir tarzda fiilen cevap verilmesini anlama çabaları
olarak değerlendirebileceğimiz moleküler genetik çalışmaları, insanın bedenî ve
ruhî her bir halini sayısız arşivlerde hıfzeden Hafiz isminin cüzi bir tecellisini
kavrama yolunda atılan adımlar olarak görülmelidir.

9.3. Genetik Kopyalama ve Acbüzzeneb

Genetik mühendisliğinin günümüzde en çok yankı uyandıran ve tartışılan konularından
birisi de genetik kopyalamadır. Genetik kopyalama, bir canlı ile aynı genetik bilgiye
(DNA) sahip başka bir canlı üretilmesidir. Normal üremede genetik bilginin yarısı
anneden yarısı babadan gelirken, genetik kopyalamada genetik bilginin tamamı kopyalanacak
canlıya ait olmaktadır. Cenab-ı Hakk'ın hafiziyetiyle insan bedenini tek bir hücresine
kaydetmiş olduğu, mevcut genetik bilgilerinden haşirde tekrardan diriltebilmesinin
ne kadar akla uygun olduğu, genetik mühendisliğinin keşfettiği ip uçları sayesinde
çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Hadiste "acbü'z-zeneb" tabir edilen "ecza-i esasiye" ve "zerrat-ı asliye"nin
(S., 484) ikinci diriliş için yeterli olduğunu, çürüyüp dağılan bütün beden zerrelerinin
toplanmalarına gerek olmadan da dirilişin gerçekleşebileceği hakikatini kendi bilimsel
diliyle ilan eden moleküler genetik; haşre iman hakikatini görmeyen ya da görmek
istemeyen gözlere de gösteren bir bilim dalı olmuştur.

Peygamber kıssalarını anlatarak ve Cenab-ı Hakk'ın isimlerini zikrederek, insanlığın
şimdiki seviyesinden çok daha yüksek noktaları ve en ileri mertebeleri gösteren,
Kur'an-ı Kerim, "talim-i esma" olayıyla şunu demek istemektedir:

"Sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan ruy-i zemine
muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin
semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı
kaldırıp, Esma-i Hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünunuzu ve terakkiyatınızı
merdiven yapınız. Ta fünun ve kemalatınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i
Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız."
(S., 238)

9.4. Genetik Kopyalama İbda ve İnşa Olayına Bir Örnektir

Kur'an-ı Hâkim'in ayetlerinden ve Resûl-u Ekrem'in (asm) anlattığından anladığımıza
göre; insanlık, peygamber mucizelerine kadar ilmi terakki gösterecektir. Hz. İsâ'nın
(as) babasız doğması, ölüleri dirilterek muvakkat bir hayat rengi vermesi gibi,
Hz. Peygamberin (asm) yaralı ve sakat organları iyileştirmesi gibi örnekler buna
işarettir. Sonuçta, insana verilen ilim ve cüz'î irade gerçeği ile diyebiliriz ki,
genlerle ilgili her türlü çalışmanın, kopyalamanın ve benzeri şeylerin, yapılabilmesi
mümkündür ve insanın kesbidir, çalışmasıdır. Bu bir yokluktan var etme olayı değildir.
Yaratma olayı Allah'a verilmezse, o zaman en basit bir varlığın yaratılması, kâinatın
yaratılması kadar zor, hatta imkânsız olur.

Trilyonlarca hücreye sahip olan insanın sadece bir hücresini yaratmak için, atomların,
belli bir düzen içinde işlenmesi gerekir. Kâinata dağılmış olan bu atomların bir
araya getirilmesi için, hepsine hükmeden bir iradenin, ilmin, kudretin olması gerekir.
Atomlardan moleküller oluşturulmalı, moleküllerden bileşikler, bileşiklerden ise
varlıklar bir tezgahta dokunur gibi dokunmalıdır. Demek, bir tek hücrenin icadı,
yaratılması, Allah'a verilmediği takdirde, bütün kâinatın yaratılması kadar imkânsız
olacaktır. (L., 312-314)

9.5. DNA'nın İbda ve İnşa Boyutu

DNA'nın yapısının incelenmesi ya da genetik şifrenin çözülmesinin Allah'ın yaratma
şekli olan ibda ve inşa açısından önemini vurgulamak gerekir.

DNA ve genetik şifre inşa boyutu ile ilk atomdan bugüne adım adım işleyen bir
hayata hazırlık süreci olarak değerlendirilebilir

Risale-i Nur; "Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbaniyenin
birer mucizesi, sanat-ı İlahiyenin birer harikası, rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi,
vahdet-i İlahiyenin birer bürhan-ı maddisi, ahirette eltaf-ı İlahiyenin birer müjdecisi,
kudretinin ihatasına ve ilminin şümûlüne birer şahid-i sadık oldukları gibi; tekessür
etmiş bir nev'i, alemin etrafında, vahdet aynalarıdırlar; enzarı kesretten vahdete
çeviriyorlar. Lisan-ı hali ile birisi der: 'Dal budak salmış şu koca ağacın içinde
dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir. Onun
muhakemesi için dünya kapısı kapanıp ahiret kapısı açılır.'

"İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor, fakat
insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü'z-zeneb tabir edilen
küçük bir cüz'ü baki kalıp, Cenab-ı Hakk, onun üstünde cesed-i insaniyi haşirde
halk eder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda
milyonlarla misali görülüyor." (S., 561, 562)

Bir hücrenin içindeki DNA'nın potansiyel olarak, insanın bütün özelliklerini
barındırması, en başta bütün mevcudatın yoktan var edilmesi ibda ve inşa hakikatinin
anlaşılabilecek bir yönünü ortaya koymaktadır. Kâinatın işleyişi bir programın çalıştırılmasından
başka bir şey değildir.

Ortaya çıkan tabloyu şöyle değerlendirebiliriz; DNA ve genetik şifre hayatın
her anının, her türlü ayrıntısının planlandığını gösteriyor. Saçımızın, gözümüzün
rengi, boyumuz, parmak izlerimiz, yüzümüzün şekli bir program dahilinde belirlenmektedir.
Önemli olan "mana-yı harfi" de dediğimiz kâinata Yaratıcı adına bakma olayında,
anlık yaratılmaların hem de zamana yayılmış şeklindeki yaratılmaların İlahi bir
kudret olmaksızın mümkün olmadığını kabul etmektir.

10. Sebep Sonuç İlişkisinin Karıştırılması

Allah'ın yaratmada sebeplere ve yardımcılara ihtiyacı yoktur. Oysa, insanlar
yanılmakta ve sebepleri fiil sahibi gibi algılamaktadır. Sebeplerin iş gördüğü nazara
alınarak inanç dünyasıyla karıştırılmaktadır. (Muh.,41) Gerçekte, sebeplerin perde
arkasında iş gören, İlahi kudrettir. (İ.İ., 137)

Sebep ve sonuç ilişkisi, bugün pek çok insanı yanlış değerlendirmelerin eşiğine
getirmiştir. Hatta öyle ki, bu iki kavramın yanlış anlaşılması, bazı itikadi mezheplerin
bile doğmasına neden olmuştur.8

Mu'tezile ve Cebriye bunlardan ikisidir. Mu'tezile, sebepler dairesinin hükümlerini
itikad dairesine taşımıştır; Cebriye ise, itikad dairesinin hükümlerini sebepler
dairesine getirmiştir. Bir anlamda, Mu'tezile tesiri sebebe vermiş; Cebriye ise
cüz'î irade de denilen insanın tercihini yok saymıştır.

Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü'l-İ'câz'da Mu'tezile ve Cebriye'nin nasıl yanıldıklarını
şöyle açıklar: (İ.İ., 82)

Bir âdamın bir aletle başka bir adamı öldürdüğünü kabul edelim. Burada sebebi,
yani adamın aletle diğerine saldırmasını yok farzetsek, sonucun, yani diğer adamın
öldürülüşünün durumunu nasıl değerlendirmek gerekir? Ölüp ölmeyecekleri konusunda,
Mu'tezile mezhebi ölmeyeceğini; Cebriye ise öleceğini söylemektedir.

Bu durumu bir başka misalle açıklamaya çalışalım: Biyolojinin bir alt bilim dalı
olan botanik biliminden bir yorumla, ağacın meyve verme konusunu dikkate alalım.
Toprak, hava, su gibi bileşenlerin olmadığını kabul edelim. Bu durumda, ağacın meyve
verip vermeyeceği konusunda, Mu'tezile mezhebinin kabulüne göre, ağaç meyve veremez;
Cebriye mezhebinin kabulüne göre, ağaç yine meyve verir.

Mutezile mezhebinin bakışı sadece sebepler dünyasıyla ilgilidir ve bu açıdan
haklı gibi görünür. Çünkü, ağaç; toprak, hava, su olmadan meyve veremez. Mu'tezile
mezhebinin burada yanıldığı konu, Allah'ın ağacın meyve vermesini, söz konusu sebeplere
havale ettiğini düşünmesindendir. Sebepleri itikad dairesine taşıyarak yanılır ve
tesiri sebeplere verir.

Cebriye mezhebine göre ise, sebepler olmasa da ağaç yine meyve verebilir. Bu
hüküm de yalnızca itikad dairesi için doğrudur. Bununla birlikte, Yaratıcı sebepler
dairesinde toprak, su, hava olmadan ağacın meyve vermemesini irade ettiğini, bize
daima meyveyi veren ağacı, toprak, su, hava ile ile olgunlaştırarak göstermektedir.
Cebriye, bu hükmünü, sebepler dairesi için de söyleyerek sebepleri hiçe saymaktadır.
Bir anlamda, dünyadaki nizamı ve kanunları inkâr etmektedir.

Düşünülmesi gereken şey, ne sebeplere tesir vermeyeceğim diye sebepler yok sayıp,
kâinattaki geçerli kanunlar inkar edilmesi; ne de sebeplerin varlığını kabul ederken,
onlarda bir tesir, sonucu belirleyen bir güç olduğu kabul edilmemelidir. Sebep yok
değildir, ama tesir sahibi de değildir. Sebep vardır ve tesiri yoktur.

Birçok insanın yanıldığı bu konuda, Mutezile ve Cebriye mezhebine tabi olmak
gerekmiyor. Toprağın, suyun, ışığın olmadığını farz etsek, ağacın meyve verip, vermeyeceği
tartışmalıdır. Said Nursi'ye göre, bu soruya cevap verilemez. Soru yanlıştır. Çünkü,
havanın, suyun, toprağın olmadığını kabul edersek, ağacın meyve vermesini de inkar
etmek zorundayız. Zira, dünyadaki hikmet kanuna göre, sebep ve sonuçlar beraber
yaratılır. Ya ikisi de var kabul edilip, ya da ikisi de yok kabul edilip, soru öylece
sorulmalıdır. Birini yok farzedip diğerini var farzetmek fâsit bir kabullenmedir,
yanlıştır.

Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye, sebep-sonuç
çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere
ihtiyacı yoktur, ama biz O'nun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız.
Bu aslında imtihan dünyasının da bir gerçeğidir.

Sebeplerin sonuçlara bağlanması demek, sonuç ve sebebin beraber olması demektir.
Aklın nazarında ikisinin "mukarin ve muttasıl", yani birbirine yakın ve bitişik
gözükmesi demektir. "Sebebiyet ve mukarenet zahirîdir, hakikî değil." "Sebep sırf
zahirîdir." (S., 650)

Yaratan sonuçları doğrudan doğruya sebeplerle beraber yaratır. Ki, Bediüzzaman'a
göre, sebeplere tesir vermek isteyenleri aldatan da bu beraberliktir. O yüzden sebebi
sonucun 'illet'i, yani o sonucun yaratıcı sebebi sanırlar. Oysa, "iktiran ayrıdır,
illet ayrıdır." Yani, beraber olmak ayrıdır; asıl sebep olmak ayrıdır. "İllet, kudret
ve irade-i Rabbaniyedir." (L., 124)

Said Nursi'nin örneğiyle, uzaktan baktığımızda dağların tepeleri ile gökyüzünün
eteklerini ufukta birbirine yakın ve bitişik görürsünüz. Ama bir de dağların yanına
varıp tepelere çıkarsanız, göreceksiniz ki, dağların tepesinden gökyüzüne kadar
uçsuz bucaksız bir mesafe var. Öyle ki, bu mesafe sayamadığımız kadar yıldızın doğduğu,
bizlere göründüğü yerdir. Bu örnekte dağların tepesi ile gökyüzünün etekleri, sebep
ve sonuca karşılık gelir. Nitekim, biz de kâinata baktığımızda sebep ve sonuç gözüken
şeyleri birbirine öylesine yakın, öylesine bitişik görürüz ki, biri birisiz olmazmış
gibi gelir.

Bediüzzaman, kâinatta sebepler ve sonuçlar olarak görünen eşyaya bakar ve görür
ki, "Sebep gayet aciz, âdi ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet sanatlı ve kıymetli"dir.
Müsebbebin bir gayesi, faidesi var; fakat esbab cahil ve camid (…) Müsebbebin
gözünde tezyinat ve maharetler var, ancak sebeplerde bu tezyinat ve mahareti becerebilecek
hiçbir kabiliyet yok." (L.,635)

Müsebbebleri yapan sebepler değildir. Sebepler zahirî bir perdedir. Yağmur yağıyor
değil; yağdırılıyor, gönderiliyor. Toprak açılıyor değil, birisi o toprak kapısını
açıyor; nimetleri ellerimize veriyor. Çünkü, gözümüz önündeki şu gayet hakîmâne
gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak gerekir.
(S., 394)

Bir başka örneği ele alalım, moleküler genetiğe göre, hayat genlerde saklıdır.
Evrime göre, ilkel atmosfer şartlarındaki aminoasitler, gen yapılarını meydana getirmiş
ve bunlarla basitten karmaşığa organizmalar gelişmiştir. Yaratılış görüşü ise bize
şunu öğretiyor: Hayatın varlığı için genler halkedilmiştir. Genler sebeptir, illet
değil. İllet, yani hayat için gerçek sebep, Rabbimizin hayatın olmasını murad etmesidir.
Genler olmasaydı da hayat olurdu. Hikmetin tezahürü olarak hayat, canlılığın sırrı
olan genlerde saklanmıştır. Yoksa, hayatı genler yaratmamıştır, genleri de yaratan
bir irade vardır. Yani, dünyada işleyen hikmet gereği hayat ve genler beraber yaratılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi, Allah'ın kâinattaki fiillerini anlatırken, bilhassa bu
sebep-sonuç konusuna dikkat çeker. Meselâ, "ikram-ı Rahmanî" bize "zehirli bir sineğin
eliyle balı yedirir ve elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydirir." (S., 305)

Said Nursi, bir üzüm salkımındaki taneleri bir bir sayar, onların lezzetini hatırlatır
ve hemen onların sebeplerine dikkat çeker: 'kuru bir toprakta duran ağacın kuru
bir çubuğu'na asılı bir lezzetli salkım… Keza, halis, temiz, safi, besleyici,
hoş beyaz sütün, Kur'ân'ın tabiriyle 'kan ve dışkı ortasından' geldiğini hatırlatır
ve sözünü şöyle bağlar: "Nihayetsiz bir hikmeti, nihayetsiz bir kudreti iktiza eden
şu fiil, ancak O'nun fiilidir." (S., 131)

Gerçekte sebep olarak gösterilen şey de, bir başka olayın sonucudur. Meselâ,
arıyı ele alalım, arının hayatına sebep olarak gözükenlerin tamamı, arıya hayat
verme işinden âcizdir. Bediüzzaman'ın işaret ettiği gibi, "sebeplerin üstünde dahi
gayet muntazam bir eser-i sanat var." Yani, sebep de üzerindeki intizamıyla, muntazam
bir fiilin eseri olduğunu ilan eder. O halde, onlar da "sair mahlûkat gibi masnudurlar."
Yani doğrudan doğruya Saniin kudreti ile yaratılır. Onları öyle sanatlı yapan Zât,
onların neticelerini dahi yapıyor, beraber gösteriyor. (L.,305)

Kâinatta 'mevcudat silsilesi' vardır. Bu silsileyi 'tertib-i esbab,' yani sebepler
silsilesi, sebep-sonuç bağlantıları çizer. Bu bağlantılar küllîdir; her yerde ve
her zaman aynıdır; istisnası olmaz. Olaylar daima bir sebep-sonuç çizgisini takip
ederek vücuda gelirler. Etrafımıza baktığımızda gözümüze ilk çarpan, bu çizgidir,
olayların birbirini belli şekilde izleyişidir. Meselâ, bir tarla önce sürülür, sonra
tohumlar ekilir, tarla yeterince sulanır ve üzerine kâfi miktarda güneş ışığı düşerse,
sonunda tohumlar filizlenir ve olgun buğday başakları vücuda gelir. İşte buradaki
olaylar belli bir sırayı izliyor. Her zaman, tohumların filizlenmesi tarlanın sürülmesinden
sonra gelir ve tarlanın sürülmesi tohumların filizlenmesinden öncedir. Burada tarlanın
sürülmesi, sulanması, güneş ışığı.. buğday başaklarının 'mukaddemat'ıdır; başlangıcıdır,
öncesidir. Başakların olgunlaşması da, tarlanın sürülmesini takip eder, onlardan
sonra gelir.

Bediüzzaman'ın kısaca "hikmet-i insaniye" tabir ettiği bütün bilim dallarının
kâinatla ilgili soruları ve cevapları, işte bu sebep-sonuç bağlantılarına dayanır.
"Belki, hikmet-i insaniye kâinattaki intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir
tercümanıdır." (L., 290)

Kur'ân-ı Hakim, kâinattan söz açtığında, dikkatimizi bilhassa olayların tertibinde
güdülen maksatlara ve menfaatlere çekerek, kâinat Yaratıcısının kast ve hikmetini
anlatır. Onun için de, Said Nursi'ye göre, bu gibi maslahatlardan ve menfaatlerden
bahseden bütün Kur'ân âyetleri, kâinattaki düzen üzerine yürür; olayları kâinattaki
tertip sırasıyla anlatır. Bir olaydan söz ederken ardından gelen olayı hatırlatarak,
o olayla neyin kastedildiğini ima eder. Böylece, nizam ve intizam, bir Nâzım'ın
varlığına delil olur ve aynı zamanda, o nizamın gerisindeki kasd ve hikmeti de anlatır.
( İ.İ., 103 )

Bediüzzaman'ın deyişiyle, "küllî kaideler", yani kanunların her yerde ve her
zaman aynı şekilde oluşu, kâinattaki nizamın yüksekliğini ve güzelliğini gösterir.
Bu durum ise değişik bilim dallarının ortaya çıkmasına neden olur. Nitekim, "fen
kavâid-i külliyeden [küllî kaidelerden, kanunlardan] ibarettir." ( İ.İ., 96-97)

10.1. Kanunların Anlamı

"Şeriat-ı tekviniye" de denilen Allah'ın kâinata koymuş olduğu ilahi kanunlara,
insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana
çıkarmıştır. (S., 670) Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kâinatta işleyen ilahi
şeriattan başka bir şey değildir.

İşte, fenler, bu gibi kavâid-i külliyeyi, her yerde ve her zaman geçerli küllî
kanunları keşfederek, "mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan
maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor."
( İ.İ., 96-97) gerçeğine ulaşır.

Bu anlamda, çekme, itme ve hareket gibi kâinattaki diğer ilahi kanunların bu
isimlerle anılması yanlış değildir. (Muh., 109) Ya da, tabiat kanunları dediğimiz
şeyler, Allah'ın kâinatta işlettiği kanunlardan başka bir şey değildir. (L.N., 83)

Kanun demek, birbirinden ayrı iki ya da daha çok olayın arasında her zaman sabit
olan, değişmeyen bir bağ kurmak demektir. Yağmur yağar, ateş yakar, su söndürür.
İki molekül hidrojen ve bir molekül oksijen birleşerek daima suyu oluşturur. Havadan
yere bırakılan bir madde hızla yere düşer. Çünkü Cenab-ı Hakk, taşın kütlesi ile
dünyanın kütlesi arasında değişmeyen sabit bir oran kurmuştur. Biz buna yerçekimi
kanunu diyoruz.

Demek ki, Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadeleriyle, "hikmet-i ilahiye bütün eşyada
en güzel bir suret teşkil etmiştir. Bu nizam, eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına
hizmet eder." ( İ.İ., 127)

10.2. Dünyadaki Tegayyürün Anlamı

Dünya belli bir düzen içinde çalışıyor, gece ve gündüz peşpeşe geliyor, mevsimler
birbirini takip ediyor, yıllar ardarda geliyor. Dağlar ve denizler hareket ediyor.
Her an sayamayacağımız kadar canlı yaratılıyor, bir halden başka bir hale geçiyorlar.
Gözümüzü göğe kaldırmamız da yetmiyor bazen aklımızı da çevirmemiz gerekiyor. Milyonlarca,
milyarlarca yıldız muhteşem bir plan dahilinde hareket ediyor.

"Dünya daimî bir tagayyürde", "kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanıyor",
"harp ve hicret içinde kaynıyor", "mevt ve hayat içinde yuvarlanıyor." (L., 289-90)

Bunların her biri, belki de biz hiç farkında olmadan olup bitiyor. Said Nursi,
"nasıl elimizdeki saat sûreten sabit görünüyor, fakat çarklarının harekâtıyla içinde
daimî bir zelzele ve alet ve çarklarının ıztırabı vardır. Aynen onun gibi, kudret-i
ilahiyenin bir saat-ı kübrası olan şu dünya, zahiren sabitiyetiyle beraber daimî
bir zelzele ve tagayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor." (S., 407)

Bu değişimlerin altında "hükmeden hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin'
vardır." (L., 290) Bu tahavvüller, bu değişimler gelişigüzel, başıboş, birbirinden
kopuk değildir. Herşeyi ilk bakışta dakik bir nizam ve hassas bir ölçü içinde görüyoruz.
Değişimlerde, dönüşümlerde bu nizam ve ölçü hep korunur. "Yani, birisi intizam ile
o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor." (M., 212)

Kâinatın ve bütün varlıkların içinde bulunduğu durum, adeta özel bir kasıtla
yapılıyor. Bir şey anlatmak isteniyor, bir hedefe varılmak isteniyor. Bütün bu hayret
verici olayların arkasında, en başlarda dile getirilen Allah'ı tanıma ve bilme,
Allah'ı kâinatta cereyan eden sıfatlarıyla tanıma ve bilme iradesinin yansımaları
vardır.

Öz

Kur'ân-ı Hakîm, Zâriyat Sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu
ifadelerle açıklar: "Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım."

Said Nursi'nin Ayetü'l Kübra Risalesi'nde, "Kâinattan Hâlikını soran bir seyyah",
"Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi:
Hâlik-ı kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir…" gerçeğine ulaşır.

Mealen "ibadet etsinler" diye açıklanan bölüm Risale-i Nur'da, "Hâlık-ı kâinatı
tanımak ve Ona iman edip ibadet etmek" şeklinde açıklanır. Sonrasında gelen cümlede,
"marifetullah," "iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmek" şeklinde
anlatılır. Anlaşılacağı gibi, ubudiyetin esası ve anahtarı, marifetullahtır.

Risale-i Nur'un temel hedefi budur. O bize, "Allah'ı tanımak ve bilmek" diye
ifade edilen "marifetullah"ı anlattığı gibi; marifetullaha götüren yolları da göstermektedir.
İnsan, dünyaya gelişiyle birlikte sürekli öğrenmeye ve kendini geliştirmeye muhtaç
bir varlıktır. Hayatının sonuna kadar da öğrenme yolculuğu devam etmektedir. Bu
nedenle, "insanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmüldür." Yani insanın en birinci
görevi, öğrenerek ve çalışarak, olgunlaşmak, kemale ermektir. "Taallüm" kelimesine
dikkat çekmek gereklidir. Sözlükler bu kelimeye, "Öğrenme, çalışarak öğrenme" gibi
anlamlar yüklemiştir.

Her bir insan, "talim-i esma" (Allah tarafından Hz. Adem'e isimlerin öğretilmesi)
ile meleklere hilafet davasında üstün gelen Hz. Adem'in (a.s.) mesleğini devam ettirir,
ettirmelidir. Hayat sahibi, şuur sahibi ve daha da ötesinde sorumluluğu üzerine
alan insanın, bütün varlıklar üstündeki o yüksek makama liyakatini ispat etmek için,
ilim ve fende "esma-i hüsna"yı esas yapması ve Cenab-ı Hakk'ın bir ismine dayanarak
çalışması gerekmektedir. "Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın,
her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlahiye dayanıyor."
Aksi takdirde, ilimler ve fenler, "hikmet-i İlahiye"den ayrılıp, "tabiat dalaleti"nin
bataklıklarında "nakıs bir gölge" olarak kalmaya mahkum olur.

Anahtar Kelimeler: Bilim, marifetullah, muhabbetullah, talim-i esma

Abstract

Holy Qur'an explains the intention behind the creation of man as "I created not
jinn and mankind except that they might worship me" (Qur'an, 51:56).

In "The Supreme Sign" by Said Nursi, "a traveller questioning the universe concerning
his maker" reaches the fact that "according to the meaning of this mighty verse,
the purpose for the sending of man to this world and the wisdom implicit in it,
consists of recognizing the Creator of all beings and believing in Him and worshipping
Him."

The part which is explained as to "worship" is interpreted as "recognizing the
Creator of all beings and believing in Him and worshipping Him" in Risale-i Nur.
In the following sentence, "knowledge of God" is explained as "to assent to His
Being and unity in submission and perfect certainty". As it can be seen, the base
and key of servitude to God is the knowledge of God.

This is the main aim of Risale-i Nur. It not only explains the knowledge of God
which is described as "recognising and knowing God", but also shows the ways towards
it. Man is a dependant creature to learn and to improve since his birth. His journey
of learning continues till the end of his life. Therefore, "man's innate duty is
to be perfected through learning". That is to say, the first task of man is to mature
and perfect by learning and studying. It needs to underline the word "learning"
(taallum). Dictionaries define the word as "to learn, to learn by studying".

Every man keeps and should keep up the occupation of Prophet Adam, who is superior
to the angels being the Caliphate, with the help of "Ta'leem al-Asma" (teaching
of the names to Prophet Adam by God). Man, who has the life, the conscious, and
also the responsibility, has to base on "Asma al-Husna" (The Most Beautiful Names
of God) in science and has to work leaning on the divine names of God in order to
prove his suitability to the high degree above all creatures. "All attainments and
perfections, all learning, all progress, and all sciences, each have an elevated
reality which is based on one of the Divine Names". Otherwise, sciences would deviate
from "Divine wisdom" and swamp into "misguidance of Nature" and become a "deficient
shadow".

Key Words: Science, knowledge of God, love of God, ta'leem al-asma.

Kısaltmalar

B.L.: Barla Lahikası; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

E.L.: Emirdağ Lahikası; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

H.Ş.: Hutbe-i Şamiye; (Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1991).

İ.İ.: İşaratü'l İcaz; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

İ.K.M.: İman-Küfür Muvâzeneleri; (Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996).

L.N.: Latif Nükteler, (Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1991).

L.: Lem'alar; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

M.: Mektubat; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

M.N.: Mesnevi-i Nuriye; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

Muh.: Muhakemat, (Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996).

Mün.: Münazarat; (Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1991).

O.T.L.: Osmanlıca-Türkçe Lügat; (Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001).

S.: Sözler; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1993).

Ş.: Şualar; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

T.H.: Tarihçe-i Hayat; (Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994).

 

Dipnotlar

1. Bediüzzaman'ın eserlerinde fevkalâde bir estetik göze çarpmaktadır. Said Nursî,
kâinatın güzelliğinden, Kur'ân'ın sönmez güzelliğine, oradan da Resulullah'ın güzelliğine
intikal ederek vicdanı harekete geçiriyor. Sözler'i başından sonuna kadar dikkatle
okudum. Bediüzzaman'ın o güzel düşünce dünyasında saatlerce kendisiyle beraber oldum.
Üslûbu bir şelâle gibi akıcıydı. Önce, o denizin yüzünde seyrettim, sonra yavaş
yavaş derinliklerine daldım. Ve o büyük mütefekkirin önüne diz çöktüm. Hitabını
kelime kelime hazmetmeye çalıştım. Zaman oldu ki, kelime ve harfleri, yazarının
elinden birer inci tanesi gibi aldığımı hissettim.

Bediüzzaman, tam beklenilen bir zamanda zuhur ediyor. Bediüzzaman en yüksek hakikatları
nesir halinde, fakat tatlı güzel ve şâirâne ibare ve üslûblarla dile getiriyor.
Tabiri caizse o, manzum nesir ve mensur şiir üslûbuyla ifadelerine musikinin edasını
katıyor. İfadesinin güzelleşmesi için temsil, hikâye, remiz, muhavere, mukteza-yı
hale uygun ifadeler, zamirler, mecazlar, istiareleri sık sık kullanıyor. Sözler'i
okuyan insan, edebiyat zevki içinde sunulan yüksek bir ilim ve iman zenginliği ile
karşı karşıya kalır.

Said Nursî, iman hakikatlerini akıl ve kalbe yerleştirmek için meseleyi, hayattan
alınmış müşahhas örneklerle canlandırıyor. Ritim, Bediüzzaman Said Nursî'nin çok
takdir ve hayranlık duyduğum şâirâne üslûbunu gösteren bir özelliğidir. Bu estetik
üslûp, bir noktadan başlayıp melekût âlemine doğru kanat açar. Bütün engelleri aşarak
semâlara yükselir. Ruh âlemlerinin en nihâî köşelerine kadar ulaşır, gayb âlemlerinde
cevelan eder. Zaman zaman bu âleme dönmeyi de ihmal etmez. Zira bu âlemde henüz
doğru yoldan nasipsiz olanlar onun himmet elini beklemektedir. Onların önüne binlerce
delil serer; karanlık dehlizlerden nurlu âlemlere bu sayede çıkarır. Bu âlem de
Kur'ân ve Resulünün sünnetidir.

Risale-i Nur'u okuyan insanın gözüne ilk çarpacak olan şey, eserlerin kâinatla
çok yakın bir ilgi içinde olduklarıdır. Risale-i Nur’u tetkik eden insan, Bediüzzaman'ın
kâinattaki her güzel varlıkla âdeta konuştuğunu, ülfet ve muhabbet içinde anlaştığını
hisseder." İmadüddin Halil, Risale-i Nur Sempozyumu, İslam Düşüncesinin 20. Asırda
Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî , 27-29 Eylül 1992.

2. "Bir tek zât, muhtelif merâyâ vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz'î-yi hakikî
iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz'î-yi muşahhas
iken, eşyayı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, ruy-i zemini timsalleriyle,
akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor.
Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb'ası, herbirisi,
mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şâmil oldukları halde; her bir şeffaf şey dahi
güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb'ayı göz bebeğinde
saklıyor. Ve sâfi kalbini Ona bir taht yapıyor. Demek şems, vahidiyet haysiyetiyle
Ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyyet cihetiyle her bir şeyde Güneş
çok vasıflarıyle beraber bir nevi cilve-i zâtıyle bulunur." (S., 178)

3. Said Nursî, kâinat ile Allah'ı aynı kılan, Vâcibü'l-Vücûdun dışında bir gerçeklik
dünyası tanımayan Vahdet-i Vücud mesleği olarak da bilinen "Varlığın bir ve tek
olduğu düşüncesi"ni İslâm'a uygun bulmaz. Ona göre bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati
var ki: "Vâcibü'l-Vücûdun varlığı karşısında, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin
hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki,
hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü'l-Vücûdun hesabına
kâinatı inkâr eder." (M.164)

Said Nursî, vahdet-i vücud ile tabiatçılığı birbirine zıt akımlar olarak görmekle
birlikte, bunların düşünce olarak birbirlerine benzer olduklarını ifade eder: "Şu
asırda maddiyunluk (materyalizm) fikri o derece istila etmiş ki, maddîyatı herşeye
merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddîyatı idam eder derecesinde
ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü'l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyunlar
sahip çıkacaklar, 'Biz de böyle diyoruz' diyecekler. Halbuki dünyada meşârib içinde
maddiyunların (materyalistler) ve tabiatperestlerin (natüralistler) mesleğinden
en uzak meşrep, vahdetü'l-vücud meşrebidir. Çünkü ehl-i vahdetü'l-vücud, o kadar
vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr
ediyorlar. Maddiyunlar (materyalistler) ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar
ki, kâinat hesabına Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?"
(M.,565)

Said Nursî, bu iki meşrebi ve mesleği bu şekilde kıyasladıktan sonra, vahdet-i
vücud düşüncesinin bazı yanlışlıklarından söz eder:

Kâinat ve madde Allah'ın eseridir ve bunların bir gerçekliği vardır. Vahdet-i
vücud mesleğini savunanların söylediği gibi dışımızdaki dünya ve varlık, bir evham
veya bir gölgeden ibaret değildir. Allah'ın eserlerini inkâr etmek, bu eserleri
vasıtasıyla kendini bize tanıttıran Vâcibü'l-Vücûd'u da inkâra götürebilir. Havasın
elinde yüksek bir felsefi görüş olan bu düşünce, avam arasında kolayca tabiatperestliğe
yol açabilir. Madem ki, Allah'tan başka bir şey yok, o halde etrafımızda gördüğümüz
şeyler de onun varlığının bir parçası olarak kabul edilebilir. Bu ise bir çeşit
tabiatperestliktir. Allah'ın tasavvuru ve mümkinat dünyası hakkında yanlış anlamaları
beraberinde getirebilir. (M., 84, 433, 444)

Mutasavvıfların, "mertebe-i rububiyetin hallakiyetini azami derecede zihinlerine
sığıştıramadıklarından" ve "sırr-ı ehadiyet ile her şeyi bizzat kabza-i rububiyetinde
tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesiyle vücud bulduğunu kalplerine
tam yerleştiremediklerinden" vahdet-i vücud veya vahdet-i şühud yoluna süluk edildiği
anlatılır.

Bu fikri savunanlar, "her şey odur' veya "yoktur" veya "hayaldir" veya "tezahüriyetidir"
veya "cilveleridir" demişlerdir ama aslında yanılmışlardır. Belki, Allah hesabına
varlığı inkar edenler, "hali bir kemal" sağlamışlardır. Fakat, "esbab içinde dalmış",
"maddiyata mütevaggıl" insanların vahdet-ü vücud demesi, kâinat hesabına Allah'ı
inkar etmeye kadar götürebilecek bir duruma gelmiştir. (M., 434)

Said Nursi'nin, eşyanın varlığını anlama konusunda "cadde-i kübra" dediği yol,
"Eşyanın hakikatleri kesin olarak vardır" gerçeğidir. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki
ilişki sadece "hallakiyet" (yaratıcılık) noktasındadır. "Ehl-i vahdet-i vücudun
dedikleri gibi; mevcudat evham ve hayalet değil. Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hakk'ın
asarıdır. 'Hemo ost' (her şey odur) değil, 'hemo ez ost'tur (her şey ondandır)."
Yani eşyayı inkar etmemiz mümkün değildir. Eşya vardır ve hakikattir. Çevremizde
gördüğümüz ağaçlar, başında oturduğumuz masamız, tuttuğumuz kalemimiz, hissettiğimiz
sevgimiz, düşüncelerimiz ve duygularımız hepsi vardır. Davranışlarımızı etkiliyor,
hayat tarzımızı belirliyor. Fizik ve ruh dünyamızdaki ihtiyaçlarımızı oluşturuyor.
Bütün bunlar Fatır-ı Hakim'in bir parçası değil; ancak asarıdır, eserleridir.

Yaratıcı ve yaratılmış arasında bir sanatçı-sanat eseri ilişkisi kurulmalıdır.
Eşya kendi başına hiçbir değer taşımaz. Her şeyin bir halka birde Hakk'a bakan yönü
vardır. Halka bakan yanı, sanat eseri ile sanatçı arasındaki bağı koparmamalıdır;
"şeffaf bir cam gibi" Hakk'ı göstermelidir. Yani, "nimete bakıldığı zaman Mün'im,
sanata bakıldığı zaman Sani, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne
ve fikre gelmelidir."

4. Velayet-i Kübra: Bu yol Kur'anın tarzına uygun olarak, akıl, bilim, kalp,
mantık ve manevi duyguları birlikte çalıştırır. Bu yöntem aynı zamanda Sahabenin,
asfiyanın ve mücedditlerin yoludur. Zira esas itibariyle, bu yol "Veraset-i Nübüvvet",
"Cadde-i Kübra" yoludur. Said Nursi bu yolu, tasavvuf mesleğinden -ve daha çok,
ilim-fikir sahiplerine hitap eden- ilm-i Kelam mesleğinden daha üstün görür. İşte
şu zamanda, "Hakaik-i Kur'an'iyeden tereşşuh eden Nur'lar ve o Nur'lara tercümanlık
eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler" der. (M.N, 8-9)

Anlaşılacağı gibi Risale-i Nur tefekkürü, âfâkî ve enfüsî olmak üzere ikiye ayırır.
Birincisinin icmali, ikincisinin de tafsili olması gerektiği ifade edilir.

Âfâkî tefekkür/Kâinatı tefekkür/Yatay tefekkür

Kâinattan Halık'ını soran bir seyyahın gözlemlerini anlatan Âyetü'l-Kübrâ, Risale-i
Nur'daki âfâkî tefekkürün en güzel örneklerinden biridir. Bu risalede kâinat, bütün
varlıklarıyla, görünen ve görünmeyen âlemleriyle incelenmekte ve Kâinat Yaratıcısının
varlık ve birliğine dair şahitliği, otuz üç ayrı mertebede dile getirilmektedir.

Eserin birinci bölümünde vücub-u vücudun (Allah'ın varlığının ve birliğinin)
ispatı birinci plânda, tevhid konusu buna tâbi durumdadır. İkinci bölüm ise, kâinatı
bir bütün olarak ele alır ve tevhid ön plandadır.

Âyetü'l-Kübrâ'da ağırlıklı olarak ön plana çıkan bu yöntem, Risale-i Nur'un genel
mantığını gösterir. Bu yöntemi, "bir varlıkta veya bir olayda gözlenen durumu, kâinattaki
benzerleriyle birlikte dikkate almak ve hadiseye kâinat kadar geniş bir bakış açısından
yaklaşmak" şeklinde özetleyebiliriz.

Âfâkî tefekkürdeki "icmal" ile kastedilen yol budur. Böylelikle, kesret dairelerinin
fikri dağıtması önlenmekte ve kâinatta gözlediğimiz her bir varlık ve hadise, bizi
Allah'a yaklaştırmakta ve kâinat kuvvetinde bir delil haline gelmektedir.

Bu bakış açısı yakalandıktan sonra, bir eserde bütün eserler, bir fiilde bütün
fiiller, bir isimde bütün isimler görülür. Ve bir varlıkta bir ismin tecellîsinin
müşahedesi, kâinatta tecellî eden bütün isimlerin Müsemmâsına fikri intikal ettirir.
Bundan sonra tek bir varlık, hattâ tek bir zerre dahi bütün kâinatın fonksiyonunu
görebilir. Çünkü o zerre, tek başına, Cenab-ı Hakk'ı zâtıyla ve sıfatlarıyla ispat
etmekte ve tanıtmaktadır.

Enfüsî tefekkür/İç dünyayı tefekkür/Dikey tefekkür

Enaniyet, ülfet ve nefis gibi, manevî gelişmenin engelleri olarak görülen yollar,
Risale-i Nur'da marifetullahın basamakları arasında değerlendirilir. Bu açıdan ene,
önemli bir faktör olarak ortaya çıkar. Tanımakla mükellef olduğumuz Yaratıcının
sıfatları mutlak, sınırsız ve benzersizdir. Eğer ene'nin "Ben nasıl bu evi yaptıysam
Allah da kâinatı yaptı" şeklindeki ilkel bir kıyasla başlayıp, git gide mücerret
düşüncenin en yüksek mertebelerine kadar varan bir silsileyle sonuçlanan benzetmeleri
olmasa, kudreti her şeyi kuşatan ve dilediğini dilediği gibi yapan bir Yaratıcının
ne sıfatları, ne de eserleri ve tecellîleri hakkında bir tefekkür değerlendirmemiz
olamazdı.

Enaniyet gibi, nefis de, insanın elinde önemli bir marifetullah vesilesidir;
hattâ nefis, mazhar olduğu tecelliyat itibarıyla, meleklere bir rüçhaniyet sebebidir.
Bediüzzaman bu konuda Sahabenin yaşayış tarzını kendisine örnek alır ve nefsi öldürmek
veya tesirsiz hale getirmek yerine, kalbin kumandasında bir asker olarak istihdam
etmek ve kendisine mahsus ibadetine sevk etmek yolunu seçerek dünyanın üç yüzü olduğuna
vurgu yapar.

İnsanın tıpkı diğer varlıklar gibi İlâhî isimlere bir ayna teşkil etmesi ve noksan
sıfatlarıyla Yaratıcının münezzeh sıfatlarına ayinedarlık etmesi gibi iki özelliği
daha bu hususlara eklendiğinde, enfüsî tefekkürün üç cephesi açıklığa kavuşur. Nitekim
acz ve fakr esasları, insanın noksan sıfatları olarak Risale-i Nur tefekkürünün
temellerini oluşturmaktadır.

"Evet, şu tarik daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse,
doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl'e verir. … Hem şu tarik daha eslemdir. Çünkü
nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan
başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin."

Said Nursi, enfüsî tefekkürde tafsil taraflısı olduğu gibi, bu yolun âfâkî tefekküre
nisbetle çok daha kesin ve kestirme bir yol olduğu görüşündedir. Hattâ, âfâkî tefekkürde
varılan neticenin kesinliğini ilmelyakîn mertebesi ile tarif ederken, enfüsî tefekkürde
hakkalyakîn mertebesinden söz etmektedir.

5. Enfüsi ve Afaki Tefekkür

Tefekkür, gafleti dağıtır ve izale eder. Dikkatli ve inceden inceye düşünme şüphe
ve evhamları dağıtır. Said Nursi, insanın kendi iç dünyasına yönelik olarak yaptığı
tefekkürde derinden derine ve tafsilatlı bir inceleme yapılmasını ister. Dış dünya
ve aleme yönelen tefekkür ise, sathi ve genel olmalıdır, ayrıntılı olmamalıdır.
Zira bu çeşit afaki tefekkür, sahili olmayan dipsiz bir denize benzemektedir. Şöyle
der Said Nursi, "Arkadaş nefsi tefekkürde tafsilatlı, afaki tefekkürde ise icmali
yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır,
evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder.
İşte dalaletle isal eden kesret yolu budur."( M. N., 141)

6. Mana-i Harfi ve Mana-i İsmi: Bilindiği gibi harf, kendisinden başkasını anlatmak
için kullanılan bir semboldür. Bir şeyin harfî manası, o şeyin başka bir şeye işaret
ettiği anlamına gelir. Mana-i harfi, kâinata Allah hesabına bakmayı ifade eder.
Mesela, son derece kompleks ve gelişmiş bir bilgisayarı ele alalım. Bu sistemin
yapısını anlamak için ona bakmak, mana-i ismi ile bakıştır. O sistemi inceleyip,
akla o sistemin mühendisini getirmek, ince hesaplarını, çizimlerini, kurduğu donanımı
düşünmek mana-i harfîyi ifade eden bir bakıştır. Yani mana-i harfi ile bir anlamda
zerre, yıldızlara mazhar olur.

Mana-i ismi ise, bir şeye sadece onu anlamak için bakmak demektir. Mana-i ismi
ile kâinata bakma, sebep ve sonuç ilişkilerini dikkate almayı, fiil sahibi ve tesir
sahibi olarak onları görmeyi ifade etmektedir. Sebep ve sonuç ilişkilerine de bu
mana-i ismî ile bakılmalıdır. Yani onların kendileri fail değil, bir Fail-i Muhtar'ın
emrinde hareket etmektedir. (M.N., 45)

7. Yaratma Allah'a Verilirse Kolaydır

Said Nursi, yaratma fiilinin Allah'a verildiğinde herşeyin çok daha kolay olacağını,
verilmediğinde imkansız olacağından bahseder: Kudret karşısında büyük, küçük farklılığının
olmamasının bir nedeni, kudretin tecellisinin "kanunî" olmasıdır. Yani az çok, büyük
küçük her şey kudret karşısında eşittir. Kudretin tecellisinde görünen kanunları;
Şeffafiyet, Mukabele, İntizam, Muvazene, Tecerrüd, İtaat başlıkları altında inceler.

Şeffâfiyet kanununa, güneşin şeffaf maddelerle ilişkisini örnek olarak verir.
Güneş doğduğu zaman hemen bütün şeffaf şeylerde yansır. Yansımada büyüklük, küçüklük;
yani büyük ve hacimli varlıklarda daha zor, küçük ve basit varlıklarda daha kolay
yansıması diye bir durum söz konusu olmaz. Bir yansıma diğerini engellemez. Bir
yağmur tanesinde hangi kolaylık ve basitlikte yansırsa, ay yüzüne de aynı kolaylık
ve basitlikte yansır. Küçük bir cam parçasında hangi kolaylıkta yansıyorsa, okyanus
yüzünde de aynı kolaylıkta yansır.

Güneşin ve yansıdığı varlıkların ilim, irade ve güç sahibi olduğunu farz etsek
aynı anda, aynı basitlik ve kolaylıkla güneş hem ayı, hem deniz yüzünü, hem de su
zerreciklerini yaratabilir, onları etkileyebilir ve onlarla konuşabilirdi. Çünkü
o varlıkların her birinde rengi, ısısı ve ışığıyla güneş yansımakta, tecelli etmektedir.
Böylece yaratma fiilinde büyük küçük, zor kolay farkı ortadan kalkmaktadır. (S.,
486-488)

Bu duruma dikkat çeken Said Nursi; ezelî kudretin, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının ayrılmaz
bir vasfı olduğunu, dolayısıyla kudrette derecelerin söz konusu olmadığını; kudrete
karşı kolay, daha kolay veya zor, daha zor gibi sınırlamaların olamayacağını ifade
eder ve bunu, eşyanın mülk/melekût yönüyle izah eder. Bilindiği gibi eşyanın biri
mülk, diğeri melekût olmak üzere iki cephesi vardır. Mülk cephesi aynanın arka yüzüne,
melekût cephesi ise ön yüzüne benzer. Eşyanın mülk cephesi güzellik, çirkinlik,
büyüklük, küçüklük, ağırlık, hafiflik gibi olguların bulunduğu ve toplandığı cephedir.
Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, eşyanın bu cephesinde bir sebepler perdesi icat etmiştir.

Her şey belli sebeplerin etkisiyle oluyor gibidir. Ancak sebepler, sadece bir
perdedir. Esas yaratıcı yine ilâhî kudrettir. Sebeplerin yaratılması, yalnızca ilâhî
izzet ve azametin basit ve adî şeylerle beraber düşünülmesini önlemek içindir. Eşyanın
melekût cephesi ise parlak, temiz, şeffaf ve nurludur. Bu cephede sebep-sonuç ilişkisi
işlemez; büyüklük-küçüklük, ağırlık-hafiflik, güzellik-çirkinlik, zorluk-kolaylık
yoktur. İlâhî kudret bu cepheye doğrudan, perdesiz tecelli eder. Kudrete karşı büyük-küçük,
zor-kolay sınırlaması söz konusu değildir, dolayısı ile güneşin icadı bir zerrenin
icadı kadar basit ve kolaydır.

Buna göre; sonuç olarak İlâhî Kudret karşısında bir gezegenin yaratılması bir
atom parçasının, Cennetin yaratılması bir çiçeğin, tüm insanların yeniden yaratılması
bir insanın yaratılması kadar kolay ve basit olur. (S., 486)

Kudretin tecellisi ile ilgili diğer bir kanun muvazene kanunudur. Bu kanuna,
son derece duyarlı bir tartı aracı örnek verilir. Öyle bir tartı aracı bulunsun
ki, bununla iki güneş, iki dağ, iki yumurta ve iki atom parçası tartılabilsin. Bu
düzeyde hassas olan teraziyle, birbirine eşit iki yumurtayı tartarken, bir gözüne
bir atom parçasının ilavesiyle denge bozulacağı gibi, iki dağı tartarken de bozulur,
iki güneşi tartarken de bozulur. Böyle bir terazi için küçük-büyük, ağır-hafif farkı
yoktur. Bu misalden hareket eden Bediüzzaman, duyarlılık derecelerinin en mükemmeli
olan ilâhî kudret karşısında da zerre ile güneş arasında fark olmadığı, zerreyi
yaratma kolaylığında güneşi de yaratabileceği sonucuna ulaşır.

Diğer bir kanun intizam kanunudur. Bu kanun, daha çok mekanik olaylarda gözlenir.
Son derece gelişmiş bir teknoloji ile çalışan iki araç düşünelim. Bunlardan biri
çocuk oyuncağı, diğeri milyonlarca ton kapasitesinde bir gemi olsun. Teknolojinin
sağladığı kolaylıkla, oyuncağın yönünü çevirme kolaylığında geminin yönünü de çevirebiliriz.
Bir kilogramlık oyuncağın yönünü değiştirebilmek için bir kilogramlık enerji, milyonlarca
tonluk gemi için milyonlarca ton enerji sarf etmemiz gerekmez. Yaklaşık aynı enerji
miktarıyla aynı olayı gerçekleştirebiliriz. Her iki araç da belli bir teknolojiyle
çalıştığından, büyüklük küçüklük, hafiflik ağırlık etkili ve belirleyici olmaz.
Bu örnekteki gibi kâinatta da son derece hassas ve gelişmiş bir intizam, ahenk ve
uyum bulunduğundan, bir atomun yaratılması ve idaresi ile bir güneşinki arasında
fark yoktur.

Kudretin tecellisinde bir kanun itaat kanunudur. İtaat, çerçevesi ve sınırı içine
giren olgularda parçalanma kabul etmez. Bir komutan "arş" emrini verip tek bir "nefer"i
koşturduğu gibi, bir bölüğü de, taburu da, tugayı da koşturabilir. Tüm birimler
"itaat" şemsiyesi altında bulunduklarından, emre itaat bakımından az çok fark etmez.
Kâinatta, zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şey Cenâb-ı Hakk'ın emrine kayıtsız
itaat ettiklerinden, onların yaratılmaları veya bir yerden başka bir yere sevk edilmelerinde
de fark yoktur. (S., 487)

8. Allah Başka Türlü de Yaratabilirdi, "Mucib-i Bizzat" Değildir

İnsan görünüşe aldanmakta, "Allah mevcudatı (en güzel) bu şekilde yaratabilirdi,
öyle yaratmıştır" şeklinde düşünmektedir. Bazıları sadece biz yaratılanlar için
geçerli olan bu imkânsızlığın Yaratıcı için de geçerli olduğunu sanmıştır. Buna
göre, eşyanın başka türlü olması imkansızdır, o halde Yaratıcı da ancak bu şekilde
yaratabilir. Düşünülen bu yanlışlık, İslâm âlimlerince "Cenab-ı Hakkı mucib-i bizzat
sanmak" şeklinde tanımlanmıştır; yani bir anlamda Allah, kendi tercihine mahkum
gibi düşünülmüştür.

Gerçekte, kâinat bütün ayrıntıları ile Yaratıcının bir tercihi olarak ortaya
çıkmıştır. Bununla birlikte, kâinatta her bir varlığın diğerinden ayrılması; her
bir varlığın kendine has bir şekilde, yapıda, karakterde olması; meselâ bir insanın
yüzünün diğer bütün insanlardan farklı olması bile, O'nun iradesinin sonsuzluğunu
ve hiçbir şeye mahkum olmadığının delilidir. Her şeyi bir diğerinden başka başka
kılmıştır. Allah isterse ve dilerse, kâinatı ve mevcudatı başka şekilde de var edebilirdi.
Ama içinde bulunduğumuz şu âlemi böyle irade etmiştir; eşyanın tabiatını, olayların
işleyişini böyle takdir etmiştir. Bu işleyişin aksini yapmıyor; ama yapamadığından
değil, yapmayı irade etmediği için yapmıyor. Yani iradesiyle, başka türlü irade
etmiyor.

Sonuç olarak: Cenab-ı Hakk dilediği şekilde yaratabilir, ama bu âlemde belli
bir yaratma şeklini irade etmektedir. İşte bu iki hükmün birbirleriyle karıştırılmaması
gerekir. Yaratanın bu âlemde eşyayı belli bir nizamda yaratması, O'nun başka türlü
yaratamayacağını göstermemektedir.

"Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin, masnuatın gayelerine dair gösterdiği faydalar,
nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider.
Onun için, filozofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya sofestaî
olur veya ihtiyar ve ilm-i Sânii inkâr eder veya Hâlıka mucib-i bizzat der. İşte,
o zaman, rahmet-i İlâhiye Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük
gayelerini gösterdi. Yani, herbir masnu öyle bir mektub-u Rabbânîdir ki, umum zîşuur
onu mütalâa eder. (M.., 481)

"Felsefenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk'a mucib-i bizzat demişler, ihtiyarını nefyetmişler;
ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ
sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünleri ile, intizamatıyla,
hikmetleri, mizanları ile Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin
gözü görmüyor."

İslam âlimleri bu karışıklığı önlemek için meseleyi "sebepler dairesi" ve "itikad
dairesi" kavramlarıyla izah ederler. Buna göre, içinde yaşadığımız âlem sebepler
dairesidir; burada yaratılış sebeplerle beraber olur, sebep-sonuç çizgisini takip
eder. "Cenab-ı Hakk bu âlemde müsebbebatı esbaba bağlamakla intizamı temin eden
bir nizamı kâinatta vaz etmiştir [kurmuştur]. Herşeyi o nizama müraat etmeye ve
o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da o daire-i esbaba müraat
ve merbutiyete mükellef kılmıştır." (İ.İ., 20)

Sebeplerle yaratmak sadece bu dünyaya has kılınmıştır. Aslında, itikad dairesi
açısından bakılırsa, Cenab-ı Hak sebepsiz de yaratabilirdi. Ama hikmeti icabı, bu
dünyada sebepler çizgisi içinde yaratmaktadır. "Bu dairelerin her biri için ayrı
ayrı hükümler vardır, ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır."

Said Nursî'nin ifadesiyle, "daire-i esbapta iken daire-i itikada bakar ki, tesiri
esbaba verir." İkincisi ise, "daire-i itikadda iken daire-i esbaba bakar, esbaba
kıymet vermeyerek tembelcesine bir tevekkül ile kâinattaki nizama muhalefet eder."
(İ.İ., 20)