Two Centres on which Sense of Religion Base
Kişi ilk olarak kendini sever. Ve kendisiyle irtibatı sadedinde ailesini, köyünü,
şehrini, ülkesini sever. "Ben" merkezinden başlayıp genişleyen halkalar şeklinde,
çapı genişledikçe azalarak yayılan bu aktarım sevginin en ilkel ve doğal varoluş
biçimidir. İnsanoğlunun ruhsal ve zihinsel olarak tekamülü sürecinde eriştiği daha
rafine ve üstün şekli ise "kendisi" ile olan bağlantısı ve yakınlığı dolayımıyla
değil ama "doğru olan", "güzel olan", "adil olan"la olan karşılıklı ilişkisi temelinde
bir sevgi ve ilgi üretimi ve yönlendirmesine yükselebilmesidir. Bu durumda kişi
"ben" ve "öteki"nin sınırlarını belirlerken, kan bağının dar çerçevesi veya menfaat
birliği yerine kıstas olarak zihinsel ve ruhsal düzlemli daha üst belirleyicileri
referans alır.
Peki din bağlılığı ve din müşterekliği temelinde "biz"in sınırlarını dindaşları
etrafında oluşturan birinin kullandığı merkez hangisidir? Bu iki gruptan hangisine
girer. Zannımca her ikisine de… Buradaki niteliksel fark bu üst yapının hangi
psişik ve zihinsel altyapı üstüne kurulduğu ile ilgilidir.
İçinde doğduğu ve veri olarak hazır bulduğu toplumsal, kültürel, dini değerleri
"ben"inin etrafına dolayarak, bir milliyetçinin kullandığı ruhsal ve zihinsel mekanizmaları
ve süreçleri aynen kullanarak oluşturulan dini hüviyet aslında bir tür din milliyetçiliğidir
ve merkezinde "ben" vardır. Akrabalar gibi, içinde yaşanılan toplum-şehir-kabile
gibi din de "ben"in bir uzantısı olarak algılanmış ve içselleştirilmiştir. Böyle
biri için bir başkasıyla (ötekiyle) niza içinde olan bir yakınının her zaman haklı
olması gibi, bir dindaşı da din temelli ötekine karşı niza mevzuundan bağımsız olarak
daima haklıdır ve desteklenir. Çünkü destek "ben"le olan yakınlığadır ve bu da konunun
içeriğinden ve kişilerin tutumundan bağımsız ve değişmezdir. Bununla bağlantılı
olarak da merkezi "ben" olan dindarlık saldırgan ve katıdır ve kategoriktir. Aslında
Yaratıcı ile kurulan ilişki de ödül-ceza (Cennet-Cehennem) eksenine kurulmuştur
ve bir hakikat olarak içselleştirilmemiştir. İlkelere dayalı değil, temelde manevi
de olsa bir çıkar ilişkisi üzerine kurulmuştur. Bu durum henüz sosyal kuralları,
ahlaki normları içselleştirmemiş bir çocuğun ebeveyninin ceza ve ödülleri doğrultusunda
davranışlarını belirlemesi ya da trafik polisini gördüğünde aklına emniyet kemeri
gelen bir sürücü örneğindeki gibi gelişmesi tamamlanmamış, daha iptidai düzeydeki
ruhsal süreçleri temsil eder.
İkinci gruba giren din mensubu ise bu mensubiyetini aktif ve kişisel çabası sonucunda
oluşturmuştur. Ya uzaktan arayarak bulmuş ya da etrafında hazır bulduğu bu değerleri
yeniden bir sorgulama ve yargılama sürecinden geçirerek filtre ettikten sonra inşa
etmiştir (tahkik). Hoşgörülüdür ve analitiktir. Burada merkez "ben" değil, "hakikat"tir.
Destek özneye göre değil, fiile göre belirlenir. Yani destek -akrabaya olduğu gibi-
dindaşa değil, adalete ve haklı olanadır. Agresif değildir, ötekini "ıslah" etmeye,
kendine katmaya çalışabilir, ama yok etmeye çalışmaz. İnancını zorla başkasına uygulamaya
kalkmaz, kendi hayatında bilgece yaşar ve belki kendisinde bir örnek olarak sergiler.
Said Nursi'nin gerek hayatı, gerek eserlerine bakıldığında, önerdiği ve olumsuzladığı
kriterler incelendiğinde ikinci gruptaki din algı ve anlayışı çıkar karşımıza. "Gözümde
ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu var…" cümlesi de onun din ve yaratıcı ile
olan ilişkisinin ceza-ödül eksinde değil, daha üst bir düzeyi temsil eden ilkesel
düzeyde içselleştirildiğini ifade etmektedir. "Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra
feda edilmez" ifadesi de…
Bütün mensubiyetlerin (aile, akraba, ırk, millet, din vs.) bu zihinsel temel
üzerinde yükselen bir çatı altında bina edilmesi, insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu
sevgi, anlayış, hoşgörü, diğerkamlık, barış ve adalet gibi ortak değerleri muhkem
ve işler kılacak, rengi ve çapı ne olursa olsun, Bediüzzaman'ın genel bir kategori
olarak "unsuriyetçilik" olarak isimlendirdiği -yukarıda zikredildiği anlamıyla din
milliyetçiliğini de içinde barındıran- fanatizmanın ve taassubun kıskacındaki çatışma
ikliminden insanlığı uzaklaştıracaktır.
Öz
Bu makalede, din bağlılığı ve din müşterekliği temelinde "biz"in sınırlarını
dindaşları etrafında oluşturan birinin kullandığı iki merkezden bahsedilecektir.
Bunlardan biri "din milliyetçiliği" şeklinde tanımlanırken; diğeri, Said Nursi'nin
de tercih ettiği hoşgörülü ve analitik yaklaşımdır. İkinci tercihte merkez "ben"
değil, "hakikat"tir. Destek özneye göre değil, fiile göre belirlenir. Yani destek
-akrabaya olduğu gibi- dindaşa değil, adalete ve haklı olanadır. Agresif değildir,
ötekini "ıslah" etmeye, kendine katmaya çalışabilir, ama yok etmeye çalışmaz. İnancını
zorla başkasına uygulamaya kalkmaz, kendi hayatında bilgece yaşar ve belki kendisinde
bir örnek olarak sergiler.
Anahtar Kelimeler: Din duygusu, milliyetçilik, din milliyetçiliği, unsuriyetçilik,
ben, benmerkezcilik, hakmerkezcilik, ödül ceza ekseni, çıkarcılık, ilkesellik
Abstract
In this article, I discuss two centres used by the one who forms the borders
of "we" around coreligionists being based on devotion to religion and having the
common religion. One of these is described as "nationalism of religion", and the
other one is tolerance, preferred also by Said Nursi, and analytic approach. In
the second choice, the centre is not "I", but "truth". Support is not determined
according to subject, but action. That is to say, support is not for coreligionists
– or relatives – but for the rightful. It is not aggressive, and it may try to improve
and invite the other though, but never tries to destroy. He does not impose his
belief, but practices in his life wisely, and maybe demonstrates as an example in
his life.
Key Words: Sense of religion, nationalism, nationalism of religion, racialism,
ego, ego-centricism, truth-centricism, reward-punishment axis, opportunism, principled
attitude