Was Jesus a Laic?

İslâm ile Hıristiyanlık arasında, çağlar boyu çok ciddi gerilimler yaşandığı
bir vâkıadır. Bu durumun anlaşılması hiç de zor olmayan birçok sebebi mevcuttur.
Bu sebeplerin en önemlisini ise, herhalde, Hıristiyanların İslâm'ı kendileri için
yeni ve çok ciddi bir meydan okuma olarak algılaması oluşturur.

Oysa, İslâm'ın Hıristiyanlara yönelik hitabı, elbette bir tâdil, ama şefkat ve
insaf yüklü bir tâdil barındırır. Kur'ân, Hıristiyanları 'Ehl-i Kitab' olarak tanımlar
ve sair gayrimüslimlerden ayırır. Tüm gayrimüslimler arasında, Müslümanlara karşı
kalbi en açık olanları Hıristiyanlar arasında bulacağımızı söyler. Hıristiyanlarla
aramızdaki 'ortak kelime'den söz eder ve onları bu 'ortak kelime'ye çağırmamızı
ister. Bu ortak kelime, saf tevhid hakikatidir: "Allah'tan gayrı, bazımız bazımızı
Rab edinmesin. Sizin de ilahınız, bizim de ilahımız birdir. Ve biz O'na teslim olmuşuz."
Kur'ân, ayrıca, mabedlerinde geceleri namaz kılan ve Allah'ı anan inanmışlardan
da söz eder.

Diğer taraftan, Hz. İsa'nın çok mucizelere mazhar bir resul olarak, Havarilerinin
Rablerine hakkıyla râm olan insanlar olarak, Hz. Meryem'in bir iffet ve ubudiyet
timsali olarak Kur'ân'da ne denli sena edildiği açıkça ortadadır. Öyle ki, Hz. İsa'ya
(a.s.) bir resul olarak inanmak, İslâm'a göre, imanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hz.
Yahya ve Zekeriya (a.s.) için de durum budur. Sair Benî İsrail peygamberleri de,
Hz. İsa gibi, bir 'İslâm peygamberi'dir.

Gerçi Hıristiyanlar, yine Kur'ân'ın beyanıyla, determinist bir zihniyetin tezahürü
olarak, Hz. İsa'nın babasız dünyaya gelişini anlayamayıp onu 'Tanrı'nın oğlu' olarak
görme; tevhidden teslise düşme; hakikat yolunda Allah'ın helâl kıldıklarını da kendilerine
haram ederek ruhbanlık gibi bir usul edinme; Hz. İsa'ya gelen vahyi saf haliyle
muhafaza edememe gibi hallere duçar olmuşlardır. Ama bu din, böylesi tahriflere
rağmen, yine de Hz. İsa'dan miras kalan birçok hakikatı barındırmaktadır. Allah'ın
varlığı, nübüvvet, ilahî emir ve yasaklar, ubudiyet, Allah sevgisi, Allah'ı tanıma,
adalet, merhamet… gibi bir dizi hakikat, gerçek İsevîlik gibi, muharref Hıristiyanlık'ta
dahi mündemiçtir.

Bu bakımdan, Kur'ân, Hıristiyanlara "Dininizi tamamen bırakın" demez. Bir Kur'ân
talebesinin belirttiği üzere, Kur'ân'ın Hıristiyanlara -ve de Yahudilere- yaklaşımı,
şu şekilde özetlenebilir: "Ey Ehl-i Kitab! İslâmiyet'i kabul etmekte size bir meşakkat
yoktur. Size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor.
Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz,
diye teklifte bulunuyor." Nitekim, Kur'ân meselâ Hz. İsa'yı bir resul olarak birçok
sûrede sena etmekte; ama ona duydukları sevgide ifrata düşüp onu tanrılaştıranları
tevhide davet etmektedir. Keza, ruhbanlığı yorumlarken, bu yolun belki bir kulluk
endişesiyle seçildiğini; ama deyim yerindeyse 'yürümediği'ni, zira Allah'ın helâl
kıldığını kendine haram kılma gibi fıtrata ters düşen bir 'tefrit'i barındırdığını
belirtmektedir. Ki, insan fıtratını dinlese, ruhbanlığa mecbur kalmadan, pekâlâ
Rabb'ini tanıyıp yalnız O'na kul olabilir.

Kur'ân'ın Hıristiyanlığa yönelik yaklaşımı 'meydan okuyucu' olmaktan ziyade böylesine
'tadil edici ve tamamlayıcı' bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlara yaklaşımı da,
şefkat ve terbiye yüklüdür.

Buna mukabil, Hıristiyanlar açısından İslâm, onlara göre son ve gerçek din olan
Hıristiyanlık'a karşı bir sapkınlığı temsil eder. Kur'ân Hıristiyanlarca bir ilahî
vahy olarak kabul edilmediği gibi; ilahî kelâmın elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
çağlar boyu 'anti-Christ,' yani 'Deccal' olarak görülmüştür. Bir 'sevgi dini' olduğu
ısrarla belirtilen Hıristiyanlık'ın azizleri içinde, en yoğun sevgi örneklerini
sergilemiş olan Assisi'li Aziz Francis'in Haçlı Seferleri'ndeki Müslüman kıyımı
esnasında sergilediği çelişkili tavır, bu 'sapkınlık' saplantısının en dramatik
örneklerinden birini oluşturur. Çağlar boyu, Hıristiyan dünya, 'son din' olan Hıristiyanlık'a
meydan okuyan bir 'sapkınlık' olarak gördüğü İslâm'ı boğmak için elinden geleni
esirgememiştir.

Durum bu olunca, iki dinin mensupları arasında bir çatışmanın varlığı herhalde
beklenen bir durumdur. Bir kez daha belirtelim, daha Resul-i Ekrem (a.s.m.) zamanında,
Müslümanlar, meselâ ateşperest Sâsânîler karşısında Kitab ehli Bizans'ın galibiyetini
arzulama gibi incelikli tavırlar göstermiş; Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) Bizans'a gönderdiği
Dıhye (r.a.), "İsa Mesih'in namaz kıldığını biliyor musun?" sorusu ve "Evet" cevabıyla
başlayan bir diyalog içinde, onu 'Mesih'in kendisine namaz kıldığı Zât'a, yerin
ve göklerin, annesinin karnında Mesih'in yaratılışını düzenleyene çağırıyorum. Musa'nın
ve ondan sonra da Meryem oğlu İsa'nın müjdelediği ümmî nebîye çağırıyorum" diyerek,
'ortak kelime'ye davetin en sıcak ve en beliğ örneklerinden birini sergilemiştir.
Ne var ki, İslâm davetinin tebliğine izin vermeyen beldeler, 'dârü'l-harb' olarak
maddî cihadı gerektiren beldeler olacak; bu arada Hıristiyanların hâkimiyetindeki
Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında da sıcak savaşlar yaşanacaktır. Öte yandan,
Hıristiyan dünya da, ona göre 'sapkınlar'ın eline düşen beldeleri kurtarmak üzere
kılıca sarılacak; iki yüz yıl süren Haçlı seferleri, Endülüs'te yaşanan Reconquista
ve Batı sömürgeciliğinin ilk adresinin İslâm toprakları oluşu… Bu çerçevede dikkate
değer olaylar olarak tarih sahnesine yazılacaktır.

Hıristiyanlar ile böyle bir 'mazisi' olan Müslümanların, Hz. İsa'ya, Hz. Meryem'e,
Havarilere, Yâsîn'de meseli zikredilen 'şehrin öte yakasından koşup gelen adam'a,
ashâb-ı Kehf'e, Hz. Zekeriya ve Yahya'ya ve sair Benî İsrail peygamberlerine bakışlarının
rotasını ise, Kur'ân netlikle çizer. Onların her biri, 'müslim'dirler ve tüm insanlık
için iman ve ubudiyet timsalidirler. Hz. Musa'ya gelen de, Hz. İsa'ya gelen de haktır.
Dolayısıyla, gerçek Musevîler de, gerçek İsevîler de müslimdirler. Ne var ki, Hz.
Musa'ya gelen vahiy, sonraki dönemlerde nefis-eksenli bir tahrife uğratılmış; bu
arada hem bir 'kavim dini'ne dönüşmüş, hem de ilahî şeriat cemâl ve sevgiden mahrum
bir kanunlar manzumesine dönüştürülmüştür. İlk elde Yahudiler içinde nübüvvet görevini
yüklenen Hz. İsa'nın, bu 'içi boşaltılmış şeriat'ı asıl sâfiyetine çevirmek üzere,
bu 'sevgi' ve 'cemâl' boyutunu takviye ediyor olduğu görülür. Hiçbir ilahî hüküm,
ruhsuz beşerî kanunlara benzemez; madem ki Allah Celîl-i Zülcemâl'dir, celâl içinde
bir cemâl barındırır. Dolayısıyla, ilahî hükümlerin içerdiği cemâl ve sevgiden ve
elbette marifet ve muhabbet-i ilahî boyutundan mahrum bırakıldığı bir ortamın peygamberi
olarak, Hz. İsa (a.s.) 'sevgi' üzerinde duracaktır. Bu, gerçek İsevîlik'in 'şeriatsız'lığına
delâlet etmez; zira, Hz. İsa'nın nübüvveti hengâmında Hz. Musa'ya gelen şeriat -bazı
tahrifatla birlikte- yine hüküm-fermaydı, nitekim Hz. İsa da bu şeriatla hükmetti.
Ama, 'içi boşaltılmış,' 'sevgiden arındırılmış', 'ruhsuz ve rahmetsiz kanun hükümleri'ne
döndürülmüş bu şeriatın içini doldurarak, sevgi boyutunu iade ederek, ruhunu ona
yeniden tevdi ederek.

Ne ki, Hz. İsa'nın bu taliminin zamanla bir 'tefrit'e konu edildiği gözlenecektir.
Nasıl Pontius Pilatus'un ellerindeki Yahudilik bir peygamberin katledilmesi teşebbüsüne
dahi imkân vermişse, Aziz Pavlus'un elindeki Hıristiyanlık da dünyevî Roma imparatorluğuyla
uzlaşan 'ruhanî bir iktidar'a imkân vermektedir artık. Kur'ân'ın öğrettiğine göre,
Hz. İsa'ya gelen vahiy haktır, ona iman etmek her mü'minin boynuna borçtur; ama
saf İsevîlik, zamanla 'cismanî'yi Roma'ya, 'ruhanî'yi Kilise'ye tevdi eden bir 'ruhbanlık'a
inkılab edecektir. İncil'i 'İnciller'e dönüştüren 'tahrifat'ın özü, birçok araştırmacıya
göre, bu noktada düğümlenir. Yahudilerin zamanla düştüğü 'cemâlsiz bir celâl' ifratına
karşı, bu kez de 'celâlsiz bir cemâl' tefritine düşülmüş; 'ruhsuz şeriat' aşırılığının
yerini, 'şeriatsız ruh' aşırılığı almıştır. Öte yandan, 'çocuk' sonucunu 'ana ve
baba' sebebine vererek Hz. Meryem gibi bir iffet timsalini iffetsizlikle suçlayan
Yahudiler de; Hz. İsa'ya 'baba' olarak Allah'ı takdir buyuran Hıristiyanlar da aslında
aynı yanılgının, 'esbâb şirki'nin kurbanıdırlar.

Kur'ân, bu yanılgıları aşma davetinde bulunur ve ehl-i kitabı 'bazımızın bazımızı
Rab edinmediği' bir 'ortak kelime'ye çağırırken, gerek Hz. Musa'nın, gerek Hz. İsa'nın,
gerek tüm Benî İsrail peygamberlerinin bir 'peygamber' olarak hakkını kesinlikle
teslim eder. Bu arada 'Ehl-i Kitab' olarak Hıristiyanları, her şeye rağmen, dinsiz
ve putperest gayrimüslimlerden ayırır. Bir arada yaşama ve evlilikten yeme-içmeye,
alım-satıma kadar uzanan birçok konuda Hıristiyanlar için sair gayrimüslimlerden
farklı ve daha müsaadekâr hükümlerin nazil oluşu bunun bariz bir örneğidir.

Bir Müslüman, Hıristiyan akidesine bakışını, beklendiği üzere, Kur'ân ve hadis
ekseninde belirler. Hz. İsa'ya vahyolunan saf İncil'e iman etmekle yükümlüdür; mevcut
İncil'lere ise Kur'ân ve hadisin adesesiyle bakar. Meselâ, şanlı bir nebî olarak
İsa aleyhisselâma iman etme ve sevgi ve hürmet duyma yükümlülüğü duyar; ama onu
'Tanrı'nın oğlu' olduğuna iman etmeme yükümlülüğü de vardır. Hıristiyan akidesine,
kendi inanç temelleri itibarıyla yaklaşmaya elbette hakkı da vardır.

Fakat, bu hengâmda, kaş yapayım derken göz çıkarma olayları da vâki olmaktadır.
Kur'ân'ın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış; ama bir 'Haçlı'
birikimi hâfızasının baş köşesinde yer tutmuş birçok kişi, bu noktada istikamet
çizgisini aşan ve muhtemelen birçok Hıristiyan'ın kalbinin İslâm'a açılmasına da
mani olan bir 'gayriislâmî' tutum sergileyebilmektedir.

Düşülen ilk hata, İncil'lerin tahrife uğramış olmasını, İncil'lerin içinde hiçbir
hakikat bulunmadığı şeklinde anlamaktır. Oysa, 'tahrif'e uğramış bir kitab, hâlâ
daha içinde hakikatler barındırıyor olabilir. Nitekim, Kur'ânî bir süzgeçten geçirildiğinde,
pekâlâ hakikatlı olan birçok İncil âyeti görmek de olasıdır. Resul-i Ekrem'in hayatı
öncesinde, onun zamanında ve sonrasında, İncil'den Hz. Peygamber'e dair işaretler
çıkaran âlimler ve rahipler, İncil tamamen tahrif olmuş ise, bunu nasıl çıkarabiliyorlar?
Bahîra gibi bir rahip, Varaka gibi bir Hıristiyan, nasıl Muhammed-i Arabî'de risaletin
mührünü okuyabiliyor? Hem, bin küsur yıl insanların hakikatten tamamen mahrum bir
kitabın izinde yürümesi nasıl mümkün olabilir?

Kısacası, İncil'lerin tahrife uğraması ayrı şey, onda hâlâ daha hakikat bulunması
ayrı şeydir. Meselâ, 'Siz hakikatı bilin. Ve hakikat sizi hür kılacaktır' âyeti
(Yuhanna, 8:32) hürriyetin harika bir tarifi değil midir?

Oysa, Kur'ân'ın ehl-i kitabı 'dinlerini terk'e değil, 'tâdil'e çağıran haklı
ve şefkatli tavrını hazmedememiş kimi Müslümanların nezdinde, İncil, âdeta, hiçbir
âyeti hakikat taşımayan bir kitaptır. Velev ki hakikatlı olsun, Schopenhauer gibi
dinsiz bir filozoftan yapılan bir iktibasa hiç kimse sesini çıkarmazken, İncil'den
yapılan bir iktibas hemen 'Hıristiyanlık propagandası' gibi yaftalara konu edilmektedir.
Dinsizlik veya en azından dünyevîlik kokan nice film ve diğer TV programları sakin
sakin seyredilmekte, zihinler malayaniyatla uyuşmakta iken, insanların Müslümanların
ettiği tarzda olmasa bile Allah'a ibadet ettiği Hıristiyan-temalı bir film büyük
infial uyandırabilmektedir. Hiçbir uhrevî ve dinî boyut taşımayan laik kutlamalara
-meselâ maç sonraları yaşanan zincirinden boşanmışlıklara- yalnızca gülünüp geçilir,
çoğu zaman da kıyıdan köşeden dahil olunurken, insanları 'ibadet'e çağıran kilise
çanına karşı açık bir tahammülsüzlük söz konusudur.

İşin en kötüsü, Hıristiyanlara muhalefet derken, zaman zaman bir peygamber olarak
Hz. İsa'ya da haksızlık ve saygısızlık yapılmasıdır.

Yılbaşı kutlamaları esnasında, bunun en açık örneklerinden biri sergilenir. Hz.
İsa'nın doğum günü olarak 26 Aralık'ta Hıristiyanların bayram etmesine karşılık,
31 Ocak akşamı yapılan yılbaşı kutlamasının hiçbir dinî boyutu yoktur. Bilakis dinî
ölçülerin her açıdan çiğnendiği kutlamalardır bunlar. İslâm'ın ölçülerine ters düştüğü
gibi, Hıristiyan inancına da terstir. Batı'da birçok kilisenin yılbaşı kutlamalarına
karşı mücadele ettiği bir vâkıadır. Hatta Christian Holy Day or Pagan Holiday? gibi
broşürler bile dağıtanları vardır. Daha başlıkta belirtildiği üzere, yılbaşı, Hıristiyanların
'mübarek gün'ü değil, puta tapıcıların 'tatil günü'dür bu broşüre göre. (Patrikhane'nin
de yılbaşının Hıristiyanlık'la ilgisi olmadığına dair bir açıklama yaptığını bu
vesileyle hatırlatalım.) Tüm bu gerçeklere rağmen, ehl-i dinin hatırı sayılır bir
kısmı, yılbaşını Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı içinde yorumlamaktadır. İşin en
kötü tarafı, bu minvalde İsa Aleyhisselâm'a saygısızlığa kadar uzanan garip yorumların
ortalıkta kol gezmesidir.

Bu tutarsız, ölçüsüz ve haksız tavrın manidar bir göstergesi, birçok ehl-i dinin
diline yerleşen 'bizim peygamberimiz' sözüdür. Hz. Muhammed, elbette bizim peygamberimizdir;
söz, bu içeriğiyle doğrudur. Ama, bu söz, zımnında, 'onların peygamberi'ni de taşır;
ki, birçok Müslüman'ın zihnine yerleşen imge Hz. İsa'nın Hıristiyanların, Hz. Musa'nın
ise Yahudilerin peygamberi olduğudur! 'Bizim peygamberimiz' ve 'onların peygamberi'
tabirleriyle yüklü o kadar çok konuşmaya şahit olmuşumdur ki…

Oysa, Yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed'i, Hıristiyanlar Hz. Muhammed'i peygamber
kabul etmeseler bile, bütün peygamberler bizim peygamberimizdir. Bir Müslüman, Hz.
Âdem'den Hz. Peygamber'e kadar gelen tüm peygamberlere iman etmek ve tüm semavî
kitaplara inanmak ile yükümlüdür. Hz. İsa'nın adı anıldığında onu Hıristiyanların
peygamberi olarak düşünmek ve uzağımızda hissetmek, müthiş bir yanılsamadır. Hayır,
İsa Aleyhisselâm'ın adı anıldığında, yüreğinin derinliklerinde bir sevgi ve hürmet
titreşimi hissetme durumundadır mü'min. Tüm peygamberler gibi, 'bizim peygamberimiz'dir
İsa (a.s.); İslâm peygamberidir. Kur'ân, mü'minlerin 'peygamberler arasında ayrım
yapmaması'nı emretmektedir ve Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) beyanıyla, tüm peygamberler
kardeştir. Hz. İsa ve Hz. Musa (a.s.), tam bir hürmetle yükümlü olduğumuz peygamberlerdir
ve de Hâtem-i Enbiya'nın (a.s.m.) kardeşleridir.

Ki, bir 'İslâm peygamberi' olarak Hz. İsa, tüm peygamberlerin haiz olduğu vasıfları
bihakkın üzerinde taşıyan ulu'l-azm bir peygamberdir. Daha beşikte iken konuşan
ve ilk sözü 'İnnî abdullah' olan; kulluğunu vurgulayıp risaletini haber verdiği
bu mucizeyle iffet timsali Hz. Meryem'e iftira edenleri susturan bu mübarek peygamberin
ağzından, hiçbir zaman imana mugayir bir söz sâdır olmamıştır. Peygamberler, tanım
gereği, 'masum'durlar. Hepsi tevhid ehlidir, hepsi müslimdir, hiçbiri hiçbir zaman
Allah'tan gayrı ilahlar edinmemiş; hiçbiri dünyevîlik batağına düşmemiştir.

 Bu bakımdan, Batı'daki bazı 'laikliğin doğuşu' yorumlarının 'kes-kopyala-yapıştır'
formülüyle İslâm beldesine intikali sonucu zihinlere yerleşen, laikliğin zuhuru
'günah'ını Hz. İsa'ya yakıştıran, Hz. İsa'nın hakkını ketm etmemize sâdır olan dikkatsizliğimiz
sonucu hiç sorgulamadan aldığımız bir yaklaşımın ciddi bir elekten geçirilmesi mecburiyeti
vardır. Laikliği Hz. İsa'ya dayandırmak, Kur'ân'ın tarif ettiği 'nebî,' 'resûl'
ve 'İsa' gerçeğine göre, sakız gibi ağızda çiğnenip duracak bir 'çözümleme' değil,
iftiradır.

Bilindiği üzere, laikliğe dair birçok bahiste, Hz. İsa'ya atfedilen "Sezar'ın
hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a" sözü, cismanî iktidar-ruhanî iktidar ayrımının
özeti ve de laikliğin önsözü olarak yorumlanır. Bu ise, aslında, 'Laikliği Hz. İsa
başlattı' demeye gelir. Batılı düşünürlerin böylece dinî bir temele dayandırdığı
bu laiklik tahlilini olduğu gibi alan İslâmcılarımız ise, ardından 'bizim Peygamberimiz'den
örneklerle İslâm ve laikliğin bir arada olamayacağını söylerler.

Hıristiyanî bir iklimde gelişen laik zihniyetin, kendine toplum nezdinde bir
yer edinmek üzere Hıristiyanî söz ve kavramları laik bir yorumlamaya tâbi kılması
elbette mümkündür ve bu çerçevede "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a"
sözü de pekâlâ bir suiistimal konusu edilmiş olabilir. Ama, İslâmî bir ortam içinde
laikliği yerleştirmek isteyenlerin sergilediği fikir cambazlıklarına aşina olan
Müslümanların, hemen bu sözü ve Hz. İsa'yı 'laiklik'le lekelemesi kesinlikle yakışıksızdır.
Eğer bu söze dayanarak İsa Aleyhisselâm'ı 'laikliğin başlatıcısı' gibi görmek doğruysa,
hâşâ, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) 'Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş
gibi âhiret için çalışın' hadisini dünyevîleşme ve laikliğin meşruiyet kaynağı olarak
kullananlara da ses çıkarmamak gerekir. Hatta, Kur'ân'ın "Bize dünyada da hasene,
âhirette de hasene ver" misali âyetlerinden laiklik üretenlere de ses çıkarmamak
gerekir.

Gerek Kur'ân'dan, gerek hadisten 'laiklik' yorumları üretmeye çalışanlara karşı
haklı olarak mücadele ederken, kendi kültürel ortamlarında aynı işi Hz. İsa'yı 'kullanarak'
becermek isteyenler olabileceği ihtimali niye düşünülmez?

Maamafih, bize göre muteber kaynaklarda geçmediği için, Hz. İsa gerçekten böyle
bir söz söyledi mi, bilmiyoruz. Ama, Hıristiyanî kaynaklarda geçmesi, yukarıda değindiğimiz
gibi, bir sözün muhakkak yanlış olduğu anlamına gelmiyor.

Burada, bir sözün makamını anlamak için ortaya konulan kıstaslar, sanırım açıklayıcı
ve bir peygambere yönelik iftirayı kaldırıcı olacaktır. 'Unsuru'l-Belâgat' müellifi,
bu kıstaslara şöyle değinmektedir:

"'Söylenene bak, söyleyene bakma,' söylenilmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş?
Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi [bunlara
da] dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir."

Belâgat açısından elzem olan bu tavrın belki en çarpıcı misalini ise, kendisinin
'Sıddîk' ünvanıyla anılmasına vesile olan olayda, Hz. Ebubekir verir. Bir grup müşrik,
Ebubekir'e (r.a.) gelir ve 'Şimdi bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O
bize dün gece Kudüs'e gittiğini, orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor' derler.
Hz. Ebu Bekir, buna karşılık, şu soruyu yöneltir: "Bunu siz mi söylüyorsunuz, o
mu söylüyor?" Bunu o söylüyor, cevabı karşısında, Ebu Bekir (r.a.) şu karşılığı
verir: "O söylüyorsa doğrudur."

Zira, söylenen söz kadar, söyleyen de önemlidir. Düşmanları nezdinde bile 'el-Emîn'
olarak anılan, Rabb'inin vahyine elçi olan, hayatında ve sözlerinde asla yalan bulunmayan
ve birçok ilahî mucizenin mazharı olan bir nebînin söylemesi ile başka birinin söylemesi
elbette aynı şeyler değildir.

Keza, dünya ve âhireti birbirine bitişik iki ayrı alan olarak gören, âhireti
âdeta Türkiye sınırının bittiği yerde Bulgaristan sınırının başlaması gibi yatay
bir düzlemde gören bir insanın "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi
âhiret için çalışın" sözüne yüklediği anlam ile, "Dünya âhiretin mezraasıdır" buyuran
ve Mi'racı ile âhiret âlemleri kendisine gösterilen bir zâtın bu sözü söylerken
ifade ettiği anlam aynı olmayacaktır. O şanlı nebî, bu söz ile mü'minlere dünyanın
âhirete ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzünde fena ve zeval olmadığını, dünyanın o yüzüne
muhatabiyetin ebedî bir Cennete mazhariyetin önsözü olduğunu öğretmekte; dünyanın
fani yüzüne takılıp kalmaktan kurtulma çaresi olarak da 'ölümü hatırlama'mızı önermektedir.
Fani dünyanın fani lezzetlerini tahrip edip acılaştıran ölüm, bize haşri, Mahkeme-i
Kübra'yı, âhiret âlemlerini, Cennet ve Cehennemi hatırlatmakta; böylece dünya hayatını
'âhirete ve esmâ-i hüsnâya karşı' değil, 'âhiret ve esmâ-i hüsnâ için' yaşama haline
tekrar kavuşmanın önsözü olmaktadır. Dünya ve âhireti iki ayrı alan olarak gören;
ve 'iki tarafı da idare ettiğini düşünen' laik kafalar bu sözü kendi anlayışlarınca
yorumluyor ise, yanlış olan bu yorumdur -sözün kendisi değil.

Zaten, Kur'ân, 'kalblerindeki eğrilik' yüzünden Kur'ân âyetlerini bile yanlış
yorumlayıp sapanlardan söz etmekte değil midir? Âyetin hakikati, onların yanlış
yorumundan elbette münezzehtir. Yanlış da, sorumluluk da kalbinde eğrilik olanındır.

Aynı şekilde, "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın sözü Allah'a" sözü, bir tevhid
peygamberi olarak İsa Aleyhisselâm söylüyorsa başka; cismanî iktidar-ruhanî iktidar
ayrımını formüle eden bir Hıristiyan bilgini veya rahibi söylüyorsa başka türlü
yorumlanmalıdır. Diğer bir deyişle, bu sözü Hz. İsa söylüyorsa doğrudur ve 'nebevî
ölçüler dahilinde' anlaşılmalıdır. Ama gerçek İsevîlik'i cismanî iktidar-ruhanî
iktidar ayrımı ile laikleştiren ve 'şeriatsız bir din'e dönüştürerek dünyevî iktidarlarla
barıştıran biri söylüyorsa yanlıştır. Söz Hz. İsa'nın sözü olarak doğru da olsa,
söz konusu kişilerin yaptığı yorum yanlıştır.

Bir kez daha belirtelim: Hz. İsa, bir peygamberdir. Ve bütün peygamberler, müslimdirler.
İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği saf dini içerir. Nitekim, tüm peygamberlerin
'kardeşi' olduğunu beyan eden Hz. Peygamber, "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin
en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri 'lâilâhe illallah'tır" hadisiyle de aynı
nebevî asla dikkat çekmektedir.

Ve bütün peygamberler, bize bir 'denge' halini öğretmiş; bizi, dikkat edilmediği
takdirde gayrikasdî bir nazarla rahatlıkla düşülebilen ifrat ve tefrit çukurlarından
kurtarmış, bu çukura düşenleri de kurtarma cehdinde olmuşlardır. Irk ayrımının galeyanda
olduğu bir asırda "Başınızdaki kişi Habeşî bir siyah köle olsa bile ona itaat ediniz"
diyerek ulu'l-emre itaatin altını çizen Peygamber'in (a.s.m.), aynı zamanda "Yaratıcıya
isyan konusunda yaratılana itaat yoktur" da buyuran peygamber olması, bunun en net
örneklerinden biridir. "Korkma, Allah bizimledir" buyuran Nebi (a.s.m.), aynı zamanda,
savaşa zırh giyerek çıkan; Medine etrafına hendek kazdıran nebîdir. "Mülk O'nundur"
dersini durmaksızın veren Resûl (a.s.m.), aynı zamanda, "Bende bir hakkı olan varsa
işte sırtım, gelsin alsın" buyuran resûldur. Hiçbir zaman, ondan, "Zaten mülk Allah'ın
değil mi? Sen hâlâ hangi haktan söz ediyorsun?" gibi bir söz sâdır olmamıştır.

O nebîlerin ve elbette Hâtemü'l-Enbiya'nın (a.s.m.) talimiyle, mü'minler kimi
kritik ayrımların şuuruna ermişlerdir. Esbab dairesi-itikad dairesi, mülk âlemi-melekût
âlemi, şehadet âlemi-gayb âlemi, hukuk-u ibad-hukukullah, dünya-âhiret gibi ayrımlar
bunun örneğidir. Fakat, zahirperestlerin zannettiği gibi, bu ayrımlar, aynı cinsten
şeylerin ayrımı değildir. Ayrımın iki ucunda yer alan iki âlem, iki daire veya iki
hukuk aynı düzlemde değildir. Biri asıl, diğeri ise nisbî ve itibarîdir; itibarî
olan, asıl olan itibarıyla ve ona nisbetle bir varlık ve anlam taşımaktadır.

Buna göre, aslolan melekût âlemidir, âlem-i gaybdır, daire-i itikaddır ve âhirettir.
Dünyanın âhirete nisbetle bir değeri vardır. Şehadet âlemi, adı üstünde, 'âlem-i
gayb'ın şahidi olmak üzere vardır. Mülk âlemi, âlem-i melekûtun önünde tenteneli
bir perdedir. Daire-i itikad asıldır, yani sebepleri ve sonuçları yaratan O'dur;
ama sebepleri, şu dünyanın imtihan meydanı oluşu gibi çok hikmetlere binaen kudretinin
önünde bir perde kılmıştır -şeytana ve nefsine râm olanların hakikati görmemesine
yeten, ama hakkı arayan ve fıtratını bozmayan insanların hakikati bulmasına engel
olmayacak kadar da ince bir perde…

Keza, hukukullah, hukuk-u ibadı da içermektedir. Allah'ın kulu üzerindeki haklarından
biri, o kulun, Allah'ın hayat ve vücud verdiği sair kulların hukukunu çiğnememesidir.
Dünya diye bir yer ve dünya hayatı diye bir hayat vardır; ama bu dünya 'esmâ-i hüsnânın
cilvelerinin sergi yeri ve âhiretin tarlası'dır; dünya hayatı da bu şuurla yaşanmalıdır.
Sebepler yalnızca bir perdedir; her şey O'ndandır. Şu âlem, 'şiddet-i zuhurundan
gizlenen' Zât-ı Kibriya'nın varlığına şahit olmak üzere vardır.

Kısacası, bütün bu ayrımlar, laiklerin dini vicdanlara hapseden veya din ile
devletin arasına duvar ören ayrımları türünden 'yatay düzleme ait' ayrımlar değildir;
bilakis, her şeyi bir dengeye oturtan 'dikey düzleme ait' ayrımlardır. Bu ayrımlar,
insanı meselâ ateizmden de, panteizmden de kurtarır. İfratı reddederken, tefrite
düşmekten alıkoyar. Mu'tezilî olmayayım derken Cebriye olmaktan, Cebriye olmayayım
derken Mu'tezilî olmaktan azade kılar.

Mü'min, esbaba tevessül eder; ama sonucu esbabdan bilerek değil. Mü'min, ulu'lemre
itaat eder; ama hâşâ ulu'lemri ve/veya devleti putlaştırarak değil. Mü'min dünya
hayatını yaşar; ama dünyayı âhirete bitişik, yani ondan ayrık bir âlem gibi düşünerek
değil. Mü'min âlem-i mülkte yaşar; ama melekûta perde ederek değil. Ve yine mü'min,
kulların hukukuna riayet eder; ama hukukullah gereği yapar bunu.

İşte, "Sezar'ın hakkı Sezar'a, Allah'ın hakkı Allah'a" sözü, eğer İsa nebînin
sözü ise, Resul-i Ekrem'in ders verdiği bu hakikatler ışığında anlaşılmalıdır. Bu
çerçevede yorumlandığı sürece, bu söz son derece doğru, son derece anlamlıdır. Nitekim,
her mü'min bu sözün sunduğu nebevî denge halinde yaşama durumundadır.

Ehl-i dünya için, yalnızca 'Sezar'ın hakkı' vardır. Onun dünyası 'sebepler dünyası'ndan
ibarettir. O, aynayı merci, gölgeyi asıl sanır. Sonucu sebeplerden bilir. Öyle olduğu
için de, iş 'sebep Sezarları'nda biter. Esbab şirkine dûçar olmuş bir kişi, her
şeye sebeplere ve vasıtalara taksim eder, sonuçta Allah'a tevdi edilecek hiçbir
'hak' kalmaz. Mü'min ise, sebebi ve sonucu Rabb'inden bilir, ama sebebi inkâr etmez.
Meselâ, meyveyi alırken bilir ki, o meyve ne ağacın yaratmasıdır, ne de bahçıvanın;
ağacı yaratan da O'dur, bahçıvanı yaratan da, meyveyi yaratan da. Mü'min, bu hakikati
bilir, meyveyi sebeplere havale etmez; asıl olan 'daire-i itikad' açısından, durum
budur. Ama, Allah'ın bir kulu olan, O'nun verdiği kol ve beyin gücü ile iş gören,
O'nun yarattığı toprakta O'nun fıtrî şeriatına uyan bahçıvanın, 'daire-i esbab'
açısından, bir 'kesb'i vardır; mü'min ona bu emeğinin karşılığını verme durumundadır.
Mü'min 'daire-i esbab'da bahçıvana ücretini öder; ama 'daire-i itikad' açısından,
hamd ve şükrünü meyve sonucunu ve bahçıvan, ağaç, toprak vs. sebeplerini yaratan
Allah'a tevdi eder. Keza, bir ikrama muhatap olduğunda, ikram edene teşekkür eder;
ama onu yalnızca 'icad' eden eli kısa bir 'vesile' olarak bilir; bu 'teşekkür'ü
Rabb'ine yönelik 'şükr'ün engeli değil, önsözü kılar. Ki, bir hadisin ihbarıyla,
'İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükredemez.' Yani, ancak muhatap olunan kulun
'teşekkür' hakkını ödeyen kişi, Allah'ın 'şükür' hakkını ödemeye müyesser olur.

Kısacası, ayna muhafaza edilmelidir; çünkü mazhardır. Cenab-ı Hak'tan gelen feyze
ma'kes olur. Fakat ona, feyiz noktasında, vesilelikten öte bir makam verilmemesi
de lâzımdır. Onun kaynak değil mazhar, asıl değil ayna olduğu kesinlikle unutulmamalıdır.

Kaldı ki, bu sözü, Hz. İsa'ya ait ise de laikliğin ifadesi olarak görenler, bu
kafayla herhalde fukahayı da 'laik' ilan ederler! Zira, yukarıda sözü edilen İslâmî
ölçülerin rehberliğinde düşünen; Kur'ân ve Sünnet'e dayanarak hükmeden fakihlerin
ekserisi, gayrimüslim bir beldede yaşayan bir Müslümanın 'vergi kaçırması'nı caiz
görmemişlerdir. Verilen zekâtı vergi yerine saymak mümkün olmadığı gibi, kaçırdığı
vergiyi zekât olarak istimal etmek de caiz görülmemiştir. Bu hükümlerin gerisindeki
hikmet ile, Hz. İsa'nın sözünün gerisindeki hikmet, birbirine muvafık düşmektedir.

Nebîlerin varisi olan, zira nebevî esaslara göre hükmeden fakihlerin hiçbiri
laik olmadığı gibi, onların kendilerine varis oldukları nebîler de laik değildir.
Her nebî ya bizatihî bir şeriatın elçisi olmuş veya kendinden önceki bir peygamberin
şeriatını takip etmiştir. Bir nebî olarak Hz. İsa'nın din ile dünyayı, dünya ile
âhireti ayıran ve laikliği işmam eden bir söz söylemesi mümkün değildir. Ama kalblerinde
laiklik illeti taşıyanların Hz. İsa'ya atfedilen bir sözü laikliğin aleti kılmaları
pekâlâ mümkündür. Bu, o laiklerin günahıdır. Hz. İsa dahil, tüm peygamberler, adı
üstünde 'peygamber'dirler. Hiçbiri laikliğin ve dünyevîliğin adresi kılınamazlar.
Tevhidin, saf dinin ve sırat-ı müstakîmin adresidir onlar.

Öz

İslâm ile Hıristiyanlık arasında, çağlar boyu çok ciddi gerilimler yaşanmasının
anlaşılabilir birçok sebebi mevcuttur. En önemli sebeplerden birisi de, herhalde,
Hıristiyanların İslâm'ı kendileri için yeni ve çok ciddi bir meydan okuma olarak
algılamasıdır.

Oysa, Hıristiyanları Ehl- Kitap olarak tanımlayan İslâm'ın Hıristiyanlara yönelik
hitabı şefkat ve insaf yüklü bir tâdili içinde barındırır ve Kur'ân, Hıristiyanları
sair gayrimüslimlerden ayırır. Hıristiyanlarla aramızdaki 'ortak kelime'den söz
eder ve onları bu 'ortak kelime'ye çağırmamızı ister. Bu ortak kelime, saf tevhid
hakikatidir.

Bu makalede öncelikle Kur'ân'ın Hıristiyanlık'a yönelik yaklaşımı ele alınmakta,
Hz. İsa'ya gelen vahyin saf haliyle muhafaza edilemese de bu dinin, bir çok tahriflere
uğramasına rağmen birçok hakikatı barındırdığı gözler önüne serilmektedir. Son olarak
da Kur'ân'ın Hıristiyanlık karşısındaki duruşunu hakkıyla anlamamış olan kişilerin
birçok Hıristiyan'ın kalbinin İslâm'a açılmasına da mani olan bir 'gayriislâmî'
tutum sergileyebildiğine dikkat çekilerek Hz. İsa'ya atfedilen "Sezar'ın hakkı Sezar'a,
Allah'ın sözü Allah'a" sözü laiklik, dünyevileşme kavramları çerçevesinde irdelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: İslam, Hıristiyanlık, Hz. İsa, Ehli Kitap, tevhid, laiklik

Abstract

There are many understandable reasons for the centuries-long serious tensions
between Islam and Christianity. Maybe, one of the most significant reasons is the
Christian reception of Islam as a new and very strong challenge.

However, the message of Islam against Christians who is called as People of Book
contains a modification charged with compassion and fairness. The Qur'an puts Christians
to a different place than other non-Muslims and talks about the 'shared word' between
us and them, and asks from us to invite them to this 'shared word'. This shared
word is the pure truth of unity.

This article deals with the approach of the Qur'an towards Christianity, and
shows that even though the revelation to Jesus is not being preserved in the pure
form, this religion encompasses many truths in spite of the many distortions. As
a last point, it is emphasized that the persons who do not recognize the position
of the Qur'an towards the Christianity precisely could behave in a 'non-Islamic'
manner which may cause to block many Christian's interest and love towards Islam.
The words that are referred to Jesus as 'the right of Caesar to Caesar, the word
of God to God' have been analyzed in the conceptual framework of secularism and
becoming more mundane.

Key Words: Islam, Christianity, Jesus, People of Book, Unity, Secularism