Are the Old Revolutionaries New Conservatives?

Sorular

Devrimci bir yüzyıldan muhafazakâr bir yüzyıla mı geçiyoruz gerçekten? Bu ne
kadar iyi, ne kadar kötü? Amerikan muhafazakârlığı (neo-conlar) ve İsrail muhafazakârlığı
kötü, bizimki iyi midir? Uluslararası arenadakilere ve bireysel hak ihlallerine
muhafazakârlar neden daha duyarsızdır? Türkiye'nin AB üyeliğine neden şiddetle karşı
çıkar, AB'nin muhafazakârları? Avrupa'daki Müslüman bireyler ve cemaatler neden
liberallere ve yeşillere; hatta sosyalistlere muhafazakârlardan daha yakın durur?
Yoksa onlar mı yakın duran? Bizim yeni yüzyıldaki muhafazakâr partimiz CHP, değişimci
partimiz AKP midir? Sorular çoğaltılabilir. Soruları çoğaltmaya hakkımız var; çünkü
muhafazakârlık kavramının yerli yerine oturmadığı (belki de yerine yakışmadığı),
bir başka ifadeyle bu kavramın en yanlış tanındığı ve yanlış kullanıldığı ülkelerden
biridir Türkiye kanaatimce.

Psikolojik Arka Plan

İnsanlardaki korunma güdüsü sadece hayatın ve neslin devamı ile sınırlı olmayıp
yaşama şekli ve alışkanlıkları da içinde barındırır. Bu nedenle de süregelen hayat
akışlarında meydana gelen her yenilik, içinde belirsizlik taşıyan potansiyel bir
tehdit olarak onları tedirgin eder ve bu korunma refleksini uyarır.

Marx'ın ifadesiyle "zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar" yenilik
ve değişim karşısında bu kaygıyı en az yaşayacaklar ya da hiç yaşamayacaklardır.
Ve kaygının büyüklüğü kaybedecek şeyi olmanın düzeyiyle artacaktır. Bu nedenle tarih
boyunca toplumlarda meydana gelen değişimlere en fazla o toplum yapılanmasının nimetlerinden
azami ölçüde yararlananlar; zenginler, yöneticiler, ayrıcalıklılar, rütbeliler,
aristokratlar karşı çıkmıştır.

Muhafazakârlığın psikolojik arkaplanını araştıran ilginç bir araştırmanın sonuçları
geçen yıllarda yayınlandı:

Amerikan Psikoloji Derneği'nin yayın organı "Psikoloji Bülteni-Psychological
Bulletin" isimli bilimsel derginin Mayıs 2003 tarihli sayısında dört üniversite
öğretim üyesinin araştırmalarının sonuçlarının yayımladığı bir makalede siyasal
muhafazakârlığın nitelikleri araştırıldı.

"Toplumsal Algılamanın Yönlendirdiği Siyasal Muhafazakârlık- Political Conservatism
as Motivated Social Cognition" başlıklı bilimsel araştırmada, son 50 yıl içinde
12 ülkeden siyasal muhafazakârlık görüşlerini işleyen 22 bin 818 konuşma, makale,
kitap ve konferans bildirileri ile 88 örnek karşılaştırılarak siyasal muhafazakârlığın
genel özellikleri araştırıldı. Kaliforniya Üniversitesi-Berkeley Kamu Politikası
Yüksek okulunda görevli Profesör Jack Glaser ve Profesör Frank Sulloway ile Stanford
Üniversitesinden Profesör John Jost ve Maryland Üniversitesi-College Park'ta görevli
Profesör Arie Kruglanski tarafından yapılan ortak araştırma siyasal muhafazakârlığın
ortak özelliklerini söyle belirledi:

-Korku ve saldırganlık

-Dogmatizm ve belirsizliğe karşı hoşgörüsüzlük

-Belirsizlikten kaçınma

-Değişime direnme

-Eşitsizliğe hoşgörü ile bakmak

-Emin olma ihtiyacı

-Korku yönetimi.

Araştırmada 10 büyük meta analiz tekniği-araştırmaların karşılaştırılarak yeniden
analiz edilmesi-kullanılarak sonuçlara ulaşıldı.

Araştırmaya göre, belirsizlikten kaçınma ve korku, muhafazakârları değişime karşı
çıkmaya ve sonuçta "statükocu" olmaya yöneltiyor. Aynı şekilde korku yönetimi muhafazakârları
"herkesten tehdit gelebilir" düşüncesine yönetiyor. Örneğin; ABD'de 11 Eylül terör
olaylarından sonra bazı Amerikalıların yabancılara karşı sergiledikleri düşmanlık
bunun bir belirtisi olarak yorumlanıyor. Aynı şekilde değişime de karşı çıkma olarak
belirleniyor.

Korku ve tehdit altında olduğunu hissetme muhafazakârlığın ikinci niteliğini
ortaya çıkarıyor (bizdeki "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok"u hatırlamamak elde
mi?) ve "eşitsizliğe destek verme, eşitsizliği hoşgörü ile karşılama" görüşünün
ortaya çıkmasına neden oluyor. (Tıpkı Hindistan'daki Kast sistemini veya Güney Afrika'daki
Irk ayırımcılığını desteklenmesinde olduğu gibi.)

Araştırmacılar ilginç bir saptamada bulunuyorlar. Onlara göre Stalin, Kruşçev
veya Castro gibi değişim yanlısı sol kanat siyasetçileri iktidara geldikten sonra,
eşitlik iddiasıyla değişime karşı çıktılar. Örneğin Stalin giderek eski sistemi
korumaya çalışan bir çeşit "muhafazakâr" haline geldi. (Aslında bu durum sadece
bu örneklerle sınırlı değil kuşkusuz. Hıristiyanlığın ortaya çıkış döneminde yerleşik
sistem tarafından "nevzuhur" bulunarak şiddetle cezalandırılmasına karşılık ortaçağa
gelindiğinde, artık kendisi sistemi temsil etmekte olup engizisyon mahkemeleri kurarak
sadece politik olarak değil bilimsel alanda bile farklı ve yeni iddialarla ortaya
çıkanları acımasızca, sistem adına cezalandırdığı malum. Bunun en bilinen örneği,
dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediği için ölüme mahkûm edilen Galileo'dur.)

Muhafazakârlar kendi durumlarını açıklamak için karmaşık entelektüel tartışmalar
yerine, olaylara daha basit açıdan bakarak, olayları siyah ve beyaz mantığı ile
açıklıyorlar. Örneğin; ABD başkanı George Bush'un 2001 yılında İtalya'ya yaptığı
bir gezide dünya liderlerine kendi görüşünü söyle açıkladı: "Neye inandığımı biliyorum
ve biliyorum ki, inandığım doğrudur." George Bush bir İngiliz gazeteciye de "Benim
işim nüanslarla uğraşmak değildir" derken muhafazakâr görüşün açıklamasını yapıyordu.1

Türkiye'de Sosyolojik Arka Plan

Türkiye'de de daha çok muhafazakârlığın sosyo-politik yönü ağırlıklı bir araştırma
yakın dönemde dikkatleri üzerine çekmişti. Aralık 2005-6 Ocak 2006 tarihleri arasında,
15 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde hanelerde 1644 kişi ile yüz yüze
görüşme yöntemi ile gerçekleştirilen ve yöneticiliğini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hakan Yılmaz’ın yaptığı
bir araştırmada da ilginç sonuçlara ulaşıldı. Sonuç rapordan birkaç alıntı:

» "Devrimci" bir yüzyıl olarak başlayan 20. yüzyılın aksine, 21. yüzyılın "muhafazakâr"
bir yüzyıl olarak başladığını söylemek yanlış olmaz.

» Muhafazakârlık, Türkiye'de üzerinde çok konuşulan, kişi ve parti düzeyinde
özdeşleşilen, lakin pek az değerli araştırma haricinde özellikle ampirik olarak
pek incelenmemiş bir akımdır.

» Türkiye kamuoyu geleneksel, buna mukabil gelenekselci değil. Kamuoyu, bizi
biz yapan geleneklerin olduğuna inanma ve bu gelenekleri savunma anlamında bir "geleneksel"lik
arz etmekle birlikte, yeni bir sorunla karşılaştığında geleneklere değil, yeni yollara
başvuracağını ifade ederek de gelenekçi değil, yenilikçi bir duruş ortaya koyuyor.
"Şimdiye dek karşınıza çıkmayan bir sorunla baş etmek zorunda kaldığınızda geleneksel
yollara mı, yoksa yeni yollara mı başvurursunuz" diye sorulduğunda büyük bir çoğunluk
(% 65) yeni yolları tercih edeceğini söylerken, geleneksel yollara başvuracağını
söyleyenlerin oranı bunun yarısından da az (% 30) kalıyor.

» Türk kamuoyu, siyaset söz konusu olduğunda ne kuvvetli bir muhafaza etme, ne
de kuvvetli bir değiştirme talebi öne sürmektedir.

» Var olan sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik hayatımızın olduğu gibi kalmasından
yana olanlar % 34 iken, kısmen ya da tamamen değişsin diyenler bunun neredeyse iki
katına -% 63- ulaşıyor. Yani, yaklaşık % 30'luk bir gelenekselci ve statükocu azınlığa
karşılık, yine yaklaşık % 60'lık yenilikçi ve değişimci bir çoğunlukla karşı karşıyayız.

» Türkiye'de kamuoyu seviyesindeki muhafazakârlığın, siyaset ve ekonomi söz konusu
olduğunda, 19. yüzyıl Avrupa'sında ortaya çıkan karşı-devrimci ve eski rejim savunucusu
reaksiyoner (tepkici, gerici) muhafazakârlıktan çok- İkinci Dünya Savaşı sonrasında
İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde beliren reformist (yenilikçi, değişimci) muhafazakârlığa
daha yakın durduğunu söylemek mümkündür

» Bu araştırmaya başlarken biz muhafazakârlığın köklerinde "devlet"i bulmak üzere
yola çıkmıştık, ama "aile"yi bulduk. Ailenin, din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara
açık ara fark atarak korunması en çok istenen, gelenekleri doğuran ve geleneklerin
uygulandığı ana kurum olarak belirdiğine şahit olduk.

» Araştırmaya katılanlara yöneltilen ''Muhafaza edilmesi gereken en önemli toplumsal
kurum hangisidir?'' sorusuna yüzde 45.6 ile ''aile'', yüzde 22.2 ile ''din'', yüzde
18.8 ile ''devlet'', yüzde 10.5 ile de ''millet'' cevapları verildi

» Aile hayatı ve kadın-erkek ilişkileri planında ise, Batı Avrupa usulü reformcu
muhafazakârlıktan çok, ABD usulü yeni-muhafazakârlığa daha yatkın bir Türk muhafazakârlığından
söz etmek mümkündür

» Aileyle birlikte bulduğumuz bir başka temel kurum da ekonomi oldu. Nasıl aile,
muhafazakâr taleplerin merkezine yerleştirildiyse, ekonomi de değişim taleplerinin
ortasına kondu kamuoyu tarafından. Türkiye'de, bir ucunda korunması istenen "aile"nin,
diğer ucunda değişmesi talep edilen "ekonomi"nin oluşturduğu bir "ortak duyu"dan
söz edilebileceğini düşünüyoruz. Ekonomi neredeyse görüşülenlerin yarısı tarafından
değişmesi istenen birincil alan olarak işaret edilirken, devlet yapısında, toplum
yapısında ve siyasal sistemde değişim talep edenlerin ancak yaklaşık yüzde onluk
küçük azınlıklar oluşturduğuna dikkat çekmek istiyoruz.

» Katılımcılardan yaşlı, kadın, köylü, fakir ve dini ibadetlerini yerine getirenler;
erkek, zengin ve şehirlilere göre geleneklerine daha bağlı.

» Muhafaza edilmesi gereken değerlerin başında ilk sırayı yüzde 41.6 ile eşitlik
ilkesi alırken, bunu sırasıyla yüzde 37.4 ile özgürlük, yüzde 17.4 ile de dayanışma
izliyor.

» Türkiye'de gerek siyasal, gerekse de özel alandaki nispeten ılımlı muhafazakâr
öz-algılama, Batı muhafazakârlığının bazı özellikleriyle çelişirken, bazılarıyla
da uyuşuyor. Önce, çelişen tarafa bakalım. Batı muhafazakârlığı "eşitlik" kavramını
fazla benimsemez ve yalnızca temel bir "fırsat eşitliği" ilkesini savunurken, Türkiye'de
ise "eşitlik", rakip kavramlar olan "özgürlük" ve "dayanışma"dan çok daha fazla
istenen bir değer olarak ortaya çıkıyor. Nitekim "eşitlik", "özgürlük" ve "dayanışma"
arasından yalnızca birini seçmeleri istendiğinde, görüşülen kişilerden % 42'si eşitliği,
% 34'ü özgürlüğü ve yalnızca % 17'si dayanışmayı tercih etmiştir.2

Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğunun hem kendini "muhafazakâr" sayması
hem de değişim istiyor olması ilginçtir. Standart siyaset ve sosyoloji kıstaslarına
uymayan bu durum Türkiye'de ilgili kavramlar konusundaki kafa karışıklığının bir
göstergesi şeklinde yorumlanabilir.

Muhafazakârlığın, Türkiye gibi ülkelerde dini ve ahlaki değerlerin savunulması
veya korunması gibi algılanması da aslında kendi iktidar arzularını popülist bir
makyajla toplumun değerleri arasına gizleyen muktedirlerin toplum mühendisliği çabalarından
bağımsız düşünülemez. Örneğin çokça duyduğumuz bir klişe olan "milli-manevi değerler"
veya "milliyetçi-maneviyatçı" tamlamalarındaki açık çelişki buna verilebilecek örneklerden
biridir. "Manevi değerler"den kasıt dini-moral değerler ise bu değerlere bağlılık,
ister dini, ister ahlaki olsun, evrensel bir karakter taşır ve en nihayetinde yerel
karakterlerle çelişir, hatta çatışır. Arap, Türk ya da Fars milliyetçisi bir dindar,
milliyetçi eğilimlerini dindarlıklarının evrensel karakteri içinde eritebildikleri
oranda dindar veya ahlaki evrensel değerler açısından daha üstün olan bir Hintliyi,
aynı değerler açısından daha zayıf bir soydaşına üstün ve yakın görebildiği ölçüde
ahlaklıdırlar. Yani bu ilişki bir tahterevallinin iki ucu arasındaki ilişki gibidir,
iki ucu birden yüceltemezsiniz, birini çoğalttığınızda diğeri kaçınılmaz olarak
azalır, çelişki buradadır. O halde "manevi" kelimesiyle ifade edilen daha çok gelenek
ve görenekleri barındıran muhafazakâr değerler olmak durumundadır. Gelenek ve görenekler
ise çoğunlukla dinlerin evrensel ilkeleriyle rekabet eder konumdadırlar. Semavi
dinlerin insanları "atalarının dinine" sorgulamadan inanmaları konusunda uyarmalarını
başka türlü nasıl yorumlayabiliriz.

Tarihsel Arka Plan

Muhafazakârlık elbette ki insanların bir arada yaşamaya başladıkları ilk zamanlardan
beri bir hayatı algılama biçimi, olaylara ve yeniliklere karşı bir tutum olarak,
kısacası psikolojik bir ihtiyacın sosyal dışavurumu olarak hep vardı; ama muhafazakârlığın
siyasi ve sosyal bir görüş olarak sistemleşmesi yakın tarihlerde olmuştur. Muhafazakârlık,
radikalizm ve liberalizmle birlikte on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında düşünsel ve
siyasal atmosferi etkisine alan üç büyük ideolojiden birisidir.

Muhafazakârlık, sosyolojik bakımdan sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan yeni
toplumsal şartların eski değerleri yerinden etmesine, bireyi yalnızlaştırmasına
ve geleneksel sosyal yapıların çözülmesine yönelik eleştirilerden beslenmiş, felsefi
bakımdan on sekizinci yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma düşüncesine yöneltilen
eleştirilerle, siyasi bakımdan da yine aynı yüzyılın sonlarındaki Fransız Devrimi
sırasında jakoben hareket tarafından eski toplumun kurumlarına karşı yürütülen radikal
ve/veya devrimci hareketlere yönelik tepkilerin bir araya gelmesiyle bir siyasi
ideoloji halinde belirginleşmeye başlamıştır. Siyaset bilimi teorisyenlerinden Nisbet'in
ilginç tarifiyle "modern muhafazakârlık en azından felsefi formunda endüstri ve
Fransız devrimlerinin çocuğudur; amaçlanmamış, istenmemiş, bütün liderler tarafından
nefret edilen fakat yine de devrimlerin çocuğu."3

I. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkımın faturası, muhafazakârlar tarafından liberalizme
ve rasyonalizme (modernizme) çıkarılınca muhafazakâr hareket liberalizm karşısında
güç kazandı.

Sosyalist devrim rüzgârlarının bütün Batı Avrupa'nın üzerinde dolaşması nedeniyle,
Avrupa muhafazakârlığı giderek daha güçlü bir pozisyon elde etti. Milliyetçilik,
devrim tehdidinin yarattığı panik nedeniyle büyük bir yoğunlaşmaya uğradı ve bu
dalga, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde milliyetçiliği besleyerek faşist
rejimlere yol verdi. Ancak Muhafazakârlığa düşen bu pay, onun II. Dünya Savaşı sonrasındaki
geriye çekilişinin de önemli nedenleri arasında sayıldı. Muhafazakârlığın başarısızlığı
savaş sonrasında liberalizmin Batı'da yeniden yükselişine yol açarak Batı muhafazakârlığının
sistemle barışık ve uyumlu bir politikaya yönelmesine ve liberal tonunun artmasına
yol açmıştır.

Aydınlanma ve moderniteye karşı bir tepki niteliğinde doğan muhafazakârlık, toplumu
radikal bir biçimde değiştirmenin geri dönüşü imkânsız etkiler yaratacağını ileri
sürer. Eski düzen kurumlarının zaman içinde kendiliğinden dönüşüme uğrayacağı görüşünü
savunarak daha evrimci bir değişimden yana tavır alır. Muhafazakârlık, değişimin
kaçınılmazlığını görürken, onun hızına ve kapsamına itiraz etmektedir. "Fransız
ve Rus ütopyacılığının her ikisi de kendi ülkelerinin büyük kan deryaları ile ıslatmışlardır"
der Burke.4 Ancak kanaatimce şunu unutmamak gerekir ki, Fransız ve Rus devrimleri
örneğinde olduğu gibi değişim bazen kaçınılmaz olarak yıkıcı sonuçlar doğurmuş olsa
da tüm radikal değişim istekleri ve hareketleri için bunu düşünmek haklı olamayacaktır.
Geleneğin ya da statükonun bireyi bireye kul eden, onu sömürmesine izin veren ve
adaletsiz bir bölüşümü kalıcılaştıran veya mesela İslam'ın gelişinden önceki Araplarda
olduğu gibi kız çocuklarının diri diri gömülmelerini sonuç veren uygulamaların,
Hindistan'daki eşitsiz kast sisteminin veya yüzyıllar boyunca uygulanan bir gelenek
olan köleliğin devamı ve tarihsel süreç içinde kendiliğinden tasfiyesi için bir
mazeret olarak ileri sürülemez. Bu açıdan bakıldığında tüm semavi dinlerin ortaya
çıkış süreçleri muhafazakâr düşüncenin karşı çıktığı ve yıkıcı bulduğu radikalizmi
ve esnemezliği içinde barındırır.

Öte yandan muhafazakârlığı iki dönem halinde ele almak gerekir. 18. yüzyılın
muhafazakârlığı ile günümüze kadar uzanan 19 ve 20. yüzyıl muhafazakârlığı -modern
muhafazakârlık- arasında önemli farklar vardır. I. dönemin muhafazakârlık anlayışı,
özü itibarıyla, Fransız devrimi ve bütün burjuva devrimlerine karşı gerici ve/veya
gelenekçi bir tepkidir. "Ön" ya da "erken" muhafazakârlık olarak da anılan bu görüş,
yeni olanın mutlak reddine dayandırılmaktadır.

Kıta Avrupası'nda ve özellikle de Fransa'da ise Joseph de Maistre ve Louis de
Bonald gibi yeni olanı toptan reddeden ve yeni rejimin yerleşmesiyle birlikte "tarih
dışı" kalan "tepkici muhafazakârlık"ın aksine, Edmund Burke'den Russell Kirk'e uzanan
geniş bir tarih çizgisinde daha ılımlı bir felsefi ve siyasi tarzı temsil eden Anglo-Amerikan
dünyasının muhafazakârlığı kalıcı olmayı başarmış ve muhafazakârlığın ana rengini
teşkil etmiştir.

Özellikle 1960’lardan itibaren muhafazakârlık içinde belirginleşen ve siyasi
bakımdan daha belirleyici olan neo-muhafazakârlık, gelişmiş Batılı ülkelerin birçoğunda
ve özellikle de İngiltere'de Muhafazakâr Parti ve Amerika Birleşik Devletleri'nde
Cumhuriyetçi Parti çatısı altında, iktidar veya ana muhalefet olarak, yani siyasetin
iki temel aktöründen birisi olarak varlığını ve etkisini sürdürmektedir

Entelektüel Arka Plan

Modern XX. yüzyıl siyasi düşüncesinin bu üç ana dala ayrılan bir gövde üzerinde
yükseldiğini söyleyebiliriz.

Özgürlük isteği; liberalizmin önceliğidir.

Eşitlik isteği; sosyalizmin önceliğidir.

Güven ve istikrar isteği; muhafazakârların önceliğidir.

Eğer liberalizmin merkezi ethosu bireysel özgürlükse ve radikalizmin merkezi
ethosu sosyal ve moral isteklerin hizmetine politik gücün genişletilmesiyse, muhafazakârlığın
ethosu da gelenektir, esasen ortaçağ geleneğidir.5

Muhafazakârlığı sistemli bir düşünce olarak ilk savunan kişi, İngiliz filozof
ve siyasetçisi Edmund Burke olmuştur. Burke, Fransız Devrimi zamanında yaşamış,
devrime karşıt bir düşünürdü. O sırada İngiliz devlet adamları arasında Fransız
Devrimi'nin İngiltere'ye yayılacağı endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye
karşı sistemli bir ideoloji oluşturarak, fikirsel alanda Fransız Devrimi'ne karşı
bir mücadele başlattı.6

Edmund Burke'ün 1789 Fransız Devrimine yönelttiği eleştirileri ihtiva eden Fransa'daki
Devrim Üstüne Düşünceler adlı eseri, ondokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar Batı siyasi
düşünce ve pratiğinde etkin rol oynayacak bir doktrin ve ideoloji olarak muhafazakârlığı
belirginleştiren temel metinlerden ilki veya en önemlisi olarak kabul edilmektedir.

Muhafazakârlar, ontolojik bakımdan bireyin zayıf ve aile, din, gelenek gibi kurumlarla
desteklenmesi gereken bir varlık olduğuna inanırlar. Epistemolojik bakımdan bireyin
akıl kapasitesinin sınırlılığını vurgulayarak, tarihi tecrübenin ve pratik bilginin
soyut akıl yürütmeye tercih edilebilir olduğunu kabul ederler. Siyasi bakımdan da
hiçbir biçimde her şeye muktedir olduğuna inanmadıkları soyut akıl yürütmelerle
üretilen "mega projeler"den ve siyaset alanının ara kurumlar aleyhine genişletilmesinden
kaygı duyarlar.

Muhafazakârlık, liberalizmle beraber faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojilere
karşı çıkmış ve özellikle yirminci yüzyılda bu iki düşmana karşı verdiği mücadeleyle
siyasi bakımdan liberalizme yaklaşmıştır. Ancak, bir taraftan liberalizmin birey
anlayışına, bireyin topluma ve geleneğe rağmen sahip olduğu haklar fikrine ve alternatif
hayat tarzlarına gösterdiği hoşgörüye yönelttiği eleştiriler, diğer taraftan piyasa
ekonomisine ilkesel olmayan bir bağlılık göstermesi ve geleneksel otorite ile hiyerarşik
toplum yapısı üzerinde vurguları, onu liberalizmden ayıran başlıca özellikleri teşkil
edegelmiştir.

Kökeni 'Aydınlanma' düşüncesinde bulunan 'Liberalizm'in, genellikle Batı demokrasilerinin
egemen ideolojisi sayılan da dâhil, pek çok çeşidinin ve melez biçimlerin de olduğunu
belirtmek gerekir. Yalnız, liberalizmin neyin karşısında olduğu gayet açıktır: Liberalizm,
ister monarşik, isterse feodal, askeri, ruhbani ya da cemaatçi olsun, her çeşit
siyasal mutlakiyetçiliğe karşıdır. Bu karşıtlık içinde, bireylerin ve grupların
otoriter taleplere karşı direnebilmelerini sağlamaya çalışır. Bunun pratikteki anlamı,
bir taraftan, kamusal dünya ile hakların tanımlanmış olduğu ki bu haklardan en yaygın
olanı özel mülkiyettir- özel dünyanın ayrılması, diğer taraftan, dinin gereklerinin
yerine getirilmesinde, konuşmada ve toplanmada insanların özgürce hareket edebilmesidir.7

İçinde devletin de bulunduğu geleneksel kurumları kutsayan muhafazakâr görüşün
aksine olarak Liberal siyaset anlayışı, bireylerin hukukunu muhafaza için devletin
inşasını benimsiyor ise de, asli fonksiyonlarını ıskalaması ya da meşruiyet alanının
dışına çıkması durumunda, onun alaşağı edilmesini dahi salık vermektedir. Liberalizmin
devlet anlayışı, bireye ve bireyin rızasına dayanır. İnsanlar doğa durumu aşamasında,
yaradılıştan hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahiptirler. Bu temel doğal haklarını
güvenceye alabilmek maksadıyla devlet inşa etmişlerdir. İnsanlar doğal yasalara
riayet ederek, özgürlük ve eşitlik içerisinde yaşayabilmişlerdir.8

Diğer yandan muhafazakârlık, paternalistik, nasyonalistik ve iktidar-hayranı
eğilimleri bakımından gerçek liberalizmden daha ziyade, sosyalizme yakındır ve gelenekselci
mahiyeti, anti-entelektüel ve çoğunlukla mistik tabiatlıdır.

Muhafazakâr düşünce, siyasi partilerin olduğu seçim sistemleriyle de pek barışık
değildir; çünkü siyasi partiler yapay organizasyonlardır. Bir anlamda, muhafazakâr
partilerin artık var olmaması gerekir" diyor Yale üniversitesinden İmmanuel Wallerstein
ve devam ediyor: "Son iki yüzyıldır muhafazakâr öğretinin temelini, devletlerin
yasama açısından mümkün olduğunca az müdahalede bulunması ve toplumsal kararların
öncelikli olarak "geleneksel" toplumsal yapıların -ailenin, "cemaat"in, dini kurumların,
varsa yerel aristokrasinin- sorumluluğuna bırakılması görüşleri oluşturdu. Partiler,
oy kullananların çoğunluğunun, oy verenler adına yasamada bulunacak temsilcileri
seçtiği seçime dayalı çerçevede işlemek üzere tertip edilmiş, geleneksel olmayan
örgütlenmelerdir. Partiler, parlamenter kurumların kararlı yükselişi ve oy hakkı
kapsamının genişletilmesiyle (bugün, bu hak evrensel olarak genelde tüm yetişkinlere
tanınıyor) muhafazakârlara dayatılmış yapılardı…"9

Meşru yönetimin, vekâlete ya da yöneticilerle yönetilenler arasında herhangi
bir tür "sözleşmeye dayalı" ilişkiden ziyade, yerleşmiş usullere dayandığı (dayanması
gerektiği) düşüncesi, muhafazakâr düşünce için esastır.

Aslında partili sisteme ve temsile karşı olan bir düşüncenin kendini ifade etmek
ve iktidar olmak için parti kurmak zorunda kalması ilginç bir tezat oluşturuyor.
Bu durumda muhafazakâr düşüncenin geleneksel ve doğal olan, biçim olarak öne sürebileceği
seçenek aristokratların, zenginlerin ve güçlü azınlığın, çoğunluğu seçime gerek
kalmadan yönetmesi olacaktır. Bu durum muhafazakârların temsili demokrasilerden
çok mutlakiyetçi-otoriter yönetimlere yakın durmalarını sonuç vermektedir.

Muhafazakârlık-Din İlişkisi

Muhafazakârlık düşüncesinin temsil ve seçim iktidarı yerine iktidar için geleneksel
modelleri önermesi -bunun içinde ruhban sınıfının geleneksel otoritesi de bulunur-
ve aydınlanmanın sosyal hayatın inşasında dinin (Hıristiyanlığın) belirleyici olmaktan
çıkarılması taleplerine karşı bir duruş sergilediği ve üçüncü olarak da "kutsal"ın
toplum yapısındaki yeri ve değeri ile ilgili vurgusu, onu dini çevrelerle ortak
bir zemini paylaşmaya ve dolayısıyla da doğal bir ittifak alanı oluşturmaya götürmüş
gibidir.

Ancak bu durum, kanaatimce çok daha derin olan çelişkileri gizlemiştir. Örneğin,
muhafazakâr düşüncenin toplum hayatı için vazgeçilmez gördüğü kutsal, içeriğinden
bağımsızdır. Yani totemleri, puta tapıcılığı ve diğer ilkel dini motifleri ve inançları
da içinde barındırır ve ayrım yapmaz. Semavi dinlerin mücadele ettiği arkaik inançları
ve töreleri de onunla birlikte ve eşit düzeyde kutsal kabul eder. Esasen Liberal
düşüncenin kilisenin baskılarına ve müdahalelerine karşı bireyi koruma refleksiyle,
dini siyasetin dışında tutma eğilimine karşılık olarak muhafazakâr düşünce, dini,
kapitalizmin gelişiminin önünde bir engel olmaktan çıkarmakta ve hatta onu kapitalizmin
gelişimi için bir güce dönüştürmek istemektedir.

Dinlerin evrensel ve değişmez hakikatlerine karşılık muhafazakâr görüş, yerel
(geleneksel ve töresel) kabulleri, ortak aklın bir ürünü olarak makbul kabul eder.
Diğer yandan akıl karşısında tecrübeyi tercih etmesi gibi, sosyal adalet karşısında
da geleneksel kurumları tercih ederek, örneğin mevcut bir saltanatı, kast sistemini
veya kölelik uygulamasını meşrulaştırır.

Semavi dinlerin ortaya çıkış süreçleri incelendiğinde içinde doğdukları veya
geldikleri toplum yapısının yerleşik değerleri, törelerinin direnciyle karşılaştıklarını
ve statüko ile çatıştıklarını görürüz: Hz. İsa, hem Yahudilerin pek çok geleneğiyle
hem de Roma devletinin ve toplumunun yerleşik düzeniyle çatışmak durumunda kalmıştır.
İncil, Yahudi dini geleneğinin sözcüsü konumundaki Yahudi ruhbanlarını eleştirir:
"Geleneğiniz uğruna Tanrı'nın sözünü geçersiz kılmış oluyorsunuz, ey ikiyüzlüler!"
(Matta İncili, 15, 6)

Hz. Muhammed'in ise, bedevi Arap toplumunun, kız çocukların diri diri toprağa
gömülmesi geleneği de içinde olmak üzere pek çok geleneği ile çatıştığını ve onları
ortadan kaldırdığını daha yakından biliyoruz.

Burada iki hususun altını çizmek gerekir;

1- Bu mücadelede karşılarındaki güç o toplumun imtiyazlı muktedirlerinin (saray,
ruhban sınıfı, yerel idare, aristokrat sınıf) şahsında temsil edilen muhafazakâr
karakterli bir güçtür.

2- Semavi dinlerin geldikleri toplumun yerleşik düzeni ve gelenekleri (muhafazakârları)
ile mücadele ederken ortaya koydukları tavır evrimci (muhafazakâr) değil değişimci;
hatta devrimci (radikal) bir tavırdır.

Ali Bulaç'ın yakın dönemlerdeki bir köşe yazısında bu çelişkilere bir çözüm bulma
çabası dikkat çekiciydi:

"Siyasi anlamı" "kültürel yanı"na baskın olan muhafazakârlık, Hıristiyan dinî
değerleri temel alır, fakat adil paylaşımı, zayıfların korunmasını ve tüketimde
ahlaki limitleri temel alan İslamiyet ile muhafazakârlık ters anlam boyutlarına
sahiptirler.

"Göç sonucunda oluşmakta olan toplum -Türkiye dahil bütün İslam dünyası bir göç
toplumudur- "politik muhafazakâr" olmaktan çok, "politik reformcu"dur; çünkü gelir
bölüşümü, statülerin kazanılması, eğitim, sağlık; ifade, din ve vicdan özgürlüklerinin
kullanımı vb. alanların paylaşımında ve dağıtımında merkezdeki çekirdeğe karşı haksızlığa
uğradığını, eşit rekabet şartlarına sahip olmadığını düşünen büyük toplumsal kesimler
(merkez-kaç güçler veya çevre), köklü reformlar talep ediyorlar. Siyaseti anlamlı
kılan bu temel sorunlardır. O halde muhafazakâr siyaset ve bu zeminde benimsenmiş
siyasal kimlik, daha çok statükonun korunmasında ısrarcı partilere, mesela en çok
CHP'ye yaraşır. Merkez-kaç güçler adına siyaset yapma iddiasında olan bir parti,
yerine göre "sosyal politikalar", yerine göre "liberal politikalar" izlemek durumunda
kalabilir ve esasında zengin bir siyasi tarihi ve tecrübesi olan Müslüman toplumlarda
sosyal demokrasiyi ve liberalizmi birer dünya görüşü veya emredici ideolojik dogmalar
olmaktan çıkarmak mümkün olduğunda -ki aksi halde bizim için bir anlam ifade etmezler-
birer teknik ve yöntem olarak düşünmek ve yerine göre kullanmak mümkündür."

"Türkiye'nin toplumsal karakteristiği "muhafazakâr" değil, "mazbut"tur. Mazbutluğun
ahlaki değerler, gelenekler ve aile bağlılığıyla yakın ilgisi var. Ahlaki olarak
mazbut olan bir kişi, siyasette muhafazakâr olmayabilir."

Sonuçta,"İslam dünyasında, doğrudan geleneksel politik statükoyu takviye etmekle
yükümlü hale gelmiş bulunan merkez sağ ve merkez sol partiler dışında, hem "köklü
değişim"i savunan hem de bu değişimin "demokratik yöntemlerle olmasını isteyen kitlelerin
siyasi ideolojisi İslam(cılık) olarak şekilleniyor. Bu bir ikame aracı olarak tanımlanıp
kullanılan muhafazakârlıktan ayrı bir şeydir."10 diyen Bulaç'ın değerlendirmesini
fazla iyimser bulsam da (Irak'ta, Filistin'de Akif'in deyimiyle "gaza namiyle dindaş
öldüren biçare dindaşlar" gözlerimizin önündeyken…) bir temenni olarak yürekten
desteklenmeye değer açılımlar olarak önemli buluyorum.

Aynı konuya kafa yoran Yasin Aktay'ın düşünceleri de benzerdir: "İslamcılık ve
muhafazakârlık ilişkisi, düşünce dünyasını en çok meşgul eden konulardandır. Bu
meşguliyetin bir vechesi, sağcılık ve Müslümanlık arasında bir örtüşmenin olduğuna
dair derin yanılgılara sahip yorumlar, diğeri ise İslamcılığın, İslam'ın müdafaasını;
oryantalist argümanlara karşı olsun; dini, siyasi ve ekonomik pek çok açıdan her
türlü İslam'a yönelik indirgemeci, müstemleke zihniyetlere karşı yaparken; muhafazakâr
anlayışla karıştırılmasını beraberinde getiren yanlış bir çıkarımın da doğması ile
ilgilidir."

Türkiye Modernleştirme Mimarisinin Gelip Dayandığı Sınır Taşları

Modernleşmenin günümüz dünyasındaki anlamı devletin toplumu düzenlemek ve denetlemekten
vazgeçmesidir. Oysa modernleştirici devlet bu anlayış yerine, geçmişten getirdiği
gelenekle toplumsal, siyasal ve ekonomik mühendislik misyonundan kendini kurtaramamaktadır.
Özellikle Batı ve Batılı değerlerle ciddi özdeşim kurma (AB'ye katılım) ilişkilerinde
devletin/resmi ideolojisinin bu yönü, Batılılaşmak istekliliğinin önüne geçmektedir.
Bu durum "ideoloji"nin "ütopya"yı yok etmesidir. Türk modernleşmesi, resmi ideolojinin
bu ikircikli yapısı içerisinde toplumu düzenlemek ve kontrol etmek ideolojisiyle
Batılılaşmak ütopyası arasında (özellikle AB'ye katılım sürecinde) ciddi krizler
yaşamaktadır.

Türkiye modernleşmesinde en önemli siyasal kriz, modernleştirici devlet geleneğinin
dayandığı tek parti dönemi resmi ideolojinin çok partili bir düzen içerisinde de
sürdürülmeye çalışılmasıdır. Bu sistemde demokratik plüralizmin aksine ideolojik
bir monizmden, yani ideolojik iktidar tekelinden bahsedebiliriz. Türkiye örneğindeki
bu plüralizm, toplumsal örgütlenmeler ile bireylerin siyasal iktidarı değiştirmesi
veya kontrol etmesi değil, ideolojik iktidar tekelini kullanan siyasal aktörlerin
sayısal çokluğunu ifade etmektedir.

Modernleştirme sürecinde tek bir ideolojik hegemonya/tek parti içerisinde örgütlenen
siyasal rejim öngörüsü, modernleştirmenin dayattığı ideolojik olarak da farklılaşmış
siyasal parti yapılanmasına karşılık "çok partili tek parti rejimi" şekline dönüşerek
siyasal modernleşmeye direnmektedir.11

Başka bir ifadeyle Osmanlı'da başlayan devlet modernleşmesi, Cumhuriyetle birlikte
toplumun modernleştirilmesine geçerken Batılılaşma ve modernleşme süreçleri "güçlü
devletin mutlak egemenliği"ni sağlarken, bugün gelinen noktada, aynı süreç, bireyin,
sivil örgütlenmelerin ve cemaat yapılanmalarının güçlenmesi yönünde kendini aşan
(postmodern) bir eğilime evrilmektedir. Bu noktada eski yenilikçi aktörlerin konumu
tam olarak muhafazakârdır.

Modernleştirmenin ideolojisi olarak milliyetçilik, toplumsal inşanın zorunluluğunu,
tarihselliğini, kuruluş ve kurtuluş mitosunu yeniden tanımlayarak toplumu kuşatır.
Millet, devlet ve lider özdeşliği içerisinde modern bir cemaat kültüne; Cumhuriyet,
bir tarihsel cemaat narsisizmine; demokrasi de, "milli irade" otoriteryenizmine
doğru kayar.12

Muhafazakârlık bir sağ ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve
değerleri korumak şeklinde bir yanı da vardır. Bu açıdan bakıldığında herkes, solcular
dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim
Sovyetler Birliği'ndeki solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi
muhafazakârlaşmakla suçladılar.13

Nitekim AB'ye katılım sürecine önce ayak sürüyen sonra da direnç gösteren etkili
güçlerin başında Türkiye modernleşmesinin kurucu partisi CHP ve ordu gelmektedir.
Bu süreçte "devlet geleneği"nin değişim karşıtı, korunmacı ve muhafazakâr olduğunu
söyleyebiliriz. Demokratikleşme, insan hakları, AB süreci gibi konulardaki iyileştirmelere
karşı direnen tutumu ve tutucu tavrıyla enternasyonal solun ihracı ile yüz yüze
gelen CHP, marjinal siyasi oluşumlar dışta bırakılmak şartıyla bugün için Türkiye'nin
en muhafazakâr partisidir kanaatimce. Gazeteci Mehmet Barlas: Eğer olaya geniş açıdan
bakarsanız ana muhalefet partisi CHP de, kendine özgü bir "Neo-Con" parti değil
midir?

Dünya sosyal demokrasisinin yaşadığı bunca deneyden ve Türkiye'nin 100 yıllık
politik ve ekonomik serüveninden sonra, her konuda hala kökten devletçi söylemlere
takılı bir siyaset anlayışını sürdürüyorsanız, bu "Yeni Sol" kisvesi altında "Yeni
Muhafazakârlık"tan başka ne olabilir?"

…Oysa evrensel uygarlık ve özellikle içinde yer almayı amaçladığımız Avrupa Birliği,
dünyada ve Avrupa'da pek bol ve rağbette olan yeni muhafazakârlığı aşıp, farklı
bir dünya görüşü yaratmayı hedefliyor. Bu yeni dünya görüşü, ulusal egemenlik kavramına,
hukukun üstünlüğü kavramının altında yer veriyor. Bu görüşte birey, devletin altında
değil. Bu yeni dünya görüşünde, devletlerin içinde de, devletler arası ilişkilerde
de, ırk, din, mezhep, siyasal görüş, insanları bölüp kavga ettiren değil, birleştirip
sinerjiler yaratan öğeler gibi algılanmakta.14

Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Ayşe Kadıoğlu da Derya Sazak'la yaptığı
röportajda yükselen milliyetçi dalgayı değerlendirirken benzer ifadeler kullanıyordu:

"Sol, hiç bu kadar devletçi-statükocu olmamıştı. Soldaki partiler orta alt sınıflardan,
yoksullardan uzaklaştılar. Kızılelma koalisyonu neden oluştu?

…Çünkü, laik kesim tutkalını yitirdi. Türkiye'deki solun geleneğinde devleti
kutsamak var. Ancak dışarıda buna sol denmez. O yüzden Türkiye'de CHP ve o gelenekten
gelen partiler sosyal demokrat olamadılar. AB sürecinde devletin gücü törpülendiği
için eskiden sol olan kimi akımlar milleti kutsamaya başladılar.

…Şimdi AB süreciyle devletin kutsallığı biraz törpüleniyor ya, laik kesim şimdi
millette arıyor bu kutsallığı. İşte bu aleni faşizanlıktır. CHP'den medet uman fakat
aradığını bulamayan kesimlerin, milliyetçi dalgayı yükselterek MHP'yi güçlendirmeye
çalıştığını düşünüyorum. Bundan sonra siyasetin ekseni, bir yanda AB'ci, küreselleşmenin
sosyal adalet üzerindeki etkilerini eleştiren ancak demokratikleştirici etkisini
kabullenmiş kesimlerle, -ki 17 Aralık'a kadar AKP bunu temsil etti- İstiklal Savaşı
seferberliği, anti-emperyalizm üzerinden siyaset yapan daha milliyetçi taraflardan
oluşacak.

Türkiye'de yükselen bu milliyetçi dalga, karşısına liberal demokrat aydın kesimleri
aldı. Onları 'memleketi satmakla suçluyorlar. Oysa bu insanlar AB'yi bir 'Garbzede'
Batı çılgınlığına düştükleri için seçmediler, 'antimiliter' oldukları için destekliyorlar."

AB sürecini destekleyen aydınlarla, güvenlik politikalarını öne çıkaran güçler
arasında milliyetçilik refleksine dayalı bir bölünmeden söz edilir. Güvenlik politikaları
derken ne kastedilir? İtibarımız, gelirimiz, okumuş oranımız artar, ölüm oranımız
düşer, sağlık kalitemiz yükselirse güvenliğimizden birileri niye kaygı duyar? Açıktır
ki tüm bu gelişmeler karşısında kendi konumlarını ve ayrıcalıklarını riske atmak
istemeyen iktidar sahipleri halka bunu ancak onların güvenliğinden söz ederek ve
devlet sırrı çarşafına sararak "işi idare etme" yoluna gitmektedir.

Diğer yandan AKP hükümeti gerçekleştirdiği bir dizi reform niteliğindeki değişiklikle
ve AB'ye katılım sürecindeki samimi ve aktif çabalarıyla değişimci uçta konumlanırken
kendisini "muhafazakâr demokrat" olarak isimlendirmeyi tercih etmektedir. Osman
Gençer'in benzetmesiyle bu, "Tekneyi iskeleye bağlayıp yelken açmak acayipliği"nin
nedeni belki de muhafazakâr kavramına yüklenen yanlış anlam yükünün halk nezdindeki
yaygınlığının oluşturduğu popülist çekiciliktir. Bir başka ifadeyle, bir galatı
meşhura dönüşmüş olan yanlış anlamlandırmanın AKP nezdinde de meşrulaşması ve meşruiyet
paylaşımı oluşturmasıdır. Bu yanlış anlamlandırmanın katmerli hali ise "mutaassıp"
kavramının "dindar" niyetine, dindarlar tarafından da kabul edilip kullanılması
olsa gerek.

Öz

Türkiye, muhafazakârlık kavramının yerli yerine oturmadığı, bir başka ifadeyle
bu kavramın en yanlış tanındığı ve yanlış kullanıldığı ülkelerden biridir. Bu çalışmada
muhafazakârlık çeşitli yönleriyle değerlendirilmektedir. İlk önce muhafazakârlığın
psikolojik arka planını araştıran bir araştırmanın sonuçları sunulmakta, sonrasında
Türkiye'deki sosyolojik arka plan yine bir başka araştırmayla gözler önüne serilmektedir.
Devamında da muhafazakârlığın tarihsel ve entelektüel arka planı da irdelenerek
muhafazakârlık din ilişkisi incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Muhafazakârlık, muhafaza, devrim, değişim, din, modernleşme

Abstract

Turkey is one of the countries in which the concept of conservatism is used in
a shaky ground, i.e., conservatism is known and used most inaccurately. In this
work, conservatism is examined from various perspectives. First, a survey searching
the psychological background of the conservatism will be presented. Then, the sociological
background in Turkey will be declared with another survey. To continue with, the
historical and intellectual background of conservatism will be considered with an
analysis of the relation between conservatism and religion.

Key Words: Conservatism, conservation, revolution, change, religion, modernisation

Dipnotlar

1. Tevfik Dalgıç, Siyasal Muhafazakârlık Üzerine Bilimsel Bir Çalışma,
University of Texas-Dallas, Amerika Mektubu, 19.01.2004, abhaber.com

2. Hakan Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü, Aile, Ekonomi, Din, Batı-Araştırma tam metin, BİA Haber Merkezi, 27/09/2006)

3. Nisbet, The Sociological Tradition, s. 11

4. Minogue, Kenneth, Siyaset ve Despotizm, Liberte, s. 94-95

5. Nisbet, The Sociological Tradition, s. 11

6. Vikipedi, özgür ansiklopedi, Muhafazakârlık maddesi

7. Marshall, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü,Bilim ve Sanat Yayınevi, s. 456

8. Toku, Neşet, John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte, s. 37

9. İmmanuel Wallerstein, Muhafazakâr Partilerin İkilemi, http://www.binghamton.edu/fbc/08-tr.htm

10. Ali Bulaç, Muhafazakâr dindarlık!, Zaman, 28/10/2006

11. Halis Çetin, "Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi", Doğu-Batı,
2003-04, s. 35-36

12. Tanıl Bora, "Cumhuriyet, Demokrasi ve Muhafazakâr Türk Cumhuriyetçiliği,
Birikim, İstanbul, Kasım 1998-115, s. 24.

13. Vikipedi, özgür ansiklopedi, Muhafazakârlık maddesi

14. Mehmet Barlas, Bizim "Neo-Con"larımız daha fazla değil mi?, Sabah, 01.03.2005