The Civilization of Love and Tolerance

Sevgi sözcüğü, Arapçadaki “muhabbet” sözcüğünün Türkçemizde
yaygın olan karşılığıdır. Bununla birlikte her ikisi de dilimizde
kullanılmaktadır. “Şefkat” kelimesi de Allah’ın, “Rauf-Rahim” isimlerinden
mahlûkata verdiği ve karşılıksız sevgiyi ifade eden çok güçlü bir kelimedir.
“Aşk” da sevgiyi ifade eder. Fakat şefkat kadar etkileyici ve büyüleyici
değildir. Çünkü şefkat çok daha kapsamlı ve daha geniş anlamlıdır. Bir insan,
sevdiği evladı dolayısıyla bütün yavrulara karşı bir şefkat hisseder. Oysa fani
bir sevgiliye âşık olan bir insan her şeyi sevgilisine feda edebilir.1
Denilebilir ki, yukarıda zikrettiğimiz kelimeleri kullanmayan ve sevmeyen hiçbir
insan yoktur. Çünkü “sevmek” yaratıcı tarafından insanın fıtratına
yerleştirilmiş ve yüceltilmiş bir duygudur. Ömür boyu başkalarına düşmanca
tavırlar sergilemekten geri kalmayanlar bile sevgi sözcüğünü ağızlarından
düşürmedikleri gibi kendi çocuklarını, yakınlarını ve kendilerini sevenleri
seviyorlar. Sevginin zıttı kin, düşmanlık ve adavettir. Bu kötü ve zarar verici
hasletleri davranışlarıyla gösterenler bile hiçbir zaman kin ve düşmanlık gibi
sıfatlara sahip çıkmıyorlar. Bu durum gösteriyor ki, sevgi ve muhabbet
sözcükleri bizatihi güzeldirler.

Sevgi ve muhabbet kelimeleri adeta mucizevî bir güce
sahiptirler. Çünkü bu iki sözcük, yaşamın devam ettirilmesinde birinci derecede
etkili olan ve çoğu zaman insanı ölümün kıyısından kurtaran birer sihirli
sözcüktürler. Strese maruz kalmış ve içine düştüğü bunalımın dehşetinden
hayatına son vermek üzere olan bir insanın ilk aklına gelen şey, en çok sevdiği
çocukları, eşi veya anne ve babasıdır. Çoğu kez bu sevgi insanı bunalımlardan
kurtarmaktadır. Çünkü son anda, çocuğuna gösterdiği şefkat aklına gelir ve onu
üzmemek için hayatına son vermekten vazgeçer.

“Hoşgörü” ya da “müsamaha” kelimeleri ise, sevgi ve muhabbet
kelimelerinin sonuçlarıdır. Çünkü sevginin değerini bilen sever. Seven mutlaka
başkalarına karşı tahammüllü ve hoşgörülü olur. Hoşgörü, Hz. Peygamber’in
(s.a.v) eliyle insanlığa sunulan kutlu uygarlığın temellerinden birisidir.
Hoşgörüyü esas almayan bir uygarlık, yeryüzünde ne kadar gelişme gösterirse
göstersin, başkalarını düşünme (diğergamlık) ilkesinden yoksun olduğu için,
ötekileştirdiği insanlara tuzak olmaktan öteye geçemez. Yüzyıla yakın bir
zamandır insanlığa kan kusturan ve kusturmaya devam eden Batı uygarlığı bunun en
güzel örneğidir.

Sevgi ve Hoşgörünün Kaynağı

Sevginin kaynağı imandır. Hoşgörünün kaynağı da sevgidir. Bir
insanın kendisi gibi insanlara verebileceği en büyük fedakârlık sevgiden
kaynaklanan hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü sevgi ve muhabbet temeline dayanır. Sevgi
kâinatın yaratılış amaçlarından biri olduğu gibi kâinatın nuru ve hayatıdır.
Zira bu varlık âleminde en önemli mesele hayattır. Hayat adeta kâinatın güneşi
gibidir. Ancak hayata hayat veren sevgidir. Hatta denilebilir ki, kâinatın
kütlelerini birbirine bağlayan en büyük bağ sevgi bağıdır. Kâinat büyük bir ağaç
olarak tasavvur edilirse insan onun meyvesi olur. İnsan kâinatın meyvesi
olduğuna göre, meyvenin çekirdeği hükmünde olan insanın kalbine kâinatı
kuşatacak sınırsız bir sevgi yerleştirilmiştir.2 Fakat insan bu
sınırsız sevgiyi kime yönlendirecektir? Acaba her şey veya her nesne insanın bu
sınırsız sevgisine layık mıdır? İşte asıl cevaplandırılması gereken sorular
bunlardır.

Bediüzzaman, “Nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, ancak
nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir”3 diyerek, insanın engin
sevgisine ancak bütün kemal sıfatlarının sahibi olan Allah’ın (c.c) layık
olabileceğine vurgu yapıyor. Ona göre sınırsız muhabbet, sınırsız kemal ve cemal
sıfatlarına sahip olan birisine, yani Allah’a mahsustur. İnsan bütün gücüyle
sevginin asıl sahibini sevdikten sonra, ızdırapsız ve kedersiz bir şekilde diğer
mahlûkatı ve eşyayı da onun namına sevebilir. “Yoksa muhabbet leziz bir nimet
iken elim bir nikmet (musibet) olur.”4 Sevmek ruhsal bir hoşnutluk
ifade ederken hüzün ve elem verici bir aşka dönüşür. Gerçekten de iman etmiş bir
gönül, önce Allah’ı sever, diğer mahlûkatı da Allah adına sever. Yunus’un
deyişiyle “yaratılanı sever, yaratandan ötürü.”

Kur’an-ı Kerim, imandan ve sevgiden yoksun olan kalpleri taşa
benzetir. Hatta taşı bile böylesi kalplerden üstün tutarak şöyle buyurur: “Ne
var ki, bütün bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Bu inanmayan
kalpleriniz katılıkta taş gibi, hatta daha da sertleşti. Çünkü taşlar arasında
kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp da içinden su çıkan vardır. Allah
korkusundan parçalanıp yuvarlananlar vardır.”5 Bu ayet açıkça
gösteriyor ki, imandan ve sevgiden yoksun olan bir gönül taştan bile daha sert
ve acımasızdır. Bu yüzden imandan ve sevgiden kaynaklanan ve güzel ahlak ile
beslenen hoşgörü İslam uygarlığının temelini oluşturur. Üstelik başka insanları
sevmek ve onlara karşı hoşgörülü olmak o kadar da zor değildir. Çünkü iyi
işlerle kötü işler aynı ellerle yapılmaktadır. Yine güzel sözlerle fena sözler
aynı ağızdan çıkıyor. Güzel davranışlarla çirkin davranışlar aynı organlar
tarafından yapılıyor. Durum böyle olunca, Allah’ın aynası durumundaki kalbe
imanı yerleştirmek var iken inkâra gidilmesi, iyi sözleri söylemek var iken kötü
sözlerin sarf edilmesi, güzel şeyleri yapmak var iken çirkin işlerin yapılması
akıl ve mantıkla bağdaşır bir şey değildir. O halde insanları sevmek ve onlara
karşı hoşgörülü olmak aklın gereğidir.

Denilebilir ki, hoşgörü, İslam’ın insanlığa sunduğu büyük bir
armağandır. Çünkü hoşgörü sevgidir, güzelliktir, doğruluktur ve doğruya
yönelmektir; daima iki şeyden en iyisini ve en güzelini tercih etmektir. Hoşgörü
affetmek, bağışlamak ve karşısındaki insana değer vermektir. Hoşgörü bilgi,
kültür ve dini tebliğin de aslıdır. Hoşgörü, bir mü’minin en büyük sermayesi
olan güzel ahlakın özeti durumundadır.

Sevgisizlik ve Hoşgörüsüzlük

Hoşgörünün zıttı taassup, bağnazlık ve sevgisizliktir. Sevginin
ve hoşgörünün kaynağı iman ve fazilet iken, taassubun kaynağı cehalettir. O
halde altı çizilmesi gereken husus şudur: Cehalet İslam’dan ne kadar uzak ise
taassup da o ölçüde uzaktır. Başka bir deyimle; güzellik, sabır, güzel sözler ve
davranışlar, başkalarının kahrını çekebilme yiğitliği, nezaket, kibarlık ve
bağışlayıcı olmak imandan, bilgiden ve faziletten kaynaklanır. Diğer taraftan
tahammülsüzlük, başkalarının düşüncelerine saygılı olmamak, haset, kin,
hırçınlık, bağnazlık, saldırganlık ve zulüm cehaletten kaynaklanan kötü
hasletlerdir. Kuşkusuz cahilî sistemlerin temel özelliklerinden olan bu
hasletlerden hiç birisi bir Müslüman’ın sıfatı olamaz ve olmamalıdır.
Mü’minlerin bu güzel ahlakına işaret olarak Kur’an-ı Kerim şöyle der:“ Tağuta
(Şeytana, putlara ve müstebit krallara) kulluk etmekten kaçınıp Allah’a
yönelenlere müjde vardır. Ey Muhammed! Dinleyip de en güzel söze uyan kullarımı
müjdele. İşte Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimseler onlardır ve onlar akıl
sahipleridir.”6 Bu ayette iki önemli nokta vardır: Birincisi; gerçek
mü’minler her şeyin peşine düşmezler; bununla beraber herkesin sözünü ciddi bir
şekilde dinler, ölçer, tartar ve doğru olduğuna inandıkları sözü kabul eder ve
ona tabi olurlar. Ayrıca mü’minler dinledikleri sözlere yanlış mana vermeye
çalışmazlar. Aksine onlar her sözün doğru ve güzel tarafını kabul eder ve ondan
istifade ederler. İşte burada mü’minlerin, imandan sonra ruhen gıdalandığı temel
kaynak sevgi, güzellik ve fedakârlıktır.

İkincisi; Kur’an’da geçen “Tağut” kelimesi, “haddi aşan”
anlamına gelse de, daha çok Allah’a karşı isyan edip kendisini, hizmetkârları
üzerinde sahip ve hükümran gören ve onları kendisine hizmetkâr olmaya zorlayan
kimse için kullanılmaktadır. Şeytan, dini veya siyasi müstebit liderler veya
krallar birer tağut kabul edilmiştir. Tağutun amacı, kendisine tabi olanları
aydınlıklardan alıp karanlıklara götürmektir.7 Kuşkusuz insanı bir
sürü günaha sevk eden şeytan ve insanı ihtiras ve arzularının esiri haline
getiren insan nefsi bu tağutların başında gelir. Yerine göre insanın karısı,
çocukları, hısım ve akrabaları, makam ve parası da insan için birer tağut
hükmüne geçebilirler. Tağutların ve tağuta tabi olanların beslendikleri temel
kaynak ise sevgisizlik ve menfaattir.

Burada bir şey daha belirtmek gerekir: Zaman zaman dine bağlılık
ve taassup birbirine karıştırılıyor. Oysa bu iki kavramı birbirinden ayırmak
gerekir. Her şeyden önce dinden ve dini hayattan haberdar olan ve iyi niyetli
olan bilir ki, dine bağlı yaşama biçimi, sadece Allah’ın tesirinde kalmayı kabul
etmek ve özgürce yaşamak istemenin bir ifadesidir. Bu itibarla denilebilir ki,
Allah’a kulluk yapmak özgürlüğe atılan ilk adımdır. Allah’a kulluk yapmayı
reddedenler ise, özgürlüklerini ipotek altına koyarak başta nefis ve şeytan
olmak üzere birçok nesneye bağlı kalmak zorundadırlar. Her insan mutlaka bir
şeye inanır. Hatta insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel faktörlerden
birisi, din ve dinin tezahürleri olan ibadetlerdir. Buna göre insanın dinine
bağlılık göstermesi bir ayıp, bir kusur, bir bağnazlık ya da bir eksiklik gibi
gösterilemez. Kaldı ki, tefrika, düşmanlık, kin ve bağnazlık dine bağlılıktan
değil cehaletten kaynaklanmaktadır. Dini yanlış anlamak ya da dini bir takım
hurafelere sarıp aslından uzaklaştırmak insanı taassup ve cehalete götürür.

Farklı Din Mensuplarına Gösterilen Hoşgörü

Halk arasında bir insanı kötülemek ve ayıplamak istedikleri
zaman “mutaassıptır” derler. Fakat birisinden övgüyle söz etmek istediklerinde
“müsamahalıdır” ya da “hoşgörülüdür” derler. Halkın hoşgörü ve taassuba
atfettikleri değer budur. Biz burada konunun daha çok din ile olan ilişkisi
üzerinde durmak istiyoruz. Mü’minler iki türlü hoşgörülü olmak zorundadırlar.
Birincisi; yabancı din mensuplarına karşı gösterecekleri hoşgörüdür. Diğeri de
Müslümanların birbirilerine gösterecekleri hoşgörüdür. Farklı dinlere mensup
olan insanları sevgiyle ve hoşgörü ile karşılamak İslam’ın evrensel bir din olma
özelliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer İslamiyet baştan beri geniş bir hoşgörü
esasına dayanmasaydı, dünyayı istila etmiş olan mutaassıp Hıristiyanlara,
kendilerinden başkasını insan yerine koymayan Yahudilere ve bağnaz putperestlere
rağmen bu kadar geniş kitlelere ulaşabilir miydi?

İslam’ı hoşgörüden ayırmak, başka bir ifade ile başka din
mensuplarına karşı sert ve acımasız olmak, İslam’ın evrensel bir din olma
özelliğine aykırıdır. Zira hoşgörüden yoksun olan bir din cihanşümul değil, olsa
olsa bir kabile dini olabilir. Farklı dinlere mensup olanlara gösterilen hoşgörü
çerçevesinde şunları söyleyebiliriz:

1) Her şeyden önce Kur’an-ı Kerim, insanların farklı din ve
inanışlara bağlı oluşlarını tabii hayatın temel bir dayanağı olarak kabul eder.
Kur’an-ı Kerim şöyle der: “Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları hak dinde
ittifak eden bir tek ümmet yapardı. Fakat Allah bunu istemediğinden ittifak
etmemişler, böylece ihtilaf etmeye devam edeceklerdir. Ancak Rabbinin lütfederek
hakta birleşmeyi nasip ettiği kimseler müstesnadır. Esasen Allah insanları bunun
için yaratmıştır.”8 Bu ayet, bütün insanların bir tek dine mensup
olmalarının Allah tarafından istenen bir şey olmadığını ifade ediyor. Allah
insanların doğru yola gelmelerini istiyor, fakat Allah’ın iradesi insanların
seçim özgürlüğünden yanadır. Allah insanların özgür seçimlerine müdahale ederek
Cehennemin yolunu tümüyle kapatacak olursa imtihan sırrı tamamen kaybolmuş olur.

2) İslam’ın akide sisteminde zorlama yoktur. “Dinde zorlama
yoktur”9 ve “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi
elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mü’min olsunlar diye
insanları zorlayacaksın?”10 ayetleri bunu apaçık bir şekilde dile
getiriyor. Demek ki, sonucuna katlanmayı göze alarak isteyen kendi hür
iradesiyle iman eder, isteyen de yine kendi hür iradesiyle küfürde kalır. Diğer
taraftan, Kur’an’ın 13. ayetinde, peygamberlerin asıl görevinin sadece tebliğ
etmek olduğunun vurgulanması, tebliğ etmek ve insanları doğru yola getirmeye
muvaffak olmanın hassas bir dengede tutulduğunun açık bir ifadesidir.

3) İslam’da bütün mabetler kutsal kabul edilmiştir. Bu yüzden
Müslümanların mabetlere gösterdikleri saygı dillere destan olmuştur. Allah şöyle
buyuruyor: “Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğer bir kısmı ile
savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çokça
zikredildiği mescitler yıkılıp giderdi.”11 Allah bu dünyada bir tek
millete veya topluluğa mutlak iktidar nasip etmiyor. Eğer bir tek topluluğa veya
millete daimi bir iktidar verilmiş olsaydı, sadece kaleler, saraylar ve ticaret
merkezleri yerle bir olmaz; aynı zamanda ibadet yerlerinin kutsallığı da
zedelenirdi. Başka bir ayette ifade edildiği gibi “yeryüzü fesada uğrardı.”12

4) Resulullah (s.a.v) Medine’de yaşayan Yahudilere ve çevrede
yaşayan Hıristiyanlara karşı son derece hoşgörülü idi. Ancak bu geniş hoşgörüyü
su-i istimal etmek isteyenler de olmuştur. Nitekim Hayber’in fethinde Zeynep
adındaki bir Yahudi kadınının, bir koyunu zehirleyip Resulullah ve arkadaşlarını
öldürmek maksadıyla yemeğe davet etmesi bunun açık bir örneğidir.13
Ama ne bu olay ne de suikasta yönelik başka olaylar Resulullah (s.a.v) ve
arkadaşlarını farklı dine mensup olanlara karşı hoşgörü prensibinden ayıramadı.
Dersini Resulullah’tan alan Abdullah b. Ömer’in (r.a) Yahudi bir komşusu vardı.
Abdullah b. Ömer ona her zaman iyilikte bulunur, ona hediyeler gönderir ve onun
gönderdiği hediyeleri alırdı.14

5) Bir dafasında Yemen’den gelen Necran Hıristiyanlarından bir
heyet Medine’de Resulullah’ı (s.a.v) ziyaret ettiler. Resulullah (s.a.v)
misafirlerini mescitte ağırlamıştı. Hatta Beyhakî’nin ifadesine göre
Hıristiyanlar Mescid-i Nebevide doğuya yönelerek kendi dinlerine göre ibadet
etmişlerdi.15 Kuşkusuz bu hadise, Resulullah’ın döneminde yabancı din
mensuplarına gösterilen bir hoşgörü örneğidir. Resulullah’tan sonra da bu
gelenek devam ettirilmiştir. İspanya’yı fetheden Müslümanlar hiçbir din
mensubuna ya da ibadet yerlerine karışmamışlardır. Fatih Sultan Mehmet
İstanbul’u fethettiğinde Hıristiyanların ibadet ve mabetlerine karışmamıştır.

Müslümanların Birbirilerine Gösterecekleri Hoşgörü

Allah Kur’an-ı Kerim’de bütün mü’minlerin kardeş olduğunu ifade
ediyor.16 Bu yüzden kardeşin kardeşe karşı hoşgörülü olması ve onu
sevmesi Allah’ın emridir. “Kötülüğü en güzel olan şeyle uzaklaştır. Bir de
bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sıcacık bir dost
oluvermiştir”17 ayeti, başkasının kahrını çekmenin ve kötülüklere
karşı iyilikle mukabelede bulunmanın büyük bir fazilet ve dostluk örneği
olduğunu ifade ediyor. Mü’min alçak gönüllüdür. Kendisini alaya alan birisine
karşı bile hoşgörülü davranır. Allah şöyle buyuruyor: “Rahmanın kulları
yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf
attıkları zaman, ‘selam’ der geçerler.”18 “Sen af yolunu tut, iyiliği
emret ve cahillerden yüz çevir”19 ayeti de hoşgörüyü emreden bir
ayettir. Çünkü affetmek, hep iyilikleri emretmek ve cahillere aldırış etmemek
hoşgörülü olmanın ta kendisidir.

İslam dini kardeş olmayı ve diğergamlığı emreder. Rasulüllah
(s.a.v) meşhur bir hadiste “Sizden birisi, kendi nefsi için istediğini mü’min
kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz” buyurarak İslam’ın başkasını
düşünme dini olduğunu, başkasını düşünmeyenlerin gerçek mü’min olamayacaklarını
açıkça ifade ediyor. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.v) “insanların en
hayırlısı onlara en çok faydalı olandır”20 buyuruyor. İnsanlara
faydalı olmak ancak adaleti ve iyiliği dağıtmakla mümkündür. Çünkü Allah
adaleti, iyiliği ve akrabalara yardım etmeyi emrediyor. Çirkin işleri, fuhşu,
fenalık ve azgınlığı da yasaklıyor.21 Allah bu ayette dünyada esenlik
ve nizamı sağlayan üç temel kuralın yerine getirilmesini emrederken, sosyal
bünyeyi bozan ve anarşiye sebep olan üç çirkin davranışı da (fuhuş, fenalık ve
zulüm) yasaklıyor. Dinine bağlı olan bir kimse adil davranır; haksızlık yapmaz,
fuhuş ve zinadan da uzak durur. Böylece topluma faydalı bir kişi olarak
öncelikle Müslüman kardeşini sever, onun kötülüklerine karşı bile iyilikle
mukabelede bulunur.

Ancak her özgürlük gibi hoşgörünün de bir sınırı ve bir
çerçevesi vardır. Başkalarından hoşgörü bekleyenlerin bu çerçeveye saygılı
olmaları gerekir. Bu sınırı çizen Allah’tır. Şöyle buyuruyor: “Allah ve Resulü
bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min
kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah ve
Resulüne karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir şekilde sapmıştır.”22 Bu
ayet adeta hoşgörünün sınırını çiziyor. Hz. Ebubekir (r.a), halife seçilir
seçilmez ilk iş olarak Resulullah’ın emriyle Bizans’a karşı hazırlanan Usame
ordusuna hareket emri vermek olmuştu. Ancak birçok Sahabi, tehdidin ortadan
kalktığını, dolayısıyla orduyu göndermenin hem meşakkatli hem gereksiz olduğunu
söylemeye başladılar. Fakat Hz. Ebubekir (r.a): “Vallahi kaplanların Medine’ye
saldırıp beni parçalayacaklarını bilsem yine de bu orduyu göndereceğim. Çünkü bu
Resulullah’ın (s.a.v) emridir”23 diyerek orduyu göndermiştir. Hz.
Ebubekir’in bu tavrı, Allah ve Resulü’nün kesin emirleri olduğu takdirde
yapılacak bir şeyin olmadığını açıkça ifade ediyor.

Bizler çocuklarımızdan ve sorumlu olduğumuz aile fertlerinden
dinin emir ve yasaklarına uygun hareket etmelerini bekleyebiliriz. Bu bizim
hakkımızdır. Söz gelimi, namaz kılmayan, ya da içki içen bir yakınımızı veya
dostumuzu usulüne uygun bir üslupla uyarmak hoşgörüye aykırı değildir. Eğer bunu
hoşgörüye aykırı bir davranış olarak kabul edersek hoşgörünün içini boşaltmış
oluruz.

Sonuç

İnsan önce yaratanını tanımalı ve onu sevmelidir. Kalbine
yerleştirilmiş bulunan dağ gibi sevgi cevherini öncelikle Allah’a
yönlendirmelidir. Ancak bundan sonra kâinatı ve mahlûkları Allah namına sevmeye
hakkı vardır.

Bediüzzaman’a göre “sevgi ve korku” gibi insanın dünya ve ahiret
hayatını etkileyen iki önemli merkez Allah tarafından insanın bünyesine
yerleştirilmiştir. Kuşkusuz bu duyguların amaçları vardır. İnsan ya yaratıcıyı
sever ya da mahlûkatı. Aynı şekilde ya yaratıcıdan, ya da kendisi gibi aciz
mahlûklardan korkar. Oysa aciz mahlûklardan korkmak insanın başına dert açacak
en büyük beladır. Tüm sevgisini mahlûkata yönlendirmek de böyledir. Çünkü
insanın korktuğu yaratıklar insana merhamet edecek kadar aciz ve insanın başına
gelecek musibetleri defedemeyecek kadar çaresiz varlıklardır. İnsanın sevdiği
şeyler de ya insanı tanımaz ve “Allahaısmarladık” demeden gider, ya da insanı
aşağılamaya çalışır. Gerçekten insanın bel bağladığı gençliği ve çok güvendiği
malı insanı bir anda bırakıp gidiyor. Âşıkların yüzde doksan dokuzunun
maşuklarından şikâyetçi olması, maşuklar tarafından aşağılanmak korkusunun ne
ölçüde yüksek derecede olduğunun açık bir ifadesidir. O halde insan öyle
birisinden korkmalıdır ki, bu korku güçlü bir sevgiye dönüşebilmelidir. Öyle
birisini sevmelidir ki, insanın sesini duyacak ve isteklerine cevap verecek
güçte olsun.24

Bediüzzaman Allah’tan korkmanın insana huzursuzluk yerine
mutluluk ve huzur verdiğini ifade ederek özetle şöyle der: “Allah’tan korkmak
onun rahmetine iltica etmek demektir. Korku bir kamçıya benzer ve insanı
rahmet-i ilahiyenin kucağına atar. Tıpkı bir annenin yavrusunu korkutarak
kucağına geri dönmesine sebep olması gibi. Aslında o korku yavru açısından son
derece lezzetlidir. Bütün annelerin şefkatleri Allah’ın merhametinden çıkan bir
ışık olduğu için Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır.”25

Böyle bir iman ve sevgi gücüyle donatılmış olan insan yaratılanı
sever yaratandan ötürü. Aynı zamanda sevgiyi ve hoşgörüyü hayatın bir parçası
olarak kabul ettiği için endişesiz, kaygısız ve az problemli bir hayat sürdürür.
Dünyanın birçok bölgesini etkileyen ve etkileri günümüz Batı uygarlığı üzerinde
açıkça görülen İslam uygarlığı hoşgörü esasına dayanır. Hz. Muhammed (s.a.v)
merhametli, affedici ve hoşgörülü olduğu için; sert, kaba ve katı yürekli
olmadığı için dünyanın önemli bir kısmını ve mutaassıp kavimleri hidayete
kavuşturabilmiştir. Allah elçisine hitaben şöyle buyuruyor: “Allah’ın rahmeti
sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın
onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için
Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda da onlarla müşavere et.”26

Diğer taraftan Hz. Peygamber Hıristiyanların korunması için bir
ferman yayınlamıştı. Fermanın özünde dört madde vardı: a) Hiçbir kiliseye
müdahale edilmeyecektir. b) Din adamlarının ibadetlerine karışılmayacaktır. c)
Hiçbir Hıristiyan zorla İslam’a sokulmayacaktır. d) Hıristiyanlarla komşuluk
ilişkileri eskiden olduğu gibi aynen devam edecektir.27 Hz.
Peygamber’in bu anlayışı, Müslümanların muhtelif kıtalarda kurdukları medeniyete
ışık tutmuş ve her safhada hoşgörü esas alınmıştır.

Öz

“Sevmek” yaratıcı tarafından insanın fıtratına yerleştirilmiş ve
yüceltilmiş bir duygudur. Ömür boyu başkalarına düşmanca tavırlar sergilemekten
geri kalmayanlar bile sevgiye sahip çıkmaktadırlar. Sevginin zıttı kin,
düşmanlık ve adavettir. Bu kötü ve zarar verici hasletleri davranışlarıyla
gösterenler bile hiçbir zaman kin ve düşmanlık gibi sıfatlara sahip
çıkmamaktadırlar. Bu durum gösteriyor ki, sevgi ve muhabbet sözcükleri bizatihi
güzeldirler. Sevgi ve muhabbet kelimeleri adeta mucizevî bir güce sahiptirler.
Çünkü bu iki sözcük, yaşamın devam ettirilmesinde birinci derecede etkili olan
ve çoğu zaman insanı ölümün kıyısından kurtaran birer sihirli sözcüktürler.
“Hoşgörü” ya da “müsamaha” kelimeleri ise, sevgi ve muhabbet kelimelerinin
sonuçlarıdır. Çünkü sevginin değerini bilen sever. Seven mutlaka hoşgörülü olur.
Hoşgörü, Hz. Peygamber’in (s.a.v) eliyle insanlığa sunulan kutlu uygarlığın
temellerinden birisidir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, muhabbet, hoşgörü, insan, kin,
adavet

Abstract

"To love" is a sublimate feeling given to the man by the
Creator. Even those who treats others as enemies during their whole life claim
to own the feeling of love. The opposites of love seem to be hate, enmity and
hostility. Those treating others hateful and hostile do not accept this
attributes of hate and hostility as their feature. This shows us clearly that
the words of love and affection are by themselves good words. They do possess
nearly a miraculous power. Since these two words are magic words that are very
efficient in the continuation of life and they mostly save people from the death
in the last minute. "Tolerance" and "indulgence" are the consequent words of
love and affection. Hence, those who know the value of love will love. Loving
persons will be tolerant. Tolerance is one of the basics of the auspicious
civilization presented by the Prophet (pbuh) to the humanity.

Keywords: Love, affection, tolerance, human being, grudge,
enmity

Dipnotlar:

1. Said Nursi, Mektubat, s. 34.

2. Said Nursi, Sözler, 574..

3. Sözler, s. 574.

4. Sözler. A.y.

5. Bakara, 2/74.

6. Zümer, 39/18.

7. Bakara, 2/257.

8. Hud, 11/118.

9. Bakara, 2/256.

10. Yunus, 10/99.

11. Hac, 22/ 40.

12. Bakara, 2/251.

13. BuharI, Mağazi, 41, Hibe, 38; Müslim, Selam, 42.

14. Ebu Davud, Edeb, 132; Tirmizi, Birr, 28.

15. Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, V, 382, Beyrut, 1985.

16. Hucurat, 49/10.

17. Fussilet, 41/34.

18. Furkan, 25/63.

19. Araf, 7/199.

20. Munavi, Feydü’l-Kadir Şerhu Cami’i’s-Sağir,
III,481,Beyrut, tarihsiz.

21. Nahl, 16/90.

22. Ahzab, 33/36.

23. İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VI, 308, Beyrut,
1985.

24. Sözler, s. 574 v.d.

25. Sözler a.y.

26. Al-i İmran, 3/ 159.

27. Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, V, 383.