The Core and Circles of Democracy

Giriş

Köprü Dergisi “Demokratlık”konusunu seçtiğinde ve yazı talep ettiğinde başta bizler için kolay bir konu seçmiş gibi görünmüştü. Ancak okumalarımıza başlayınca kavramın bilinenden farklı boyutlarının da olabileceğini keşfettik. Bu boyutlardan biri “demokrat insan”dan “demokratik devlet”e giden ve adım adım kat edilen yolun haritasının, çekirdek ve çevreden oluşan iç içe halkalar biçiminde de tarif edilebilecek olması idi.

“Adil devlet”e ulaşabilmek için aşılması gereken basamaklar, ön şartlar olarak da nitelendirilebilir. En azından bu gün için, ancak demokratik devlet türünden bir devletin “adil devlet” olabileceği varsayılmalıdır. Bu durumda demokratik devlet için ön şartların neler olduğu da buna göre düşünülmelidir. Mesela adil devlet için adil fertler lazım ise ve demokratik devlet için de demokrat fertler lazımsa, nihayet adil devlete demokratik devlet demek de mümkünse adil devletin yapı taşı olan adil ferde demokrat fert demek mümkün müdür?

Yazının amacı, adil devlete veya demokratik devlete ulaştıran basamakları demokratlık kavramı üzerinden ve fıtrat ekseninde tesbit etmeye yönelik bir müzakere yürütmektir. Yazının farklı ve yeni sayılabilecek yönleri olacaktır. Elbette eleştiriye ve geliştirilmeye muhtaçtır. Okuyucudan ricamız, demokrasinin Batı’ya ait bir terim olmasının sonuçları ile ilgili kısmı bilhassa nazara almalarıdır. (Bu yazıdaki tüm demokrasi kelimelerinin yerine, “bize ait” başka kelimeler koyabiliriz. Ama bu hem ifadelerimizi zorlaştırır hem de anlam kaymasına sebep olabilir.)

I. ÖN BİLGİLER

1. Demokrasi lafzı ve mânâsı

1.1. Bir terim (tabir) olarak demokrasi Batı’ya ve Batı dillerine ait bir kelimedir. Bir kavram (mefhum) olarak demokrasinin, içerdiği olumlu ve olumsuz unsurlar ile birlikte, dünyaya ve insanlığa ait bir kavram olduğunu düşünüyoruz.

Bir kelimenin Batı’da türemiş olması, işaret ettiği kavramın da münhasıran Batı’ya ait olduğunu göstermeye yetmez. Bir kavramın Batı’dan kaynaklanmış olması da yine kendiliğinden o kavramı sadece Batı’ya ait ve hatta “batıl”a ait bir kavram haline getirmez.

İslam dünyasında bazı düşünürler demokrasi kavramının içeriğinin İslamileştirilebileceğini kabul etmekle birlikte terimi reddetme yoluna gitmişlerdir. Bu konuda Bediüzzaman’ın duruşu hayli farklı olmuştur. Şöyle ki;

1.2. Sosyal ve siyasi hayata dair içtihatları ile tanınan Bediüzzaman, dört ya da beş devir yaşamıştır.

1) Osmanlının son döneminde, padişahın istibdadını ifade eden mutlakiyet devrinde, yirmi yıl, kendi ifadesiyle “hürriyete aşık” ve istibdatla kavgalı olarak yaşamıştır. Hatta sadece hürriyetin değil, “seçimli ve muhalefetli çoğunluk yönetimi sistemi”ni ifade eden demokrasinin zirvesini oluşturan ve sadece devlet yöneticilerinin değil devleti temsil eden birinci adamın da seçimle geldiği, “demokratik cumhuriyet”in de taraftarı olmuştur. Karıncalar ve arıların cumhuriyetçiliğine hürmeti ve gerekçesi hakkındaki açıklamaları meşhurdur.

2) Yine Osmanlının son döneminde meşrutiyet ya da meşruti monarşi olarak adlandırılan cumhuriyetsiz demokrasi döneminde de meşrutiyeti ve şûralı sistemi benimsemiş, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için aktif çalışmıştır.

Bediüzzaman bu dönemde meşrutiyet ve dolayısıyla demokrasi kavramını İslamileştirme konusunda en ciddi gayreti gösteren kişilerden biridir. O dönemde yazdığı makalelerde ve eserlerde meşrutiyet-i meşrua, meşveret-i şer’î ve şura-yı şer’î kavramlarını sık kullanmış ve tarif etmiştir. Ulema Batı’dan kanun almayı devletin dinsizleşmesine delil sayarken Bediüzzaman kanun hakimiyetini tesis eden anayasalı şura sistemini övmüştür.

3) Bediüzzaman, mânâsız isim ve resimden ibaret bir cumhuriyetin var olduğu 1924-1946 arasındaki mutlak istibdat döneminde de bir yandan aktif olarak iman hizmeti yapar ve yeni bir nesil yetiştirmek için müfredat durumundaki Risaleleri telif ederken, diğer taraftan siyasetçinin zulmüne maruz kalmıştır. Buna rağmen adına cumhuriyet denilen o günkü rejimin “manasız isim ve resimden ibaret bir cumhuriyet olduğunu”net bir biçimde ifade etmiştir.

4) Bediüzzaman hayatının dördüncü dönemi sayılabilecek olan çok partili siyasi hayata geçildikten sonra siyasetçilere nasihatini artırarak sürdürmüştür.

Bediüzzaman ayrıca, Demokratları, Osmanlının son dönemindeki Ahrar Fırkası’nın (Hürriyetçiler Partisinin) devamı olarak görmüş ve isminin Batılı olup olmadığı ile ilgilenmeksizin talebeleri ile birlikte desteklemiştir. Bu destek ideolojik devlete ve bilhassa inkılapçılara ve Kemalizm ideolojisinin savunucularına karşı dik duruştur. Aynı zamanda milliyetçilerin ve dini siyasete alet etme riski olan dindarların siyasete verebileceği zararı bertaraf etmeye yönelik bir tercihtir.

Bediüzzaman bu dönemde demokrasi terimini kullanmayı reddetmiş değildir. Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bazı siyasi bahislerde ve mektuplarda, terim olarak “demokrasi”kelimesi yer aldığı gibi “demokrat”terimi de bir partinin adı olmak dışında, bir kavramın adı olarak da kullanılmıştır.

Bediüzzaman’ın demokrasi terimine yönelik tercihinin bir mecburiyetten kaynaklandığı iddia edilebileceği gibi bilinçli bir tercih olduğu da ileri sürülebilir.

Kanaatimizce Bediüzzaman vahye ve Hüda’ya dayanan Avrupa ve hevaya dayanan Avrupa olmak üzere iki Avrupa’yı birbirinden ayırdığı gibi iki Avrupa’ya birden ait görünen ama aslında bunlardan birine ait olan adil siyasi ve sosyal sistemi ifade eden “anayasalı, seçimli ve muhalefetli çoğunluk yönetimi sistemi”ni de otoriter sistemlerden ayırmaktadır. Bu adil sistemin adı olan demokrasi terimini ise felsefî düşünüş sebebiyle de benimsemekte ya da en azından reddetmemektedir.

5) Beşinci dönem talebelerinin dönemidir. Bediüzzaman’ın vefatından sonra talebelerinin de –en azından ekseriyeti itibariyle- bu terimle ilgili reddiyeci bir tavır içinde olmadıkları anlaşılmaktadır.

Bu sebepledir ki günümüzde dindar çevreler ve kitleler içinde Bediüzzaman’ın talebeleri, “İslam’a uygun demokrasi” ve “Müslüman’a uygun demokratlık” konusunda hem bir öncü, hem de bir mânâda istisna niteliğindedirler.

Ancak “Bediüzzaman bir demokrat mıydı?” gibi sorular anlamlı ve isabetli değildir. Zira demokratlık da neticede bir siyasi tavrın ve dünyevî cereyanın adıdır ve Bediüzzaman herhangi bir siyasi cereyanın tümüyle dışındadır. Kendi ifadesiyle, ahiretin ve imanın cereyanındadır. Aynı durum Bediüzzaman’ın talebeleri olan “Nurcular” için de geçerlidir. Onlar da “siyaset cereyanları” mânâsında “topuzcu” değil iman dersi ve nasihat hizmeti manasında “nurcu”durlar.

Özetle, Nurcular isim ve resimden ibaret, bir partiye mensubiyeti ifade eden siyasi bir yaklaşım olarak demokrat değildirler. Nurcuların demokratlığı, demokratlığın içeriği ile ilgilidir. Dine hizmet edenleri zulüm ve istibdattan kurtararak onların önünü açacak olan ve dolayısıyla onların hizmetine muhtaç kitleleri de dinî nasihatten mahrum kalmaktan kurtaracak olan “demokratlara bir nokta-i istinat (dayanak noktası)” olduklarına göre demokratların din ve ahiret namına en samimi destekçisidirler.

2. Demokrasinin olmazsa olmazları

Demokrasinin ya da demokratlığın çeşitli alt türlerinden bahsedilmektedir. Demokrasi türlerinin ve tariferinin ortak noktası, çok partili siyasi hayat ve çoktan seçmeli seçim sistemidir. Kollektif özgürlükler ve bazı bireysel özgürlükler bu sistemin var olabilmesinin ön şartıdır. Şöyle ki;

1) Seçmen, devlet katlarında ve hukuk nazarında, siyasi tercihinden dolayı avantajlı ya da dezavantajlı hale gelmemelidir. Bilhassa bir ülkede siyasi tercihi sebebiyle risk alan kişilerin çokluğu demokrasinin yerleşmediğini gösterir. Zira bir toplumda demokrasiye geçiş bir bedel gerektirirse de yerleşmiş demokrasi olağanüstü cesaret sahiplerinin karizma ile öne çıktığı rejimin adı değildir.

Kişisel karizma ya da lider karizmasına dayalı siyaset anlayışı, prizmanın yere ters konulması gibidir. Uzun süre dik kalması mümkün değildir. Ekip karizması ise prizmanın geniş tabanı üzerinden yere konulmasını ifade eder. Daha uzun ömürlüdür ve daha verimlidir.

2) Seçmen, tercihini bilgiye dayalı olarak yapabilmeli, basın hür ve bağımsız olmalıdır.

Basının iktisadî çıkar odaklarıyla ve bilhassa reklamverenlerle ve iktidarlarla ilişkileri; iktidarın, dördüncü güç denilen basın tarafından demokratik yolla denetimini engellemeyecek şekilde kurulmalıdır.

3) Seçmen şefaf ve net biçimde ve özgürce örgütlenebilmeli, toplum dilediği ölçüde siyasallaşabilmelidir. Dernekleşme ve fikir kulüpleri engellenmemeli ve hatta desteklenmelidir.

Ayrıca, düşünce açıklama özgürlüğünün tahkir ve tahrik dışında bir sınırı olmamalıdır. Hakaret elbette suçtur. Suça teşvik veya suça tahrik etmek de fitnedir ve suçtur.

4) Yarışmacılar arasında haksız rekabet engellenmeli, propaganda ve seçim sistemi adil olmalıdır. Propaganda hakkı desteklenmeli, seçimler yargı denetiminde yapılmalıdır.

5) Seçmen seçtiklerini denetleyebilmelidir. Devlet kuvveti, yasama-yürütme-yargı erkleri arasında paylaştırılmalı ve birbirlerini denetlemeleri sağlanmalıdır. Ayrıca iktidarlar basın ve muhalefet eliyle denetlenmelidir.

3. Demokrasinin riskleri ve riskleri bertaraf etmenin yolları

Demokrasiye şüpheyle yaklaşan veya karşı çıkan fikir adamlarının ve bilhassa dindarların demokrasinin bazı riskleri sebebiyle böyle düşündükleri anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu riskler demokrasi içinde kalınarak ve demokratik yöntemler uygulanarak bertaraf edilebilir. “Riskler” ise demokrasinin “özünden” değildirler. Aşağıda bunları inceleyeceğiz:

3.1. Demokrasinin birinci riski istibdat rejimine dönüşmesidir.

Teorik olarak demokrasinin kendi kendisini yok etme riski vardır. Zira demokrasinin sağladığı özgürlük ortamında anti demokratik fikirler güçlenebilir ve bu türden fikir sahipleri iktidarı elde ederek demokrasiyi askıya alabilir, hatta tamamen sona erdirebilir.

Ancak bu riskin çözümü demokrasiyi sistem olarak sınırlamak ya da tümüyle askıya almak değildir. Mantıklı tek çözüm çoğunluk sağduyusuna güvenmek ve bu şuuru yerleştirmeye gayret etmektir. İnsanlık vicdanını ve insanlığını kaybedip de kıyameti koparacak ölçüde bozulmadıkça şerde ittifak edemez. Zulüm uzun süre devam etmez, yerini adalete bırakır. İnsaniyet için aslolan vicdan ve hayırdır.

Birinci dünya savaşından sonra demokrasiden totalitarizme geçen ama sonrasında yeniden demokrasiye geçmeyi başaran Almanya (ve İtalya) örneği bu konuda açıklayıcı olabilir.

Bu sebeple Bediüzzaman “bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder”,“millet tenvir ve irşat edilmelidir”demektedir. Milletin kendi hukukunu öğrenmesinin, bilmesinin ve talep etmesinin en sağlıklı yolu, muhalefetli rejim mânâsında demokrasidir.

3.2. Demokrasinin ikinci riski rüşvet rejimine dönüşmesidir.

Gerçekten, erdemli insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda demokrasi bir fazilet rejimi olabilir. Ancak seçmen çoğunluğunun erdemli insanlardan oluşmadığı bir toplulukta, demokrasi, olsa olsa, oy ve hizmetin (bireysel veya kitlesel menfaatin) seçmen ile seçilen arasında takas edildiği bir “rüşvet rejimi” olur. (Türkiye’de 1950’de demokrasiye yeniden geçildikten sonra devlet memurluğu kadrolarının yandaş seçmene dağıtılmak üzere sürekli şişirilmiş olması da bu riskin ciddiyetinin önemli bir delilidir).

Bu riskin de çözümü, seçmenin, seçme hakkını ve hürriyetini, şahsî ve kitlesel nitelikteki iktisadi menfaati ile takas etmeyecek kaliteye sahip olması yani Bediüzzaman’ın meşhur deyişiyle “ekmeksiz yaşarım (ama) hürriyetsiz yaşayamam” diyebilme şuuruna sahip kişilere dönüşebilmesidir. Bu sağlıklı dönüşüm için çare eğitimdir ve bu tür eğitim için de en iyi siyasi sistem demokrasidir.

3.3. Demokrasinin üçüncü riski, demokrasi ile gelen hürriyetin günaha sebep olacak ve hatta küfre kapı açacak biçimde kötüye kullanılmasıdır.

Bu sebepledir ki, insana “günah işleme hakkı(!)” veren bir rejimin İslamî olup olamayacağı hususu İslam tarihi boyunca tartışmalı olmuştur.

Ancak kanaatimizce burada, kamu düzenini bozan günah ile ferdî günah arasında bir ayrım yapmaya ve devleti de bu ayrımın bir yanına oturtmaya ihtiyaç vardır.

Allah insanı hür olarak yaratmıştır. İnsan bu hürriyetini ferdî davranış olarak kötüye kullanırsa Allah ile arasındaki hukuku (hukukullahı) ihlal etmiş olur. En büyük ihlal Allah’ı inkardır (küfür-kafir olmak). Bir dine mensup (dindar) ve fakat günahkâr olmak ise Allah nazarında daha affedilebilir bir ihlal biçimidir. Her iki halin de cezasını vermek Allah’a aittir.

Dine mensubiyet samimiyet gerektirir. Bu sebeple bir kişinin din tercihi ve dindarlık seviyesi ile ilgili dış baskılar (mahalle baskısı ve bilhassa devlet baskısı), samimiyet ve ihlas riskini ve hatta münafıklık tartışmasnı beraberinde getirir. O halde insanın Abdullah (Allah’ın kulu) olmaktan kaynaklanan statüsünü ihlal etmesi, bu dünyada ve ahirette bizzat Allah’ın vereceği cezayı beklemesini gerektirir. Devlet günaha “günah olduğu için” müdahale ederse, din ve vicdan hürriyetine ve dindeki samimiyet ihtiyacına aykırı davranmış olur. Hatta bir bakışa göre devlet kendisini Allah’ın yerine koymaya kalkmış olur.

Buna karşılık kişilerin hürriyeti suiistimal eden davranışı sadece Hukukullah’ı ihlal eden bir günah olmakla kalmayıp aynı zamanda kamu düzenini yani kul hakkını (hukuk-u ibadı) ve kişilerin haklarının toplamından ibaret olan kamusal hakları ve kamu düzenini (hukuk-u umumiyi) de ihlal eden bir davranış (fitne) türünden ise artık devletin ilgi alanına girer.

Devletin, ferdî kul hakkını ihlal eden bir davranışı engellemek amacıyla devletin müeyyide uygulaması gerektiği gibi, hukuk-u ammeyi ihlal eden bir davranışı da suç sayması ve ceza müeyyidesi ile karşılaması gerekir. Devletin bu uygulamaları amme hakkının parçası, hakiki sahibi ve muhafızı durumundaki şahısların iradesine önem veren demokrasinin de bir gereğidir.

Devlet tarafından müeyyideye bağlanan hukuka aykırılık halleri ve bilhassa suç türünden davranışlar, genellikle dinen de günah sayılırlar. Ahirete inanan failin, hak ettiği cezayı bu dünyada ve Hak namına çekmesi, öteki dünyaya temizlenerek gitmesine de vesile olur.

3.4. Çoğunluk ilkesi, dinen günah olmayan hatta sevap ve belki de farz olan bir davranışın da suç sayılması sonucunu doğurabilir mi?

Kurban ibadeti ve erkek çocukların sünnet ettirilmesi gibi konularda, çoğunluğu Müslüman olmayan ülkelerde yaşanan tartışmalarda, demokrasinin yasaklayıcı ve hatta cezalandırıcı bir sonuç vermesi mümkündür. Ancak bu sonuç kanaatimizce kavram olarak demokrasinin değil çoğunluk olmanın kötüye kullanılmasının bir sonucudur. Zira aynı demokrasi farklı bir sonuca ulaşmaya da izin verebilir ve vermektedir. Önemli olan bu davranışın dinî bir inancın gereği ve demokratik bir hak olduğu hususunda ikna fırsatının mevcut olup olmadığıdır. Demokrasi bu fırsatı veren rejimdir.

3.5. Demokrasinin diğer bir riski laiklik uygulamalarının da etkisiyle devletin din hizmeti yapamaz hale gelmesidir.

Ancak aslında din hizmetini devlete bırakmak kendi içinde problemli bir durumdur. Mesela hem Asr-ı Saadet’te ve hem de Osmanlı devletinde her hangi bir arazinin cami yeri için devletçe kamulaştırılmasına imkan verilmemiş olmasına karşılık su yolu gibi kamu hizmetleri için istimlake cevaz verilmesi de göstermektedir ki devlet görevlisinin kendi hususi kesesinden (hazine-i hassadan) cami yaptırması ile milletin kesesinden (hazine-i maliyeden) kamu hizmeti yaptırması arasında fark vardır.

Demokrasi din hizmetini devletin eline vermeyebilir; ancak sivil ve gönüllü hizmet ekiplerinin dine hizmet etmesini de yasaklayamaz. Demokratik devlet din hizmetlerini ya kendisi yapar ya da en fazla cemaatlere bırakır ki bu ikinci tarz hizmet, bir çok yönden belki de daha ihlaslı ve faydalıdır.

3.6. Demokrasinin diğer bir riski, kişinin kendisine zarar vermesine izin verme ihtimalidir

Gerçekten, hürriyeti kötüye kullanan kişi başkalarına zarar verebileceği gibi kendi kendisine de zarar verebilir.

Bu risk aslında demokrasi ile değil hürriyet tarifi ile ilgilidir. “Başkasına zarar vermedikten sonra dilediğini yapabilirsin” şeklindeki hürriyet ile “ne kendine ne başkasına zarar vermemelisin” şeklindeki hürriyet anlayışı birbirinden oldukça farklıdır. Demokrasi, yine çoğulcu yapısı sayesinde her iki hürriyet tarifini de benimseyebilir.

Bu konuda Batı demokrasilerine haksızlık yapıldığı kanaatindeyiz. Zira Batı ülkelerinde de “sefih mahcurdur”yani “kendi kendisini idare edemeyen ve kendi kendisine zarar veren yetişkini devlet idare eder” ilkesi geçerlidir. Nitekim bizim şimdiki ve eski Medeni Kanunumuz hem Mecelle’yi ve hem de İsviçre Medeni Kanununu taklit ederek, devlete, kişinin kendi kendisine zarar vermesini de önleme görevi vermiştir. Sefihliğin mânâsı ve sınırları elbette uygulamaya göre değişmektedir.

“Başkasına ve topluma zarar vermedikçe dilediğini yapabilirsin”anlayışı, aslında vahye istinat eden birinci Avrupa’nın değil, nefse istinat eden ikinci Avrupa’nın hürriyet anlayışıdır.

4. Nerede böyle demokrasi?

Demokrasinin risklerinin de aslında gerçek ve ciddi riskler olmadığını ya da aslında demokrasiden kaynaklanmadığını anladıktan sonra akla şu soru gelecektir: Böyle demokrasi nerede var?

Cevabı verelim: Henüz hiçbir yerde tam olarak mevcut değildir.

Batı tipi demokrasilerin hayli gelişme kaydettiği açıktır. Ancak onların da ciddi bir eksiği vardır: Şeklini tamamladıkları demokrasinin ruhunu ve mânâsını bulamamaktadırlar. Bu da demokrasinin mutluluk vermesine mani olmaktadır.

Deyim yerindeyse, Batı’da mana-yı ismî ile demokrasi vardır ama demokrasinin mana-yı harfîsi tecelli etmediğinden devlet kuvveti vehim ve hayalde kalmakta, akıl, kalp ve ruha nüfuz eden bir devlet sistemine dönüşmemektedir.

O halde Batı tipi demokrasilerin bir ruh ve şuura ihtiyacı vardır. Bu ruhu onlara üfeyecek hamleleri yapmak ve adımı atmak görevi vahyin sahih versiyonu olan Kur’an’ı ve onun meşvereti emreden ayetlerini en iyi tefsir eden Risaleleri elinde bulunduran Doğu’nun görevidir. Doğu, demokrasi ve hürriyet konusunda kendi özgüvenini kazanır ve örnek tatbikatı ortaya koyabilirse, demokrasi ve hürriyetin lafzına sahip olan ancak mânâsından hayli uzak olan Batıya da bunların hakikatini Batı’ya da -hem de “yaşayarak”- gösterebilecektir.

Bu uzun ve mecburi girişten sonra asıl meramımıza gelecek olursak:

II. DEMOKRASİ HALKALARI

1. Demokrasi halkalarının ve çekirdeğinin şeması

Demokrasi devletin sıfatıdır. Devletleri demokratik olan ve olmayan biçiminde ikiye ayırmak mümkündür. Demokratik devletler öyle olmayanlara nazaran insan haklarına daha saygılı olan ve iktidarın daha sistemli biçimde el değiştirebildiği devletlerdir.

Devlet bir üstyapıdır. Demokratik devlet demokratik toplum için bir üstyapıdır. O halde demokratik devlet için önce demokratik topluma ulaşmış olmak gerekir. Bu sebeple demokrasi aynı zamanda toplumsal bir varlık değeri ve bir kültürdür.

Toplum tekil bir yapı değildir. Çok çeşitli tabakalardan ve sınıfardan oluşur.

Demokratik devlet hoşgörülü çoğulculuğu benimserken tabakalar arasındaki müsbet müsabakayı (hakkaniyetli rekabeti) de destekler. Oysa anti- demokratik devlet –mesela en uç ve aşırı tipi olan Maoist komünist devlet-, bu sınıfarı tümüyle reddeder ve toplumsal tabakaları kaldırmak amacıyla kaba güç kullanır. Bu uğurda uyguladığı yasakçı politikalarda, işletmeciliğe yardımcı özel mülkiyet hakkını ve kollektif özgürlükleri kaldırır. Hatta bununla yetinmez, kıyafet hürriyeti dahil bireysel özgürlükleri de yasaklar. Herkesi aynı renk ve tipte elbiseye mahkum eder.

Demokratik devlet,toplumsal tabakalara hükmetmeye ve dönüştürmeye değil, o tabakaları serbest bırakarak onların çeşitliliğinden etkilenmeye çalışır. Bu etkilenmenin olumlu yönde olabilmesi demokrasiyi kuvvetlendirir.

O halde devletin demokratik devlet olabilmesi için devleti oluşturan toplumsal katmanların da kendi içinde, sıkı veya gevşek, ancak demokratik yapılar biçiminde örgütlenmiş olması gerekir.

Yukarıdaki sıralamadan da anlaşılabileceği üzere, özetle; demokratik devlet için demokratik toplum, demokratik toplum için demokratik cemaat ve gruplar, demokratik gruplar için ise demokrasiyi özümsemiş demokrat bireylere ihtiyaç vardır.

Ters yönden sayarak ifade edecek olursak; demokratlığı özümsemiş fertler demokrat kitle ve cemaatleri, demokrat kitleler ise demokratik devleti ve demokrasiyi ortaya çıkarır.

2. Demokrasi halkalarına paralel halkalar

2.1. Fertten cemiyete ve cemiyetten devlete giden demokrasi sıralaması, Bediüzzaman’ın, Peygamberimizin hadislerinden ve sünnet-i seniyyeden yola çıkarak içtihat yapmak suretiyle ortaya koyduğu ve modern çağda İslam’a uygun yeni bir toplum ve devlet inşası için gerekli gördüğü sıralama ile benzerlikler taşımaktadır. Şöyle ki;

İman, hayat ve şeriat basamakları bu inşa ve yeniden inşa hareketinin aşamalarıdır:

Adil devlete ulaşmak için ahlaklı bir toplumsal yapı, ahlaklı topluma ulaşmak için ise Allah’a ve ahirete ciddi inanan imanlı insanlar gereklidir.

Sıralamanın tersten ifadesiyle, kuvvetli imana sahip fertler, imanlarından gelen güzelliği toplumsal hayata ahlak biçiminde aksettirirler. Ahlaklı insanların ekseriyette olduğu bir toplumun devleti ise şeriatın da istediği adil bir devlete dönüşmüş olur. Esasen bu iki basamak birinci basamağın “kendiliğinden sonucu”dur.

2.2. Bu basamaklandırmanın demokratik devlet inşası açısından şartlarına gelince; demokratlığın devlette, toplumda ve fertte birer karşılığı olmalıdır.

Demokratik devlet için şura sistemi şarttır.

Demokratik toplum, cemiyetin bütün katmanlarında “meşveret kültürü”nü asgari ölçüde de olsa yerleştirmiş olmayı gerektirir.

Demokrat fert ise ancak kendi kendisiyle meşveret edebilen yani kendi iç aleminde nefsini sürekli olarak kontrol altında tutan kişidir.

O halde denilebilir ki “demokrat kişi” demokratik toplumun ve demokratik devletin çekirdeğidir.

3. Demokrat çekirdeğin DNA’sı: Elif halindeki Ene

. İnsanın manevi yönünü oluşturan ve akıl ve hayal gibi mekanizmalar ile çalışan kalbin gerçek anlamda aktif ve üretken hale gelmesi ve hakiki ve samimi muhabbet ile dolması için kalbin düşmanı olan ve kalbe sürekli hata-günah pompalamaya çalışan nefsin sürekli baskı altında tutulması gerekir.

Diğer ifadeyle ya kişi kalbine ve vicdanına öncelik verir, kişi nefsine
biner ve vahye ve hüdaya tabi olur; ya da kişi süfi arzularına öncelik verir, nefis kişiye biner ve kişi nefis ve hevaya tabi olur.

Nefsini temize çıkarmaya çalışan ve daima nefsini tezkiye eden insan, enesini (ben duygusunu) kalınlaştırmaya devam ederse sonunda varlık aleminin merkezine nefsini yerleştirir; her şeyi ve herkesi kendisine tabi yapar, nefsi hesabına her şeyi yutan ve habt eden (hapseden) firavuna dönüşür.

Nefsini tebrie etmeyen, nefsine muhalefet edebilen, kendi kendisi ile yüzleşebilen, iç aleminde kendi fikirleri ve fiilleri ile hesaplaşabilen insan ise “ben” duygusunun varlık sebebini doğru şekilde anlamış demektir.

3.2. Bediüzzaman’ın önemli ve İslam tarihinde benzeri bulunmayan eşsiz eserlerinden biri “Ene ve Zerre Risalesi”olarak bilinen ve iki Maksad’dan oluşan 30. Söz’dür. Sözler kitabındaki bu risalenin birinci kısmı Ahzab Suresinin “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir.” Mealindeki 72. ayetinin ve Şems Suresinin “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrâna uğramıştır.” Mealindeki 9 ve 10. ayetlerinin tefsiridir.

Ene’nin mahiyetinin doğru anlaşılması nefs-i emareyi ve enaniyeti kırar, “ene”yi Allah’ı tarif eden ve gösteren ince bir elif haline getirir.

3.3. Kişinin kendisini ve ben duygusunu doğru şekilde tanıması ve tabiri caizse nefsine muhalefet etmesi bir yandan da büyük cihadı ifa etmesi demektir.

Zira İslamî ıstılahta cihad iki mânâdadır ve küçük cihad görünen düşmana karşı silah ile yapılanı iken, asıl büyük cihad kişinin nefsi ile cihadıdır. Kişinin her an ve hiç değilse her gün, başını yastığa koyduğunda, “bu gün neyi doğru yaptım, neyi yanlış yaptım” diyerek kendi kendisini sorguya çekmesi ve sonraki sabaha tevbe ile temizlenmiş olarak uyanması, ıstılahta, insanın kabir gecesinden kıyamet sabahına ve haşir ve cennet baharına uyanmasına benzetilir.

Bu sebeple kişinin kendisini sürekli muaheze ve muhasebeye tabi tutması, “akıllı kişi kendisini önce kendisinden ve sonra başkalarından sorar” şeklinde tarif edilen olgunluk mertebelerine de uygundur.

3.4. Ene risalesinde de ifade edildiği üzere kalbin nefse hükmedebilmesi ve nefis üzerinde doğru bir biçimde işlemesi, insanı sırat-ı müstakimde tutar.

Kişi; aklı, kalbi ve duyguları ile ifrat ve tefritten uzak vasat bir hal üzere yaşadığı sürece iç dünyasında özümsenmiş bir varlık değeri olarak adaleti de elde etmiş olur. Zira her namazda her rekatta okunması farz olan Fatiha’da Allah’tan istenmesi şart olan “ihdinessıratal müstakîm” yani “bizi doğru yola ilet” duasındaki doğru yol, adl ve adalettir.

Kur’an’ın dört esası vardır: tevhid, haşir, nübüvvet ve adalet. Adalet ancak ibadetle bir mânâ ifade eder. Bu sebeple ibadet kişinin nefsinin enaniyetini kırması ve nefsine muhalefet etmesi manasına gelir.

Nefsini öldürmeyen dünyaca büyük komutanların küfre giden yolu namaz konusundaki sınavı kaybederek açmalarının sebebi de bu olsa gerektir. “Ben baş komutanım”, “ben kralım” diyen kişi, nefsini muaheze etmiyorsa bir süre sonra, “ben kimsenin önünde eğilmem” demeye başlayacaktır. Oysa komutanlığının hakkını veren her hakiki komutan, “yönettiklerimi doğru yönetiyor muyum, hükmettiklerimin hakkını veriyor muyum?” diye önce kendisine ve sonra da teb’asına soracak ve böylece hem iç ve hem de dış denetim başlamış olacaktır.

Özetle Allah’a hesap vereceğini bilen komutan-lider ibadetten de adaletten de şaşmayacaktır.

4. Çekirdeğin ve DNA’sının halkalarla ilişkisi

4.1. Demokrat fert hangi özelliklere sahiptir?

Adildir, dürüsttür, hoşgörülüdür vs… Bunların hepsi tamam.

Ama kanaatimizce bir kişinin demokrat olup olmadığını gösterecek en önemli soru demokratik toplum ve demokratik devlet için sorulan soru ile aynıdır:

Muhalefeti benimsiyor, besliyor, kendisine muhalefet edilmesinden haz ediyor mu?

Bir kişinin, başkalarının muhalefetinden haz edebilmesi ya da en azından muhalefeti hazmedebilmesi için öncelikle kendi içinde muhalefet duygusuna sahip olması; yani enesini teşhis etmiş ve nefsini dizginlemeye azm-ü cezm-ü kast etmiş olması gerekir.

4.2. Çekirdekten çevreye doğru paralel halkaları tarif edecek olursak;

1) Kendi kendisine muhalefet edebilen başkalarının muhalefetine hazır olur, tahammül eder, istifade eder.

Kişinin kendi kendisine muhalefet edebilmesi için gerçek mü’min olması gerekir. “Kendisini bilen Rabbisini bilir.” Kuralı bunun ifadesidir.

2) Başkaları ile ilişkiye girdiği her bir sosyal grupta (ailede, cemiyette, vakıfta, mektepte vd.), statüsünün gereği olarak fikir açıklayan, karar veren ya da icraat yapan kişi bu fikir ve davranışının eleştirilmesine hazır olmalıdır. Bunun adı meşverettir, meşveret kültürüdür.

Bir kişinin sosyal statüsü gereği muhalefete hazır bir kişi olması onun toplumsal ahlaka sahip olduğunu da gösterir. Böyle kişilerin çoğunlukta olduğu toplumsal yapılarda yapı taşının nuru ve imanı hayata toplumsal ahlak olarak yansımış olur.

3. Demokrasi kültürünü benimsemiş kitlelerin ve sosyal tabakaların çatı örgütü olarak ortaya çıkan demokratik devlet, bir sistem ve rejim olarak muhalefetin meşruiyetini kabullenmiş olan devlettir. Buna devletin şûraya istinat etmesi denilebilir. Yeter ki şûra sadece fikir vermekle kalmasın, aynı zamanda nihai karar da versin.

Enesini teşhis etmiş olan ve nefsiyle cihada devam eden kuvvetli imana sahip fertlerin çoğunlukta olduğu devletin yönetiminin muhalefetsiz olması mümkün değildir. Zira imandan gelen şehamet aynı zamanda cesarettir. Bu cesaret, ferde, hatta çoban da olsa yöneticinin hatasını yüzüne söyleme ve gerekirse onu makamından indirip yerine başkasını geçirme gücünü verir.

İşte çobanı seyyid yapan sır, seyyidin denetlendiği ve meşru bir yol ile değiştirebildiği devlet sisteminin tatbik edilmesindedir. O sistemin adına Batı’da demokrasi, Doğu’da şura deniyor olabilir. Önemli olan lafız değil mânâdır.

4) Özetle söyleyecek olursak, “demokraside hakimiyet milletindir, oysa İslam hakimiyeti Allah’a verir, o halde demokrasi İslam’a zıttır” söyleminin doğruluğu ya da yanlışlığı demokrasiyi yorumlama biçimiyle ilgilidir

Önemli olan milletin tabakalarının ve fertlerinin çoğunluk hakimiyeti yoluyla nefislerini mi yoksa kalplerini mi konuşturduğudur. Ekseriyetle nefis konuşursa demokrasi nefsani bir rejim olur, büyük ekseriyetle “ayine-i Samed (Allah’ın evi)” olan kalp konuşursa hakimiyet Allah’a ait olmuş olur.

4. 3. Devlet yöneticisinin İlahî bir tercihle, yani “mucizeye istinat eden peygamber” biçiminde semavî işaret ve atamayla gelmesi halinde vahyin geçerli olduğu alanlarda elbette “hüküm doğrudan doğruya Allah’ın”dır.

Ancak yöneticinin ismet (günahsızlık) sıfatına ve böyle bir kudsiyete sahip olmadığı her durumda, yönetici de imtihana tabi insandır, sırr-ı teklif yani imtihan onun için de geçerlidir. Kararları ve icraatı denetlenmelidir. Bu denetim, yönetilenler için de bir imtihan sebebidir. Onların da imtihanı kazanmasının şartı yöneticiye kayıtsız şartsız boyun eğmek yerine hatasını bildirmek ve zulmüne engel olmaya çalışmaktır

İslam inancına göre ismet sıfatına sahip son Peygamberden sonra günahsız ve dolayısıyla “denetime muhtaç olmayan” hiç kimse gelmeyecektir. O halde İslam dini Hazret-i Peygamberden sonraki tüm yöneticiler için denetimi ve elbette muhalefeti mecburi kılmaktadır.

Böyle bir denetim mekanizmasının varlığı bir yandan yöneticilerin zulmetmesini engellerken diğer yandan da yönetilenlerin zulme maruz kalmasını önler.

Aynı şekilde, nefsini teşhis edebilen ve enesini ezebilen fertler bir yandan kendi nefislerini ilahlaştırmaktan uzak kalacakları gibi diğer yandan da kendi iradelerini tümüyle ortadan kaldıran ve tüm yetkileri kayıtsız ve şartsız olarak (mutlak surette) bir yöneticiye devreden teslimiyetçi anlayışlardan da uzak kalacaklardır.

Bu sistemin adı demokratik devlet ise öyle olsun ya da “şûra” denilsin. Bu tür insanın adı demokrat insan ise öyle olsun ya da faziletli insan denilsin. Lafız değişse de mânâ değişmez.

5. Demokrasinin çekirdeğinin DNA’sının kaynağı ve müşterisi

5.1. Bilhassa modern çağın özelliği “sistem çağı” olmasıdır. Bu sebeple, devletin adil olması için uygulanan sistemin önemi büyüktür.

Asr-ı saadetteki İslam devletinin bu günkü mânâda bir kamusal iktidar sistemi yoktu. Yani iktidar sistemleşmiş değildi. Bu sebeple yine aynı dönemde muhalefet de sistemleşmiş ve kurumsallaşmış değildi. Ancak kurumsal muhalefet eksikliğinin sebebi İslam’ın kendisi değildir. Sebep, dört reşit halifeden sonraki dönemde maalesef İslam toplumlarına ve devletlere hesapsız ve şeriksiz saltanat zihniyetinin hakim olmasıdır. Dolayısıyla asıl sebep İslam’ın özü değil İslam’ın tatbikatındaki eksikliklerdir.

Bu eksikler günümüzde İslam’ın istibdada müsait olduğunun zannedilmesine ve Batılıların İslam hakkında gereksiz önyargılara kapılmasına sebep olmuş ve dolayısıyla İslam’ın yayılmasına mani olmuştur.

O halde günümüzde “İslam toplumu ve devleti için sistem önemli değil, yöneten adil olsun, yeter” denilemez. Zira hükümdarın adil olup olmadığının anlaşılması için denetlenmesi, denetlenmesi için seçimle gelmiş olması ve seçimle gitmeye hazır olması gerekir. Bunun için de devletin demokratik sisteme sahip olması ve fertlerin de denetlemeye ve denetlenmeye (muhalefete) hazır olması gerekir.

5.2. İslam ile Batı arasındaki ilişkilerde, İslam Dünyası, Batı’nın parasına, malına, icatlarına ya da şeklî anlamda sistemine talip gibi görünmektedir. Ancak doğrusu, İslam dünyasının, vahyin sahih versiyonu açısından verici-intikal ettirici olmasıdır.

Batı tipi demokrasilerde devlette sistem hemen hemen tamamdır ama halkaların çekirdeğinin DNA’sı eksiktir

Batıdan sistem alıyor gibi görünen İslam ülkelerinde bulunan ve sayıları hızla artan, “hakiki meşveret ve şûra miftahı”nın sahiplerinin vazifesi büyüktür. Zira onlar Avrupa Birliği süreci ve üyeliği gibi fırsatların da yardımıyla Batı’ya vahyin hakiki ve sahih versiyonunu, kuvvetli imanı ve imanın hassası (özelliği) olan hakiki hürriyeti götürecek olan iman hizmetçileridir. Ve onlar bu yollarla gerçek şûrayı da batıya (ve tüm dünyaya) intikal ettirmiş olacaklardır.

5.3. Batı’ya intikal ettirilecek en önemli değer ve hikmetli düşünüş biçimi kişinin enesini ve nefsini teşhis edebilmesidir. Hakiki iman sahibi kişiler, enesine gereğinden fazla değer ve güç atfeden kişilerden farklı olarak, bir yandan kendisi için istemediği şeyi din kardeşleri için de istemeyen ve diğer yandan da nefsine muhalefet edebilen ve hataları kendisinden, iyilikleri ise Allah’tan bilen kişilerdir.

Devleti yönetenlerde gururun zerresinin bulunmaması lazımdır. Hıristiyanlık, kendisi günahsız sayılan ve bu sayede günahkârların günahının afına vesile olabilen ruhban sınıfının hakimiyetini kabul ettiğinden, seçimle gelmiş olan yöneticilerin gururunu da kıramamaktadır. Oysa bu durum gerçek denetime ve demokrasiye zıttır.

İslam ise esas kaynakları ve ilk tatbikatı itibariyle yöneticilerin karizmaya ve gurura istinat etmesine izin vermemektedir.

O halde İslam Dünyası özüne ve aslî kaynağına dönmeli, nefsini temize çıkarmaya çalışmayan imanlı fert tipini yeniden inşa etmelidir. Bu insan tipinin ortaya çıkaracağı “meşveretli toplum” ve “şûralı devlet”, hem Türkiye başta olmak üzere İslam Dünyası’nın ve hem de tüm dünyanın aradığı hakikî “adil devlet” adil devleti ifade eder.

Sonuç

Adil devlet de denilebilecek olan hakiki devlet “muhalefetli yönetim modeli”ni benimseyen “denetimli hizmetkâr devlet”tir. Bu tür devlete, günümüzde, tüm dünyaya ait bir kavramı ifade eden, ancak kökeni itibariyle Batıya ait olan bir terimle “demokratik devlet” denmektedir.

Sistem olarak şûraya istinat eden demokratik devlet meşveret kültürüne dayanan demokratik toplum yapılarının bileşiminden oluşur. Demokratik toplum ise içselleşmiş muhalefete önem veren ve nefsini hesaba çekebilen demokrat fertlerden oluşur.

Gerçek mânâda demokrat fertler, kalbin nefisle ilişkisini doğru kurabilen, nefsini ve enesini teşhis edebilen, sadece halka hesap vermekten değil büyük hesap gününde Allah’a hesap vermekten de korkan fertlerdir.

İslam, ferdin enesini teşhis ve tedip etmesine önem vermektedir.

Kuvvetli imana sahip fertler hem İslam cemaatlerinin ve İslam toplumlarının demokrasi kültürüne ve demokratik devlet sistemine sahip olmalarını temin eder, hem de yaşayarak göstermek suretiyle İslam’ın şura’ya dair güzelliklerini şeklî demokrasinin beşiği sayılan Batı’ya hakkıyla gösterir.

Bu sebeple, demokrasinin erdemine ve İslamileştirilebileceğine inanan ve İslam’ın doğruluğunu ve İslam’a layık doğruluğu yaşayarak gösterecek olan dindar demokratlar, “doğru İslam”ın dünyaya yayılmasına en büyük hizmeti yapacaklardır. Hakiki ve samimi meşveret ve sistemli şûra, sadece İslam’ın ve Asya’nın değil, görünüşte medeni ama hakikatte nefsinden ve enesinden habersiz yaşayan dünyanın da bahtını ve talihini açacaktır.

Özet

“Sistem önemli değil yöneten adil olsun, yeter”ifadesi günümüz demokrasi tartışmalarında dile getirilen hususlardan biridir. Oysa yönetenin adil olup olmadığının anlaşılması için denetlenmesi, denetlenmesi için seçimle gelmiş olması ve seçimle gitmeye hazır olması gerekir. Bunun için de devletin demokratik sisteme sahip olması ve fertlerin de denetlemeye ve denetlenmeye (muhalefete) hazır olması gerekir. Bu yazıda ‘adil devlet’e ulaşabilmek için aşılması gereken basamaklar dile getirilmekte, günümüz şartlarında demokratik devlet türünden bir devletin “adil devlet”olabileceği varsayımıyla demokratik devlet için ön şartların neler olduğu araştırılmaktadır.

Anahtar Kelimeler

Demokrasi, adil devlet, demokratlık, devlet, cemiyet, fert

Abstract

“System doesn’t matter as long as the ruler is just” is a statement mentioned at discussions concerning democracy in our time. However, in order to understand that a ruler is just,the ruler must be inspected; and for inspection
(s)he must be elected and be ready to leave the post with an election. Therefore the state must possess a democratic system and the individuals must be ready for inspection and being inspected (opposition). We depict in this article the steps that must be taken to reach “a just state” and assuming that a state can be just in the conditions of our time, we investigate what are the preconditions for a democratic state.

Key Words

Democracy, a just state, democraticism, state, society, individual