Democratic and Arab Spring

Giriş

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi, Ortadoğu ülkelerinde
yaşanan halk ayaklanmaları, aslında 2010 yılında değil, 2000’lerin
başında yaşanması gereken gelişmelerdir. Çünkü halk ayaklanmalarının yaşandığı
ülkelerdeki iç dinamikler (sosyal koşullar, idari ve siyasal yapılanma,
ekonomik imkânlar vb.) ve diğer ülkeler ile ilişkiler, 2010 yılında bölgede
yaşanan gelişmelere sebebiyet veren faktörler olarak yıllardır bu ülkelerin
bünyelerinde yer almaktadır.

Soğuk Savaş döneminde bastırılmış olan bu faktörlerin etkisiyle, Soğuk
Savaş sonrası dönemde daha fazla hareket imkânı bulan muhalif kesimler,
kendi ülkelerinde radikal değişimlerin yaşanmasını talep ettiler.

Önceleri gösteriler düzeyinde dile getirilen bu taleplerin, mevcut rejimler
tarafından dikkate alınmaması ve hatta liderlerin silaha başvurması üzerine,
daha sonra bu ülkelerde iç çatışmalar/savaşlar ortaya çıktı. Maalesef
binlerce sivilin, kadının, çocuğun ölümüne, yaralanmasına neden olan bu
çatışmalar, Mısır, Libya ve Tunus gibi ülkelerde sona ererken, Suriye’de devam
etmektedir. Ancak silahlı çatışmaların sona erdiği ülkelerde ise halen
daha iç sürtüşmeler devam etmektedir. Bu ülkelerin, kısa ve orta dönemde,
istikrarlı yapılara kavuşmaları da beklenmemektedir.

Bu ülkelerde meydana gelen gelişmeleri, Risale-i Nurlar üzerinden incelediğimizde,
Bediüzzaman’ın öngörülerinin, bu olayları değerlendirirken de geçerli olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle Bediüzzaman’ın ortaya
koyduğu ve temel ilkelerini ifade ettiği meşrutiyet veya günümüzde karşılığı
olan katılımcı demokrasi rejimi, bölge halklarının kurtuluşu için yegâne
yöntem/ilke olarak karşımızda durmaktadır.

Mevcut çalışmada, önce Bediüzzaman’ın meşrutiyet konusunda ortaya
koyduğu görüşler özetlenecektir. Ardından Ortadoğu ülkelerinin iç dinamikleri
(Arap Baharı öncesi) ve muhalif grupların talepleri incelenecektir.
Değerlendirme kısmında ise, Bediüzzaman’ın meşrutiyet anlayışı ile bölgedeki
gelişmeler karşılaştırılacaktır.

Risale-i Nur’da demokratlık veya meşrutiyet

İstibdadın Özellikleri

Bediüzzaman, Risale-i Nurlarda istibdat yönetimine şiddetle karşı çıkmakta
ve meşrutiyetin/katılımcı demokrasinin İslamiyet’e aykırı olmadığını
savunmaktadır. Bediüzzaman’a göre, istibdat, tahakkümdür, zorbalıktır.
İstibdat, keyfi muamelede bulunmak, kuvvete dayanarak zorbalık yapmak
veya yöneticilerin kendi ellerindeki idari gücü kendi menfaatleri için kötüye
kullanmak anlamına gelmektedir.

İstibdat, cehaletten, fakirlikten ve ihtilaflardan beslenmektedir. İstibdatta,
menfi ihtilaf bulunmaktadır. Yani herkesin avukat gibi hareket ederek,
sadece kendi sözünün/düşüncesinin doğru olduğunun kabul edilmesini
sağlama arayışlarıdır. Böylece bireyler kendi şahsi çıkarlarını ve benliğini,
adalete ve ahlaki ilkelere tercih etmektedir. Kısacası istibdatta, kişiler arasında
nefsi arzulara dayanan bir tarafgirlik söz konusudur (Nuri Çakır, Kış
2009).

İstibdat rejiminde, insanlar arasında ayrımcılık mevcuttur. Yasalar keyfi
şekilde uygulandığı için, bazı kesimler, yasalardan ve devletin iradesinden
muaf tutulabilmekte; diğerleri ise, keyfi şekilde yorumlanan yasalara itaat
etmekle yükümlü hale gelmektedir. Yasalar da zaten yöneticilerin kişisel ve/
veya nefsi arzularına uygun olarak kabul edilmektedir. Böylece toplumun
menfaati yerine, kişilerin menfaatleri esas alınmaktadır. Bu rejimde sonuçta
kişilere itaat esastır (Furkan Aydıner, Güz 2008).

Sonuçta, istibdat, İslam dünyasını zillete ve sefalete düşürmekte ve yöneticiler
ve/veya halklar arasında kin ve husumete neden olmaktadır.

Meşrutiyet Rejiminin İlkeleri

Bediüzzaman’ın kendi dönemine ilişkin olarak savunduğu meşrutiyet
rejiminin günümüzdeki karşılığı, katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasi
veya meşrutiyet, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, milletin yönetimde
hâkimiyetini esas alan ve halkın taleplerinin/beklentilerinin yönetime aksettirildiği
rejimdir (Risale-i Nur Enstitüsü, Yaz 2008). Yani insan iradesini
özgürleştiren ve ilimde/fikirde hürriyeti sağlayan rejimdir.

Meşrutiyet rejimi, üç temel kavram üzerine oturmaktadır: Meşveret,
adalet ve hukukun üstünlüğü.

Meşveret, bireylere ve topluma yönelik konularda istişarede bulunarak karar almak anlamına gelmektedir. Meşveret, toplumun menfaatini esas almaktadır. Meclis’te veya Şura’da bir araya gelen ve halkın temsilcisi olan ehil
insanların, karşılıklı fikir alışverişinde (müspet ihtilafta) bulunarak herkesin
menfaatini dikkate alan bir neticeye ulaşmasıdır. Bu sayede bir yandan
halkın iradesi yönetime yansıtılırken, diğer yandan yönetilenler arasında
ihtilaf önlenmiş olmaktadır. Çünkü müspet ihtilafta, sorunların ele alınması
sırasında, doğruyu bulmak niyetiyle, kendi fikirlerinde inat etmeksizin,
ehil insanlar bir araya gelmektedir. Böylece toplumun menfaati için bireyin
hakları feda edilmemektedir. Yani adalet-i mahza hayata geçirilmektedir
(İlhami Koçkan, Güz 1998).

Adalet ise, mahkemelerin, salt hukuk düzenlemelerine bağlı kalarak,
tarafsız bir şekilde karar almaları halinde sağlanmaktadır. Adaletli davranmak
zorunda kalan mahkemeler, tarafgirane yaklaşımdan uzak durmakla
yükümlüdür. Aynı zamanda devlet yetkilileri de, yasaları tarafsız şekilde uygulamalı,
kararlarında, kişilerin iradeleri yerine, yasaların belirttiği kuralları
esas almalıdır (Ahmet Battal, Yaz 2010).

Adaletin yaşandığı yönetim anlayışında hukukun üstünlüğü de kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Öncelikle hukukun üstünlüğü ilkesi sayesinde,
her vatandaş/birey, hukuk nezdinde eşit haklara ve yükümlülüklere sahip
olmaktadır. Bu durumda, toplum içerisinde ayrımcılık engellenmektedir.
Ayrımcılığın kaldırılması ise, insanlar arasında nifakın çıkmasını engellemektedir
(Hüseyin Kara, Güz 2002).

Bediüzzaman, meşrutiyet rejiminde, vicdan, din ve fikir özgürlüklerinin
hakkıyla yaşandığını düşünmektedir. Kısacası, demokrasinin vazgeçilmez
kavramı olan temel hak ve özgürlükleri savunmaktadır. Bu sayede meşveret
ve istişare mekanizmaları hakkıyla işler hale gelmektedir (Recep Ardoğan,
Yaz 2010). Yalnız herkesin temel hak ve özgürlüklere, kendisine ve başkasının
haklarına zarar vermemek koşuluyla sahip olabileceğini kabul etmektedir.
Aksi takdirde sınırsız özgürlüğü savunan, sadece nefsi arzularını yerine
getirmeye gayret eden kişiler, toplumda asayişi ve huzuru bozabileceklerdir
(Osman Özkul, Güz 2009).

Bediüzzaman, devlet içerisinde yaşayan gayr-i Müslimlerin haklarının,
fitne çıkarmadıkları sürece, korunması gerektiğini söylemektedir. Kısacası
Bediüzzaman, insanları ötekileştirmeyen, toplum içerisindeki farklılıklara
saygılı ve azınlık haklarına tam riayet eden bir yönetim anlayışını savunmaktadır.
Devletin, din karşısında tarafsız kalmasını, çatışmaya sebebiyet
vermemek koşuluyla herkesin istediği fikri savunmasını desteklemektedir
(Bünyamin Duran, Yaz 2008).

Son olarak, cehalet, fakirlik ve ihtilaf batağına düşmüş olan İslam dünyasının
fen ilimleri, sanat, marifet ve ittifak ile yeniden kalkınabileceğini
düşünen Bediüzzaman, Batılı/gayr-i Müslim toplumlara üstün gelme yolunun,
ikna olduğunu öngörmektedir.

Ortadoğu ülkelerinde istibdat ve iç çatışmalar

Arap Baharı ile birlikte kendi iç siyasi hayatlarında sorunlar yaşayan
Ortadoğu ülkelerinde, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, istibdat yönetimlerinin
iş başında bulunduğunu söyleyebiliriz.

Mısır

Yıllardır askeri vesayet rejimi altında yaşayan Mısır’da, halkın büyük
bir kısmı fakirdir. Devlet yönetimi, Devlet Başkanı, Ordu, İşadamları ve
Bürokratlar arasında oluşturulan ittifak tarafından kontrol altındaydı. Yolsuzluk
yaygın haldeydi. Yasalar keyfi bir şekilde uygulanıyordu. Yönetim,
muhalefete, ifade özgürlüğüne ve halkın serbestçe siyasal hayata katılımına
izin vermiyordu (Uluslararası Kriz Grubu, 6 Nisan 2011).

İstibdat yönetiminin getirdiği sıkıntılardan bunalan halk ayaklanarak
rejimin değiştirilmesini, ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesini ve
siyasal hayata daha fazla katılımın sağlanmasını talep etti. Ancak Hüsnü
Mübarek yönetimi, halkın bu taleplerine olumlu cevap vermedi. Aksine
kendi rejimini daha fazla güvence altına alabilmek için sert tedbirlere başvurdu.

Ordunun Hüsnü Mübarek yanında yer almaması üzerine, ülkede Mübarek
dönemi sona erdi. Mısır Genelkurmay Başkanı’nın başkanlığında bir
geçiş yönetimi oluşturuldu. Geçiş Yönetimi, kısa sürede yönetimi sivillere
devretmek istemedi. Çünkü askeri kesim, önceden edindiği ayrıcalıklı
konumunu kaybetmeyi arzu etmiyordu. Halk arasında da görüş ayrılıkları
mevcuttu. Liberaller, Müslüman Kardeşler, Selefiler, gayr-i Müslimler ve
Mübarek yanlısı gruplar, kendi çıkarlarını muhafaza edebilmek için gayret
gösteriyorlardı. Bu da halk nezdinde fikir ayrılıklarının yaşanmasına neden
oldu (Uluslararası Kriz Grubu, 24 Şubat 2011).

Halkın yeniden gösteriler düzenlemesi üzerine, askeri elitler, yönetimi,
sivillere devretmek zorunda kaldı. Seçimlerin ardından başa geçen Müslüman
Kardeşler, yönetimde istediği başarıyı elde edemedi. Çünkü Mübarek
döneminde ayrıcalıklı konumda bulunan bu gruplar, Cumhurbaşkanı
Mursi’nin istediği reformları yapmasını engellediler (Uluslararası Kriz
Grubu, 24 Nisan 2012).

Bu grupların çabaları neticesinde, Mısır’da durum daha da kötüleşti.
Müslüman Kardeşler’den memnun olmayan liberaller ile gayr-i Müslimlerin
desteğiyle Genelkurmay Başkanı Sisi, yeni bir askeri darbe gerçekleştirdi.
Darbe esnasında Müslüman Kardeşlerin kararlı protestolarına sert
tedbirler ile karşılık veren Sisi ve yeni yönetim, askeri-bürokratik vesayetin
devamı yönünde bir anayasal çalışmayı tamamladı (Uluslararası Kriz Grubu,
7 Ağustos 2013).

Tunus

Tunus’taki durumda, Mısır’daki şartlar ile benzerlik gösteriyordu.
Mısır’da olduğu gibi, Tunus’ta da, halkın büyük bir kısmı eğitimsizdir. Yolsuzluk
yaygın haldeydi. Rejim, baskıcı anlayışa sahipti ve muhalefete izin
verilmiyordu. Rejime yakın kesimlerin hayat standartları çok yüksekti ve bu
gruplar siyasal ve ekonomik alanlarda ayrıcalıklı konumda bulunmaktaydı.
Bu nedenle halk arasında büyük bir hoşnutsuzluk mevcuttu (Uluslararası
Kriz Grubu, 28 Nisan 2011).

Tunus’ta rejim halk gösterileri sonucunda kansız bir şekilde değişti. Fakat
geçiş döneminde, Tunus’taki siyasi gruplar arasında derin görüş ayrılıkları
ortaya çıktı. Çünkü gruplar ülke yönetiminin kendi siyasi düşüncelerine uygun olarak yeniden şekillenmesini istemektedir. Kendi görüşlerinde ısrar
etmeleri üzerine, gruplar, ortak bir noktada buluşamamaktadır. Bu da ülke
içinde siyasi çalkantılara neden olmaktadır (Uluslararası Kriz Grubu, 28
Nisan 2011).

Ancak yine de Tunus’ta siyasi grupların yeni bir anayasal düzeni inşa
ederek, siyasal katılımı desteklemesi, devlet kurumlarının işler hale getirilmesi
ve ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi yönünde adımların
atılması gerekmektedir (Uluslararası Kriz Grubu, 13 Şubat 2013).

Libya

Libya da tipik bir istibdat yönetimine sahip ülke idi. Kaddafi, kendi
yandaşları ve aile üyeleriyle birlikte, ayrıcalıklı bir konumda ve keyfi uygulamalar
ile ülkeyi yönetiyordu. Rejime yakın olan gruplar, siyasi ve ekonomik
avantajlardan fazlasıyla faydalanabiliyordu. Diğerleri ise, tümüyle
bu iki hayattan dışlanmışlardı. Libya’da muhalefete, fikir özgürlüğüne izin
verilmiyordu (Uluslararası Kriz Grubu, 6 Haziran 2011).

Zengin petrol yataklarına rağmen, Libya’da halkın büyük bir kısmı fakirlik
ile mücadele ediyordu. Yetersiz kalkınma düzeyi, fakirlik, yolsuzluk,
Libya’nın temel özellikleriydi. Geleneksel dini kurumlarda, devletin politikalarını
meşrulaştırıcı tavırlar içerisindeydi (Uluslararası Kriz Grubu, 14
Aralık 2011).

Kaddafi yönetimi ile muhalif kabileler arasında yaşanan çatışmalar neticesinde,
ülkede yönetim değişmiştir. İç çatışmalar esnasında ayaklanan
gruplar, ülke genelinde siyasal, ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi
yönünde taleplerde bulunmuştu. Fakat çatışma sonrası dönemde her bir
milis grubu, kendi kontrolü altında tuttuğu bölgeden ayrılmayı, yönetimi
tümüyle merkezi otoriteye bırakmayı kabul etmedi. Günümüzde Libya’da
kabileler arası nefret ve intikam duyguları artmış, bunlar arasında ihtilaflar
ortaya çıkmıştır. Ülkede etnik temelli önyargılar mevcuttur. Yolsuzluk devam
etmektedir. Devlet makamları parayla satılmaktadır. Yerel milis grupları,
adaleti kendileri sağlamakta ve böylece keyfi adalet anlayışı hüküm
sürmektedir (Uluslararası Kriz Grubu, 14 Eylül 2012; Uluslararası Kriz
Grubu, 17 Nisan 2013).

Fakat Libya’da durumun yeniden normale dönebilmesi için, yerel milis
güçlerinin merkezi otoritenin emri altına girmesi, ülkede katılımcı demokratik
anlayışın hüküm sürmesi, eğitim, sağlık gibi sosyal ve ekonomik
koşulların iyileştirilmesi ve devlet kurumlarının işler hale getirilmesi gerekmektedir.

Sonuç

Suriye, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi, benzer koşullara sahipti. Esad ailesi,
Nusayriler ve işadamları sayesinde ülke genelinde baskıcı bir yönetim
inşa etmişti. Bu gruplar, ülkenin imkânlarından büyük oranda faydalanırken,
yasalar da keyfi şekilde uygulanıyordu. Suriyeli Kürtlere vatandaşlık
hakkı tanınmıyordu. Muhalif gruplar baskı altında tutulurken, ifade ve düşünce
özgürlüklerine izin verilmiyordu. Ayrıcalıklı konumda bulunan kesimlerin dışında kalanlar ise, ekonomik ve siyasal hayattan dışlanmışlardı
(Uluslararası Kriz Grubu, 13 Temmuz 2011).

Muhalif gruplar, diğer Ortadoğu ülkelerinde yaşanan süreçlerden cesaretlenerek,
Suriye rejiminden radikal bir şekilde demokratikleşme yönünde
adımlar atmasını, ekonomik imkânların herkesi kapsayacak şekilde düzeltilmesini
ve sosyal koşulların iyileştirilmesini istediler. Fakat Esad yönetimi,
bu talepleri karşılamak yerine göstericilere karşı askeri güç kullandı (Uluslararası
Kriz Grubu, 1 Ağustos 2012).

İç savaşın sürdüğü Suriye’de, ülke ekonomisi uzun yıllar düzelemeyecek
şekilde çökmüştür. Devlet kurumları işlemez hale getirilmiştir. Halkın
yaşam standardı aşırı şekilde kötüleşmiştir. Rejim ile muhalif gruplar arasında
intikam duyguları yeşermiştir. Gruplar, kendi mensuplarına karşı aidiyet
hissederken, diğer gruplara karşı kin, nefret ve önyargı beslemektedir
(Uluslararası Kriz Grubu, 27 Haziran 2013).

Değerlendirme

Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, Ortadoğu ülkelerinin birçoğunda otoriter
rejimler hâkimdir ve bu ülkelerdeki yönetimler, kuvvete dayanmakta,
ayrımcılık uygulamakta ve yönetimi elinde tutan zümreler ellerindeki gücü
kendi menfaatleri için kötüye kullanmaktadır.

Bu yönetimlerde, ülkenin imkanlarından fazlasıyla faydalanan gruplar,
kendi grup/şahsi menfaatleri için ülke yönetimiyle ittifak ilişkisi içerisinde
bulunmaktadır.

Bu ülkelerde muhalefete, fikir, vicdan ve din özgürlüğüne izin verilmemektedir.
Siyasal partiler, özgür medya ve sivil toplum kuruluşları yasaklanmıştır.
Bu nedenle bölge ülkelerinde yaşanan siyasal tartışmalar, özgür
ortamlarda gerçekleştirilememekte, rejimin menfaatlerine yönelik olmakta
ve bu tartışmalarda rejimi eleştirmeye olanak tanınmamaktadır. Sonuçta bu
ülkelerde mutlak hakikatin ve adaletin yeşermesi mümkün değildir. Böylece
bölge ülkeleri, demokrasi, kalkınma değerleri, toplumca insanca yaşama verileri,
sosyal koşullar açısından dünyanın oldukça gerisinde yer almaktadır.
Bu ülkelerdeki koşullar, hem içeride siyasal ve toplumsal istikrarsızlıkların
yaşanmasına hem de uluslararası terör eylemlerine olanak sağlamaktadır.

Halk gösterileri sonrasında, Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerde, halkın
desteklediği, arzuladığı rejimler inşa edilmemiştir. Çünkü bu ülkelerde
müspet yerine menfi ihtilaflar görülmektedir. Örneğin, Tunus ve Mısır’da
olduğu gibi, çeşitli siyasal gruplar, tarafgirlik içerisinde hareket ederek, sadece
kendi düşüncelerinin/ideolojilerinin devlet yönetimine hâkim olmasını
ve/veya önceden sahip oldukları imtiyazlarının yeni yönetimde de devam
etmesini istemektedir. Bu nedenle diğerlerinin görüşlerini dinleyerek, ortak
bir noktada uzlaşmakta veya halkın genel menfaatine uygun hareket etmekte
zorlanmaktadır.

Bu ülkelerin yeniden istikrarlı hale gelebilmeleri için önerilen adımlar,
Bediüzzaman’ın savunduğu meşrutiyet rejiminin temel özelliklerini yansıtmaktadır.
Örneğin halkın genelinin talep ettiği katılımcı demokrasinin bu
ülkelerde hâkim hale gelmesi, devlet kurumlarına yeniden işlerlik kazandırılması,
eğitim, sağlık, sosyal yaşam koşullarının düzeltilmesi ve ekonominin
yeniden istikrarlı hale getirilmesi gibi öneriler sıklıkla dile getirilmektedir.

Halkın, siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda serbestçe ifade edebilmesinin,
bu ülkelerin kalıcı şekilde istikrarlı hale gelebilmesi için gerekli olduğu
görüşü genel kabul görmektedir.

Siyasal alanda önerilen rejim modelinde, halkın siyasal hayata Meclis
yoluyla katılması, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınması,
azınlıkların haklarına saygı gösterilmesi, hukukun üstünlüğünün inşa
edilmesi, serbestçe fikirlerin tartışılması gibi unsurlar yer almaktadır.

Sonuçta, Bediüzzaman’ın meşrutiyet konusunda ifade ettiği görüşleri,
Arap Baharı yaşanan ülkelerdeki sorunların nedenlerini ve bu ülkelerin
mevcut sorunlardan kurtulması için gereken tedavi yöntemlerini içermektedir.

KAYNAKÇA

Ahmet Battal, “Bediüzzaman ve Demokratik Toplum Tasavvuru”, Köprü Dergisi, Yaz
2010, Sayı 111.

Bünyamin Duran, “Nursi’de Devlet Algısı”, Köprü Dergisi, Yaz 2008, Sayı 103.

Furkan Aydıner, “Münazarat: Yüz Yıllık Demokrasi Manifestosu”, Köprü Dergisi, Güz
2008, Sayı 104.

Hüseyin Kara, “Bediüzzaman Said Nursi’de Düşünce Özgürlüğü”, Köprü Dergisi, Güz
2002, Sayı 80.

İlhami Koçkan, “Meşveretten Cumhuriyete”, Köprü Dergisi, Güz 1998, Sayı 64.

Nuri Çakır, “Bediüzzaman’a Göre İslam Devleti ve Anayasasının Yeri-Zamanı – Modern
Zamanlarda Devletin Dinle İlişkisi”, Köprü Dergisi, Kış 2009, Sayı 105.

Osman Özkul, “Said Nursi’nin Demokrasi Düşüncesine Katkısı ya da Demokrasinin
Ontolojisi”, Köprü Dergisi, Güz 2008, Sayı 104.

Recep Ardoğan, “İnsan Hakları ve Hürriyet Mefhumundan Risale-i Nur’a İzdüşümler”,
Köprü Dergisi, Yaz 2010, Sayı 111.

Risale-i Nur Enstitüsü, “Meşrutiyet’ten Demokrasiye Bediüzzaman”, Köprü Dergisi,
Yaz 2008, Sayı 103.

Uluslararası Kriz Grubu, “Divide We Stand: Libya’s Enduring Coflicts”, Middle East /
North Africa Report, No 130, 14 Eylül 2012.

Uluslararası Kriz Grubu, “Holding Libya Together: Security Challenges after Qadhafi”,
Middle East/ North Africa Report, No 115, 14 Aralık 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Holding Libya Together: Security Challenges after Qadhafi”,
Middle East/ North Africa Report, No 115, 14 Aralık 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Lost in Transition: The World According to Egypt’s SCAF”,
Middle East/North Africa, Rapor No 121, 24 Nisan 2012.

Uluslararası Kriz Grubu, “Marching in Circles: Egypt’s Dangerous Second Transition”,
Middle East/North Africa, Brifing No 35, 7 Ağustos 2013.

Uluslararası Kriz Grubu, “Popular Protest in North Africa and The Middle East (V):
Making Sense of Libya”, Middle East/North Africa, No 107, 6 Haziran 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Popular Protest in North Africa and the Middle East (IV):
Tunisia’s Way”, Middle East / North Africa Report, No 106, 28 Nisan 2011.

Egypt Victorious?”, Middle East / North Africa, Rapor No 101, 24 Şubat 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Popular Protest in North Africa and the Middle East (VII):
The Syrian Regime’s Slow-motion Suicide”, Middle East/North Africa, Rapor No 109,
13 Temmu 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Popular Protests in North Africa and the Middle East (III):

The Bahrain Revolt”, Middle East/North Africa, Rapor No 105, 6 Nisan 2011.

Uluslararası Kriz Grubu, “Syria’s Metastasising Conflicts”, Middle East, Rapor No 143,
27 Haziran 2013.

Uluslararası Kriz Grubu, “Syria’s Mutating Conflict”, Middle East, Rapor No 128, 1
Ağustos 2012.

Uluslararası Kriz Grubu, “Trial by Error: Justice in Post-Qadhafi Libya”, Middle East/
North Africa Report, No 140, 17 Nisan 2013.

Uluslararası Kriz Grubu, “Tunisia: Violence and the Salafi Challenge”, Middle East/
North Africa, Rapor No: 137, 13 Şubat 2013.