What is Democraticism and the source of Constitutionalism?
Why have Bediüzzaman always supported the
Democrats?
Giriş
Demokrasi, istişareye önem veren ve tüm vatandaşların bir organizasyon
içinde veya devlet politikasının şekillenmesinde eşit haklara sahip olduğu
bir yönetim şeklidir. Demokrasi bir devlet yönetim şekli olmakla beraber
tüm organizasyonların, kurum ve kurulların da yönetim biçimidir. Temeli
“İstişare”ye dayanır. Demokrasinin temeli istişareye dayandığı için ilk insandan
günümüze kadar varlığını devam ettiren fıtrî bir yönetim olarak
görülebilir. Günümüzün gelişen teknolojisine de uyumlu olarak organizasyonların,
örgütlerin ve en gelişmiş örgüt olarak kabul edilen devletlerin
yönetim şekli olarak kendisini kabul ettirip geliştirmiştir. Bu nedenle demokrasinin
Yunan kaynaklı olduğu tartışılabilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de
Hz. Süleyman (as) zamanında Yemen Melikesi Belkıs’ın devletini “İstişari
bir meclis” usulü ile yönettiği bize haber verilmektedir. [1]
İstişareye dayanan yönetimleri Yunan ve Batı kaynaklı gösterme çabaları
daha çok son zamanlarda öne çıkmıştır. Müslüman devletler her ne
kadar padişahlıkla yönetliyor olsa dahi “İstişare”yi asla terk etmiş değillerdi.
Ancak padişahın belirlediği bir istişare kurulu olduğu ve halkın seçimine
dayanmadığı için meşrutî, yani demokrtaik sayılmıyordu. Halbuki “Asr-ı Saadette” “Hulefa-i Raşidin”in seçilmelerine baktığımız zaman “Hilafetin”
seçimle tahakkuk ettiği görülmektedir. Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye
(ra) arasındaki mücadelenin “Hilafetle saltanat mücadelesi” olduğunu ifade
eden Bediüzzaman “Adalet-i Mahza” dediği ve Hz. Ali’nin (ra) savunduğu
hilafetin seçime ve istişareye dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, yani
bir insanın hakkını tüm insanlığa da feda etmeyen bir yönetim şekliydi. [2]
Ama ne var ki toplum o dönemde saltanata ve güce destek verdiği için
hilafet saltanata ınkılap etmiş oldu.
Hilafetin saltanat tarafından temsil ediliği padişahlık dönemi tam 1214
sene devam etti. Nihayet 1876’da Osmanlı’nın meşrutiyeti ilan etmesi ile
hilafetin şartı olan “seçim” ve “hukukun üstünlüğü” prensipleri siyasi hayata
geçmiş oldu. Ancak asırlarca devam eden istibdat anlayışının bir anda yerini
meşruti ve demokratik anlayışa bırakması çok zordur. Bu nedenle günümüze
kadar büyük mücadeleler verilmiştir. Bu mücadelenin en ön cephesinde
“hürriyet”i “imanın hassası” olark görüp meşrutiyeti “Asr-ı Saadetin” yönetim
şekli olarak kabul edip savunan Bediüzzaman Said Nursi’yi görüyoruz.Bu makalemizde Bediüzzaman’ın meşrutiyet, demokrasi ve demokratlık
konusundaki fikirlerinin çok berrak olduğunu, Meşrutiyet döneminde kendi
fikirlerine hizmet ettikleri için “Ahrarları” desteklediğini gördük. Cumhuriyet
döneminde de “Ahrarların devamı” olarak “Demokratları” açıkça
desteklediğini görerek sebeplerini araştırdık.
Araştırmamızda dikkatimizi çeken en önemli şey Ahrarlardan önce
Bediüzzaman’ın hürriyetçi fikirlerinin varlığı idi. Ahrarlar Bediüzzaman’ın
fikirlerini savundukları için Bediüzzaman onları desteklemişti. Hatta kendisine
“Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?”
diyenlere “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. …. Ben, hamiyetli ve
dindar adamlarla daima beraberim. Ben Selanik’te meydan-ı hürriyette okuduğum
nutuk ile ilan ettiğim mesleğimi, şimdi de onu takip ediyorum ki,
İ’lâ-yı şevket-i İslamiye ve İ’lây-ı Kelimetullah’ın vasıtası olan meşruta-i
meşrutayı Şeriat dairesinde idamesine çalışıyorum.” [3] şeklinde cevaplamıştır.
Daha sonra “Ahrarların devamı” dediği “Demokratlar” aynı fikirlerin siyasi
hayatta uygulamaya geçirdikleri için bu defa onları desteklediğini görmekteyiz.
Bu hususu özetleyen en önemli şey ise Bediüzzaman’ın Meşrutiyet
döneminde sıklıkla dile getirdiği “Meşrutiyet, hakimiyet-i millettir.”[4]
ifadelerinin daha sonra TBMM’de “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
ifadeleri ile sahiplenilmesi ve TBMM’nin de bu hakimiyeti sağlamayı
amaç edinmiş olmasıdır. Ancak bu hakimiyet mücadelesinin günümüzde
de devam etmekte olduğu bir gerçektir. Bu nedenle Osmanlıda “Hürriyet
ve Milli hakimiyet” mücadelesinden önce Bediüzzaman vardı. Ahrarlardan
önce Bediüzzaman vardı ve Demokratlardan önce de Bediüzzaman vardı.
Onlar Bediüzzaman’ın bu davasını hayata geçirmeye çalıştıkları için Bediüzzaman
onları desteklemiş ve teşvik etmiştir.
1. Meşrutiyetten Demokrasiye Geçiş
Osmanlı’da demokratikleşme hareketleri “Kanun-i Esasi”nin kabulü
ve 1876’da Meşrutiyetin ilanı ile başlamış ve fiilen uygulamaya geçilmiştir.
Meşrutiyet Osmanlıda Anayasal Parlamento sistemi ile idare edildiği dönemdir.
Bu 1876-1922 dönemini kapsar. Arapça “şart” kökünden türeyen
“Meşrutiyet” XIX. asrın ikinci yarısında Osmanlı siyasi hayatında “Anayasalı,
meclisli, saltanat ve hilafet rejimi” olarak uygulanmıştır ve “Anayasal
Parlamento Sistemi” olarak Osmanlı siyasi literatürüne girmiştir. Osmanlı
edipleri ve siyasileri buna “Usul-i Meşveret” demişlerdir. “Kanun-i Esasi”
ve “Meclis-i Mebusan” ile devleti idare ederek, “kudret-i teşrii erbab-ı hükümetin
elinden almak” şeklinde değerlendirmişlerdir.[5] Osmanlı aydınları
Meşrutiyet ile “yetkileri anayasa ile sınırlandırılan bir idarenin kurulmasını”
amaçlamışlardır.[6] Böylece, Meşrutiyeti istibdadın ilacı olarak görmüşlerdir.
Nitekim Kânun-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda
“Ferd-i vâhidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesi”nden doğabilecek
sıkıntıların önlenebilmesi için “kavânîn ve mesâlih-i umûmiyyenin
kaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü’l-hayr olduğundan
bir meclis-i umûmînin teşkili” gerekliliğine işaret edilmişti.
Başta “Hürriyet” ve “Muhbir” olmak üzere Jön Türklerin sözcülüğünü
yapan yayın organları Meşrutiyeti “Meşveret” emrinin gereği olarak kabul
edip savunmuşlardır. Jön Türk hareketine destek veren ulemâ da, meşrutî
idarenin şeraite uygunluğunu savunmuşlardır. Hoca Muhiddin Efendi “Bu
asrın müceddidinin bu meclisi küşâd eden ve millet-i İslâmiyeye hürriyet
verenin olacağını” ifade etmiştir.[7] Jön Türklerin çıkarttığı Meşveret ve
Şurâ-yı Ümmet dergileri bu hususları anlatmak amacı ile yayın hayatına
başlamıştı. Meşrutî idarenin dinen, aklen ve siyaseten gerekliliği anlatılmış
ve peygamberimizin (sav) “El-hata mine’l-şura evlâ mines-savabi bi-dûni
şûra” yani “istişarede hata da olsa, istişaresiz isabetten daha hayırlıdır” hadisine
dayanılarak savunulmuştur.[8] Daha sonra Şeyhu’l-İslam Musa Kâzım
Efendi de “İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet” isimli risalesi ile bu tartışmalara
destek vermiş ve “Şeriatın Meşrutiyetin esası” olduğunu ifade etmiştir.
[9] “Beyanu’l-Hak” “Sırat-ı Müstakîm” ve “Volkan” gibi gazete ve dergilerde
meşrutiyet ve meşveret ile ilgili hususlar çokça tartışılmış ve yazılmıştır.
1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın Meşrutî yönetimi savunması
hilafetin ve yönetimdeki meşruiyetin kaynağının seçim, yani milletin iradesine
dayandığı, Asr-ı Saadet’in yönetim şekline uygun olduğu ve Adalet-i
Mahza’yı netice verecek bir yönetim şekli olduğu anlayışına dayanıyordu.
Meşrutiyete geçişin tarihi seyrine baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nde
Meşrutiyet’e geçiş “Kanun-i Esasi” tartışmaları ile başlamış ve nihayet 23
Aralık 1876’da “Kanun-i Esasi” kabul edilerek “Meşrutiyet” ilan edilmiştir.
II. Sultan Abdülhamit parlamentonun tartışma ve bölünmelere sebep olacağını
görerek 1878 yılında Meclis-i Mebusanı feshetmiş ancak “Kanun-i Esasiyi” uygulamaya devam etmiştir. Sultan Abdulhamit “Meclis-i Mebusanı”
tatil etmiş ise de “Meclis-i Ayanı” (Senato) çalıştırmaya devam etmiştir.
Böylece teorik olarak Meşrutiyetin devamını sağlamıştır. 24 Temmuz
1908’de İttihat Terakki ve Ahrarların baskısı ile Meclis-i Mebusan’ı
tekrar açmıştır. Parlamento çalışmalarına aralıksız devam etmiş ve nihayet
İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesi ve meclisi feshetmesi üzerine mebuslar
Ankara’ya giderek burada toplanmışlar ve 23 Nisan 1920’de Ankara Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ni açmışlardır. Bu meclisin en büyük hayrı da
Anadolu’nun düşman istilasından kurtarılması olmuştur.
1908 yılında İstanbul’a gelen Bediüzzaman Meşrutiyet’e sahip çıktı ve
tesisine hararetle çalıştı. Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb-i Örfî müdafaası
bir nefsî müdafaa olmayıp, gerçekte “Meşrutiyet’in” müdafasından başka bir
şey değildir. Bediüzzaman bu müdafaasında özetle şöyle demektedir: “Meşrutiyet
ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise adalet ve meşveret-i şer’iyeden
ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira saadetimiz,
meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.” [10] Bediüzzaman
bu ifadelerinde anayasal ve seçime dayalı parlamenter sistemin
adalet ve dinin emrettiği meşveret sistemi olduğunu açıkça ifade etmekte
ve istibdattan herkesten çok inananların zarar gördüğünü belirtmektedir.
Bediüzzaman müdafaanın girişinde her şeyi şeriat ölçülerine göre yazdığını
da açıkça ifade etmekte ve “Ben talebeyim. Onun için her şeyi mizan-ı
şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum.
Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.”
[11] demektedir. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın ifadeleri kendi görüşü
olmayıp Kur’ân’ın, dinin ve İslamiyet’in ahkâmından başka bir şey değildir.
Bediüzzaman siyasi sistemi ikiye ayırır, sistem ya adalettir veya zulümdür,
ya hürriyettir veya istibdattır. İslamiyet daima hürriyet ve adaletin yanında,
istibdat ve zulmün karşısındadır. Bu düşüncesini de peygamberimizin
(asv) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir.”[12] hadisine dayandırmakta
ve “Bu hadisin sırrı ile şeriat aleme gelmiş ta istibdadı ve zalimane tahakkümü
mahvetsin.”[13] demektedir. Sonra “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür.
Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse
ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi
olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız
cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak
silâhiyle cihâd edeceğiz.”[14] buyurarak meşrutiyet idaresinin adalet ve şeriatın
siyasi hayatta tatbikatından ibaret olduğunu ve sahip çıkılması gerektiğini
açık bir dille söylemektedir.
Meşrutiyetle beraber onun kanadı altında iktidara gelen İttihatçılar “Şeriat
istiyorsun” diye Bediüzzaman’ı ve pek çok ulemanın içinde bulunduğu
önemli kişileri yargılayarak bir kısmını idam etmişlerdir. Buna rağmen Bediüzzaman
“Meşrutiyet’i” müdafaa etmiş ve “İttihat ve Terakki” Hükümetinin
cinayetlerini Meşrutiyet’e yıkmamış, meşrutiyeti hükümetin istibdadından ayrı tutarak daha sonra gittiği şark vilayetlerinde ulemaya ve halka yine
Meşrutiyeti müdafaa etmeye devam etmiştir. Bu sohbet ve münazaralarını
“Münazarat” isimli eserinde bir araya getirerek bastırmıştır.
Bediüzzaman “Münazarat” isimli eserinde soru ve cevap şeklindeki
sohbetlerinde “Meşrutiyet Kanunu” ile muamele etmelerini, içlerinden
birini sözcü seçerek ona güvenmelerini ve soruları onun sormasını ister.
Böylece fiilen meşrutiyetin uygulamasını da göstermiş olur.[15] Bediüzzaman
bu eserinde önce istibdadın tarifini yapar. Çünkü istibdat bilinirse
onun alternatifi olan Meşrutiyet ve Hürriyeti anlamak daha kolaydır.
“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir,
rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir,
insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren
ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti
uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ her şeye sirâyet ile zehrini atan,
o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi
dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.”[16]
Bediüzzaman sonra istibdat hastalığını tedavi edecek meşrutiyet ilacını
tarif eder. “Bâzı memurların ef ’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders
gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz
meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı
olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim. İşte, meşrûtiyet “Mü’minlerin
aralarındaki işleri meşveret iledir.”[17] “Onlarla işlerini istişare et”[18] âyet-i
kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete
bedel hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur,
şahıs değildir. Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz.
Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün
eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan
kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın
tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder.
Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince telgibi
her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i
istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi
olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz.
Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah
olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd
eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i
İslâmı bir aşîret gibi bir birine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz.”
[19] ifadeleri ile tarif eder.
Bediüzzaman ayrıca “Meşrutiyetin kuvvetini kanundan aldığını ve şahsın
hiç olduğunu; ama istibdad da ise şahsın kanunu kendi keyfine tabi
ederek hakkı kuvvete mağlup ettirdiğini”[20] ifade eder. Meşrutiyetin şeriata
muhalif olduğunu iddia edenlere karşı ise “Ruh-u meşrutiyet şeriattandır;hayatı da ondandır.”[21] buyurarak Meşrutiyet zamanında meydana gelen
her şeyin meşrutiyetten kaynaklanmadığını söyler.
“Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”[22] diyen Bediüzzaman
daha sonra yazdığı makalelerinde Meşrutiyet ile Cumhuriyet ve Demokrasiyi
aynı manayı ifade eden kelimeler olarak görür. Esas olan isim ve resim
değil, içinde taşıdığı mana ve hakikattir. Bediüzzaman “Cumhuriyet ve demokrat
mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret
ve kanunda cem-i kuvvet.”[23] ifadeleri ile bu sistemlerin içinin “Adalet,
meşveret ve kanun hakimiyeti” ile doldurulması gerektiğinin altını çizmiştir.
Bediüzzaman ayrıca gazete lisanı ile umum cemiyetlere ve siyasi teşkilatlara
hitaben “Cemiyetlere İhtar-ı Mühim” başlığı altında “Meşrutiyete
sahip çıkmalarını” ve bu zamanda asıl sahip çıkılması gereken büyük cemiyetin
meşrutiyet ve onun hakimiyetini sağlayan hükümet olduğunu” ihtar
etmiş ve ayrılıkçı, meşrutiyet karşıtı bir tavır ve tutum içine girmemelerini
tavsiye etmiştir. Şöyle ki:
“Cemiyetlere İhtar-ı Mühim! Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i
meşruta-i meşruadır. Hükümet içinde hükümetin zararı görüldü. Seviye-i
irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassub ve taraftarlık intaç eder.
Hem de avam cahil fırkaya dahil olduğu halde bir maddi kuvveti intaç eder.
Tabii o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umur-u idarede herkesçe
leziz olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsaid bir zemin olur. Binaenaleyh,
bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin
bir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bitaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten
veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan nafi olabilir. Şimdi
hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.” demiştir.[24]
Bediüzzaman isim ve resme takılmadan içerik olarak Meşrutiyet ve
onun daha geniş şekli olan Cumhuriyet ve onun daha hürriyetçi şekli olan
Demokrasi’yi “Adalet, hürriyet, meşveret, kanun hakimiyeti” olarak kabul
etmiş ve müdafaa etmiştir. Daha sonra Cumhuriyet döneminde DP ile
demokrasiye geçildiği zaman da Peygamberimizin (asv) “Kavmin efendisi
ona hizmet edendir.”[25] hadisini esas alarak “Demokratlık ve Hürriyet-i
Vicdan İslamiyetin bu kanun-u esasisine dayanabilir.”[26] buyurarak demokratlar
dediği Demokrat Parti’yi desteklemiştir.
2. Demokratlık
Demokrasiyi ve demokratik prensipleri benimseyerek sosyal ve siyasi hayatta
demokrasinin hakimiyeti için gayret gösterenlere “demokrat” denilir.
Bir ülkede demokrasinin yerleşmesi, demokrasinin amacına ve ilkelerine
uygun bir düzen kurması için demokrasiye inanmış ve demokratik
ilkeleri benimsemiş, bunun için mücadele edecek insanların olması gerekir.
Demokrasiyi hakim kılacak olanların “demokrat” olması şarttır. Her şeyden
önce seçilmiş olan hükümet yasalara bağlı olmalı ve yasaları uygulamalıdır.
Yasaların uygulanmasında taraflı ve yanlı davranmamalı, ideolojik, dini,etnik, bölgesel veya ahbap çavuş ilişkişi içinde hareket etmemesi lazımdır.
Demokraside en önemli şey birey ve bireyin haklarıdır. Dinimiz buna
“kul hakkı” adını vermiş ve ihlalini büyük bir günah saymıştır. Yasalar adil
olmalı ve herkes yasalar karşısında eşit durumda bulunmalıdır. Ayrıca
din ve vicdan hürriyetine hem inanmalı hem de uygulamalıdır. Kur’an-ı
Kerim’in “Dinde zorlama yoktur.”[27] ayeti “Din ve Vicdan Hürriyeti”nin
olması gerektiğini ifade etmektedir. İnsanlar inançlarından dolayı Allah’a
karşı sorumlu olur ve ahirette bunun karşılığını mutlaka görürler; ama bir
toplumda yasalar din ve inanç farkı gözetilmeden uygulanması gerekir.
Hukuk karşısında herkes eşittir.
Peygamberimiz (asm) “Kim bir zımmıye eziyet ederse ben onun hasmıyım,
karşısında beni bulur. Kim benim hasmım olursa ahirette onunla
hesaplaşırım.”[28] buyurarak hukuk karşısında inanç farkı gözetilmemesi gerektiğini
açıkla belirtmiş ve inananları ikaz etmiştir. Bu nedenle demokrasiyi
savunanların önce demokrat olmaları gerekir. Müslümanlığı savunanın
Müslüman olması gerektiği bir gerçektir.
Demokratlık tarafsız olmayı, başkalarının da haklı olduğu yönlerinin
olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Demokrat eleştiriyi kabul eder ve başkalarını
eleştirirken de insaflı ve hakkaniyetli davranır.
XIX. Yüzyıl sonu ve XX. Yüzyıl başlarında I. Dünya Savası sonrası
Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile dünya haritası
değişti ve bir çok yeni devletler ortaya çıktı. Milletin sıkıntı ve buhran
içinde olduğu bu dönemde bir kurtarıcı beklentisi de dikta heveslilerini harekete
geçirerek demokratik metotlarla ama daha hürriyetçi ve cumhuriyet
yönetimleri vaat ederek halkı aldatan dikta rejimleri ortaya çıktı. Özellikle
1929 yılında ortaya çıkan büyük ekonomik buhran sonucu Avrupa, Latin
Amerika ve Asya ülkelerinde diktatörler yönetimi ele geçirdiler. İspanya,
İtalya, Almanya’da Faşist diktatörler meydana çıkarken; Küba, Brezilya, Japonya
ve Sovyet Rusya’da kimi ırkçılığı, kimisi de işçi ve orta sınıfı istismar
eden demokratik olmayan yönetimler iktidara geldiler. Bu sebeple 1930’lu
yıllar diktatörlük dönemi olarak tarihe geçti. Dikta düşüncesinin doymak
bilmez hırsı ve toplumu yönetme arzusu II. Dünya Savaşı’nı netice verdi.
Bu savaş diktanın insanlığa ne kadar zararlı olduğunu ispat etti ve yeniden
demokratikleşme hareketleri öne çıktı. Özellikle Batı Avrupa’da yoğunlaşan
bu hareketler 1945 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi insan
haklarını öne çıkaran önemli sözleşmelerin kabulünü netice verdi.
II. Dünya Savaşı sonucu Almanya ve Japonya’da diktatörlükler sona
ererken diktatörlük yine Cumhuriyet adı altında Sovyet Rusya’nın elinde
kaldı. Böylece Batı demokrasileri ile Sovyet Bloğu ülkeleri arasında büyük
bir “Soğuk Savaş” dönemi başlamış oldu. Komünizmi yaymaya çalışan
Sovyet Bloğu ile Liberal Demokrasiyi yaymaya çalışan ABD arasındaki çekişme
nihayet 1989 yılında Hürriyet ve Demokrasi’nin galibiyeti ve Komünizmin
mağlubiyeti ile sonuçlandı. Bundan sonra Liberal Demokrasi tüm
dünyada kabul görmeye başladı.
I. Dünya Savaşı öncesi demokrasi yönetimleri kabul görerek bir derece
yaygın hale geldiği için diktatörler demokrasiyi kullanarak kendilerinitopluma kabul ettirdiler. Kurdukları sisteme de güya Meşrutiyet’in daha
gelişmiş bir şekli olan Cumhuriyet adını verdiler. Daha sonra diktanın hak
ve hürriyetleri sınırlandırması, hürriyetlerin kısıtlanmasını meşrulaştırmak
amacı ile cumhuriyetin bir rejim, demokrasinin ise rejimin (ideolojik devlet
sisteminin) uygulama şekli ve aracı olduğu söylendi. Böylece devlet yüceltilip
kutsanırken, demokrasi araç haline getirilerek yozlaştırılmak ve önemsiz
hale getirilmek istendi. Çünkü diktanın, istibdadın en büyük düşmanı hak
ve hürriyetleri savunan demokrasinin kendisi idi.
İdeolojik devlet yapısının yüceltildiği, bunun için siyasi hakların kısıtlandığı,
hak ve hürriyetlerin, özellikle “Din ve Vicdan Hürriyetinin” yok
sayıldığı bir dönem yaşandı. İstibdat kendisini meşrulaştımak ve kabul ettirmek
için “rejimin korunması”, “devletin bekası” ve “asayişin – emniyetin”
korunması adı altında “hürriyetleri kısıtlayan” pek çok yasalar çıkarmış ve
bu amaçla halk meclisleri üzerinde büyük baskılar kurmuşlardır. Onlar da
çıkardıkları yasalarla diktatörlerin daha da güçlenmesine ve devlet kurumlarının
baskı aracı olarak kullanılmasına imkan vermişlerdir. Diktatörler
kendilerine tabi olup destek verenlere “seküler” bir hayat vaat ederek kredi
ve makam gibi imtiyazlarla devletin her türlü imkanlarını sunarak önlerine
açacaklardır. Bu da halk ile imtiyazlılar ve idarecilerin arasında büyük bir
uçurum açılmasına sebep olacaktır ve öyle de olmuştur. Bundan da sekülerizmin
gerçekte demokrasiden değil, diktadan kaynaklandığını görmek
mümkündür.
Böyle bir devlet yapılanması içinde halk ile hükümet ve devletin arasındaki
uçurumu kapatmaya, toplumda halkın iradesini ve isteklerini öne
çıkarmaya, hak ve hürriyetleri savunmaya, din ve vicdan hürriyetini müdafaa
etmeye, despotizme ve diktaya karşı mücadele aracı olarak demokrasiyi
öne çıkarmaya çalışan ve ülkeye demokratik bir sistemin hakim olması için
fedakarlıkla gösterenlere “demokrasiyi benimseyen ve müdafaa edenler” anlamında
“demokrat” denilmiştir. Demokratlar, demokratik çoğulcu bir sistemin
ülkeye hakim olmasını isteyenler olarak ortaya çıkmışlardır.
Demokratik bir toplumda halk efendi ve söz sahibidir, idareciler ise halka
hizmet etmek için halkın seçtiği veya belli bir ücret mukabilinde görevlendirdiği
memurlardır. Bu peygamberimizin (asm) “Halkın efendisi onlara
hizmet edendir.”[29] hadisinin toplumda kabul görmesinden ve uygulanmasından
başka bir şey değildir. Bu nedenle Bediüzzaman “Demokratlık ve
hürriyet-i vicdan islamiyetin bu kanun-i esasisine dayanabilir.”[30] buyurarak
sahip çıkmış ve bunun için siyasi mücadeleye girenlere de “Demokrat” demiş,
hem sahiplenmiş, hem desteklemiş, hem de tebrik etmiştir.
Demokrat kişi, demokrasinin değerlerini savunan ve demokrasinin ülkeye
hakim olmasını isteyen ve bunun için siyasi mücadeleye giren fert,
birey ve vatandaştır. Nedir demokratik değerler? Her şeyden önce bireye ait
temel hak ve hürriyetlerdir. Bunların en önemlisi “Din ve Vicdan Hürriyeti”
ve “Basın- Yayın ve Fikir Hürriyeti”dir. Sonra imtiyazların kalkması ve hukuk
karşısında eşitliktir. Bediüzzaman da Divan-ı Harb-i Örfi müdafasında
“Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref ’-i imtiyazlazım. Ta ki biri bir imtiyazla başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak
çıkmasın.”[31] diyerek demokratik bir toplumda olması gereken hukuki eşitliği
savunmuş ve fitnenin ancak bu şekilde ortadan kalkacağını, hükümetin
bunu sağlaması gerektiğini ifade etmiştir.
Bediüzzaman yönetimde idarecinin değil, kanunların hakim olmasını
istemiştir. Yöneticilerin ve memurların görevi herkese eşit davranarak kanunların
hakimiyetini sağlamaktır. Bediüzzaman’a göre meşrutiyet, cumhuriyet
ve demokrasi “adalet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvetten ibarettir.
… Kuvvet kanunda olmalıdır. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”[32] Yani bir
ülkede kanun hakimiyeti yoksa memurların keyfi yönetimleri hakim olur,
bu da her yerde istibdat ve baskının ve keyfi yönetimin olması demektir.
Demokrat, ülkede kanun hakimiyetinin olmasını isteyen ve bunun mücadelesini
veren kişi ve bireydir.
3. Demokrasinin Dayanağı:
Demokrasi halk iradesinin hakimiyetini sağlamayı amaçlar. Demokraside
idarecinin istekleri ve keyfi yönetimi yerine halkın ihtiyaç ve isteklerinin
karşılanması esastır. Halk efendi, memur ve hükümet ise ona hizmet eden
görevlilerdir.
Demokrasinin temel prensibi olan “Hürriyet” ve “Temel Haklar” İslam
inancının ve İslâm’ın insanın hürriyet ve haklarına bakan yönünün genel
amacıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu “Şeriat âleme gelmiş ta
her nevi istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin.”[33]cümlesi ile ifade
etmiştir. Hürriyeti “imanın hassası”[34] yani, özelliği olarak gören Bediüzzaman
bu gerçeği “kanun-u adalet ve tedipden başka kimse kimseye tahakküm
etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında
şahane serbest olsun.”[35] ifadeleri ile tarif etmiştir.
Bediüzzaman’a göre hürriyetin temelinde inanç ve ifade hürriyeti vardır.
Tarih boyunca çeşitli din ve inanca mensup milletlerin ve grupların İslam
hükümetleri içinde serbest bir şekilde inançlarının gereğini yaptıklarına ve
inançlarını ifade ettiklerine dikkatleri çeken Bediüzzaman “asayişe ve emniyete
ilişmemek şartıyle herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği inancı ve
fikri ile mesul olmaz” demiştir.
İnanç ve fikir hürriyeti demek, inancını yayma, yayınlama, fikrini anlatma
ve yayma hürriyeti demektir. Bu da basın ve yayın hürriyetini zaruri
kılar. İnanç hürriyeti kalben inanma; fikir hürriyeti de düşünme hürriyeti
demek değildir. İfade edilemeyen fikir ve anlatılamayan inanç hürriyeti zaten
olmaz. Hiçbir hükümet insanların kalplerine ve beyinlerine zaten karışamaz
ve hükmedemez. İnsan hakları ise İslam dininin “Kul Hakkı” olarak
ele aldığı en önemli konudur. Günümüz demokrasisi “Bireyin hakları” ifadesi
ile İslam dininin “kul hakkı” kavramına yaklaşmıştır.
Parlamenter sistem, halk temsilcilerinin oluşturduğu şuralardır. Yüce Allah
“Şura Suresi” adında bir sure inzal buyurarak mü’minlere dünya işlerini meşveret ve şuralarla yapmalarını tavsiye etmiş,[36] peygamberimize de “istişare
et!”[37] emretmiştir. Peygamberimiz (sav) bu emre en çok imtisal ederek
sahabelerine ve ümmetine örnek olmuştur. Hz. Ömer (ra) ise “Şurayı”
devletin bir organı haline getirerek sistemleştirmiştir. Bu durumda modern
demokrasilerdeki parlamenter sistem şeriatın emrine uygundur ve şeriattan
alınmıştır. Bunun için Bediüzzaman “İstibdad zulüm ve tahakkümdür; meşrutiyet
adalet ve şeriattır.”[38] buyurarak parlamenter sistemin şeriatın emrine
uygun olduğunu açıkça belirtmiştir.
Ümmetin istişare ve ittifakının şeriatın uygulaması ve emri olduğunu da
açıkça belirten Bediüzzaman “İcma-yı ümmet, şeriatte bir delil-i yakînîdir.
Rey-i Cumhur şeriatte bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatte muteber ve
muhteremdir.”[39] demektedir. Parlamenter sistem içinde farklı inanç ve düşüncede
insanlar elbette bulunacaktır. Herkesin düşüncesi aynı olsa meşverete
zaten gerek kalmaz. Hüküm de eksere göre verilir. Amaç da hak ve hürriyetleri
korumak için gerekli kanunları yapmaktır. Üç yüz farklı düşüncede
olan insanların fikir ve düşüncelerini birleştirecek olan şey “maslahatlar, hak
ve hukuktur.” Hak ve maslahat ise, şeraitte bir esastır. Hukuk değişmez;
ancak tatbikat ve tercihattır ki meşverete ihtiyaç gösterir.[40]
Demokrasi ile milletin hâkim olduğunu ve hükmün milletin eline geçtiğini
ifade eden Bediüzzaman bu düşüncesini de “Meşrutiyet hâkimiyet-i
millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misal-i mücessemi olan mebusân hâkimdir;
hükümet, hâdim ve hizmetkârdır.”[41] demektedir. Bediüzzaman Said Nursi
hazretleri Kasım 1922 yılında Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ne geldiği
zaman meclise hitaben yayınladığı ve okuttuğu beyannamede “Ey Ehl-i
Hal ve’-Akd” diye hitap etmesi İslam bilginlerinin devlet başkanını seçen
kurumun; yani “Ehl-i Hal ve’l-Akd”in parlamenter sistem ve Asr-ı Saadetteki
“Şura” kurumu ile aynı olduğunu göstermektedir. “Meclis-i Mebusanı”
da millet hâkimiyetinin tecelli ettiği yer olarak göstermektedir. Devlet gibi
tüzel bir kişiliği olan büyük bir kurumun ancak milletin şahs-ı mânevisi,
yani temsilciler kurulu olan parlamento ile idaresinin daha kolay ve adil
olacağını ifade etmektedir. Bediüzzaman bir kişinin görüşünün bir ince tel
gibi rüzgârın estiği tarafa dönebileceğini, ama parlamentodaki üç yüz kişinin
görüşünün bir demir direk gibi hiçbir rüzgâra kapılmayacağını ve hissi
davranmayacağını ifade etmektedir. Demokrasinin hâkim olduğu zaman
meydana gelen olumsuzlukların ve hak ve hukuk ihlallerinin doğrudan demokrasiye
yüklenemeyeceğini, şahısların ve istibdat heveslilerinin, nefis ve
şeytana aldananların suçu olarak görmek gerektiğini belirtir. Suçun şahsiliği
genel bir kuraldır. Meclisin dinin yüzde doksan dokuzu olan “İman,
ahlak ve ibadet” konularına karışamayacağını ifade eden Bediüzzaman dinin
yüzde biri olan ve değişmez hükümleri içeren farz ve vacip olan hukuk
prensiplerine de dokunamayacağını belirtir. Meclisin görevinin dinin emir ve yasaklarını tanzim etmek ve değiştirmek değil, bunun dışında kalan
iktisadî ve içtimâî konularda kanun yapmak olduğunu belirtir. Meclis halkın
ve toplumun faydasına olan bu gibi kanunları yaparken elbette fertlere
ve kurumlara nispeten daha fazla isabet edecektir.
“Meclis-i Mebusan’da Hıristiyanlar, Yahûdiler vardır; onların reylerinin
şeriatta ne kıymeti vardır?” şeklindeki bir suâle Bediüzzaman şöyle cevap
verir: “Meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise Müslümandır. Altmıştan
fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek
hâkim İslam’dır.”[42] Bu durumda meşverette Yahudi ve Hristiyanların
bulunmasından korkmamak gerekir.
“İkincisi, saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haço
ve Berham’ın reyi muteberdir, şeriat reddetmez. Meclis-i mebusândaki
mesâlih-i siyasiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kabilden olduğundan,
reddetmemek lazım gelir.”[43] Meclis-i Mebusan’da konuşulan ve karara
bağlanan meseleler dine ait meseleler değildir; siyasi ve iktisadî konulardır.
Bunlar da ülkede yaşayan tüm kesimlerin menfaatleri gereğidir. Elbette ortak
kararlar alınmalı, ülkenin dış tecavüzlerden korunması, kalkınması ve
gelişmesi için alınacak tedbirler görüşülmelidir. Bu konularda ihtisas sahibi
olan Yahudi ve Hıristiyan ve diğer milletlerden olanların da söz hakları
vardır ve olmalıdır. Bu konuda onlara değer verilmesi, fikirlerinin alınması,
iktisadi konularda ve ülkenin emniyet ve güvenin sağlanmasında büyük
faydaları olacaktır.
“Ammâ ahkâm ve hukuk ise zaten tebeddül etmez; tatbikât ve tercihattır
ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku
sû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek
için bâzı kanunları yapmak ve etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline
gitmek olmaz; gidilse intihardır.”[44]
Hukuk, “Hak” kelimesinin çoğuludur. Bu ise hak sahibine hakkını vermek,
haksızı cezalandırmak ve adaleti sağlamaktır. Hak sahibine hakkını
vermemek, hak ihlali ve hukuksuzluktur. Bundan zulüm çıkar. Haklar ise
bellidir ve bu konuda din, millet, siyasi görüş ayrılığı yoktur. Herkesin amacı
hak ve hürriyetleri sağlamak, haksızlığa engel olmaktır. Bu nedenle “hukuk
ilkeleri değişmez.” Meclis-i Mebusanın vazifesi hak ihlallerinin önüne
geçmek için gereken yasaları çıkarmaktır. Çünkü gerek hâkimler, gerekse
müftüler ve diğer memurlar yasaların açıklarından faydalanarak hile ile verdikleri
fetvalar ve kararlar ile haksızlıklara sebep olmaktadırlar. Meclisin
de çıkaracağı yasalarla bunun önüne geçmesi vazifelerinin gereğidir. Bütün
dinlerde “Adalet” ilkesi geçerli olduğu gibi, “hak” ilkesi de geçerlidir ve değişmez.
Bu nedenle mecliste Yahudi ve Hıristiyanların bulunması onların
haksızlık yapacakları ve bütün meclisi tesirleri altına alacakları anlamına
elbette ki gelmez.
Hukukun değişmezlik ilkesinden dolayıdır ki hak haktır, büyüğüne
küçüğüne bakılmaz ve tüm dünyada insanlar haksızlık karşısında hakkını
arama ve haksızlığa karşı sesini çıkarma hakkına sahiptir. Bu konuda din,
milliyet ve fikir ayrılığı olmaz.
4. Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı
Yönetimin meşruiyetinin kaynağı halk iradesidir. Yani yönetilen halk
yönetme yetkisini kime verirse yönetim yetkisi ona aittir. Hiç kimse halkın
kendisine vermediği yetkiyi halk adına kullanamaz. Kullanacak olursa bu
meşru olmaz. Nitekim peygamberimiz (asm) Medine’de kendisine yönetim
görevi verildiği zaman bunu Allah’ın kendisine verdiği bir görev olarak değil,
yetkisini yönetilenlerden, yani halktan ve toplumdan alarak kabul etmiş
ve kullanmıştır.
Şöyle ki:
Peygamberimizden (asm) önce Araplarda siyasi bir birliktelik sözkonusu
değildi. Kabileler göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Çoğu ümmi olduğu
için Arap tarihi de yazılamamıştı. Araplarda dahilde emniyeti sağlayan hükümetler
ve idareyi elinde tutan teşkilatlı bir organ da mevcut değildi. Her
kabile ve aşiret müstakil ayrı cemaatlerden oluşmuştu. Kabile mensupları da
öyle idi. Aralarında tam bir hürriyet vardı. Her bireyin kabile içinde kabilenin
ortak görüşünü redddetme hürriyeti vardı. Yetki nakli için hiyerarşik
bir düzen de yoktu. Kabile reisi çoğu zaman kabilenin en yaşlısı, veya en
zengini veyahut saygı ve hürmeti kazanabilen en uygun kişisi seçilirdi.[45]
Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiği zaman burada da kurulu
bir düzen mevcut değildi. Medine halkı üç ana gruptan oluşuyordu. Bunlar,
Muhacir ve Ensar’dan oluşan Müslümanlar. Beni Kaynuka, Beni Nadr
ve Beni Kureyza Yahudileri ve henüz Müslüman olmayan Araplar. Müslümanlar
azınlıktaydılar. Arapların iki büyük kabilesi olan Evs ve Hazrec
arasında bir asra yakın kan davaları ve kavgalar devam ediyordu. Yahudiler
Medine’nin hem ticari hem de ekonomik hayatına hakim durumdaydılar.
Hıristiyanlar ise sayıca neredeyse yok denecek kadar azınlıktaydılar.
Peygamberimizin (asm) hicreti ile Kureyş’in husumetini de kendilerine
çeken Medinelilerin siyasi birliğe ve güvenliğe büyük ihtiyacı vardı. Zira
aralarındaki dağınıklık bir yana, Arapların en saygın ve büyük kabilesi olan
Kureş’in tehditlerine ve hatta gözdağı verme şeklinde baskınlarına maruz
kalmışlardı. Medine’de herkesin kabul edebileceği belli bir siyasi otorite de
mevcut değildi. Her grup kendi içinde bir bütünlük teşkil ediyor ve diğer
grubun hakimiyetini ise asla kabul etmiyordu.
Peygamberimiz (asm) Medine’deki toplulukları belli bir statüde bir araya
getirmek için harekete geçti. Öncelikle Müslümanlar arasında kardeşliğin
tesisi yönüne gitti ve Muhacirlerle Ensar arasında “Din kardeşliğini”
oluşturdu. Sonra Medine’nin ileri gelenlerinden Enes b. Malik’in evinde
her kesimden çağırdığı reislerle “istişare” etti. Medine’nin harici tecavüzlerden
korunması ve dahilde asayişin temini için ortaya bir anlaşma ve sözleşme
metni çıktı ve taraflarca imzalandı. Elli iki maddeden oluşan bu metin
bir nevi Anayasa belgesiydi. Bu vesika aynı zamanda bütün dünyada yazılı
ilk Anayasa olma özelliğine sahipti.
Ortaya çıkan bu anlaşma metnini tarafların da onayı ile yürütmek üzere
peygamberimiz (asm) görevlendirildi. Müslümanlar Allah’ın emri olarak
peygamberimize (asm) itaat etmek durumundaydılar ve kayıtsız şartsız itaat
ediyorlardı. Müslüman olmayanların peygamberimize itaat etmeleri elbette beklenemezdi. Peygamberimiz (asm) Müslüman olmayanların onayını da
sözleşme gereği almış oldu. Medine halkından almış olduğu ve sözleşme
gereği yasa ile onaylanan dünyevi yetkileri kullanmaya başlamış oldu.[46]
Burada açıkça görüldüğü gibi peygamberimiz (asm) Allah’ın peygamberi
olmakla beraber yönetim ve hakimiyet yetkisini Allah’tan değil, sözleşme
gereği doğrudan Medine halkında almıştır. Medine’de kaldığı süre içinde
yapılan tüm savaşları, anlaşmaları ve siyasi kararları bu yetkiye ve “Medine
Vesikası” adı verilen ortak “sözleşmeye” yani, “Anayasa”ya dayandırdı.
Peygamberimiz (asm) Medine’de Anayasanın güvencesi altında, hukukun
üstünlüğünü sağlayan, herkesin meşru hareketlerinde şahane serbest
olduğu, vatandaşlar arasında hukuki eşitliğin sağlandığı, Müslümanların da
takva ve amel-i salih dışında hukuken herkesle eşit sayıldığı, kardeşlik ve
yardımlaşma temeline dayanan bu sistemle kavgaları önledi, barışı ve huzuru
sağladı.
Peygamberimizin (asm) kurduğu sistem bir devlet değildi. Ancak tüm
devletlerin kendisini örnek alacağı bir sistemdi. Bu sistem “şura prensibine”
[47] dayanıyor, “adaleti ve kanun hakimiyetini” sağlıyordu.[48] Batı’nın yüzyıllar
sonra keşfettiği demokrasi, gerçekte peygamberimizin (asm) uyguladığı
sistemin keşfinden ve örnek alınmasından başka bir şey değildi.
Peygamberimizim (asm) vefatından sonra sahabeler bu sistemi aynen
devam ettirmişlerdir. Ancak “Medine Vesikası” yazıldığı şartların tamamen
değişmesi ile yürürlükten kaldırılmış, onun yerine tüm Müslümanların
ortak kabul ettiği Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin (asm) sünneti ve
Hulefa-i Raşidin’in “Şura” ile aldığı siyasi kararları ve uygulamaları esas
alınmıştır. Bu nedenle “Asr-ı Saadet”i de bir devlet olarak değil, bir sistem
olarak görmek daha doğrudur.
5. Bediüzzaman’ın Demokrat Parti’yi Desteklemesinin Sebebi
Bediüzzaman Meşrutiyet döneminde “Hürriyet ve Meşrutiyeti” şeriat
namına müdafaa ederken Şeriat-ı Garra’nın hayat-ı içtimaiyeye / sosyal
hayata ve siyasete bakan yönünün Meşrutiyet olduğunu ısrarla savunmuştur.
Adalet-i ilahinin tahakkuk ve tecellisinin ancak iman ile tekâmül etmiş
olan hürriyet olduğunu izah etmiştir. Akıl ve tedbir-i mücessem dindar
“Cemiyet-i Ahrar” dediği hürriyetçi fikirlerin ihtilafları ortadan kaldırarak
milli birliği ve muhabbeti sağlayacağını belirtmiştir.
Meşrutiyet düşmanları hürriyete din adına karşı çıkarak “hürriyet küfür
alametidir ve kâfirlere hastır” şeklinde propaganda yapıyorlardı. Bediüzzaman
bunlara karşı “Bunu iddia edenlerin hürriyeti kuralsızlık ve yasakların
olmadığı, “Bolşevizm Mesleği” zannettiklerini, bu nedenle karşı çıktıklarını
belirtir. Gerçekte ise hürriyetin “İyi ve doğru olanı yapma hürriyeti” olduğunu,
kötüyü ve yanlışı yapma ve suç işleme hürriyeti olmadığını ifade eder.[50]
İnsanın nefsine ve insanlara kul ve köle olmaktan kurtulması ve tam hür ve bağımsız olmasının ancak Allah’a hakiki kul olmaktan geçtiğini izah
eden Bediüzzaman “insana karşı hürriyet Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.”
buyurur. Sultan Abdülhamit’i 1876 yılında Kanun-i Esasi’yi ilan ederek
Hürriyet’e geçtiği için insafsızca eleştirenler mutaassıp dindar insanlar olmuştur.
Gerekçeleri de Allah’ın kanunu varken beşerî kanunları yapmasını
eleştirmeleri, Rum ve Ermenilere temel hak ve hürriyetlerini vermesidir.
Onlar maalesef dini istibdat ve baskı aracı olarak görmüşlerdir. Asırlar boyu
devam eden ve insanların damarlarına kadar işleyen istibdat kendisini muhafaza
etmek ve her şeyi kendisine alet etmek için herkese vesvese vermektedir.
Gerçekte ise Allah’tan korkan dindarların, mutekid Müslümanların
ekserisi hürriyetçidir.[51]
Bediüzzaman 1918 yılından itibaren 35 senedir siyaseti terk etmişti ve
Nurculara da “Bırakınız” diyordu. Çünkü siyaset ihlâsı kırar. Fakat münafıklar,
dindarları kullanarak dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe
alet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için ve onları yanlıştan
kurtarmak amacı ile siyasete bakarak siyasi ölçüleri yazmak durumunda kalmıştır.
Çünkü “Şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp
dini siyasete alet; sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarından
safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım, gördüm ki: Bizi bu
üç-dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye itham edenler kendileri
dessasane dini tezyif etmek için kendileri sonra da siyaseti dinsizliğe alet
etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat,
hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim
içinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi (a.s.m.) Cemiyeti
ile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen
bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine
otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i İslamiyenin başında
olan ezan- ı Muhammedi’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilan etmesiyle;
siyasetten kat’ı alaka eden, eskide “İttihad-ı Muhammedi” şimdi “Nurcular”
namını alan ve İttihad-ı İslam içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak
için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelime
konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim. ”[52] diyerek Risale-i Nur’da “siyasi
ölçüleri” yazmak durumunda kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri DP’nin halkın oyları ile iktidar olması
sebebiyle Demokrasinin işlemeye başlamasından dolayı Reis-i Cumhur
Celal Bayar’ı “seçimle geldiği için” meşru bir devlet başkanı olarak kabul
etmiş ve kendisine tebrik telgrafı çekmiştir. Bediüzzaman’ın bu tavrı
DP’nin iktidara geliş biçimi olan demokrasi ve seçim sistemini onaylamak
ve meşru şekilde seçildiğini ifade etmek anlamı taşımaktadır.
Bunu Bediüzzaman’ın tebrik telgrafından anlıyoruz. Şöyle ki:
“Reis-i Cumhur Celâl Bayar ve Heyet-i Vükelâsına,
Otuz seneden beri ben siyaseti terk etmiştim. Bu defa, birkaç gün zarfında
Ahrar’ların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle,
Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekileyi tebrikle beraber, bir hakikati ifşa
ediyorum.”[53] diye devam etmektedir.
Burada Bediüzzaman Celal Bayar’ın kurduğu ve başında bulunduğu
parti olan DP için “Ahrar” yani “Hürriyetçi” tabirini kullanmakta ve Celal
Bayar’ı da Ahrarların başına geçtiği için tebrik etmektedir. Tebriğin sebebi
Ahrarların başında olduğu ve memleketin mukadderatına sahip çıktığı ve
istibdadı temsil eden CHP’yi devirdiği ve milli iradeyi meclise hakim kıldığı
içindir.Bediüzzaman ayrıca Ispartalıları özellikle tebrik etmekte ve “Son hayatımı
Isparta havâlisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Isparta taşıyla toprağıyla
benim için mübarektir. … Hususan oradaki eski tahribatı tamirata
başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar,
yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım.
Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşallah, o Ahrarlar istibdad-ı
mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[54] demektedir.
Bediüzzaman Ahrarların devamı ve “Demokratlar” dediği Demokrat
Partiyi ve Demokrat Partilileri milletin arzusuyla “Şeâir-i İslâminin” serbestiyetine
vesile olduklarını, yani ezanı aslına çevirdiklerini, din derslerini
okullara koyduklarını, İmam-Hatip ve İslam Enstitüsü gibi dini eğitim veren
kurumları hiç yokken açtıklarını bizim nazarımıza vermektedir. Onları
icraatlarıyla Ahrar, Hürriyetçi ve Demokrat oldukları için desteklemiştir.
Demokrat Parti içinde bazılarının Mason olmalarına, içki içmelerine, Cuma
Namazı dahi kılmamalarına bakmamış, şahsi hatalarını tenkit etmemiştir.
Bediüzzaman eskide “İttihad-ı Muhammedi” ve “İttihad-ı İslam” adına
sosyal ve siyasi hayatla iştigal edenlerin gerçekte Nurcu olduklarını, bu
zamandaki Nurcuların onları temsil ettiğini ifade eder. Nasıl ki Meşrutiyet
zamanında İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedi namı altında çalışanlar
o zaman İttihat ve Terakki’ye değil de Ahrarlara destek olmuşlar, ayrı
bir siyasi oluşuma girmemişler ise, 1950’den sonra Nurcular namını alan
ve “iman hizmetini” yapan ve “İttihad-ı İslam” düşüncesini savunanların
da ayrı bir siyasi oluşuma girmeden ve yönetime talip olmadan Demokrat
Parti’yi desteklemeleri gerektiğini izah etmiştir.[55]
Bediüzzaman ayrıca DP’nin (Demokrat Parti) Ankara’daki kongresinde
kendisine Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife verilmesinin hararetle
konuşulduğundan bahseder. O toplantıda bu teklifi yapan mebuslara teşekkür
eder; ama kendisinin yerine Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin manevi
olarak o vazifeyi yaptığını, inşallah ileride resmi surette de yapabileceklerini
ifade ile bu görevi Nur Talebeleri’ne havale eder.[56]
Bediüzzaman’ın Demokrat ve Ahrar dediği siyasi oluşum Celal Bayar’ın
1946 yılında kurduğu Demokrat Partisi’dir. Ondan sonra onu takip eden
Ahrarlar ise Süleyman Demirel’in AP ve DYP’sidir. Ne var ki Ahrarlar/
Demokratlar dine ve imana yaptıkları hizmetlerin cezasını çekmektedirler.
Nurcuları hapisler ve yasaklarla cezalandıranlar, Ahrar DP’yi 1960 ihtilali
ile kapatmıştır. AP’nin 1971’de muhtıra ile elinden hükümeti almışlardır.
Yok edemeyince bu defa 1980’de ihtilal ile kapatmışlardır. 1980 sonrası
gelişmeler ve icraatler göz önüne alındığında ise Ahrarların siyaseten temsil
edildiğini söylemek zordur.
6. Nur Talebelerinin Siyasî Misyonu:
Risale-i Nur’un iman hizmetinin bir yönü de İslam’ın ve Kur’an’ın istikametli
yüksek siyasetini ortaya çıkarmak, “Sosyal ve Siyasi” hayata istikamet
vermektir. Risale-i Nur’da bu husus “Hayat-ı İçtimaiye-i Siyasiye”
olarak geçmektedir. Nur talebelerinin siyasetle iştigal etmelerini ve siyasi
bir parti kurmalarını Bediüzzaman istememiştir. Siyasetle iştigal etmemek,
seçimlere katılmamak ve vatandaşlık görevi olarak oy kullanmamak
anlamına gelmemektedir. Bediüzzaman’ın yasakladığı siyaset siyasi parti
kurarak devletin yönetimine talip olmaktır. Yani Nur talebelerinin vazifesi
“iman hizmeti” çerçevesinde herkesin imanına ve ahiretine hizmet etmek
ve dolayısıyla da dünya saadetine ve sosyal hayatta hukuk ve ahlakın hâkim
olmasını ve asayişin korunmasını sağlamaktır.
Sosyal ve siyasi hayatta hukukun ve asayişin korunması ise hürriyetçi
demokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak, onlarla ittifak etmek ve
onlara nokta-i istinat olmakla sağlanacaktır.[57] Bediüzzaman hayatında bunun
en güzel misallerini vermiş, 1908’de İstanbul’a geldiği zaman “Ahrarları”
desteklemiş, 1957 seçimlerinde sandığa gitmiş ve herkesin göreceği şekilde
oyunu Demokrat Parti’ye vererek tartışılmaz şekilde destek olduğunu
ispat etmiştir. Talebelerinden Hamza Emek’in Emirdağ DP İlçe Başkanı
olmasını onaylamıştır. Bediüzzaman’ın yakın talebeleri de “Siyasetle alakamız
yoktur; ancak Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmalarından
dolayı Demokratların hatırı için seçimlerle alakadar olduk.”[58] demişlerdir.
Bediüzzaman vefatından önce talebelerine verdiği son dersinde de “Biz
dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz.
Âsâyişi muhafazaya müspet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi
hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz. Risale-i Nur’un
neşri her tarafa kanaat-i tâmme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar.”
[59] buyurarak demokratların desteklenmesini istemiştir. Sonra Bediüzzaman
“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, az
müsaadekârdır; ‘ehven-i şer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamü’ş-şer’den kurtulmak
için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”[60] tavsiyesinde
bulunmuştur. Burada ehven-i şer dediği kısmın dinde laubali olan
demokratlar olduğu zaten anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman istibdada karşı daima hürriyeti ve hürriyetçileri desteklemiştir.
Hürriyetçilerin mason olduğu propagandasını da “istibdat kendini
muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılaptan on
sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin (yani padişaha karşı çıkan ve hürriyeti
isteyenler) ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında
zail oldu. Tâ o vakit anladım; bizim ekser Ahrârımız mutekit Müslümanlardır.”
[61] demiştir. Siyasi hayatta istibdada karşı hürriyet mücadelesinde Bediüzzaman
Ahrarların cemiyeti ile Nur talebelerinin siyasi amaçlarını bir
görmüş ve “Yaşasın akıl ve tedbir–i mücessem dindar Cemiyet–i Ahrâr ve
Nur Talebeleri” [62] ifadeleri ile bunu ilan etmiştir.
7. İstikametli Siyasî Çizgi: (Siyasetin Muktesit Mesleği)
Siyaset ile saltanat iç-içe olmakla beraber, birbirinden farklıdır. Saltanatı
esas alanlara göre amaç her ne suretle olursa olsun iktidar olmak ve insanlara
hükmetmektir. Bu anlayış saltanatın devamı için şahısların feda edilmesine
göz yuman bir anlayıştır. Siyasette ise, insanları iyiye yönlendirmek,
asayişi sağlamak ve milletin birlik ve dirliğini sağlamak amaçtır. Bu anlayışta
adalet esastır. Bu cihetle siyaset saltanattan daha geniş bir kavramdır.
Bediüzzaman Said Nursî 1918 yılında siyaseti yanlış anlayan, kendi
siyasî fikrini savunan şeytan gibi zalimleri, melek gibi dindar kardeşlerine
tercih eden bir zihniyetin ve ecnebi esaretini siyasetin gereği gibi gören
bir yaklaşımın karşısında, “Şeytandan kaçar gibi bu nevi siyasetten kaçmak
gerektiğini” belirtmiştir. Burada siyaseti tamamen reddeden bütüncül bir
yaklaşım söz konusu değildir; siyasetin amaç dışına çıkmasının ne derece
dehşetli neticeleri olduğuna dikkat çekilmiştir. Nitekim Bediüzzaman
1922 yılında ısrarlı dâvetler ile çağrıldığı TBMM’ye gitmiş ve “Ben siyaseti
terk ettim.” dememiştir. Ancak imana ve dine karşı siyaseti dinsizliğe alet
eden, dini tamamen dışlayan kanunları kabul eden bir siyasî yapılanmayı
ve bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçları görerek “evvelâ imanı ve dini
müdafaa etmek gerekir” demiştir. “Dinsizliğe karşı siyasetle değil, iman hakikatleri
ile mukabele edilebilir.” demiştir.
Muhalefete imkân tanınmadığı ve tek parti hâkimiyetinin devlet politikası
haline getirildiği dönemde de Bediüzzaman bu duruma tamamen
bigâne kalmayarak, parti genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup yazmış ve
gerekli ikazlarda bulunmuştur. Çok partili döneme geçildiği zaman da reyini
DP lehinde belirtmiş ve “Ben siyasetler üstüyüm” dememiştir. Talebelerini
DP Emirdağ İlçe Teşkilâtı’nda kurucu ve yönetici olmalarını teşvik
de etmiştir. Bizzat sandık başına giderek oy da kullanmıştır. Bu DP’nin
yanlış icraatlarını onaylamak anlamına gelmez. Müsbet ve doğru icraatlarına
destek anlamı taşır. Çünkü “Suç işleyenindir.” Müsbet icraatlarda ise,
sonuç tüm destekçiler tarafından paylaşılır. Suçun şahsîliği, yapılan hayırlı
işin müşterekliği esastır. Bediüzzaman bunun için, “O iktidar partisinin lehinde
ehl-i dini yardıma dâvet etmiştir.” Bazı DP bakanları ile görüşmüş
ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e mektuplar
yazmıştır.
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu istikametli siyaset anlayışına göre, “Her
adam vatanıyla, milletle ve hükümetle alâkadardır.” Bu insanın fıtratı gereği
ve sosyal hayatın müşterekliği sebebiyledir. Bununla beraber insan kalp
ve mide dairesini ve kâinatla alâkasını unutmamalı ve insan olarak onlara
karşı görevlerini ve sorumluluklarını ihmal etmemelidir. Her birine ihtiyacı
kadar ve gerektiği ölçüde hayatında yer vermeli ve zaman ayırmalı, birini
tamamen ihmal ve terk ederek hataya düşmemelidir.
Siyasetin dinde yeri her ne kadar yüzde bir de olsa, o yüzde birlik vazifeyi
terk ve ihmal etmek çok vahim neticeleri beraberinde getirecektir. Bir
kaptanın vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gemiyi karaya oturtması
ve tüm gemi çalışanlarını ve gemi sahibini büyük zararlara sokması misali
bunu en güzel şekilde açıklamaya yeterlidir. Bir araba şoförünün vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gaflete düşerek birkaç saniye uyumasıyla
ne gibi feci kazalara sebebiyet verdiği yaşanan bir tecrübe olarak karşımızda
durmaktadır. Bütün bunları görerek, yaşayarak “Canım, bu yüzde birlik bir
meseledir. Hiç önemi yoktur” demek, büyük bir gaflettir. Hiçbir akıl ve vicdan
sahibi bunu söyleyemez.
Bediüzzaman’ın anlayışında siyaset gerçekten ihmal edilemez derecede
önemlidir; ancak bu “iktidar olmayı” hedefleyen bir amaca yönelik değildir.
Bediüzzaman “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” dediği bir zamanda
DP’ye açıkça destek vermiştir. “Nur talebelerinin siyasete karışmadığını”
söylediği aynı zamanda DP’yi desteklemek amacı ile talebelerini görevlendirmiştir.
Burada iktidarı hedeflemeyen, ama siyaset yoluyla dine hizmeti
amaçlayan ince bir siyaset vardır. Bediüzzaman ve talebelerinin “iktidar
olma” ve “devleti yönetme” gibi bir amacı yoktur. İktidara ve devleti yönetenlere
adil olmaları için yol gösterme; hak ve hürriyetleri korumada yardımcı
olma, asayişi koruma gibi insanî ve vatanî görevleri yerine getirme
sorumluluğu vardır. Zaten halka hizmeti esas alan siyasî bir partiyi destekleme
ve oy verme böyle bir vatandaşlık görevinin gereğidir.
Burada Bediüzzaman’ın çok güzel, örnek bir vatandaşlık görevini sergilediğini
görmekteyiz. Siyasetin içinde olmamakla beraber, siyasî görevini
ihmal etmemiş, siyaset yapmamakla beraber siyasî olaylara bigâne de kalmamıştır.
İstikametli siyasî çizgi budur.
Sonuç:
İnsanlar siyasetle yönetilir, devlet de siyasetle idare edilir. Siyaset ülkeyi
adalet ve hakkaniyetle yönetmek ve insanların hak ve hürriyetlerini korumak
için gereklidir. Menfaat elde etmek, makam ve mevki kazanmak, halka baskı
yapmak ve tepeden bakmak için siyasete girmek tehlikelidir; bu haksızlık
ve zulümle sonuçlanır. Bediüzzaman asrın müceddidi olarak insanları her
bakımdan sahil-i selâmete erdirecek çareleri Kur’an’dan ders alıp insanlara
anlatmakla görevli olduğu için siyasetteki istikametli ve muktesit mesleği
göstermek de vazifesidir. Bunun için siyasetin ilmini yapmış, hem siyasetçilere
hem de seçmen olan tüm vatandaşlara yol ve yöntem göstermiştir.
Halkın siyasete katılımı ve idarede söz sahibi olmasının yolu Meşrutiyetle
açılmıştır. Bunun sonucu olarak toplumun geniş kesimlerinin siyasete
ilgisi artmıştır. Bundan dolayı her düşünce ve fikir akımı kendilerini siyasi
partilerle ifade etmeye başlamıştır. Böylece siyaset ideolojilerin odağı haline
gelmiş ve kafalar karışmış, zihinler bulanmıştır. Doğru ile yanlış ayırt
edilemez hale gelmiştir. Bu durumda halkı doğru siyasi tercih konusunda
bilgilendirmek önem kazanmaktadır. Bediüzzaman burada devreye girerek
halkın doğru siyasi tercihinin nasıl olması gerektiğini Kur’andan ders alarak
mü’minlere anlatmaya başladı. Bu fiilî siyasete girmek şeklinde değil yol gösterme,
ikaz ve irşat etme şeklinde bir görevdir.
Meşrutiyet yıllarında Hürriyet ve Meşrutiyetin mahiyet ve anlamını halka
ders vermek gerekiyordu. Bediüzzaman bunu yaptı. Kur’an-ı Kerim’in
insanlığa getirdiği hürriyet ve meşveret esaslarını ders verdi. “Şeriat âleme gelmiş ki, her nevi istibdadı ve tahakkümü mahvetsin” dedi. Peygamberimizin
(sav) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” hadisini ele alarak “Memuriyet
bu hadise göre halka hizmet vasıtasıdır, tahakküm ve tagallüp makamı
değildir. Hürriyet-i Vicdan ve Demokratlık İslam’ın bu kanun-u esasisine
dayanabilir” dedi. Gerçek “hürriyetin ne nefsine ve ne de başkasına zarar
vermemek” olduğunu ve “herkesin meşru hareketlerinde şahane serbest olduğunu”
vurguladı. İnsanların hür olmalarının ancak Allah’a kul olmakla
mümkün olduğunu belirtti.
Bediüzzaman yukarıdaki gerekçelerden dolayı siyasi hayatta meşrutiyeti,
hürriyeti ve hizmeti esas alan siyasi yaklaşımı desteklemiş, diğer siyasileri
de bu manada hizmet etmeye ve siyaset yapmaya çağırmıştır. Siyasi hayatta
hürriyetçiliği esas almış ve daima “Ahrar” çizgisini takip etmiştir. Daha sonraki
hayatta ise Ahrar çizgisini takip eden Demokratlara destek olmuş ve
inananları da demokratlara destek olmaya davet etmiştir.
Bediüzzaman sadece fikir vermekle kalmamış bir aksiyon ve hayat adamı
olarak fiilen de bunu ispat etmiştir. Hatalarından dolayı da dindar insanlar
tarafından tenkide uğrayarak ve dini referans alan partilerin kurularak
“Demokrat Parti”sinin yıpratılma sürecine girdiği 1957 seçimlerinde bizzat
sandık başına giderek ve oyunu herkese göstererek DP lehinde kullanmış ve
dindarlığı öne çıkaran Millet Partisi’ni (MP) desteklememiştir.
Buradan siyasi tercihin siyasilerin hatalarına göre değil, doğru siyasi tercihe
göre yapılması gerektiğini ders almaktayız. Siyasilerin hataları şahıslarını
ilgilendirir; ama siyasi tercih hatası tüm ülkeyi ilgilendirir. Bediüzzaman
tercihini siyasilerin hatalarına göre değil, siyasi tercihin doğru yapılması
noktasına dikkatlerimizi çekmiştir. Bu nedenle Bediüzzaman’ın siyasi tercihi
şahıs odaklı değil, fikir odaklıdır.
Bediüzzaman siyasetçilerin yanlışlarına “Ehven-i Şer” diye bakarken siyasi
tercih hatasını “Azam-ı Şer” olarak görür. Bu hususlar “Siyaset Bilimi”
açısından incelenmeye değer. Toplumda insanlar siyasette tercihlerini siyasetçilerin
yanlışlarına göre değil, siyasi çizginin doğruluğu bağlamında yaptığı
zaman ülkenin önü açılmış olur. Bilinçli doğru siyasi tercih Bediüzzaman’ın
takip ettiği bu çizgidedir.
Özet
İnsanlar siyasetle yönetilir, devlet de siyasetle idare edilir. Siyaset ülkeyi
adalet ve hakkaniyetle yönetmek ve insanların hak ve hürriyetlerini
korumak için gereklidir. Menfaat elde etmek, makam ve mevki kazanmak,
halka baskı yapmak ve tepeden bakmak için siyasete girmek tehlikelidir; bu
haksızlık ve zulümle sonuçlanır. Bediüzzaman asrın müceddidi olarak insanları
her bakımdan sahil-i selâmete erdirecek çareleri Kur’an’dan ders alıp
insanlara anlatmakla görevli olduğu için siyasetteki istikametli ve muktesit
mesleği göstermek de vazifesidir. Bunun için siyasetin ilmini yapmış, hem
siyasetçilere hem de seçmen olan tüm vatandaşlara yol ve yöntem göstermiştir.
Bu makalemizde Bediüzzaman’ın meşrutiyet, demokrasi ve demokratlık
konusundaki fikirlerini ve “Ahrar” adını verdiği ve sonra “Demokrat”
olarak desteklediği demokratları neden desteklediğini araştırdık. Risale-i Nur Külliyatı’ndan onun siyaset, demokrasi, seçim ve siyasi tercih konusundaki
fikirlerini özetlemeye çalıştık.
Anahtar Kelimeler
Meşruiyetin kaynağı, demokratlık, demokrasi, Ahrarlar, Demokrat Parti
Abstract
People and state are both administered through politics. And politics is
necessary to rule a country with justice and protect the human rights and
freedoms. It is dangerous to enter politics to gain benefits, to obtain positions
and posts, to oppress people and look down on them, which ends up
with injustice and oppression. Since Bediüzzaman as the innovator of the
age has been assigned with the responsibility of telling people the solutions
of the Quran that would take human beings to the coast of salvation is
also expected to demonstrate the true and moderate path in politics as well.
For this he mastered the science of politics and has demonstrated the road
and methods of politics to both the politicians and the voters. In this study
we investigate the ideas of Bediuzzaman concerning the constitutionalism,
democracy, and democraticism and why he supports the liberals what he at
first called “Ahrar” and later “the Democrats”. We tried to summarize his
thoughts concerning politics, democracy, elections and political preference
outlined in the Collection of Risale-i Nur.
Key Words
Source of Constitutionalism, democraticism, democracy, The Liberals,
The Democrat Party
KAYNAKÇA:
1. Alaaddin Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, Beyrut, 1989.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, 1970.
3. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, YAN, İstanbul-1993.
4. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, YAN, İstanbul -2010.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, YAN, İstanbul- 2009.
6. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, YAN, İstanbul-1993.
7. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, YAN, İstanbul-2010.
8. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, YAN, İstanbul-1998.
9. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt: 29.
10. M. Ali KAYA, Cumhuriyetin Manevi Temelleri, YAN, İstanbul-2001.
11. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Tarihsiz-İstanbul.
12. Prof. Muhammed Faruk en-Nebhan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları,
Terc. Prof. Dr. Servet Armağan, Sönmez Neşriyat, İstanbul-1980.
13. Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yayınevi, İstanbul-1980.
14. Şeyh İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi’l-Cerrahî Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997.
15. Şeyhülislam Musa Kazım, İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324.
Gazete ve Dergiler:
1. Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896.
2. M. Ali KAYA, İslam Meşvereti Emretti, Yeni Asya Gazetesi, 22 Eylül 1991.
3. Nâmık Kemal, “Ve şâvirhum fi’l-emr” Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20 Temmuz 1868.
4. Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zilkade 1284/ 14 Mart 1868.
5. Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903.
6. Serbesti, 17 Nisan 1909.
7. Volkan, 20 Nisan 1909.
Dipnotlar:
[1] Neml Suresi, 27:29-35. Bu ayetlerde Belkıs’ın Hz. Süleyman’dan (as) gelen mektup üzerine
Mele’ tabir edilen “İstişare Meclisini” topladığı ve onlarla müzakere ederek karar verdiği,
kendi başına karar vermediği anlatılır. “Ey milletin uluları bana bir fikir verin. Biliyorsunuz
ben sizden görüş almadıkça hiçbir şeyi kendi başına yapıyor değilim.” (Neml Suresi, 27:32)
ayeti Belkıs’ın daima iştişare ile hareket ettiğini açıkça ifade etmektedir. Müfessirler bu heyetin
her birinin on bin kişiyi temsil eden üç yüz on iki kişilik bir heyet olduğunu söylemişlerdir.
(Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Tarihsiz-İstanbul (Feza Yayıncılık)
6:141.) Yüce Allah Belkıs’ın bu yönetiminden överek bahseder.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2010, s.88-90.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul- 2009. 97-98.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1998, s. 23, 42, 79.
[5] Nâmık Kemal, “Ve şâvirhum fi’l-emr” Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20 Temmuz 1868, s. 1
[6] Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zilkade 1284/ 14 Mart 1868, s. 1
[7] Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896, s. 4; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt:
29
[8] Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903, s. 1-2
[9] Musa Kazım, İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324; Serbesti, 17 Nisan 1909
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s. 21.
[11] Age, s.18.
[12] Şeyh İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi’l-Cerrahî Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997, 1:409. H. No:1513.
[13] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.
[14] Age, s.23.
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1998, s.22.
[16] Age, s. 22.
[17] Şura Suresi, 42:38.
[18] Âl-i İmran Suresi, 3:159.
[19] Münazarat, s.23-24.
[20] Age, 38.
[21] Age, 38.
[22] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 40.
[23] Age, s. 69.
[24] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s.115; Volkan, 20 Nisan 1909.
[25] Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1:409.
[26] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriayt, İstanbul -2010, s. 747.
[27] Bakara Suresi, 2:256
[28] Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 4:10913
[29] Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:409; Emirdağ Lahikası, s.747.
[30] Emirdağ Lahikası, s.747.
[31] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 39.
[32] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 65.
[33] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.
[34] Münazarat, s. 59.
[35] Age, s. 57.
[36] Şura, 42:38.
[37] Âl-i İmran, 3:159.
[38] Divan-ı Harb-i Örfi, 23.
[39] Münazarat, 40.
[40] Münazarat, 38-45.
[41] Münazarat, 42, 79.
[42] Münazarat, 41.
[43] Age, 41.
[44] Age, 42.
[45] Prof. Muhammed Faruk en-Nebhan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Terc. Prof. Dr.
Servet Armağan, Sönmez Neşriyat, İstanbul-1980, s.60.
[46] Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yayınevi, İstanbul-1980, 1:148.
[47] Şura Suresi, 42:38.
[48] M. Ali KAYA, İslam Meşvereti Emretti, Yeni Asya Gazetesi, 22 Eylül 1991. M. Ali KAYA, Cumhuriyetin
Manevi Temelleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2001, s.40-42.
[49] Divan-ı Harb-i Örfî, 89.
[50] Münazarat, 58.
[51] Münazarat, 125
[52] Beyanat ve Tenvirler, 1970, 11-12, 201.
[53] Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 514.
[54] Age, s. 520.
[55] Age, s. 527.
[56] Age, s. 819.
[57] Beyanat ve Tenvirler, 1995, s. 201–203.
[58] Emirdağ Lahikası, s. 828.
[59] Age, 874.
[60] Age, 877.
[61] Münazarat, 1996, s.125.
[62] Divan-ı Harb-i Örfî, 1993, s. 89.