On Conservatism
Muhafazakârlık, muhafazakâr demokrasi, din, toplum, değişim modelleri
1. Muhafazakârlık nedir?
“Muhafazakârlık” felsefi ve siyasi arka planı olan bir terimdir. Bu terim
Türkiye’de, AK Parti’nin kendine “muhafazakar demokrasi” kimliği seçmesi
ve iktidar olması süresince medya ve belli çevrelerde sorulan “Türkiye
muhafazakârlaşıyor mu?” sorusuyla aktüel olarak gündeme geldi. Bu soruyu
soranlar muhafazakârlaşmayı belli bir anlam çerçevesi içinde anlamaktan
yanadırlar. Belli bir kaygı veya endişeyi ima eden “Türkiye’nin muhafazakarlaşması”
söyleminden özellikle 3 Kasım 2002 seçimlerinde AK Parti’nin
iktidara gelmesi, hatta daha öncesinde 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde
yerel yönetimlerin Refahlı belediyelerin eline geçmesiyle ortaya çıkan yeni
siyasi durum kastedilir. Buna göre başını örten kadınların ve kızların, Cuma
namazına giden erkeklerin, namaz kılanların ve oruç tutanların, yerleşim
birimlerinde inşa edilen camii veya mescid, İmam Hatip Liselerine veya
Kur’an kurslarına olan talep sayısındaki artış “muhafazakârlaşma” eğiliminin
artış göstergeleri arasında yer alır. Zaman zaman da kavram, İslami hayat
tarzına uymayıp günah sayılan fiilleri alenen işleyenlere karşı mütedeyyin
insanların ve genel olarak “muhafazakar” olduğu kabul edilen toplumun “hoşgörü” kriteri olarak da kullanılmaktadır. Mesela Hürriyet yazarı da bir
keresinde Cuma namazına gidenlerin sayısının %65’lere ulaştığını bunun
Türkiye için bir tehlike arz ettiğini yazmıştı.
Temelde sol-sosyalist siyasi gelenekten gelenlerle aynı kriterleri paylaşan
liberal kesime göre de –İslam’a muğayir yaşama tarzına gösterilen hoşgörü
çerçevesinde- muhafazakarlaşmanın ölçümünde kullanılabilecek kriterler,
somut örnek tutumlar vardır. Liberal ve solcu aydınlar Anadolu’nun
herhangi bir şehrine gittiklerinde içki servisi veriliyor mu verilmiyor mu
diye lokantalara bakıyorlar; eğer içki servisi yoksa bu durumu “Türkiye’nin
muhafazakarlaştığı”nın bir göstergesi kabul ediyorlar; onlara göre bu salt
bir gösterge de değildir, aynı zamanda “yaşama biçimine yönelmiş bir
tehdit”tir. Sıkça öne sürülen bir başka gösterge de, “İslami tatil kültürü”nün
yaygınlaşmasıdır. Beş yıldızlı otellerin dindar kesime hitap ediyor olması,
kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı plajlarda denize veya havuza girmesi
muhafazakârlaşmanın göstergesi sayılmaktadır.
Sıraladığımız kriterler meselenin aktüel boyutuyla ilgilidir. Aslında
“Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorusu ile sorulmak istenen “Türkiye
dindarlaşıyor mu?”, biraz daha derine inilirse “Türkiye’de irtica artıyor mu?”
sorusudur. Dolayısıyla en dip tabakada “irtica”, ikinci tabakada “dindarlaşma/
İslamlaşma”, üstte görülen de “muhafazakârlaşma”dır.
Yukarıda işaret edildiği üzere söz konusu tartışma Ak Parti kurulurken
kendine yeni bir siyasi kimlik olarak “muhafazakâr demokrat” kimliği
seçmesiyle başladı. Parti kurucu ve kurmaylarının bu kimliği seçmelerinin
sebebi Türkiye’de İslamcılık temelinde ve İslamcı siyaset zemininde parti
kurmanın ve siyaset yapmanın mümkün olmaması, aynı zamanda bunun
parti kapatma sebebi olmasıdır. İç hukuki zorluklar ve küresel algı ve İslam’ı
ötekileştirme politikalarının baskın etkisi baz alındığında bunun anlaşılır
bir açıklaması vardır. Bu bir bakıma bir zaruret, mazur bir gerekçe gibi
görülse de daha gerisine baktığımız zaman bu, merkeze sorunsuz yürüyüş
düzenlemenin kolay ve pragmatik bir yolu olarak görüldüğü de anlaşılmaktadır.
Zira muhafazakâr siyasi kimlik demek aynı zamanda merkezdekilere
bir güvence telkin etmek demektir. Bununla verilmek istenen mesaj şudur:
“Biz radikal, köktendinci veya siyasal İslamcı değiliz, iktidara ortak olmak
istiyoruz, ama köklü değişimler yapmayacağız. Dindarız ve dinle barışığız;
fakat biz aynı zamanda muhafazakârız. Milli Görüş –aynı zamanda İslamcı-
gömleği üstümüzden çıkardığımızı açık bir dille beyan etmiş bulunuyoruz.”
Bu stratejinin işe yarar (pragmatik) bir boyutu olduğunda hiç kuşku
yok, zira Türkiye’de “bürokratik merkez” ideolojisi ile muhafazakârlık siyaset
tarzı arasında sıkı bir ilişki var.
Pekiyi, İslamcı gelenekten gelen bir siyasi kadronun kendine muhafazakarlığı
uygun bulması doğru veya isabetli bir kimlik tanımlaması mıydı?
Siyaset biliminin altını çizdiği tanımlamalar ve Türkiye toplumunun beşeri-
sosyolojik yapısı esas alındığında doğru ve isabetli değildi, çünkü siyasi
desteğini almak istediği seçmen kitlesinin bizatihi kendisi muhafazakâr
değildir. Milli Görüş Partilerine oy veren, merkez sağa ve merkez sola gitmeyen,
kuruluşundan sonra Ak Parti’nin arkasında toplanmış olan seçmen kitlesinin ana gövdesi muhafazakâr değil, reformcu, değişimci ve hatta genişletilebilecek tanıma göre “devrimci” bile sayılır. Adına “toplumsal merkez”,
denen ana gövde hiç kuşkusuz askeri-sivil bürokrasi, yüksek yargı, büyük
sermaye ve üniversitelerden oluşan “bürokratik merkez”in dışındadır;
siyasi yönelimi ve süren çabaları itibariyle merkeze akmak; iktisadi, idari,
siyasi mekanizmaları denetlemek istemektedir. Bu doğrudur; ama bürokratik
merkezin ideolojisi olan muhafazakârlığı benimsemesi için makul bir
sebep yoktur; tam aksine reform talep etmektedir.
2. Dinden ve mazbut hayattan muhafazakârlığa
“Muhafazakârlık”tan içki içmemeyi ve aileye bağlılığı anlamak icap ederse,
mesela Anadolu’da, Kayseri veya Sivas’ta, namazını kılan, her hangi kötü
bir alışkanlığı olmayan, aile hayatına önem veren bir tüccara muhafazakar
demek doğru olmaz. Bu “mazbut” bir hayat yaşamakta olan Müslüman bir
Anadolu tüccarı profilidir. Ahlaki ve sosyal olarak “mazbut” hayat yaşayan
bir insanı siyasi anlamda “muhafazakâr” tanımlamak, kavramı bağlamından
koparmak olur. Nitekim AK Parti’nin seçmenine bakıldığında, Anadolulu
küçük ölçekli sanayici ve tüccar, muhafazakâr politikalardan ziyade “liberal
politikalar” istemektedir. Çünkü TÜSİAD’la rekabet edebilmesi ve devletin
önüne koyduğu sun’î bürokratik engellerin ortadan kaldırılması için
liberal politikalar gereklidir ki, bu da muhafazakârlık değildir. Yine büyük
kentlerde, varoşlarda yaşayan yoksullar sosyal devlet istemektedirler; bunlar
da muhafazakâr değil, liberal ise hiç değildirler.
Bir başka noktadan da söz konusu kimlik tanımlaması yanlıştır. Telaffuz
edilmese ve yeterince akademik dünya üzerinde durmasa da, Türkiye’de
siyasetin asıl belirleyici faktörü “din”dir. Dinle ilgili tutumlar ve algılar, dinin
siyaset içerisinde örtük veya açık aldığı konum, siyasi hayatı bir şekilde
belirlemektedir. Bunun da çok derin tarihsel ve toplumsal sebepleri vardır.
Bu sebepler, bizim İslam ve Osmanlı toplum geleneğinden gelişimiz
ve bu toplumsal geleneğin sınıf temeline dayalı olmayıp değer ve kimlik
temeline dayalı olmasından kaynaklanmaktadır. Mesela Osmanlı’da “İslam
milleti”, “Protestan milleti”, “Yahudi milleti”, “Rum Ortodoks milleti”, “Ermeni
Ortodoks milleti” gibi birden fazla millet vardır. Milletler, etnik veya
ırk temelinde şekillenen sayısal insan gruplarını ifade etmezler, doğrudan
insanların mensup oldukları dini kimliği ve aidiyeti ifade ederler. Mesela
“İslam Milleti” şemsiyesi altında Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Gürcüler,
Çerkezler, Arnavutlar ve başka Müslüman kavim ve gruplar toplanmaktadır.
Onları bir araya getiren İslami hayat, razı olan millet ve evrensel
İslam kardeşliğinin tezahürü olan ümmet bilincidir. Hıristiyanları da bir
arada tutan din veya neredeyse farklı dinlere birer atıf olan mezhepleridir.
Doğal olarak Osmanlı’da toplum “din temeli”nde örgütlenmiştir.
Avrupa’da toplumsal örgütlenme “sınıf ” esasına göredir. Burjuvazi, proleterya,
serf, senyör, köle, efendi şeklindeki gruplaşmalar sosyo-ekonomiktir;
İslam dünyasında ise bunların karşılığı yoktur. Çünkü bizde sosyal gruplaşma
sosyo-kültüreldir. Türkiye’de toplumsal kesimleri kendi etrafında veya
şemsiyesi altında toplayabilecek unsur, değere dayalı siyaset yapmanın tek
imkânı Müslümanlıktır. Merkez sağ ve merkez sol partiler, maddi ve toplumsal
karşılığı olmayan sınıfların nominal ideolojilerinden başka bir şey değildir.
Bu çerçevede AK Parti’nin kendine muhafazakâr siyasi kimliği seçmesinin
önemli iki sonucu olduğunu söylemek mümkün görünmektedir:
1) Bugüne kadar hiç olmayan bir şey olmuş, İslamcıların referans çerçevesi
değişmiştir. Bizim referans çerçevemiz, 20. yüzyılda İslam dünyasının
geçirdiği derin krizde, bu krizin içinden çıkmak için entelektüel bir gayret,
cehd ve mücahede sarf eden Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani,
Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Seyyid Kutup, Ebu’l A’la Mevdudi,
Ali Şeraiti gibi entelektüeller, yazarlar ve âlimlerdi. AK Parti siyasal
kimliğini muhafazakârlık olarak seçtiği andan itibaren referans çerçevemiz,
Yahya Kemal Bayatlı, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu,
Ziyaeddin Fındıkoğlu, Ali Fuad Başgil’in fikri dünyalarına yönelmiş
oldu. Adı anılan bu zatlar, kuşkusuz dinden uzak, dinden kopuk kimseler
değildir, ancak gerek dünya görüşleri gerekse din algıları dolayısıyla dinden
anladıkları, toplumsal ve kamusal hayatı düzenleyen politikaların seçiminde
referans alınan din değil, “milli-manevi bünye”yi takviye edici diyanettir.
Diyanet tarihten gelen bir miras, coğrafyayı vatan yapan etkileyici amil ve
milli/ulusal kimliği pekiştiren kültürel-manevi bir kaynak olarak onların
zihinlerinde yer bulabilmektedir. Bu, hayatın kendisini değiştirmeyi hedefleyen
sahih din telakkisinden hayli uzakta bir anlayıştır.
2) Söz konusu referans çerçevesinin değiştirilmesinden sonra tedrici
olarak dün dini referans alan Müslüman okuryazar zümre; dünyaya, toplumsal
olaylara ve siyasete Müslüman âlimlerin ve entelektüellerin gözüyle
değil, milliyetçi-muhafazakâr perspektiften bakmaya başladılar. Nasıl ki,
muhafazakâr kimliği seçmek aynı zamanda merkeze bir teminat vermek ve
merkeze akmanın bir yolu ise, işte bundan dolayı gördük ki, 2007 seçimlerinden
itibaren AK Parti muhafazakâr siyasal kimliğiyle -kolayca- merkez
parti olmak için çaba sarf etmeye başladı. Artık onun temel refleksi ve endişesi,
merkeze gitmek ve merkezle bütünleşmek olarak belirlendi, günün
politikaları bu çerçevede şekillendi.
3. Değişim modelleri
Belli ki muhafazakarlık konusunda siyasi ve fikir hayatımızda berrak
tanımlar yok, kimisi “ılımlı İslam”, kimisi “üstü örtük İslamcılık”, kimisi ise
sağ-milliyetçi politik bir kimlik olarak algılamaktadır.
Muhafazakârlığı birkaç seviyede ele almak mümkündür:
a) Bir siyasi ideoloji veya bir kimlik beyanı olarak muhafazakârlık. Muhafazakarlığı
bir siyasi ideoloji, bir siyaset felsefesi ve bir kimlik olarak ele
aldığımız zaman sınıfsal bir temele dayanır.
b) Zihni bir tutum olarak muhafazakârlık.
c) Daha çok Türkiye’de kullanıldığı şekliyle, sosyo-kültürel ve davranışsal
olan, örflere, adetlere, geleneklere bağlılık ve bunların korunması manasındaki
muhafazakârlık.
Bu kavramsal çerçevede anahtar terim “değişim”dir. Gerçek şu ki, bu
sorun modernleşmeyle beraber ortaya çıkmış bulunmaktadır. Modernlik
veya modernleşme, kendini bir değişim projesi olarak ortaya koyduğu için
“değişim”i temel alır. Elbette değişim modernleşmeyle ilintili değildir; söz konusu olan modernleşmenin veya modernliğin değişimi kendi inhisarına
almış olmasıdır. Modern zamanlardan önce hiçbir şeyin değişmediğini, her
şey dondurulmuş olduğunu düşünecek kadar naif bir zihne sahip olamayız.
Bu yüzden, daha genel perspektiften bakıp değişmenin kendisine karşı tutum
alışları göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
“Değişim” karşısında dört ayrı tutum alıştan bahsetmek mümkündür.
1) Devrimci tutum: En sert olanı, devrimci tutumdur. Devrimci tutum,
ani, hızlı ve sürekli değişimi öngörür. Meşhur sloganı “sürekli devrim”dir.
Devrimciliği benimseyen Müslümanlar, “cihat” kavramını buna uyarlamaya
çalışmışlar, bu çerçevede “sürekli cihat” demişlerdir. Sürekli cihat, sürekli
devrimin İslamlaştırılmış halidir. Devrimci tutum mekanik ve radikal
değişim modellerini öngörür. Modeller doğaları gereği zorlayıcı ve parçalayıcıdır.
Mesela Kemalist inkılaplar böyledir; yukarıdan gelir ve devletin
emredici araç ve aygıtını kullanarak toplumu değiştirir. Dolayısıyla devrimci
değişim teorisinde, ne demokrasi ne müzakere ne de sivil irade ve rıza
vardır; zorunlu olarak jakobendir.
2) Tutucu tutum: Tutucular “ideal olan verili olandır, şu anda mükemmellik
yakalanmıştır, içinde bulunduğumuz mevcut durum ideal ve mükemmeldir”
şeklinde zihni bir tutuma sahiplerdir. Tutucu, değişim iki taraftan da
gelse ona karşı çıkar. Geleceğe ilişkin bir yenileşme teklifi gelecek olsa buna
karşı çıkar; çünkü değişim verili olanı, yani mevcut durumu değiştirecek, bu
sayede ideal olan elden gidecek ve mükemmellik bozulacaktır. Geriye dönüşe
de karşıdır; çünkü geriye dönüş de mevcut olanı tekrar değiştirecek, bozacaktır.
Bu açıdan bakıldığında tutucu gerici değildir; statükocudur.
3. Muhafazakâr tutum: Muhafazakâr tutum üç parametreye dayanır:
a) İlki, tedrice dayalı değişimi öngörür. Söz konusu tutuma sahip olanlara
göre radikal değişim tehlikelidir. Buna mukabil değişimin mutlaka olacağını
da teslim eder. Muhafazakârların öncülü, sabitenin olmayışı ve her
şeyin değişiyor olduğu fikrinden beslenir.
b) Değişim şeylerin ve yapıların formları korunarak yapılmalıdır. Başka
bir deyişle şekil korunmalı fakat içerik değiştirilmelidir. Mesela II.
Mahmut’un ve Mustafa Kemal’in değişim projesi devrimci (inkılâpçı) ve
reformcudur; fakat II. Abdülhamit’in değişim projesi muhafazakârdır; şekli
koruyor; fakat içeriğini tamamen değiştiriyor. Keza Turgut Özal’ın ve AK
Parti’ninki de öyledir.
c) Değişim kontrol edilmelidir. Süreçler denetim altına alınarak sağlanmalıdır;
çünkü ani değişim iktidarı sarsıntıya uğratır, kontrollü değişim ise
korur. Bu modelde temel kaygı iktidardır. Hızlı ve ani değişime karşı çıkma
sebebi, hakim sınıfın, zihniyet veya zümrelerin iktidarı ellerinde tutma
kaygısıdır. Mesela Mustafa Kemal’in, kadrosuyla gelip Osmanlıdan kalma
bütün bürokratik yapıları değiştirerek yeni bir zümreyi iktidara getirmesi
ani bir değişimdir. Kontrollü değişim ise, daha sofistikedir; iktidarı elinde
tutar ve fakat her şeyi değiştirir.
4) İslam’a özgü tutum: Bu model ne radikal ve devrimci, ne tutucu ve
muhafazakâr çerçeveye girer, kimi zaman zaman zorunlu, kimi zaman harici
mekanik ve kimi zaman dahili dinamik değişim karşısında “ed-Din’e/
İslamiyet”e ait olan tutumdur.
4. İslamî değişim modeli
Değişim karşısında Din’e/İslamiyet’e ait olan tutum sabiteler düzeyinde
ele alınabilir. İslam bakış açısından “değişim” bir gerçek ve hakikattir. Gerçek
olan bir olayın kabule şayan olup olmaması onun mahiyetine ve yönelimine
bağlıdır. Eğer dinin emrettiği sabiteler korunuyorsa değişim hem
teşvik edilmelidir hem zaten kaçınılmazdır. Sabiteler üç alanda korunur:
a) Akidede, yani imanın esasları korunur; tevhit inancı, ahiret ve risalet
gibi. Bunlar muhafazakârların düşündüğü ve iddia ettiği gibi değişmez.
b) Zarurat-ı diniye, yani İslam’ın beş şartı ve diğer açık hükümlerdir.
Hermenötikçiler hükümlerin zamana, toplumsal ve tarihsel durumlara göre
değiştiğini varsaydıklarından ve hükümleri tarihsel duruma indirgediklerinden
muhafazakâr tutumu benimserler. Hâlbuki zaruret-i diniye değişmez.
c) Şeriatın koruduğu beş emniyet; canın, dinin, malın, aklın ve neslin
korunmasıdır. Mesela hiçbir değişim insan kanını helal kılmaz; çünkü dünyada
ne değişirse değişsin haksız yere insan öldürmeyi mazur gösteremez.
Hiçbir değişim projesi dini önemli olmaktan çıkarmaz, nesil emniyetini
tehlikeye düşürmez. Burada önemli olan bir şey var, eğer nesil emniyeti
korunması gereken bir sabite, temel bir değer ise, ne zina serbest bırakabilir
ne de eşcinseller hukuka dâhil edilebilir. Hatta bunlara götüren bütün yollar
da ona göre düzenlenmek zorundadır.
Bu çerçeveden bakıldığında kendine “muhafazakar demokrat” siyasi
kimliği seçmiş bulunan AK Parti’nin AB üyelik süreci yol haritasını takip
ederek dinin iki sabitesi olan “ölüm cezası”nı kaldırması ve “zina” fiilini suç
olmaktan çıkarması dikkat çekicidir. Bu muhafazakar duruma göre “dindışı”
veya “din-karşıtı politikalar” takip edebileceğini gösterir. Bu demektir
ki “muhafazakarlık” demek “dine ait olmaklık” demek değildir.
“Dindar muhafazakârlar”ın değişim karşısında bir tutumlarının “ara bir
yer” olduğunu söylemek mümkün. Türkiye’de, dindar, muhafazakâr ve mukaddesatçı
bir insanı tanımlamak, belli kriterleri kullanarak yargılamak ve
isimlendirmek zordur. Din/İslam açısından sorgulamaya kalkıştığınız zaman
hemen dine yönelirler ve biz Müslüman’ız derler. Beş vakit namazlarını
kılıyorlar, hanımlarının başı örtülü, fakat değişim karşısındaki tutumları
sorgulandığında herkesten daha çok değişimci oldukları gözlenir. Değişim
projeleri ise ruhunu, meşruiyetini dinden almıyor. Din ile diyanet şeklinde
iki evren geliştirmişlerdir. İbadetler ve ritüeller alanı diyanettir; dini referans
almadıklarından iktisat, kültür ve sosyal politikaları laiktir, Batı reform
programlarından ilham almaktadır.
“Dindar muhafazakârlar”ın zihninin gerisinde yatan parametrelerden
ilki, verili olanı doğru olarak kabul etmeleridir. Bundan dolayı iktidar yapısını
sorgulamazlar; iktidarın kendi ellerinde olmamasından şikâyetçidirler.
Ne kültüre semantik müdahalede bulunurlar ne temel politikaları İslamiyet’e
göre düzenleyebilirler. Hâlbuki İslami değişim projesinin özünde semantik
müdahale vardır. Mesela Kur’an geldiği zaman semantik bir müdahalede
bulunur ve bu semantik müdahalenin arkasından toplumsal değişim gelir.
Nihayetinde de insanların şahsiyeti, hayatı, her şeyi değişir. Hâlbuki dindar muhafazakâr, verili olanı referans aldığı için değişmeye kapalıdır.
İkinci parametre, verili olan görmezlikten gelinemez düşüncesiyle reel
politiği ön plana çıkarmalarıdır. Reel politika onları çoğu zaman, oportünizme
götürmektedir. Reel politiğin bu kadar ön planda olması, ilkenin ve
adaletin güvenliğe, idealin şartlara teslim olmasına yol açar. İslam tarihinde,
İslam’ın başına gelen en büyük felaket de budur ve bunda Maverdi’den
Gazali’ye, İbn Teymiye’ye kadar cumhur-u ulemanın payı var. Tarihte
“ideal imam yok, ideal imam olmayınca, güvenlik elden gitmesin, ümmet
dağılmasın” diye zorba (cair) sultana rıza gösterildi. Bu açıdan baktığında
Müslüman’ı kolayca muhafazakar siyasetçi yapan zihni tutumun arkasında
derin bir tarihsel miras yatmaktadır. “Verili olan, iyi insanların elinde olmadığı
için iyi çalışmıyor” düşüncesi zaman içerisinde verili olanı da meşrulaştırır.
Böylelikle başlangıçta muhalefet edip itiraz ettiği şeyin, kendi kontrolüne
geçtiğinde meşrulaştığını görüyoruz.
Basit bir örnek verelim: Türkiye’deki dindar muhafazakârların Coca-
Cola’ya karşı rezervleri vardı. Cola-Turka, yani “bize ait olan kola” geldi. Fakat
çok geçmeden genel kola tüketiminde % 60 artış oldu. İnsanlar önceleri
Cola-Turka içerken sonraları iki sebepten dolayı Coca-Cola’ya döndüler.
Birinci sebep, bize ait olan kolanın diğeri kadar kaliteli olmaması, insanların
alıştıktan sonra daha kalitelisini istemeleridir. İkincisi, insanlar markete
veya bakkala gittiklerinde Cola-Turka yoksa onun yerine zaten alışmış
oldukları Coca-Cola almalarıdır. Coca-Cola’yı, Cola-Turka’dan başka
hiçbir şey meşrulaştıramazdı; nitekim Coca-Cola şirketi, “Cola-Turka’nın
piyasaya girmesi bizim için iyi oldu, pazarımızı genişlettik” dedi. Dindar
muhafazakâr zihin üretici değil, tüketicidir. Özgün şeyler üretmiyor, her
şeyi İslamileştirip yeşile boyuyor, modern ve postmodern dünyaya sahte bir
meşruiyet kazandırıyor.
Verili dünyanın, Aydınlanma tarafından tanımlanmış iktidarın dindar
muhafazakar tarafından sorgulanmadan kabulü, zaman içinde dindar zihnin
sekülerleşmesi ve kendine özgü İslami değişim fikrinin kaybolması gibi
trajik sonuçlara yol açıyor.
Özet
Felsefi ve siyasi arka planı olan bir terim olan muhafazakarlık; bilhassa
AK Parti’nin kendine “muhafazakar demokrasi” kimliği seçmesi ve iktidar
olması süreciyle birlikte çeşitli çevrelerce daha fazla tartışılmaya başlandı.
Bu çalışma ‘muhafazakarlık’ kavramının tanımından yola çıkarak muhafazakar
kesimlerin din ve dini ritüeller karşısında tutumunun taşıdığı anlamı
gözler önüne sermeyi ve değişim modelleri içinde muhafazakarların yerini
belirlemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar kelimeler
Muhafazakarlık, muhafazakar demokrasi, din, toplum, değişim modelleri
Abstract
Conservatism, being a concept with philosophical and political background
began to be discussed more and more by various circles especially
after AK Party’s assuming “the conservative democracy” as an identity and
coming to power. This study starting from the definition of the concept of
“conservatism” aims at describing the meaning of the attitudes demonstrated
by the conservative groups of people towards religion and religious rituals
and determining the place of the conservatives in the models of change.
Key Words
Conservatism, conservative democracy, religion, society, models of change