Maddî cihad, "adalet" ölçülerinin aşılmadığı bir vasat
olacaktır. Adalet ölçülerine uyarak mücahede yürütmek mümkün değilse,
savaşılmayacaktır. Mü’min mazlum hale düşebilir, ama asla zalim olmaz.

Sünuhat adlı eserinin sonunda modern zamanların zihnimize ettiği
kötülüklerden söz açan Said Nursî, bir "medenî engizisyon"a dikkati çeker. Tarih
kitaplarına bakılırsa, inançlarından dolayı insanlara eziyet etmenin adı olan
"engizisyon" bir Ortaçağ hatırasıdır. Ortaçağ geçip gittiğine göre, o da yok
olmuş demektir. Oysa Sünuhat’a bakılırsa, "engizisyon’ hâlâ daha mevcuttur.
Geçip giden, onun Ortaçağdaki uygulama tarzıdır. Şu zamanın medenî engizisyonu
bedenlere değil, doğrudan doğruya kalblere ve zihinlere eziyet etmektedir. Her
insana, yaratılışı itibarıyla imana açık bir kalb ve zihin verilmiştir. Ama şu
zamanda onlar başka yönlere sevkedilmekte; iğfal ve tecavüze maruz
bırakılmaktadır. Şu asrın insanına iman-dışı fikirler aşılayan medenî
engizisyon, sonuçta, zihinlerde "nâmeşrû veletler" doğurmuştur. Bir diğer
deyişle, şu modern zaman, dünyalarımıza kendi görüş ve anlayışını dayatmaktadır.
Bizden kendi kavramlarını esas almayı istemekte; bizi ona göre düşünmeye
zorlamaktadır.1

Kendi hayatımıza açık yüreklilikle baksak, Sünuhat’ta sözü
edilen bu "modern" engizisyonun hayli yol aldığını görürüz. Dünyamızda yer
edinmiş, çoğu kez sorgulamayı dahi abes gördüğümüz pek çok kavram, aslında bu
engizisyonun, ürünüdür. Ihtiyaç diye gördüğümüz pek çok şey, aslında medenî
engizisyonun "ihtiyaç olarak göreceksin’ diye dayattığı şeylerdir. Dünyamıza
girmiş birçok uygunsuz davranış, aslında medenî engizisyon uygun dediği için
dünyamızdadır.

Bunların karşılığında ise, imanî bir nazar ve kavrayış, birçok
noktada dünyamızdan çıkmış gibidir.

"Kâinat"tan "tabiat"a, "mevcutlar"dan "varlıklar"a,
"inşaallah"tan "tabiî’ye doğru yaşadığımız seyir, bunun en gündelik misali olsa
gerek. Bugün hemen hepimizin dilinde, "tabiat" aslında "kâinat" yerine
kullanılır. Halbuki, "tabiat" başka, "kâinat" başka şeylerdir. Kâinat,
Rabbimizin kün emrinin tecellîleri olan mevcutları ifade eder. Tabiat ise,
etrafımızdaki eşyayı makina imali gibi görmenin ifadesidir. Zaten tab’ kökünden
gelen bir kelimedir. Bu ise, mevcudatı bir Yaratıcının emir, izin ve iradesine
bağlı olmaksızın var olagelen şeyler gibi görmeyi gerektirir. Bu anlamları
itibarıyla bakarsak, "kâinat" ve "tabiat" temelde iki zıt dünyanın
kelimeleridir. Dolayısıyla, neredeyse iman ve küfür kadar, birbirine zıt ve
uzaktırlar. Kâinat vardır, gerçektir, hakikattir. Ona alternatif olarak sunulan
tabiat ise mevhumdur, farazîdir ve asılsızdır. Ne var ki, bizler de, gün gelir
"tabiat"ı gezmekten söz ederiz. Mü’min için "tabiat"ı var olan birşey gibi
görmenin uygunsuz düşmesine rağmen, eşe dosta tabiatı gezmelerini tavsiye
ederiz.

Kâinat ise, zannımızca, uzaklarda bir yerdedir. Kâinat terimini
kullanmak, ancak "uzak"dan bahsederken gelir aklımıza.

Aynı şekilde "medeniyet" adına bizi "Medine"den, Asr-ı Saadet
örneğinden çekip alan bir çabanın ardına düşülür. İlerleme ve kalkınma adına,
zaman zaman, birçok ölçüler unutulur.

Keza bugün "hikmet"in yerinde "bilgi", "marifet"in yerinde
"genel kültür" var. Herkes "kültürlü olmanın erdemi"nden söz ediyor. Ama
sorulmuyor: Nedir kültür, ne işe yarar? Kulluğumuz açısından ne ifade eder?
Örnekleri uzatıp, dünyamızdan giden kavramlar ile yerlerine ikame edilenler
arasında beliren anlamlı zıtlığı ayrıntısıyla görmemiz mümkün. Fakat, aşağıda
ele alınan ve bu yazının konusuyla doğrudan ilgili birkaç kelime, daha fazla
örneğe sanırız ihtiyaç bırakmıyor.

VATAN, MİLLET, HİCRET…

Sevgili Peygamberimizin [asm] Mekke’den Medine’ye hicretini
hepimiz biliriz. Bu hicretin kolay bir "göç" olmadığını da. Bildiğimiz anlamda
bir "göç" olmadığını da. Yıllar yılı, Mekke’ye hâkim olan müşriklerin her türlü
eziyetine rağmen Rabbi emrettiği için Mekke’de kalan sevgili Resul, doğup
büyüdüğü, elli yıldır yaşadığı bu mübarek beldeyi, halkının onu orada
istemediğinin ve davetine kulak tıkadığının ap açık göründüğü bir vasatta yine
Rabbinin emri ile terketmiştir. Hüzünlü bir seferdir bu; Hz. Peygamber, şehrin
az ötesinde devesini durdurmuş, yüzünü Mekke’ye dönmüş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah’ın arzında, sen, bana ve Allah’a en sevgili yersin.
Halkım beni senden çıkarmasaydı, senden ayrılmazdım."2

Böyle buyurmuş ve ayrılmıştır. Kesin bir hicrettir bu; öyleki,
Rabbi kalbleri fethedip Mekke’ye dönmeyi nasip ettiğinde bile, Resulullah Kâbe
civarına kurulan bir çadırda kalmıştır. Ne eski evine dönmüş, ne de bir eve
misafir olmuştur. Gerek Mekke’nin fethi gerek Veda haccı esnasında bu "en
sevgili yer"de sadece çadır kurmuş; günü geldiğinde, çadırını toplayıp, vaktiyle
"hicret" ettiği Medine’ye geri dönmüştür. Hz. Peygamberin bu tavrı hepimiz için
çok önemli anahtarlar taşır. Meselâ, "vatan" ve "hicre"in gerçek tarifi, bu
tavırda mevcuttur. Dolayısıyla bu tavır, kendi "vatan" ve "hicret" tanımlarımızı
gözden geçirmemizi gerektiren ipuçları barındırmaktadır.3

Sözgelimi, neredeyse doğduk doğalı, "vatanı kanının son
damlasına kadar koruma ve savunma" telkinine muhatap olmuşuzdur. Okulda,
kışlada, evde, işyerinde öyle söylenir bize. "Önce Vatan" diye belletilir.4
"Peki; vatan nedir?" Onun da cevabı, önceden bellidir: "doğduğun ve doyduğun
yer." Bu tanıma göre, Hz. Peygamber’in vatanı Mekke’dir. Zira orada doğmuş ve
doymuştur. Ama o "kanının son damlasına kadar" değil, Rabbi orada kalmasını
emrettiği sürece Mekke’de kalmıştır. Rabbi "hicret"i emredince bu kez hicret
etmiştir. Mekke’de doğup büyümüş yüzlerce sahabî de hicret etmiştir -üstelik tüm
mallarını, akrabalarını, anılarını arkada bırakarak.5

Acaba neden?

Bu noktada, onların hicreti ile bizim "vatan" tanımımız arasında
açık bir farklılık göze çarpar. Vatanı "doğduğumuz ve doyduğumuz yer" diye
tanımlamak doğru ve "vatanı savunmayı" anladığımız şekilde tarif etmek yeterli
olsaydı, onların Mekke’yi asla terk etmemeleri, ölünceye kadar orada savaşmaları
gerekirdi. Ama Hz. Peygamberin ve ashabının aksini yapmış olmaları bizi kendi
tanımlarımızı gözden geçirme durumunda bırakıyor. Böylece, "vatan"ı "doğduğun
yer" veya "doyduğun yer" diye tarifin uygun düşmediğini anlıyoruz. "Vatan"ı
"toprak" esasına göre belirlememizin yanlış veya eksik olacağı, kulluğumuz için
bir anlam taşımadığı dersini alıyoruz.

Böylesi hususlar gündemimize girebilse, umulur ki, "vatan",
"hicret", "cihad" gibi kavramlar ezbere konuşulan kelimeler olmaktan çıkıp imanî
bir tahkiki -ve de tahkikî bir imanıifade eder hale gelecektir. Ama yaşadığımız
düşünce tenbelliği ve cenderesine teslim olduğumuz medenî engizisyon içinde
böylesi bir "tahkik" ve hakikatını araştırma halinden söz edebilmek maalesef pek
mümkün gözükmüyor.6

HANGİ "MİLLET?

Hz. Peygamber’in [asm] elçiliği ile bize gönderilen Kur’ân-ı
Hakîm, "millet"i iman beraberliğini ifade için kullanır. Meselâ, sık sık
"millet-i İbrahim"e atıfta bulunur. Keza, "Küfür tek millettir" buyurur. Sözün
kısası, "millet"in geçtiği bir yerde, muhakkak bir imanî tercih söz konusudur.

Bu husus, "millet-i İbrahim" terimi ekseninde daha bir açıklığa
kavuşur. "İbrahim milleti," yine Kur’ân’ın tabiri ile, "hanîf"tir. Çünkü, Hz.
İbrahim "hanîf"lerin, yani fıtratına tâbi olan insanların timsalidir. Zaten her
çocuk müslüman doğar. Zira fıtrat selîmdir. Temizdir. İmanın hakikatına açıktır.
Kendisine verilen fıtratı, bozmadan, Fâtır-ı Hakîmin emanet ettiği şekilde
koruyan herkes iman nuruna erişebilmektedir.7

Hz. İbrahim [as], fıtratın bizi nasıl imana götürdüğünün bir
misalini sunmuştur. Ay, güneş, yıldızlar gibi "mahlûk" olan şeylerin "rab" ve
"yaratıcı" olamayacağı dersini, fıtratlara seslenerek vermiştir. Ay doğar; ve
batar. Oysa kalb "Kaybolup gidenleri sevmem" demektedir. Güneş doğar; ve batar.
Oysa kalb "Ufûle gidenleri sevmem" demektedir. Lâkin, yaratılmış, yani mahlûk
olan herşey fanidir; gelir ve gider. Bozulmamış her fıtrat "kaybolup gidenler’e
bakıp asıl sevgiye kaybolup gitmeyen, yani mahlûk olmayan Ezel ve Ebed
Sultanının lâyık olduğunu görür. Yaratılmış şeyleri yine sever. Ama Onun adına
ve izni dairesinde sever.

Hz. İbrahim, kavminin şahsında, tüm insanlara bu dersi
vermiştir. Ve bu anlamda, fıtratını Fâtır-ı Hakîmin izni, emri ve rızası
dahilinde kullanan herkes "millet-i İbrahim"dendir. İster İngiliz, ister Rus;
isterse Berberî olsun. Kısacası, "millet" kavrâmında temel ölçü, "iman"dır. Bu
bakımdan, bütün mü’minler tek bir milletin, yani "millet-i İbrahim"in ferdidir.
Dolayısıyla mü’min bir Arap veya Alman ile aynı millettendir. Ama dinsiz bir
Türk ile aynı milletten değildir. Olsa olsa, aynı "kavim"dendir.

Hz. Peygamler [asm] örneğinde ifade edersek; yarım yüzyıllık
çileli "hakikat" ve "peygamber" arayışını Hz. Peygambere iman ederek noktalayan
İranlı Selman-ı Farisî [ra] Resulullah ile aynı millettendir. Yahudi asıllı
büyük sahibi Muhammed b. Mesleme [ra] ile siyahi sahabi Bilal-i Habeşî [ra] de
Resulullah’ın milletindendir. Ama Ebu Leheb, amcası olduğu halde, kesinlikle
Resulullah’ın milletinden değildir -yalnızca, onunla aynı kavimdendir.

Halbuki bizim dünyalarımızda, "millet" ile "kavim" karışmışa
benziyor.8 Galiba o yüzden, dinsiz bir Türkü "milletdaş"ımız; ama mü’min bir
Arabı başka bir milletin ferdi diye görebiliyoruz.

CiHAD "SAVAŞ" DEĞİLDİR

Aynı kafa ve kavram karışıklığı, "cihad" ve "savaş" hususunda da
karşımıza çıkar. Cihad, "emir ve izn-i İlahî" ile kalblerin imana açılması
yolunda girişilen her cehd ve gayreti içine alır ki, kendi kalbimiz de buna
dahildir. Bu cehdin ise, "maddî" ve "manevî" cihad diye tanımlanan iki boyutu
vardır.

"Manevî cihad" hiç bitmez. Çünkü "nefis her vakit şeytanı
dinler."9 Bu haliyle, imana açılan kalblerle savaş halindedir.
Şeytanın telkiniyle, onları bozmaya ve işgal etmeye kalkışır. Nefsin bu çabasına
karşılık, mü’min, "cihad" ederek kalbini "feth" ile mükelleftir. Fetih ise
"açmak" demektir. Kalbin iman hakikatlerine açılması, bir "fetih"tir. Mü’min
"feth" eder; işgal etmez. Fakat, hem kendi nefsinin, hem sair nefislerin -yani,
onların şeytanın telkini ile dimağlarımıza üflediği vehim, desise ve
vesveselerin; gayri imanî tüm duygu, düşünce ve tavırların dünyamızı "işgal"ine
karşı mücahede eder. Zira fıtrat esasen "selîm"dir10 ve kalb
"mahall-i iman"dır.11 Yine kalb, "âyine-i Samed"dir.12
Sürekli Rabbine yönelecek bir istidad kalbe verilmiştir. Zaten kalbin vazifesi
ve ihtiyacı da budur. Ve, iman mahalli olan bir yere yönelik tecavüzlere karşı
orayı savunmak cihad olduğuna göre kalbi küfrî fikir ve hallere karşı koruma
niyetini taşımak da cihaddır. Asıl olan ve asla bitmeyen cihad da budur.

Maddî cihadda ise, bir beldedeki insanların kalbinin imana
açılması çabasına karşı, maddî engeller söz konusudur. O beldeyi nefisleri
namına "işgal" edenler mevcuttur. Ve bu işgalciler, fıtraten imana açık olan
kalbleri kendi küfrî telkinlerine hapsetmekte; imanın tebliğine ise mani
olmaktadırlar. Böyle bir durumda ilgili beldenin iman hakikatleri namına
"feth"i, yani "maddî cihad" söz konusudur.

İktidarı elinde tutan kesimin imanî esasların anlaşılmasına ve
anlatılmasına engel olduğu bir belde düşünelim. Eğer, ehl-i iman olarak biz de
burada yaşıyor isek ve iktidarın iman hakikatleri aleyhindeki tavrını halkın
çoğunluğu da benimsiyorsa -yani, bizim orada mü’min olarak, imanımızı yaşayarak
ve tebliğ ederek bulunmamıza izin verilmiyorsaufukta hicret gözüküyor demektir.
Zira, Rabbimiz, "Allah’ın arzı geniştir"13 buyurmaktadır. Rabbinin
mülkü olan, üzerinde Rabbinin esmasını bildiren işaret ve izler bulduğu her yer
-yani bütün dünya, bütün kâinatmü’minin vatanıdır. Ayrıca, dinin "dahilde menfi
tarzda istimaline" izin yoktur.

Nitekim, sevgili Peygamber ve ashabı, Mekke’nin hâkim durumdaki
müşrikleri ve onlan, destekleyen Mekke halkı tarafından eziyet ve işkenceye
maruz bırakılmış; hatta içlerinde işkence ile şehit edilenler de olmuştur. Ama
kılıç çekmemiş; "iktidar" kavgasına da girmemişlerdir. Bilakis, bu beldede
mü’min olarak yaşamanın imkânsızlığı ap açık görününce, Rablerinin izniyle,
hicret etmişlerdi. Hicret esnasında, Hz. Peygamber’in "Halkını beni senden
çıkarmasaydı" diye buyurması, manidardır. Sevgili Peygamber’in ve ashabının
orada savaşmak yerine hicreti ihtiyar edişleri, maddî cihad silahının dahilde
kullanılamayacağının en birinci örneğidir. Ehl-i Sünnet ulemâsının üzerinde icma
ettiği "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez" düsturunun özü de, işte burada
yatmaktadır. Yani, mü’minin önünde iki şık vardır: mü’minâne yaşamak; yaşadığı
beldede azınlık durumunda ise ve imanını yaşamasına imkân tanımıyorsa bunu
yaşayabileceği beldeye hicret etmek. Yoksa dahilde din adına silaha davranmaya,
anarşiliğe, kargaşa çıkarmaya izin yoktur.

Bizler, ehl-i iman olarak müslüman bir beldede isek ve
dışımızdaki bir beldeye imanî bir davette bulunmamız gerekiyorsa ne yapmamız
gerekir? Buna cevap olarak karşımızda "Medine örneği" durmaktadır. Böyle bir
durumda, bu iman daveti talebi ilgili beldeye iletilir. O beldenin ahalisi,
çoğunluğu mü’min olmasa bile, imanî esasların tebliğine ve yaşanmasına engel
olmuyorsa, o beldeye karşı "maddî cihad" izni yoktur. Bu belde, fıkıh ıstılahını
kullanırsak, "dârü’l-İslâm" değilse bile, "dârü’s-sulh"tur; ona karşı maddî
cihada girişilemez. Nitekim, Hz. Peygamber ve ashabı zamanında, iktidarı ve
halkının ekseriyeti mü’min olmadığı halde, imanın tebliğine izin veren beldeler
vardır. Yemen, Habeşistan, Bahreyn bunun bir misalidir. Ve bu beldelere karşı,
imanın tebliğine engel olmadıkları sürece, maddî cihada girişilmemiştir.

Eğer o haricî beldenin iktidar sahipleri imanın tebliğine ve
yaşanmasına mani oluyor iseler; veya mü’min beldelere karşı tecavüzlere
girişivor iseler, bir "dârü’l-harb" ile karşı karşıyayız demektir. Onların bu
engelleme veya saldırısına karş, "maddî cillad" ilan olunur.

Burada önemli olun husus, maddî cihadda dahi, hedefin toprak
kazanmak, saikin ise toprak kavgası olmayışıdır. Bilakis yine, kalblerin imana
açılması, yani kalblerin fethi hedeflenmektedir.

ADALETSİZ CİHAD YOKTUR

Maddî cihadı, ümmet adına, bir ordu ifa ve icra etmektedir. Bu
ordu, bugünkü anlamda, sürekli kışlada, tutulan özel bir sınıf değildir. Eli
silah tutan her mü’min bir maddî cihad gerektiğinde "İslâm ordusu"nun bir ferdi
olma durumundadır. Nitekim, Hz. Peygamber zamanında, gün gelmiş, harbetle
durumundaki bütün erkek sahabiler "cihad"a dahil olmuştur. Belki ehl-i iman
içersinde kendisini bilhassa maddî cihadla ilgili noktalarda -kas gücü,
süvarilik, kılıç, nişacılık vs.eğiten mü’minler olmuştur. Ama onları bahane
ederek, maddî cihad vazifesi yalnızca bir kesime "ihale" edilmemiştir. Bir grup
insana "ordu" kurdurulup tek tek hepimize bakan cihad mesuliyetinden
kaçılmamıştır.

Cihadı ifa edecek ordu, İslâm ordusu olarak, imanî ölçü ve
esaslara uymakla yükümlüdür. Sözgelimi, Kur’ân "Birisinin hatası ile başkası
mes’ul olmaz" diye hükmeder.14 Buna göre, İslâm ordusu doğrudan ona
savaş açmamış insanlara, sırf kendisiyle savaş edenlere yakınlığından dolayı
eziyet edemez, kılıç çekemez, bomba yağdıramaz. Yani, buna göre, bugünün
"topyekün savaş"ları bir mü’min için imkânsızdır. Çünkü, söz konusu âyetin de
ders verdiği gibi, mü’min "adalet-i mahzâ" ile mükelleftir. Mahzâ, yani
kelimenin tam ve mutlak anlamı ile adalet ise, bize şunu emreder: "Birisinin
hatası ile başkası mes’ul olmaz. Bir gemide yüz cani, bir masum varsa, o masumun
hakkı için o gemi batırılmaz."15

Hz. Peygamber’in[asm] ve ashabının, hadiste "küçük cihad" diye
tanımlanan "maddî cihad"ları bunun ap açık delilidir. Bu cihadlarda, bir beldeye
karşı "topyekün" savaş açılmamıştır. Bir cephe, bir savaş meydanı teşkiş
olunmuş; o cephede savaşılmıştır. Ve o cephede dahi, yalnızca İslâm ordusuna
kılıç çekenlere kılıç çekilmiştir. Yani, savaş ordularla sınırlı kalmıştır.
Küfrü hâkim kılmak isteyen, bunu sağlamak için de fıtraten imana açık Olan
insanlara imanın anlatılmasına mani olan, kalblerin "feth"ini engelleyen haricî
"iktidar"ı temsil eden müşrik ordusuna karşı cihad edilirken, kadınlara,
çocuklara, eli Silah tutamayacak haldeki yaşlı ve hastalara, tarlada işiyle
uğraşanlara, evine kapananlara, mâbedlerinde ibadetle meşgul din ehline; ayrıca
evlere, ağaçlara, ekinlere ve hayvanlara zarar verilmemiştir. Ne kadın, çocuk ve
yaşlıların canı heder edilmiş; ne de bağlar, bahçeler ve evler yakılmıştır.
Çünkü, mü’min "adalet"le yükümlüdür. Savaşta da "adalet"li olmak zorundadır.
Çünkü, uğruna cihad ettiği Rabbi Adil-i Mutlak’tır. Adaleti emreden Kitabında,
"Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz" hükmünü koymaktadır.

Halbuki, bugünün savaşlarına baktığımızda, karşımıza neredeyse
daima "topyekün savaşlar" çıkar. Bugün bir hükûmet başka bir hükûmet ile harp
ilan etmişse, bu harp iki hükûmet ve onların orduları ile sınırlı kalmaz. Bütün
bir halk "düşman" sayılır. O yüzden evler, okullar, hastaneler, mabedler bile
bombalanır. Kışla, cephe ve cephanelere değil, şehirlere bomba yağdırılır.
"Düşman askerlerini barındırıyor olabilir" ihtimali dahi, bir köyü veya
mahalleyi içinde yaşayanlar ile birlikte yok etmek için yeterli bir gerekçedir.
Nitekim, bir gecede Leipzig başka bir gün Nagazaki yerle bir edilir. Başka bir
gece yarısı, bu kez başka bir şehre milyonlarca kilo bomba yağdırılır. O beldede
bulunan yüzbinlerce insanın "ordu"yu ve "devlet"i temsil etmediği gerçeği
gözardı edilir. Bebeklerin, hastaların, kolunu kaldırmaktan âciz yaşlıların,
ayrıca hayvanların ve ağaçların ne günahının olduğu sorulmaz bile. A devleti B
devleti ile savaş ilan etmiştir. O halde B devleti sınırları içindeki herşey ve
herkes "potansiyel düşman"dır. Öyleyse, yok edilmelidir!

Bu denli zalim, böylesine gaddar bir savaş halinin imanın
öngördüğü cihadla ilgisi yoktur. Masumları ateşe atan her maddî çaba, "adalet"e
sığmadığına göre, zulümdür ve zalimliktir. Oysa "zulüm" için değil, "adalet"
için cihad edilir. Zalimce eylemler, mahzâ adaleti esas alan "cihad" ile bir
arada düşünülemez.

‘SİYASET’ ADALETE KARŞI

Said Nursî’nin "Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi
siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz"16
diyerek başlayan bir mektubu, tam da bu hususları düşündürmektedir. "Şefkat, hak
ve hakikat" ile "siyaset"in zıtlığı ise, bir başka mektup göz önüne alınınca,
daha iyi anlaşılmaktadır.

Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bu ikinci mektupta, şöyle bir
ifade vardır: "Risale-i Nur, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud
edebilir bir istidaddadır."17

"Hakikî adalet"ten kasıt, elbette mahzâ adalettir. Yani, Hz.
Peygamber ve dört halifesi devrinde her daim tatbik olunan; Hz. Ali ve Hz.
Muaviye arasında çıkan içtihad savaşında ise Hz. Ali’nin savunduğu adalet
anlayışıdır. Mahzâ adalet ise, daha önce de belirtildiği gibi, "Bir gemide yüz
cani, bir masum varsa o gemi batırılmaz" der. "Cemaatın selameti için fert feda
edilmez" diye hükmeder. "Mutlak bir hayır, olup olmayacağı belirsiz, yani mevhum
bir zarar için terkedilmez"18 hükmünü verir. Kur’ân’ın "Birinin
hatasıyla başkası mes’ul olmaz" emrine tam bir itaati öngörür.

Böylesi kılı kırk yaran, en küçük bir zulme dahi düşmemenin
yolunu ortaya koyan bir hassasiyet, Risale-i Nur’a da nüfûz etmiştir.
Bedüizzaman’ın, yukarıda bahsi geçen cümlenin hemen ardından, Risale-i Nur için
"Hz. Hasan’ın şu zamandaki bir muavini, mütemmimi, bir manevî veledi"19
demesi işte bu sırdandır. Bunun ne anlama geldiği, Hz. Hasan’ın ne yapmış olduğu
ortaya konulunca, daha rahat anlaşılacaktır.

Hz. Hasan, kalblerin nefislerle olan manevî ve "büyük" cihadda
mağlub düşmeye başladığı bir vasatta halife olmuştur. Hilâfeti sadece altı ay
sürmüş; daha altıncı ayda kendi rızası ile "maddî hilafet"ten ve onun uhdesi
altındaki "maddî cihad"dan feragat etmiştir.

Risale-i Nur’da Hz. Hasan’ın bu tavrı, asıl olan "manevî
hilâfet" görevini tam anlamıyla ifayı tercih etmesine bağlanır.20
Dolayısıyla, "manevî cihad"ın mutlak bir zaruret olarak ortaya çıkmasına…
"Adalet-i mahzâ"nın sancaktarı Hz. Hasan, "maddî hilâfet"ten "manevî hilâfet"
uğruna feragat etmiştir. Çünkü, ortalığı "adalet" yerine "siyaset"in kaplama
istidadı belirmiştir. Gitgide daha çok zihin, "adalet" ile değil, "siyaset" ile
düşünür hale gelmiştir. Meselâ, mahzâ adaletin zıddına, artık "Bir gemide yüz
cani bir masum varsa o gemi batırılır" denilebilmektedir. Gerekçe olarak da,
aksi takdirde, geminin karaya yanaşacağı; canilerin yeni cinayetler işlemesinin
mümkün olduğu; bu cinayetleri önlemek için bir kişinin hakkının feda
edilebilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Oysa, canilerin yeni cinayetler
işlemesi "mevhum"dur. Gerçekleşmiş birşey değildir. Olabilir veya olmayabilir.
Oysa gemideki masumun masumluğu mutlaktır, şu anın gerçeğidir, mevcuttur. Bir
zanna veya ihtimale da yanarak mevcut bir hali yok saymak adaletli olamaz.
(Kur’ân’ın beş ayrı âyette şüphe ve zanna dayanarak hüküm vermeyi yasaklaması;
Hz. Peygamberin, abdest almış birinin sonra abdestin bozulup bozulmadığı
şüphesine düştüğünde -eğer bozulduğunu kesin kes bilmiyorsa hâlâ abdestli
sayıldığını bildirmesi, bu sırrın hayatın her safhasını kuşattığının delilidir.)

Bir kez daha ifade edersek, mahzâ adalet için asıl olan şu
andır. Mevcut olan, yani yaratılmış bulunan haldir. Birtakım sebep-sonuç
zincirleri kurarak, olmamış birşey hakkında olmuş gibi hükmedilemez. "Şöyle
olursa bu tehlike ortaya çıkar; bu tehlikeyi önlemek için şu hakkı gaspedelim"
denilemez. Ama "siyaset" tavrı öncelikle "ölçüler"in değil, "kurumlar"ın
bekasına bakar. Dahası ölçülerin tatbikini de kurumlara bağlar. Bunun için,
ihtimallere ve vehimlere dayanarak "adalet" dışına çıkılmasına cevaz
vermektedir. Siyaseten verilmiş bazı kararlar, adalete uygun olabilir; ama kimi
zaman adalete aykırı da düşebilmektedir. Oysa mü’min için adalet asıldır. Mü’min
her hal ve şartta adaletli olmak zorundadır. Çünkü Allah Âdil-i Mutlaktır;
kulları üzerinde de adaletini görmek ister. Zaten, gerek kitabı ile, gerek
gönderdiği Resûl-i Ekremin[asm] hayatı ile "adalet-i mahzâ" dersini vermektedir.

Bu açıdan bakınca, "adalet-i mahzâ"dan taviz verilebileceğini
öngören "siyaset" tavrında, ubudiyetimize uymayan hususlar mevcuttur.21
Gerçekliği olmayan, yani yaratılmamış birşeyi yaratılmış gibi görme; sebep-sonuç
zinciri içinde olaylara ve kişilere bakıp muhtemel bir zararı bahane ederek
masumlara zulmetme, tüm bunlar neticede bir iman zaafının, Rabbimize teslimiyet
noktasındaki bir eksikliğin habercisidir. Böylesi bir vasatta ise, aslolan,
"siyaset" tavrını onaylamak değildir. İmanın ve ubudiyetin gereği olan adaleti
her hal ve şartta tecellî ettirecek bir imanî hal ile hallenmektir. Öncelikle
buna çalışmak; bizi bundan alıkoyacak ortamlara da bulaşmamaktır.

İşte Bediüzzaman’a göre, Hz. Hasan bize bu sırrı ders vermiştir.
"Zaaf-ı iman" yüzünden mahzâ adaletin terk edilebildiği bir vasatta, adaleti
yaşamanın vazgeçilmez şartı olan iman hakikatlerinin dünyalarımıza nüfûzu için
cehd etmiştir.

"Manevî hilâfet" tercihinin bir sırrı budur. "Manevî hilâfet"
vazifesi, "neşr-i hakaik-ı imaniye"yi öngörür.22 Yani imanî
hakikatlerin önce kendi kalbimize ve beraberinde sair kalblere yayılmasına ve
yerleşmesine bakmaktadır. Zaten, Hz. Hasan’ın sevgili babası Hz. Ali, bir
"maddî" cihadda iken yüzüne tüküren kâfire kılıç çekmemiş, kâfir sebebini
sorduğunda "Seni Allah için kesecektim. Yüzüme tükürmekle beni nefsimle başbaşa
bıraktın" demiştir. Mevlânâ’nın yorumuyla, Hz. Ali, böylece "manevi cihad"ın
asıl, "maddî cihad"ın ise ona bağlı olduğunu ders vermektedir. Nefse yenilmiş
(yani, manevî cihadı kaybetmiş) bir kalbin maddî cihada girmesinin yasak
olduğunu göstermektedir.23 Hz. Hasan’ın sevgili dedesi olan Hz.
Peygamber ise bir gazveden dönüşte "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz"
demiştir. Bu hangisinin "asıl" olduğunun ifadesidir de. Asıl olan, nefisle olan
cihaddır; yani büyük ve manevî cihaddır. Onunla başlanmıştır. Gerektiği halde
manevî ve büyük cihadın içerdiği maddî ve küçük cihad vazifesi de
üstlenilmiştir. Ve Allah’ın izniyle bu vazife ifa edilince yine asıl olan manevî
cihada dönülmüştür. Ki bu anlamda, Hz. Peygamber’in cihad ettiği günlerin
sayısı, bütün ömrüne denk düşmektedir. Çünkü, bütün ömrü nefsin ve şeytanın
desisesine karşı kalblerimize ve hayatlarımıza imanî ölçülerin nasıl
yerleşebileceğinin talimi ile geçmiştir.

Yaşadığımız şu çağ, imanî ölçülerden gafletin belki de zirvede
olduğu bir çağ olsa gerektir. O kadar ki, "yalan ve doğru, bir çarşıda beraber
satılmakta"dır.24 Sözgelimi, bugünün zalimâne "topyekün savaş"ları
ile imanın ve adaletin tecessüm ettiği "cihad"lar arasındaki açık uçurum
görülmez hale gelmiştir. Halen devam etmekte olan bir savaş hakkında, gayri
müslimlere karşı bir mü’min "Elimden gelse, tepelerine bir atom bombası indirmek
isterim" diyebilmektedir. Bir müslüman ülkesinde atom bombası imali, "İslâm
bombası" adı altında duyurulmaktadır. Ama ne var ki, suçsuz ve masum onbinlerce
insan ile hayvanları ve bitkileri bir anda eritip yok eden; kurtulabilenleri ise
belki nesiller boyu sürecek bedenî ve ruhî arızalarla yüzyüze bırakan bir
bombanın "Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz" ilahî fermanına hiç mi hiç
sığmadığı unutulmaktadır. Çünkü, "manevî cihad"da yenik düşmüş dimağlarla,
"maddî cihad"lar, sıradan ve dünyevî bir "savaş"a dönüştürülmüştür.

Asrımızdaki savaşlar, siyaset savaşlarıdır. Taraflar, kimlikleri
ne olursa olsun, "siyaset"i asıl tutarak savaşmaktadır. Ne ordu ve halk, ne
cephe ve ülke, ne de masum ve zalim ayrımı söz konusudur. Böyle bir ayrımı,
küfür ehlinden beklemek elbette safdilliktir. Küfrü uğruna kendi kalbi bile
karanlığa atan merhametsizlerin başka insanlara merhamet etmesi elbette söz
konusu değildir. Oysa şevkat mü’minin gönül borcudur. Merhamet mü’minin gönül
borcudur. Adalet ve hak mü’minin boynuna borçtur. Bu ölçülerin "siyaseten"
terkine, asla izin yoktur. Adalet ile siyaset karşı karşıya geldiği,
birbirleriyle zıtlaştığı zaman, mü’minin terketmesi gereken, siyasettir.

Said Nursî’nin nur-topuz mukayesesinde "topuz"dan hem siyaset,
hem de "maddî cihad" olarak söz etmesi bu bakımdan anlamlıdır.25
Zira, "manevî cihad"ın öngördüğü ölçülerden soyutlanmış bir "maddî cihad" dahi
"siyaset"e âlet ve tâbi olmaktadır. Oysa bir kez daha vurgularsak: "Risale-i
Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya
düşerler, onlara zulmetmiş oluruz."26 Yani, biz şefkat, hakikat ve
hak ile mükellefiz. Zulme girmemek zorundayız. Oysa, siyaset bizi zulme
düşürebilmektedir. O halde, siyaset dairesinde mahzâ adaleti tatbik imkânı
yoksa, o dairede olmamalıyız. Şayet, siyasette var olsak, "iktidar"a talip olsak
ve dahilde yahut hariçte hakkımızı "maddî kuvvet" ile müdafaaya girişsek ne
olur? Bir lâhika, bu nokta da, iki şık ortaya koymaktadır:

"…Ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri
yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla
hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adanlın hatasıyla yirmi-otuz adamı,
âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda
yalnız orayı vursa, otuz zâyiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde
kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kâide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi
bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezseler, o va kit hak namına dehşetli
bir haksızllk ederler." (bkz. Şualar, s. 245)

Burada, ilk ve son cümlede belirtilen birinci şıkta, maddî bir
mağlubiyet söz konusu olmayabilir. Belki maddeten galip de gelinecektir. Ama bu
galibiyet, zalimlerin şu asırda pek sık kullandığı "misilleme" mantığı ile;
bir-iki adamı hatasıyla yirmi-otuz masumu da ezerek kazanılacaktır. Sözgelimi,
bir ülkeyle harp bahanesi ile o ülkenin şehirleri bombalanacak, belki ormanları
ve köyleri yakılacak; çoluk-çocuk, yaşlı-kadın demeden pek çok masum insan da
öldürülecektir. Sonuçta belki galip gelinecektir; ama Said Nursî, bunu Hakikat-ı
halde, bir mağlubiyet olarak tanımlar. Çünkü, "o halette o da ezlem olacak ve
mağlub kalacak."

Ezlem; yani, had safhada, zâlim. Dahası "hak namına dehşetli bir
haksızlık" edecektir. Adalet adına zulümden, hak namına haksızlıktan daha
perişan bir yenilgi var mıdır? Zulmün işlendiği yerde ise "cihad"dan söz
edilemez! Ancak savaştan söz edilebilir.

Diğer şıkta, ise manen bir mağlubiyet bahis konusu değildir.
Ehl-i hak, "yalnız orayı vurmakta"dır -sözgelimi, yalnız savaşın doğrudan tarafı
olanları ve yalnızca onların bulunduğu mekânları. Çünkü cihad için hatların ve
cephelerin belirlenmesi şarttır. Ölçüsüzce, keyfine göre taarruz edilmesi söz
konusu değildir. Dolayısıyla, ehl-i hak, meselâ masumların olduğu bir mekâna,
oradaki zalim düşmanı bertaraf edeyim derken masumların da kanını akıtmış olurum
endişesi ile, dokunmamaktadır. Burada, adalet ölçüleri aşılmakta; ama karşı
taraf aynı ölçülere sahip olmadığı için "otuz zâyiata bedel, yalnız bir
kazanılmakta"dır. Bunun adı ise, maddeten mağlup düşmektir. Ve böylesi açık bir
mağlubiyet ortamına bile bile girmek bir nevi intihardır; "hikmet" ve "hakikat"a
sığmamaktadır.

Belirtildiği üzere, "evet, ehline göre, kâfirin veya mürtedin
tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır."27 Maddî cihad haktır;
gerektiği anda her mü’minin boynuna borçtur. Hatta, Said Nursî bazan maddî
cihadın "farz-ı ayn" hükmüne dahi geçebildiğini söyler ve "şehid velidir" der.
Fakat, bu zamanda ölçü aşılmış; "askeri istibdatlar" ile, bir-iki adamın
hatasıyla binler masumlar ateşe atılır olmuştur. Maddî cihad, vasatı geldiğinde
yine gerçekleşir. Ama bu vasat, "adalet" ölçülerinin aşılmadığı bir vasat
olacaktır. Adalet ölçülerine uyarak mücahede yürütmek mümkün değilse,
savaşılmayacaktır. Mü’min mazlum hale düşebilir, ama asla zalim olmaz.

Risale-i Nur’daki "Maddî cihadın muktezası ise, o vazife
şimdilik bizde değildir"28 hükmü, bu çerçevede daha bir açıklığa
kavuşmaktadır. Burada maddî cihad red veya terk ediliyor değildir; ama bir
meslek tercihi ortaya konulmaktadır. Manevî cihada ihtiyaç duyulan, ama en çok
da manevî cihadın ihmal edildiği bir vasatta; dahası "maddî cihad topuzu"nun
siyasete ve zulme âlet edilebildiği bir vasatta, aslolan manevî cihaddır. Bu
noktada, başka bir hususa dikkat etmek gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
idaresi ve halkının ekseriyeti müslüman olmayan bir belde "dârü’l-İslam"
değildir. Ama eğer bu beldenin halkı ve iktidarı imanî esasların yaşanmasına ve
tebliğine izin veriyorsa, kendisine karşı "maddî cihad"a girişme izni yoktur.
Zira "dârü’s-sulh" sayılmaktadır. Said Nursî, "Dinde zorlama yoktur" mealindeki
âyet-i kerîmenin işarî bir tefsirini sunarken, "din ve vicdan hürriyeti"ne
dikkati çeker. Buna göre, ehli müslüman değilse bile, din ve vicdan ve de
inancını ifade hürriyetini temel bir hak olarak kabul ettiğini ilan eden bir
devlet, bir anlamda "dârü’s-sulh" sınıfına girebilmektedir. Bir devletin bu
hürriyetleri tanıması ve dolayısıyla dahilde veya hariçte ehl-i İslâma
inancından dolayı bir taarruza girmemesi, o ülkeye karşı "din için silahla
cihada" muarızdır.29 şer’an buna cevaz yoktur. "Fakat" der Said
Nursî, "ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak."30
Bu, esasen, Hz. Peygamber’in "Düşmanın silahıyla silahlanın" emrine de mutabık
düşen bir durumdur. Bugün, ehl-i inkâr, mü’minlere karşı maddî bir taarruzdan
ziyade "manevî" bir taarruz yürütmekte; "maddî" taarruzu ise, bir korku ve
sindirme unsuru olarak "yedekte" tutulmaktadır. Mü’minlere yönelik saldırının
asıl unsuru bir başka ülkenin orduları değil; kitaplardır, kitle iletişim
araçlarıdır, haberlerdir, eğitimdir, sosyal hayattır. Risale-i Nur’un
tesbitiyle, "bu zamanda, ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden
gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesi"dir.31
İmandaki hak ve hakikat, küfürdeki safsata artık gizlenmiş gibidir. İmanın
taşıdığı manevî cennet; küfrün ise şu dünyada dahi yaşattığı cehennem hali
hissedilmez olmuştur. Kâinat, "fen ve felsefe" yoluyla ehl-i küfre terkedilmiş
gibidir. Kâinatın her bir mevcudunun kendi diliyle Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve
birliğine ettiği şahitlik görülmez ve duyulmaz olmuştur. Dahası, kâinata iman
nazarıyla bakmak, "Allah sivrisineği delil getirmekten haya etmez" âyeti ortada
iken dahi, kimi müslümanlarca küçümsenmektedir. Fıtratın ebede ve âhirete
yönelişi ise, nefislerimize sunulan aldatıcı dünyevî oyuncaklar ile,
dimağlarımıza sokulan "nâ-meşru" kavramlarla örtülmekte veya saptırılmaktadır.

Böylesi bir vasatta, düşmanın asıl silahı ortadadır. Bu silaha
karşı, hangi "tüfek", hangi "bomba" bir çözümdür? Çözüm, küfre âlet edilmek
istenen kâinatın, Mâlikine ve Rabbine ettiği tesbihatı işitmek ve işittirmek
değil midir? Bizi "ölüm"le, "açlık"la, "maddî kayıp"la, "işinde yükselememek"le
vs. korkutan dünya ehline karşı, "Tek hayatlılar karşıma çıkmasınlar"
diyebilmek; yani ölüme, şöhrete, maddî kayba, mevkiye beş para ehemmiyet
vermemek değil midir?

Dünya ehli bizi dünyanın fani yüzünde boğmaya çabalarken, fena
ve fanilere kıymet vermeyen uhrevî bir bakış açısı kuşanmak değil midir? 1992
Kasım’ında gerçekleşen bir olay, bu bakımdan oldukça anlamlıdır. O sıralar,
"İslâm ordusunun Yunana galebesi" dolaysıyla herkesi ölçüsüz bir iyimserliğin
kuşattığı gülerdir. Ne var ki, nihayet Ankara’ya gelmiş bulunan Said Nursî,
Yunanın gittiği, ama Eski Yunanın "fıkr-i küfrî"sinin getirilmeye çalışıldığı
sonucuna ulaşır.32 Bunun üzerine yaptığı şey, ne bir parti kurmak, ne
bir iktidar mücadelesine veya pazarlığına girmek, ne de silaha dayanmaktır.
Sadece ve sadece bir risale neşreder. Eserin konusu, tabiat, esbab ve tesadüfün
yaratılışta müdahalesi olmadığıdır.33 Aynı tavır, sonraki yıllarda,
Risale-i Nur’da tecessüm edecektir. Küfür kitapla, bilhassa resmî eğitim
müfredatı ile gelmektedir. Ve Risale-i Nur, öğretmenler Allah’tan bahsetmiyor
hatta inkâr ediyor bile olsa, "Okuduğunuz her fen mütemadiyen Allah’tan bahsedip
Hâlikı tanıttırıyor" dersini verecektir.34 Küfür kâinatı
tabiatperestliğe âlet etmektedir. Ve Risale-i Nur, kâinat, aynalarında görünen
tecellîlerin hangi Zâtın isimlerine ait olduğunu ortaya koyacaktır. Küfür korku,
tamah, hırs, şöhret, milliyetçilik gibi damarlara dokunarak bizi kendine eser
etme çabasındadır. Ve Risale-i Nur, nefsin bu desiselerine karşı imanî cevaplar
sunacaktır. Çünkü yaşanan ortamda, genel tablo şudur: İnsanların ancak bir kısmı
tam bir imanî çizgiyi takip etmektedir. Çoğunluğu, ucundan-kenarından bataklığa
bulaşmış gibidir. Ancak, onlardan küçük bir kısmı bile bile batağa bulaşmıştır
ve başkalarını da zorla oraya çekme çabasındadır. Çoğu ise bataklıktan,
kendisine ilişen çamurlardan rahatsızdır. Çıkmak, temiz ve güvenilir bir yolda
yürümek gayretindedir. Ama şaşakalmış, bir yol bulamamıştır. Böylesi bir
ortamda, iki çare vardır: (1) Topuz ile bile bile bataklığı girenleri ayıltmak;
(?) Bir nur göstererek, bataklıktan çıkmak isteyenlere çıkış yolunu göstermek.
Halbuki dışarıda kalan insanların yüzde sekseni, elindeki topuzla, az sayıdaki
sarhoşları dert edinmiştir. Çaresiz kalakalmış çoğunluğa ise, hakkıyla ışık ve
nur gösteriliyor değildir. Üstelik bazıları bir elinde topuz, bir elinde nur
tuttuğu için, tereddüde düşmelerine; "Acaba yol gösterip dışarı çıkardıktan
sonra beni dövecek mi?" "Şimdi imanın güzelliğinden bahsedip yarın bizi kesecek
mi?" gibi şüphelere meydan verilmektedir. Bu tablonun ortaya konulduğu bir
mektupta, Risale-i Nur’un tercihi "Nur"dan yana yaptığı açıkça belirtilir.
"Topuz" daha önce de söylendiği üzere, "siyasettir", "maddî cihad"dır. imanın
tebliğini "maddî kuvvete dayandıran her çaba "topuz" sınıfına girmektedir. "Nur"
ise, imandaki hakikatın görülüp gösterilmesi, kalblerin imana açılması çabasını;
yani kalblerin fethini ve "manevî cihad"ı ifade eder. Meselâ Asr-ı Saadette,
ikisi beraberce var olmuştur. Ancak, Hz. Hasan’ın "maddî hilâfetten feragat"
yönündeki içtihadının ve birçok büyük âlimin resmî bir görev almamadaki
ısrarının gösterdiği gibi, kalplerin manevî cihadda yenik düştüğü bir vasatta,
ehl-i hakkın mesleği öncelikle ve yalnız "cihad-ı manevi’ olmalıdır.35

Bunun içindir ki, "topuzu tutacak elimiz yok" der Said Nursî.
"İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir."36

Önümüzde böylesi bir vazife dururken, dünya siyasetine merakla
bakmaya; stratejiler, taktikler, tahliller üretmeye: yanı başımızdaki komşumuz,
hatta eşimiz ve çocuğumuz imanî bir sırdan gafletin acısıyla dünya ve âhiretini
karartırken elimizin yetişmediği işlerle uğraşmaya vakit yoktur. "Boğazlar
hakkında boşboğazlığa" hiç vakit yoktur. Maddî zarar veya ihtiyaçlar için çok
ellerin yardıma koştuğu, ama kalblerin manen aç, açıkta, yalnız ve kap karanlık
kalakaldığı, birçoğunun aç kurtlara yem olduğu bir vasatta, "nur-u iman"ı iç
dünyamıza ve dış dünyaya olabildiğince yaymak zarureti ortada durmaktadır.

Bu sırdan olsa gerek, şu asırdaki "manev î cihad"ın kumandanı
şöyle der bir lâhikada: "Bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî
vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyanî bilip, vaktimizi zayi
etmemeliyiz. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz.
Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır."37

Dipnotlar

1. B. S. Nursî, Sünuhat, s. 57.

2. Martin Lings, Hz. Muhammid’in Hayatı, çev. Nazife Şişman,
(İst.: İz Yay., 1991) s. 231.

3. Bu konuda bir deneme çalışması olarak bkz. Ali Mermer,
Metin Karabaşoğlu, "Vatan Sevgisi İmandandır," Karakalem, Haz-Tem. 1992.

4. B. S. Nursî, Emirdağ Lâhikası, II, s. 97; Mektubat, s.
68. İlgili bahislerde, "Vatan için herşey feda edilir" mantığı "adalet-i
mahza"ya uymadığı için tenkide konu edilmektedir.

5. Şah Veliyullah Dihlevi’nin Hüccetüllahi’l-Bâliğa’da
ulemânın hicret edilen yere geri dönme kasd ve niyeti taşımayı, oraya dönüp
orada gömülmeyi "mekruh" gördüğünü belirtmesi anlamlıdar (çev. M. Bayraktar,
İst. İz Yayıncılık, 1994, II cilt, s. 635).

6. Kur’ân’da iman-hicret-cihat silsilesini mevcudiyeti bu
bakımdan son derece önemlidir. Bu sıranın ders verildiği bir ayet olarak bkz.
Bakara sûresi, âyet: 218.

7. "Millete ibrahime hanîfa" ifadesi Kur’ân’da sıklıkla
geçmektedir. Örnek olarak bkz. Bakara sûresi, âyet: 135.

8. Risale-i Nur’da "millet" ve "kavim" nüansının ima
edildiği bir bahis olarak, Lem’alar, s. 100’deki "akvam-ı zalime," "millet-i
mazlume" ifadelerine dikkat çekilebilir.

9. Bediüzzaman Said Nurs"î, Lem’alar, s. 96.

10. Bediüzzaman Said Nurs"î, Mektubat, s. 174.

11. Bediüzzaman Said Nurs"î, İşarâtu’l-İ’caz, s. 85.

12. Bediüzzaman Said Nurs"î, Sözler, s. 331.

13. bkz. Nisa sûresi, âyet: 97.

14. Zümer sûresi, âyet: 7.

15. Mektubat, s. 50, s. 242-3.

16. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 245.

17. Emirdağ Lahikası, I, s. 71.

18. bkz. Mektubat, "Hakikat Çekirdekleri."

19. Emirdağ Lahikası, I, s. 71.

20. Mektubat, s. 52.

21. Emirdağ Lahikası, s. 71.

23. bkz. Marshall G. S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, cilt: 2
(İst.: İz Yay., 1993), "Tarikatların Tasavvufu" başlıklı bölüm.

24. Sözler, s. 453.

25. Lem’alar, s. 96.

26. Şualar, s. 245.

27. Lem’alar, s. 96.

28. agy.

29. Şualar, s. 229.

30. agy.

31. Lem’alar, s. 96.

32. age, s. 167.

33. bkz. Mesnevî-i Nuriye, "Zeylü’l-Zeyl".

34. Şualar, s. 173.

35. Mektubat, s. 45-6.

36. Lem’alar, s. 96.

37. Emirdağ Lâhikası, I, s. 44.

NOT: Risale-i Nur külliyatı içerisinde yer alan eserlere ait
atıflarda, Sözler Yayınevi’nin eski sayısı esas alınmıştır. Sayfa numaralarında,
diğer baskılarda kayma olabilmektedir.